Kürtçenin Toplama Bir Dil Olmasından Son Derece Rahatsızlar
Bütün bu taleplerinin altında kesinlikle birçok çapanoğlu yatıyor. Ama bana göre daha çok Kürtçe eğitim taleplerinin üzerinde yoğunlaşılması gerekiyor. Çünkü sömürgeciler ve Kürtçüler bu konu üzerinde çok duruyorlar. Kürtçeyi bir milletin oluşabilmesi için en temel unsur olarak görüyorlar. Ancak diğer taraftan bu konuda çok büyük rahatsızlıkları ve açmazları da var. Diyalekt farklılıklarından ve Kürtçenin toplama bir dil olduğuna dair saygın yabancı bilim adamlarının da işin içerisinde bulunduğu çok sayıdaki bilimsel eleştirilerden olağanüstü derecede huzursuzlar. Ayrıca, AB süreciyle birlikte açılan Kürtçe kurslarının ne kadar büyük bir fiyasko ile sonuçlandığının şokunu da aynı dönemde yaşadılar. Şimdi tek dertleri var: Kürtçeyi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve devlet olanaklarıyla yapay bir resmi dil haline getirebilmek.
"Yapay resmi bir dil" diyorum çünkü Kürtçe yaşayan canlı bir dil değil. Bunu sömürgeciler de, Kürtçüler de çok iyi biliyorlar. Ama diğer taraftan kukla bir millet diline ihtiyaçları duyuyorlar. İşte o yüzden, Avrupa'daki Kürdoloji enstitülerinde yapay ve uyduruk bir Kürt dili oluşturmaya çalıştılar. Ve bugün, bu uyduruk dili Türkiye'nin Anayasa ve devlet olanaklarıyla Kürt kökenli topluma empoze ederek zorlama bir Kürt milleti yaratma sevdası içerisindeler.
Bu yazıda da, iki önemli isim ve çalışmalarından bahsederek Kürtçenin evrensel bir dil olup olamayacağını ve yapısal açmazlarını vurgulamaya çalışacağız.
Önce Dr. Şükrü Mehmet Sekban...
Kendisi 1881 Ergani doğumlu ve Kürt kökenli bir kişi. İlk tahsilini Ergani Maden'de ve Hozat'ta (Kızılkilise), orta tahsilini Diyarbakır'da ve lise tahsilini de İstanbul Çengelköy ve Askeri Tıbbiye okulunda yapıyor. Daha sonraki yıllarda Kürtçü çevrelerle temas kuran Dr. Sekban, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'ten sonra kurulan Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti kurucuları arasında bulunuyor; Kürtlük davasının bir numaralı savunucularından biri oluyor.
1919 yılında görevinden istifa ederek Bağdat'a gidiyor ve daha sonra tekrar Türkiye'ye dönerek serbest doktorluğa başlıyor. Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından sonra tekrar Bağdat'a gidiyor. 18 Aralık 1923 tarihinde Beyrut'ta neşredilen bir mektubu ile de Kürtlere muhtariyet verilmesini ve Kürtçenin resmi lisan olmasını savunuyor. Hoybun komitesinin Bağdat şubesi reisliğini de yapan Şükrü M. Sekban, Kürtler hakkında Cemiyeti Akvam'a bir de mektup gönderiyor.
Şu ana kadar sergilenen profil bütünüyle bir Kürt milliyetçisini anlatıyor.
Hatta o kadar ki, Şükrü Sekban'ın Türkiye'den ayrılışları hep Mustafa Kemal'in Türkiye Cumhuriyeti'ni pekiştirdiği özel günlere denk düşüyor. Örneğin 1919 yılındaki istifa ile birlikte Bağdat'a gidiş ve Türkiye'ye geldikten sonra Lozan Antlaşması'nı müteakiben tekrar Bağdat'a dönüş. Ayrıca tam Aralık 1923'te, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş tarihinden bir-iki ay sonra bir mektupla Kürtlere muhtariyet ve Kürtçenin resmi lisan olmasının savunulması girişimi...
Sekban'ın, Ankara Hükümeti'ne karşıt ve onlardan kaçan bir kişilik olduğu anlaşılıyor.
Peki daha sonra neler oluyor?
Bütün bu dış deneyimlerden sonra -ki bunun içerisine Kürtçe eğitim izleniminin yakından izlendiği Bağdat yaşamı da dahildir- ortaya muhteşem bir Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti hayranlığı çıkıyor.
"Gazi'nin Önünde Tâzimle Eğiliyorum."
Ve bu bağlamda Şükrü Mehmet Sekban şunları söylüyor: "Bu iki halkın (Türk ve Kürtlerden bahsediyor) iktisadi tenasüd, ırk ve din birliği, müşterek kültür gibi çeşitli siyasi ve milli birlik faktörleri dışında çok kuvvetli, kudretli bir faktörleri daha vardır. Bu, Gazi'nin yüksek sahsiyetidir. Gerçekten, devlet idaresinin en yüksek kademesinde Gazi Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmak, bir millet için bir saadet, bir hazinedir. O'nun Türkiye'de gerçekleştirdiği reformun nimetlerinin vüstani hiç kimse inkar edemez. Bu O'nun hiç solmayacak ve zamanla da muhteşem vüsatinden hiç kaybetmeyecek bir şereftir. Her sadık insanın yapacağı gibi, derin bir saygı ve hayranlık hissi içinde, O'nun büyük eserleri ve gelecek nesillere vaadettiği ümitlerin genişliği önünde tâzimle eğiliyorum."
Şükrü Sekban gibi Kürt entelektüelleri, tarihsel ve toplumbilimsel gerçeklerin ayırdında olabilecek aydınlığa sahip kişilerdi. Atatürk dönemi; halkın, bu tür derinliğe ve hoşgörüye sahip entelektüel seçkinler tarafından yönlendirdiği bir devirdi.
O dönem aydınlarının hepsi, toplumsal duyarlılığı ve inceliği özümsemiş, çok yönlü okumuşlardı. Ve bu pozitif yönlerinden dolayı yanlışlarından dönebilme becerisini de gösterebiliyorlardı. Ama bu yanlışlardan dönebilme özelliği de spontane bir şekilde toplumun birlikteliğini sağlama adına saygın bir sağduyuya yönelikti.
Şimdi soruyorum: Gazi ile ilgili olarak bu derinlikli itirafı dış güçlerin piyonu Leyla Zana denen fanatik kadın yapabilir mi? Bu inceliği gösterebilir mi? Buna olanak var mı? O militan, kavgacı ve şiddet provokatörü adanmıştan, Şükrü Sekban gibi duyarlı bir entelektüelin sağduyusu beklenebilir mi? Leyla Zana'nın anladığı tek bir dil vardır, o da şiddet goygoyculuğudur. Çünkü sömürgecilerin ona biçtiği misyon, yıllardır devam eden şiddete şiddet katmaktır.
Gelelim Şükrü Sekban'ın Fransızca yazdığı "Kürt Sorunu" adlı metindeki bizi ilgilendiren görüşlere.
Sayfa 22-23; "...Ben de, önceki sahifelerde zikrettiğim mektubumda özetlediğim isteklerimiz arasında, bilhassa öğretimde Kürt dilinin tanınması üzerinde durmuştum. Bu, son senelere kadar hepimiz için bir idealdi... Bazıları, Kürtlerin medeniyet seviyelerinin, eğitim ve öğretimde onların dili kullanılmadan yükseltilemeyeceğine inanıyorlardı. Bazıları ise, Kürtler dillerini kullanmazlarsa kolayca eriyip gideceklerdir düşüncesinde idi. Bir de, dilin bir milleti teşkil etmeye yeteceğini sananlar vardı..."
Dikkat edilirse, zamanımızın aymaz Kürtçülerinin hepsinin kaygı, ideal ve özlemleri de bu noktalar üzerinde şekillenmiş durumdadır. Yani bir anlamda tarih tekerrür etmektedir. Ama o zamanlar var olan gerçek Kürt aydınlarının ayakları yere basmaktaydı. Onun bunun oyuncağı olmayacak kadar erdemli, objektif ve vicdani sorumluluğa sahip kişilerdi. Yanlışları görebiliyor ve onlardan dönebiliyorlardı. Yani bugünün robot haline getirilmiş Kürtçüleri gibi değillerdi. Yaşadılar ve çıkmazı gördüler. Bu deneyimlerden sonra da doğru olanı kavradılar ve alkış tuttular. Çünkü bu derece saygın entelektüellerdi.
"Kürtçe Öğretim ve Eğitimden Elde Edilen Sonuç Bir Hiç Oldu"
Neden mi öyleydiler, işte kanıtı!
Sayfa 24; "...Mütarekeden beri Irak Süleymaniye'de; sekiz seneden beri de bu ülkedeki Kürtçe konuşan sancaklarda tedrisat dili Kürtçedir. Bu öğretim ve eğitimden elde edilen ise katî bir hiç mesabesindedir (derecesindedir)... Okul öğretmenlerinin mükemmel, okul kitaplarının kusursuz, öğretim kadrosunun takdire şevki ile desteklenen hükümet hüsnüniyetinin de tam olduğunu farz edelim. İyi ama, bu okullardan mezun olanlar, okul tedrisi bitince ne okuyacaklar? Hiç! Bugüne kadar okul kitaplarının dışında ancak on iki kadar broşür ve kitap neşredilmiştir. İtiraf edelim ki, bu kitap ve broşürler ise asla amelî (işe yarar, pratik) bir değer ifade etmemektedir. İlkokullardan mezun olan bu zavallılara, daha sonraları da okunacak eserler temin etme ümidi yoktur. Bu hale göre, kültürde de ilerleme yok demektir."
Şükrü Sekban şunu itiraf ediyor: Mütarekeden itibaren Süleymaniye'de, sekiz yıldan beri de Kürtçe konuşan sancaklarda öğretim dili olarak Kürtçe kullanılmış. Tıpkı bugün Kürtçülerin Türkiye'de yeni Anayasa'ya koydurtmak istedikleri Kürtçe eğitim zorunluluğu gibi... Demek ki bu Kürtçe eğitim efsanesi daha önce uygulanmış. Gelgelelim bu gerçeği kimse bilmiyor. Peki ne elde edilmiş? "Hiç derecesinde" bir netice... Hem de tartışılmayacak bir "kesinlikle!" Yani Irak'taki Kürtçe eğitim denemesi tam bir fiyasko ile sonuçlanmış. Çünkü Kürtçe, eğitim dili olma konusunda gelecek için ümit vermiyor. Şükrü Sekban'ın söz konusu ettiği süre boyunca (ki en kısasından alırsak 8 yıldan bahsediliyor), okul kitaplarının dışında Kürtçe ile yazılmış ve kaynak oluşturabilecek sadece on iki broşür ve kitap yayınlanabiliyor. Ve Şükrü Sekban tarafından, bunların da "asla" vurgusuyla dile getirilen bir kesinlikle "işe yarar" bir değer ifade etmediği itiraf ediliyor. Çünkü Kürtçe üretemiyor. Kürtçe, ilkokuldan mezun olan "zavallılara" "daha sonra okunacak eserler temin etme" "ümidi vermiyor." Hatta o kadar ki; "öğretmenler mükemmel, okul kitapları kusursuz, öğretim kadrosu şevk dolu, hükümet hüsnüniyetinin fevkinde" olsa dahi yine sonuç değişmiyor. Kürtçe vernaküler bir dil olmanın ötesine geçemiyor. Bir kültür dili olma derinliğini ve gelişmişliğini elde edemiyor. Çünkü yapısı buna elvermiyor. Bir yerde takılıp kalıyor. Bünyesi, kendisini aşmasına imkan tanımıyor. Bu yüzden de, Şükrü Sekban gibi çok görmüş, araştırmış, yaşamış bir Kürt entelektüelinin de samimi bir şekilde teslim ettiği gibi, "kültürde ilerleme sağlama konusunda yetersiz kalınıyor."
Kürtçeyi Emperyalistler Destekliyor
Şimdi bu noktada bir saptama yapıp bir açıklamada bulunalım. Irak'taki Süleymaniye Kurmançasını bir yazı dili haline getirip, diğer üç dili de (Gûranice, Lûrca ve Kalhurca) kapsayacak şekilde mekteplerde okutulması icadını yapan kim biliyor musunuz? İngilizler! Emperyalizmin duayeni ve Arap Lawrence'ın patronu olan bu sömürgeciler, Irak'ı işgal ettikleri dönemde kukla bir Kürt devleti yaratabilmek için oluşturmaya çalıştıkları bu yapay dili daha o zamanlar mekteplerde okutmaya başlamışlar. Peki sonuç ne olmuş? Koca bir "fıs!" Ben söylemiyorum, o deneyimi yaşamış Şükrü Sekban söylüyor. Ve ne kadar mânidardır ki, başarısızlıkla sonuçlanmasına karşın, Kürtçeyi eğitim dili haline getirme safsatası sömürgeciler tarafından tekrar ısıtılıp önümüze konuluyor.
Kürtçe, Bir Halkın Gelişmesini Sağlayabilir mi?
Yine konumuza dönersek, Şükrü Sekban; Kürtçenin ilkokuldan sonra okunacak eserler verme ümidinin olmaması, yani yetersizliğinden dolayı bir kültür dili olma özelliği kazanamaması ve bu yüzden de bir kültürel saha oluşturma yeteneğini elde edememesiyle ilgili olarak şunları ifade etmeye devam ediyor:
"...Medeniyet sahasında çok geri kalmış bir kavim durumundaki Kürtler, çocuklarını okutamamak suretiyle uğradıkları kaybı, zamanın en mübrem (elzem, vazgeçilmez) ihtiyaçlarına bile kafi gelmeyen bir dil ve kütüphane ile nasıl telâfi edebilir? Bugünden başlamak suretiyle, bir asırlık bir zaman süresi içinde, en iyi şartlar altında gelişecek bir Kürt dili bile kültürlü devletlerin seviyesine ulaşmağa yeterli olmayacaktır..."
Ne kadar acı ve bir o kadar da doğru bir itiraf değil mi? Acaba bir dil, zamanın "en vazgeçilmez" ihtiyaçlarını bile dile getirmeye elverişli değilse, var olan kültür yapıtları, aynı yetersizliklere sahip Kürt diline çevrilerek Kürtçeye mal edilebilir mi? Ya da başka bir ifade ile çağın bulunduğu noktada milyonlarca sayıdaki, son derece gelişmiş bir eğitim diliyle yazılmış kültür ve pozitif bilimlerle ilgili kitap, ilkokul seviyesinin dışında işlev görmeye yetenekli olmayan vernaküler bir dil olan Kürt diline aktarılabilir veya bu dil ile bu tür özgün kitaplar yazılarak bir kütüphane oluşturulabilir mi? Ardından ise şu soru yanıt bekliyor: Böyle bir kütüphanenin var olamayacağı bir ortamda, Kürtçe bir kültür oluşabilir ve kültürde ilerleme sağlanabilir mi? Bu konulara yıllarını vermiş ve gerçek bir Kürt aydını olan Şükrü Sekban bunların gerçekleşemeyeceğini söylüyor. Hatta daha da ileri giderek, bir asır gibi bir süre geçse (hatta varsayımsal bir benzetme ile zaman diğer kültürler için dursa diye de düşünebiliriz) ve Kürt dili en iyi şartlarda gelişse bile, bu dilin kültürlü devletlerin seviyesine ulaşılmasını sağlayamayacağını ileri sürüyor. Buradaki tespitte, "en iyi şartlarda gelişecek bir Kürt dili bile..." ifadesi ise çok dikkat çekiyor. Ve şu anlamı çağrıştırıyor: "Kürt dili o kadar kısıtlı bir dildir ki, onun gelişerek geleceği en son nokta da dahi, bu dil, kültürlü devletlerin seviyesine ulaşmaya yeterli olmayacaktır."
Sekban'ın bu tespitleri ortaya şöyle bir sonucun çıkmasına neden oluyor. Eğer Kürt kökenliler kültürel zenginliklerden pay almak istiyorlarsa, kaçınılmaz olarak kültür ve eğitim dili olarak yararlanabilecekleri farklı bir dile dayanmak zorundadırlar. Ana dilleri Kürtçeyi yerel düzeyde kullanırlarken, diğer taraftan bütün inceliklerine vâkıf oldukları ve özümsedikleri ikinci bir kültür diline sahip olmaları gerekmektedir.
Nitekim bugün kitap piyasasında, Kürt dili ile ilgili olarak, çoğu Kürdoloji enstitülerine ısmarlama hazırlatılmış bol miktarda Kürtçe sözlük ve nesir anlamında da en kabadayı şekliyle hikaye kitaplarının dışında başka bir türe rastlanılmıyor. Acaba Kürdoloji enstitüleri tarafından uydurulmuş protez Kürtçe olmaması ve Kürt kökenli toplumun çoğunluğu tarafından da anlaşılabilmesi şartıyla, Kürtçe yazılmış ciddi ve kavramsal ağırlıklı birkaç eser göstermek mümkün müdür? Hiç sanmıyorum! Ama belki de vardır da benim haberim yoktur. Çünkü uzun bir süre önce, yarım kan Kürtçü
Yaşar Kemal, Kürt dilinin çok zengin dil olduğunu söylemişti. Nereden biliyor ve neye dayanarak konuşuyorsa! Ona sormak lazım, madem Kürtçe hakkında bu kadar derin bir bilgiye sahipsin, neden Kürt dilinin zenginliklerine dayanarak İnce Memet ayarında bir roman yazıp Nobel'e aday olmuyorsun? Sıkıyorsa İnce Memet'te kullandığın Türkçe yetkinliğine eşdeğer ve Kürt kökenli toplumun zevkle okuyacağı Kürtçe bir kitap yaz da, biz de Kürtçe ile ilgili ileri sürdüğümüz bütün iddialarımızı geri alalım. Ama yazamaz! Çünkü Kürtçenin gücü buna yetmez. Bu gerçeği o da biliyor ama ne yazık ki bir taşeron olarak sömürgecilerin kendisine biçtiği misyona ihanet edemiyor.
Şundan emin olmak lazım. Eğer dilin kendi iç yapısı gelişmeye elverişliyse ve o dil gerçek, yani bir yazı diliyse, hiçbir baskı ve olumsuz etken o dilin ortaya ürünler koymasını engelleyemez. Yok efendim o dilin gelişmesine izin vermiyorlarmış da, esasında Kürtçe çok zengin bir dilmiş de, gerekli kültür ortamı olmadığından kendisini layıkıyla ortaya koyamıyormuş da... Bunların hepsi hikayedir! Özünde zenginlik olan dil ne yapar eder, bir yerden zincirlerini kırar. Eğer Kürtçe, şimdiye kadar ıvır zıvır öykü, atasözü kitabının dışında ciddi bir eser çıkaramamışsa, bu onun iç sorunlarından kaynaklanmaktadır. Bunun dışındaki bahaneler fasa fisodur!
Bizim Kürt Halkının Kendi Diliyle Eğitim Zarureti Hususundaki İnancımız Artık İflas Etmiştir
Biz tekrardan Şükrü Sekban'ın görüşlerine dönelim.
Sayfa 25; "...Lâtin alfabesine dayanan Türk harflerinin kabulü, maarifin en seri şekilde yapılması ve bütün Türkiye çapında yayılmasını intac eden âmillerden biri oldu. Gece okullarının açılmasıyla sürdürülen muhteşem kampanya da, memleketteki okuma-yazma bilmeyenlerin sayısını hatırı sayılır nisbette azalttı. Bütün bu temel reform ve ulaşılmak istenen hedef, bize, öğretimde Kürt dilinin kullanılmasını temelli olarak unutturdu. Netice ümid edildiği gibi oldu. Kürt halkı da kültürden nasibini alıyordu. Zaten bütün mücadelelerimizin, didinmelerimizin tek hedefi vardı: Kürdü cehaletten ve fakirlikten kurtarmak... Namuslu insanlar olarak itiraf edelim ki, bu aşikâr olaylar karşısında, bizim Kürt halkının kendi diliyle eğitim zarureti hususundaki inancımız artık iflas etmiştir. Netice olarak, bu konudaki halk akidesi iflas edince, ihyası da düşünülemez..."
Şükrü Sekban, namuslu bir aydın olarak Mustafa Kemal'in maarif devriminin ne kadar muhteşem sonuçlar doğurduğu büyük bir hayranlıkla dile getirirken, aynı zamanda dolaylı olarak başka bir gerçeğe de değinmiş oluyor. O da, Türk dilinin bu hayranlık uyandıran dönüşümlere adaptasyon kabiliyetidir. Bir tarafta (Irak'taki uygulamada görüldüğü gibi) ilkokul seviyesinin ötesine geçemeyen ve gelişmeye açık olmayan vernaküler Kürtçe, diğer tarafta ise Latin harflerine geçiş gibi son derece riskli ve zor bir devrime anında entegre olabilmesinin yanında, okuma-yazma kampanyalarında da jet hızıyla sonuçlar alınmasına imkan sağlayabilen canlı ve üretken diğer bir dil olan Türkçe...
Bu arada haliyle, o zengin Türkçe sayesinde oluşan kültür patlamasından ulusun bir parçası olarak görülen Kürt kökenli toplum da nasibini alıyor. Devrim süreci boyunca elde edilen sonuç o kadar olağanüstü oluyor ki, Irak deneyimini de yaşamış olan Şükrü Sekban, bütün bu gelişmeler karşısında "Kürt diliyle eğitimin zorunluluğu konusundaki inancının da artık iflas ettiğini" ilan etmekten kendini alamıyor. Ancak bu olanlardan bir gocunma da duymuyor. Çünkü Türk ve Kürtlerin ortak coğrafyadan çıktıklarına, aynı soya mensup olduklarına ve bir ulus oluşturabilecek homojenliğe sahip olduklarına inanıyor. Bu ulusun kültür dili yapısal elverişliliğinden dolayı Türkçeyken, Kürtçenin yerel diyalektler halinde kalmasında bir sakınca görmüyor. Ona göre önemli olan, Kürt halkının cahillikten kurtulması. Hele de, halkın Kürtçe eğitim konusundaki akidesi geçerliliğini kaybetmişse... Peki halkın bu imanı neden iflas ediyor? Çünkü Kürt kökenli toplum, Türkçeden, bir kültür dili olması ve kendilerini dünya ile buluşturması nedenleriyle alması gereken her şeyi alabiliyor ve Kürtçenin onlara daha iyisini veremeyeceğini çok iyi biliyor.
Bugünkü Hızlı Kürtçülerin Hepsi Türkçenin Ürünü
Bakmayın siz, bugünkü hızlı Kürtçülerin hepsi o dönemlerin ve kültür dili Türkçenin zamanımıza taşınmış ürünleridirler. Bütün düşünce dünyalarının zenginliğini ve hatta siyasal Kürtçülüklerini bile Türkçe gibi gelişmiş bir dile borçludurlar. Kürtçeye kalsalardı, en fazla Kürtçe Tommiks-Teksas okuyabilirlerdi.
Şimdi Kürtçülere sormak lazım: Kürtçe kurslarınız "fos" çıkmasaydı ve o kurslar dolup dolup taşsaydı neye yarayacaktı? Gelecekte ne halt yiyecektiniz? Ne okuyacaktınız? Kürtçe bir kütüphaneniz yok ki? Ve olamaz ki! Çünkü Kürt dili kültür dili olmaya elverişli değil. Haliyle bir kültür hayatınız da olamayacaktı. Ayrıca yüzyılların açığını nasıl kapatacaktınız? Tommiks-Teksas Kürtçesiyle, Zagor ve Red Kit türü çizgi romanlarla doldurulmuş bir kütüphane oluşturarak mı? Büyük olasılıkla, geçenlerde ölen Kürt yazar Mehmet Uzun'u kanser yapan da Kürtçenin içinde bulunduğu bu açmazdı. Çünkü o, bu konuda çok zorladı ve zorlandı, ama beklediğini bulamadı.
Dr. Mehmet Şükrü Sekban bize; 1933 yılında Fransızca yazdığı "Kürt Sorunu-Azınlıkların Problemleri" adlı kitabıyla bugün izlediğimiz bir filmin eski versiyonunu sundu ve aydınlanmamızı sağladı.
Acı olan şu ki, bugünün Kürtçüleri geçmişi hiç bilmiyorlar ve ders almıyorlar. Zaten geçmişi bilmeyen, geçmişten nasıl ders alabilir ki? Ayrıca, öyle bir kaygıları olduğunu da sanmıyorum. Çünkü kendi toplumları adına mücadele ediyorlarmış kamuflajının arkasına saklanarak Türkiye'nin parçalanması stratejisi doğrultusunda sömürgeci güçlerin askerliğini yapmanın dışında ortaya koydukları bir icraatları yok. Onları, Kürt kökenli toplumun ihtiyaçlarından çok küreselci sömürgecilerin çıkarları ilgilendiriyor. Geçmiş irdelendiğinde bunların kendilerine daima bir efendi buldukları görülmüştür. Bu bazen İngiliz olmuştur, bazen de Rus, ABD veya AB! Sürekli kucaktan kucağa gezmişlerdir. Ve özellikle Türkiye'deki Kürt kökenli toplumun bunlardan elde ettikleri en küçük bir yarar söz konusu olmamıştır. İnsanlarına tek sağladıkları kan, gözyaşı ve ekonomik zarardır. Çünkü onların besin kaynağı bunlardır.
Bir tarafta halkının kazanımlarını düşünen gerçekçi, duyarlı ve donanımlı bir Kürt aydını; diğer tarafta ise sömürgecilerin ellerindeki oyuncak askerler...
Üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olarak görüşleri üzerinde duracağımız ikinci değerli kişi Prof. Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı'dır.
Kendisi eğitimini Batıda yapmıştır. Batının literatür ve metodolojisine hâkim bir bilim insanıdır. Bunun yanında Batı diplomasisinin, sosyal bilimleri ve özellikle de oryantalizmin siyasi inceliklerini kendi çıkarları adına nasıl kullandığını da iyi bilmektedir. Son on yılını Türkiye'de geçirmiş, Doğu ve Güneydoğu Anadolu da çok sayıda incelemelerde bulunmuştur. "Sınır toplumları" diye nitelediği coğrafyada; Erzurum, Kars, Ağrı, Erzincan, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Tunceli, Bingöl ve Malatya'da çalışmaları olmuştur.
Kendisinin Sayın Yaşar Kalafat'la birlikte hazırladığı "Türko-Kürtlerde Uygarlık ve Ağızlar Hakkında Düşünceler" adlı kitapta ileri sürdüğü görüşlerle, Dr.Şükrü Sekban'ın yukarıda dile getirdiğimiz bazı tespitleri arasında önemli ölçülerde örtüşmeler bulunmaktadır.
Sınır Toplumları Siyasi Oyunların Piyonu Olurlar
Sayın Kaşgarlı'nın Kürt diye tanımlanan toplumları da içerisine dahil ettiği "sınır toplumları" ile ilgili açıklamalarına bir göz atalım! O bu konuda şunları söylüyor:
".Fransa ile Almanya arasında Alzas-Loren yöresi ile Avusturya ile İtalya arasında bulunan Trentino-Alto Adice yöresi halkları... Anadolu, İran, Irak arasında göçer veya yerleşik bir kısım Kürt toplumlarıyla benzerlikler hatta müşterek nitelikler arzetmektedir. Sınır toplumları 2, 3, 4 bazen daha çok krallık, imparatorluk, cumhuriyet vs. gibi merkezi yönetime geçebilmiş toplumların siyasi sınırlarında oluşur. Ancak bu siyasi sınırlar tarih akışı içerisinde sabit değildir. Savaşlara, politik anlaşmalara göre değişir. Bu nedenle sınır toplumları aynı coğrafi yörelerde değişik ülkelere tabi olurlar... Sınır toplumlarının menşei heterojen, yani çeşitli etnik gruplara mensup olan klân, aşiret, boy halinde kalırlar. Devlete geçemezler. Hangi ülke sınırında oluşmuşlarsa, ülkenin halkıyla genetik alanda karışırlar ve erirler. Sınır toplumları, oluştukları yörede sorun çıkarırlar. "identite", "mensubiyet", "kimlik", "aidiyet" hissinden yoksun olmaları, siyasi oyunlara kurban edilmelerini sağlar..."
Gelelim bu toplumların dilleri ile ilgili görüşlere... Sayın Kaşgarlı Hoca devam ediyor:
"...Bugünkü Trentino-Alto Adice yöresi halkının Avusturya sınırına yakın oturanları Almancaya yakın, ancak İtalyanca ile karışık Germen ağız ve lehçelerinin kelime haznesinin ağır bastığı bir yöresel vernaküler dil kullanırlar."
Bu bölüm çok önemli:
"...(bunların) İtalyan sınırına yakın oturanları ise, aksine İtalyan kuzey lehçelerine yakın olan, yine Germen ağız ve lehçeleriyle karışık bulunan yöresel bir vernaküler "ağız" kullanırlar. Kendilerine özgü bir alfabeleri olmadığı gibi, edebiyat dilleri gelişmemiştir. İlkel, yöresel terimlerden oluşan atasözü, şarkı gibi sözlü, irticalen söyledikleri edebiyatları vardır. Mahalli gelenek ve törelerle yetinirler... Bunlar Germen toplumlarından askeri marşlara benzeyen, kolay öğrenilen, kolay akılda tutulan şarkıları, melodileri almışlar. İtalyanlardan ise kıvrak güney toplumları danslarına benzeyen toplu daire şeklinde dizilerek oynanan tarantella rakslarını benimsemişlerdir..."
Her şey ne güzel de özetlenmiş! Resim ancak bu kadar uyar. Ana hatlarıyla "sınır toplumlarında" etnik harman söz konusudur deniyor. O yüzden Kürtçüler vazgeçsinler bu "ata" arama ve tarih yaratma sevdalarından! Zaten dillerdeki diyalekt çeşitlilikleri de bu harman oluştan kaynaklanıyor. Hangi sınırın içerisinde sınır toplumu olarak yaşanılıyorsa, diyalektlerde o dil ağır basıyor ve o toplumla genetik alanda karışma, iç içe geçme söz konusu oluyor. Bu anlamda Dr. Şükrü Sekban ne diyordu: "Saf Türk olan Türkmen ile Kürdü ayırt etmek çok güçtür." Çünkü tarihsel süreç içerisinde Türk devletlerinin sınır toplumları olunmadan dolayı Türkmen ile önemli oranda bir karışmışlık söz konusu olmuş. Başka ne deniyor: Devlete geçemezler! O yüzden Kürtçüler boşu boşuna, içeriği tartışmalı olan Mehabad Beyliği ile Eyyubileri, ilgisi alakası olmadığı halde Kürt devleti olarak göstermeye çabalamasınlar.
Ya sınır toplumu özellikleri taşıyan halkın kültürel boyutunun primitifliğine ne demeli? Mahalli gelenek ve göreneklerden, yöresel terimlerden oluşan atasözlerinden, kolay öğrenilen ve akılda tutulan basit şarkı sözlerinden, bir çok etnik öğenin karışık olduğu melodi ve figürlere dayalı halk oyunlarından, sözlü, irticalen söylenen edebiyattan milli bir kültür yaratılır mı? Kürtçülerin sözde milli kültürlerini oluşturmak istedikleri materyal de ya buna benzer bir ilkelliğin içerisinden çıkarılmaya çalışılacak, ya da bütünleştikleri merkezi ve hakim toplumun, yani Türklerin, Orta Asya'dan süzülüp gelen folklorik değerlerini kendisininmiş gibi göstererek çalıntı bir kültür yaratma yoluyla oluşturulmaya çabalanacak.
Kürtçe Atasözlerinin Çoğu Türkçeden Bozma
"Yöresel deyimlere dayalı atasözleri" denilince Sayın Tuncer Gülensoy'un bir çalışmasından alıntı yapmak kaçınılmaz oldu. Çalışmanın adı, "Türk ve Kürt Deyim ve Atasözleri!"
Kendisinin "Gotnê Pêşyê Kurda" (Kürt Atasözleri) adlı risâle ile ilgili eleştirilerini dile getiren bir bölümde şunlar yazılıyor:
".Kürt atasözü olarak ne duymuşlarsa derlemişler. Derledikleri sözleri ne ilmî bir süzgeçten geçirmişler, ne de yüzyılların ötesinden gelen Türk atasözleri ile karşılaştırmışlar. Hata üstüne hata yapılmış. Bu kitapçıkta verilen atasözlerin pekçoğu Türkçeden tercümedir. Bazıları olduğu gibi, bazıları da kelime değiştirilerek verilmiştir. Deyimler atasözleri ile karıştırılmış, ayrı bir sınıflama yapılmamıştır. Bu da bir milleti bölmek için uğraşan amatörlerin ne derece cahil olduklarının işaretidir. Kürtçe denilen atasözlerin bir kısmı da mahallidir. Nereden derlendikleri belli olmadığı için şüphelidir.
Örnekler:
Kurmançca atasözü: "Agır bı erde dıkeve hışk û ter bıhevra dışewıtın." Türkçe çevirisi: "Yer tutuşur, yaşla birlikte kuru da yanar."Gerçek karşılığı, "Kurunun yanında yaş da yanar." Kurmançca atasözü: "Agır û pişo lı cem hev nabe."Türkçe çevirisi: "Ateş ve yanık bez bir arada olmaz." Gerçek karşılığı, "Ateşle barut bir arada olmaz." Kurmançca atasözü: "Aqıl ne lı bejnêye lı seriye." Türkçe çevirisi: "Akıl boyda değil baştadır." Gerçek karşılığı, "Akıl yaşta değil baştadır." Kurmança atasözü: "Emrê leglegê çû bı teqteqê."Türkçe çevirisi: "Leyleğin ömrü laklakla geçer."Gerçek karşılığı, aynı..."
İşte size Kürtçülerin intihalciliklerinin ve yetersiz hammaddelerden milli kültür yaratmaya çalışmalarının içinde bulunduğu çıkmazın göstergesi!
Sayın Kaşgarlı hocamızın "sınır toplumlarının" genel özelliklerini, Kürt kökenli toplumu ne kadar andırdığı bağlamında değerlendirdiğimizde, esas üzerinde durmak istediğimiz konu dilsel boyuttur.
Trentino-Alto Adice bölgesinin Avusturya sınırına yakın olan halkı Almancaya yakın ama İtalyanca ile karışık, aynı zamanda da Germen ağız ve lehçelerinin kelime haznesine dayanan yöresel vernaküler bir dille anlaşıyor. Aynı bölgenin İtalya sınırına yakın olanları ise Kuzey İtalya lehçelerine yakın olup, içerisinde yine Germen ağız ve lehçelerinin karışık olduğu daha farklı bir vernaküler "ağız" kullanıyor. Bu toplumun etnik yapısının Germen ve Latin kabilelerinin karışımından oluştuğu belli olsa da, Antik Germen lehçe ve ağızlarının belirleyici olmasıyla ilgili olarak bu toplumun ağırlıklı etnik unsurunun Germen özelliği olduğu söylenebilir. Bu aynı, Kurmança ve özellikle de Zazaca da, bugünkü Türkçede kullanılmayan eski Türkçe kelimelerin varlığının ortaya çıkarılmasından dolayı, onların Turanîlik bağlantısının kanıtlanmasına benziyor. Fakat etnik ağırlık ne olursa olsun, bu halkın kullandığı dilin yöresel bir vernaküler "ağız" olduğunun aksini ileri sürmek mümkün değildir. Nitekim bugün sömürgeci güçlerin Kürt kökenli toplumu kışkırttığı gibi, 2. Dünya Savaşı'na girerken de bu toplum, eski Germen kabilelerine dayandıkları iddiasıyla "bağımsızlık serüveni" doğrultusunda tetiklenmişse de, devrin İtalya hükümeti, yörede konuşulan iki vernaküler dili sadece "konuşma dili" olarak kabul etmiş ve Güney Trole bölgesine o sürede hiç bir siyasi otonomi tanımamıştır.
Görüldüğü gibi İtalyan hükümeti bölgedeki o iki "ağız"ı "konuşma dili", yani vernaküler diller olarak ilan edebilirken, Kürtçe neden vernaküler bir dil olmanın ötesine taşınarak, AB tarafından eğitim dili olması doğrultusundaki dayatmaların konusu haline getirilebiliyor? Demek ki işin içerisinde başka hesaplar var!
Peki vernaküler dil nedir? Kaba hatlarıyla vernaküler dil, basit bir konuşma dilidir. İletişime yöneliktir veya "al, git, yap, ver, yat" gibi kelime haznesi kısıtlı, tabiî ihtiyaçları karşılayan, yöresel dil pratiğini içerisinde barındıran doğaçlama bir ifade aracıdır.
Prof. Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı'nın ifadesine göre sınır toplumlarının alfabeleri de yoktur ve edebiyat dilleri gelişmemiştir. Sadece sözlü ve irticalen söyledikleri edebiyatları mevcuttur. Bu ifadelerden sınır toplumlarının dilinin yazı diline pek uygun olmadığı anlaşılıyor. Yine aynı bilim insanımıza göre, Kürtler de "sınır toplumu" sınıfına uygun halk oluşumları olarak değerlendirildiği oranda, onlar da dil konusundaki aynı yapısal kategoriye girmek durumundadırlar. Nitekim Sayın Mehlika Aktok Kaşgarlı'yı destekleme anlamında ünlü Kürdolog ve dilbilimci Goishi Kojima da konuyla ilgili olarak şöyle bir açıklama getirir:
"Kırmançi bir eğitim dili olarak kullanılabilir mi? Hayır! Okulda öğretilemez. Eğer Kırmançi lehçelerinden bir tanesini seçerek öğretmeye kalkarsanız, önce Türkçeyi öğretmeniz gerekir. Konuşulan Kırmançi ile yazılan Kırmançi arasında büyük farklar vardır... Zazacanın ise yazılı biçimi hiç bilinmemektedir..."