Arendt Hannah Kimdir? Biyografisi
Seksenli yılların başlarından beri, dostu Hans Jonasın Hannah Arendti adlandırdığı gibi, coşkulu çapraz düşünürün siyasal felsefesi yeniden doğuşunu yaşıyor. 0, önceleri solcular tarafından hiç dikkate alınmadı ya da idealist olarak eleştirildi; yarı anarşist Ratedenkenle suçlandı (Hans Morgenhau) (bkz. Kallscheuer 1993, s.147).
Feministler de başlangıçta Hannah Arendti hiç fark etmediler. Çünkü Arendt, yapıtlarının hiçbir yerinde, felsefi bakımdan kadın sorunlarıyla ilgili açıkça bir şey söylemedi.
Bu arada Hannah Arendt ABD ve Avrupada yeniden keşfedildi; özellikle totalitarizm teorisi, The Origrns of Totalitarism yeniden incelenmeye alındı.
Yahudi ve Parya: Çocukluğu ve Almanyadaki öğrenimi
Hannah (Johanna) Arendt 14 Ekim 1906da Hannover, Lindende doğdu. Paul Arendt ve karısı Bayan Martha (Cohn)un biricik kızlarıydı. Tek çocuk olarak büyüdü; babası 1913te öldü.
Bilinçli asimile olmuş bir Yahudi olarak annesi Martha Arendt, kızına olabildiği ölçüde normal bir gelişim sağlamaya çalıştı. Bir süre Yahudi bir din adamı ona din dersi verdiyse de, Hannahyı sıkı inançlı bir Yahudi gibi eğitmekten kaçındı: Hannah da erken yaşlarda Yahudi karşıtı sataşmalara karşı kendisini korumayı öğrendi.
1918-19 devrim yıllarının olayları o sırada annesinin evi sosyal demokrat Bernstein çevresinin bir toplanma merkezi olduğu halde küçük kıza dokunmadı. 14 yaşındayken felsefeyle ilgilenmeye, Immanuel Kant, Karl Jaspers ve Sören Kierkegaard okumaya başladı.
Liseyi bitirdikten sonra, enflasyon yıllarında, amcası Ernst Aaron un parasal yardımıyla teoloji ve Grekçe okumak üzere Marburga gitti. Marburgda ilk aşkı Heideggerle karşılaştı (bkz. Young-Brühl, s. 88).
O sırada otuzbeş yaşındaki Heidegger, orada felsefenin gizli kralı sayılıyordu. Heideggerin düşüncelerindeki dolaysızlık, Hanrıah Arendti hayran bırakmıştı. Yıllar sonra o, Husserlin çağrısını yaptığı ... şeylerin, akademik olanla ilgili olmadığını, düşünen insanla ilgili olduğunu (bu şekilde) düşünmenin yeniden canlandığını, geçmişin öldü sanılan kültür değerlerinin yeniden dile geldiğini Heidegger biliyordu diyecekti (alıntı, a.g.y., s. 91). Coşkuyla düşünen kadın da hareket noktasını canlı gerçeklikten aldı.
Arendtin Heideggere duygusal bağlılığı, onun 1933te Nasyonal Sosyalist iktidar sahipleriyle birlikte Yahudi düşmanı yüksek okul siyasetini tutmasından sonra da sürdü. Bununla birlikte, Heidegger ve felsefesini siyasetdışı olarak daha eleştirel görmeye başladı. O zamandan sonra kendisini filozof değil, siyaset teorisyeni olarak gördü.
Evli olan Heideggerle kısa aşk ilişkisi son bulduktan sonra, 1928de doktora yapmak için Heidelberge, Jaspersin yanına gitti. Augustinusta Sevgi Kavramı üzerine doktora yaptı. Jaspersle olan yakın dostluğu, hayatı boyunca sürdü.
Jaspers onu çalışmalarında önemli yer tutacak olan iki felsefi görüşle tanıştırdı: Insanın özgürlüğünün bir biçimi, yani varoluş olarak; insanın hazır bir sonuç Olmadığı, onun kendi spontanlığının bir olanağı olduğu; ve daha da önemlisi, insanın Heideggerde olduğu gördü kendi varlığını, yani kendi kendini, yıkan öğelerin bir varlığı olmadığını gördü. Arendt bunlardan kalkarak, kendi insan felsefesini kurmaya ve bulmaya başladı (bkz. Heuer 1987, s. 23 d.).
Eğitimini tamamladıktan sonra, ilerde evleneceği filozof ve yazar Günther Andersle (aslı Günther Stern) Berline gitti. Daha o zamandan Özgür olmak istiyordu. Bu nedenle akademik kariyer onun için söz konusu değildi; ve habilitasyon (doçentlik tezi) yapmak da. Bunun yerine 1930da kendi Özgün yapıtı üzerinde Yahudi romantik kadın
filozof Rahel Varnhagen üzerinde çalışmaya başladı. Bu kitap onun çok kişisel bir kitabıdır. Rahelin hayat öyküsünü, onun kendisinin anlatabilecegi gibi anlatmaya çalışırken, Rahel onun ikinci beni oldu (Arendt 1981, s. 10). Rahel Varnhagenin Yahudi doğmuş olmak olgusu ... savaşması (a.g.y., s. 23), onun Alman çevreye uyma, asimile olma çabaları, 1933e kadar kültürlü Alman Yahudilerinin tipik davranış şekliydi. Arendt, Rahel Varrıhagerı, Lebensgeschichte einer deutschen Jüdin aus der Romantik adlı çalışmasını 1938te Pariste sürgündeyken tamamladı. Kitap ancak 1958de ABDde yayımlandı.
Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra, 1933te Arendt Gestapo tarafından bir süre tutuklandı. Bunun üzerine aynı yılın agustosunda kocasıyla Parise kaçtı. Siyonist hareketlerde etkin olarak çalıştı ve Varnhagenin yaşamöyküsünün sonunu değiştirdi:
Şimdi burada bir parya varoluşu kabul edilerek özümsenmenin bütün formlarına hayır dendi. Bu bir varoluş koşulu olarak sadece Yahudiler için değil, modern toplumdaki bütün bireyler için de geçerliydi. Artık ortaya çıktı ki, parya, gerçek gerçeklikler karşısında sadece daha anlamlı olmakla kalmıyor; bu koşullarda yeni yet melerden; kendisiyle ilgisi olmayan nesneler içinde sadece bir karnaval figürü olmaya, bir görüntü mevcudiyetine mahküm yeni yetmelerden [ ç.n.]; daha fazla gerçeklik taşıyor (a.g.y.; s. 209).
Amerika Yeni Bir Başlangıç
Hannah Arendt 1941de, annesi ve 1936da tanıdığı. komünist olarak izlenen ikinci kocası Heinrich Blücherle ABDye göç etti. Başlangıçta New Yorktaki Alman-Yahudi haftalık gazetesi Auhbauda çalıştı. Sonra Kafkanın günlüğünü de yayımladığı (1946 vd.) büyük bir gaze tenin şef lektörü oldu: 1948den 1952ye kadar Jewish Cultural Reconstruction, Inc.da çalıştı. 1953ten sonra Amerikanın en önemli üniversiteleri Princeton, Harvard, Berkeley vb.de konuk olarak konferanslar ve dersler verdi. 1963ten 67ye kadar Chicago Üniversitesinde profesör olarak çalıştı. 1967den 1975te ölümüne kadar New Yorkta New School of Social Researchde siyaset felsefesi profesörü olarak dersler verdi.
Uluslararası saygınlığa ulaşan Arendt, çok sayıda nişanlar aldı; 1959da Hamburg kentinin Lessing-Ödülü 1967de Dil ve Yazın Alman Akademisi Sigmund Freud Ödülü, 1975te Avrupa kültürüne hizmet edenlere verilen Kopenhagen Üniversitesi Sonnog Ödülünü aldı.
Blücherin etkisiyle Marksist toplum teorisiyle uğraşmaya başladı; örneğin Luxemburgun imperialismus-Studiesini ele aldı. Kendisi hakkında, kocası sayesinde siyasal düşünmeyi ve tarihsel bakmayı öğrendiğini söylüyordu (alıntı Young-Brühl 1991, s. 18.7).
1951de tarihsel-fenomenolojik yazısı The Origins of Totalitarism (Alm. Elemente und Ursprünge totalitürer Herrschaft, 1955) çıktı. Zamanın tinine çaprazlama girerek, sonradan faşizm ve Stalinizmi, siyasal baskının yeni formları olarak damgalamak için, önce Yahudi karşıtlığı ve kapitalizmin çözümlemesini yaptı. Arendt için Auschwitz ve Gulag Takımadalarının ikisi de, totaliter egemenliğin özü bakımından eşanlamlıydı ve de tarihte mutlak anlamda yeni ve örneksizdirler.
Öldürmemelisin. cümlesi, hayata yararı olmayanları ve aşagı ırkları ve kişileri ya da yok olmakta olan sınıfları, sistemli bir şekilde, fabrika gibi yok etmek şeklindeki halk siyaseti karşısında çaresiz kalıyor. Ve bu, bir defalık bir eylem değil, sürekli olması hesaplanmış ve ortaya konmuş bir işlem (Arerıdt 1986, s. 704).
Ona göre 3. Reichın gaz odaları ve toplama kampları... Batı tarihini kesintiye -uğrattı (a.g.y.). Her iki terör sistemi de insanları, onlar sanki çoğul değil de tekilmişler gibi bir örgütlenme içine sokmayı başardı (a.g.y., s. 714).
Çalışmak Üretmek Eylem Yapmak
Bundan sonra yazdığı, birçoklarının başyapıtı saydığı Vita activada (1960) Arendt, daha önceki siyasal teorilere çok kökten eleştiri ler getirir. Burada insanın varoluşunun koşullarını araştırır: doğum, ölüm, yaşamak, çeşitli olma (plüralite) ve dünya, aynı şekilde insanın yapıp etmeleri, çalışmak, üretmek, eylem yapmak, bunların olup bit tiği alanlar.
Çalışmasının hareket noktası kavramsal bir ayrımdır. Hayatta kalmak için gerekli bedensel çalışmalar, elişleri ya da bir şey meydana getiren sanat işleriyle ne birinci ne de ikinci kategoriye giren eylemde bulunmayı birbirinden ayırır. Bu ayrımı yeni yazılarda bulamadığından çözümlemesi için geriye, Grek kültürüne döner. Bu kültürde bu üç yapıp etme birbirinden ayrı tutuluyordu. İnsanın yaşayabilmesi için gerekli olan bedensel çalışma, bu ister ekmek pişirmek olsun yada çocukların doğması olsun, kölelere, barbar denen yabancılara ve kadınlara düşer. Bu çalışmalar, kamusal hayatın tamamen dışına atılmışlardı; özel hayat alanına giriyorlardı. Aristoteles için örneğin çalışma, aynı şekilde vita activa, elişçisinin bir şeyler yapması, erdem den apayrı şeylerdi (bkz. Ritter 1971 vd., Cilt 1, s. 481). Bir sanat ya pıtı meydana getirmek de Özgür bir erkeğe yakışmaz; çünkü bu da bedensel güç sarf etmeyi gerektirir. Bir şey yapmanın olumlu olanı, vi ta contempiativa, salt düşünme, konuşma ve polisin kamu işleri için eylem yapmaktır. Işte bu son kavramı Arendt, insanı insan yapan antropolojik bir tanımlama olarak alır. Bu ona göre bir çeşitli olma olgusuyla koşulludur. İnsanlar gerçi aynı türdendirler yoksa aralarında bir anlaşma olanağı olmazdı ama aynı zamanda birbirlerin den çok başka türlüdürler; ve bu başkalık, konuşma ve eylemi gerekli kılar. Konuşma ve eylem, insanların biricikliğinin ortaya çıktığı ya pıp etmelerdir (Arendt 1981 b., s. 165). Çalışmadan yaşayan bir in sanın insan Olmadığı söylenemez. Fakat konuşmadan ve eylem yapmadan yaşanan bir hayat, kelimenin tam anlamıyla, bir hayat değil, bir insanın hayatı boyunca yaşadığı bir ölümdür. (a.g.y.)
Arendt için insan ancak eylem yaparak ve konuşarak kendisini açıklayabilir; ancak bu şekilde öz varlığının kişisel biricikliğini dünya sahnesinde gösterebilir (bkz. a.g.y., s. 169). Gezegende in san değil, insanlar oturuyor. Çeşitli olma, dünyanın yasasıdır (Arendt 1993, s. 29). Jürgen Habermas, bu yüzden Vita activayı dilsel eylemin antropolojisi olarak niteler (Habermas 1979, s. 290).
Düşünmek İstemek Yargılamak
Arendtin tinsel vasiyeti, 1979da arkadaşı Mary McCarthynin sonradan yayımladığı Vom Leben des Geistes adlı tamamlanmamış. bir üçlemedir. Tamamlanmış iki bölüm, Das Denken ve Das Wollendır. Üçüncü bir kitap olarak Yargılama bunları izleyecekti, ama olmadı. 4Aralık 1975te ikinci kalp kriziyle hayatı sona erdiginde bu yazının
başlıgı yazı makinesinde kağıda yazılmış bulundu. Bu konuyu ele al-mış olduğu Kantın siyaset felsefesi dersleri ölümünden sonra, Das Urteilen adı altında yayımlandı.
Yargılama sorunu Arendti, 196 lde, Eichmann davasında New Yorkerın muhabiri olarak haber hazırlamak için Kudüste bu davayı izlediği zamandan beri uğraştırıyordu. Eichmann in Jerusalem (1963) adlı kitabı, özellikle Eichmannın kişiliğini nitelemek için kullandığı Banalitüt des Bösen (kötünün sıradanlığı) kavramıyla büyük bir hiddet firtınası koparmıştı. Arendt, açıkça şunu söylüyordu: Yahudi soykırımı deneyimi bile, cani Eichmannı insanlık dışı ilan etmeye hak kazandırmaz. Tersine insanın yargıları sadece insana karşı verilebilir.
Bundan sonra şu soruyla uğraştı: Eğer insan sadece kendi yargı gücüne dayanabiliyorsa ve egemen ahlak haksız olanın yanındaysa, haklı ve haksızı ayırabilme gücüne nasıl sahip olabilir? Eichmannın açıkça düşünme yeteneğinden yoksun kişiliği, Arendte şu soruyu sordurmuştu: Kötü olma, kötü davranışın zorunlu nedeni midir? Yoksa, iyi ve kötü ... sorunu bizim dü yetimizle mi ilgilidir? (Arendt 1993, s. 13 vd.) Arendt, ahlaksal yargı gücü ve düşünme arasında bir bağ olduğu ve bu yüzden düşünmede düşünme mesleğinden olanlara bir öncelik hakkı tanınmaması gerektiği sonucuna varmıştı (bkz. a.g.y., s. 23). Her iki güç de, hem düşünme hem de pratik akıl, Arendte göre, insan için varoluşsal bir ilgi taşır. Çünkü akıl, hakikati değil, anlamı arar (a.g.y., s. 25).
Natalite ve Mortalite
(Toplumsal Bir Olay Olarak Doğum ve Olüm) Arendtin şimdiye kadar hiçbir felsefe tarihinde ve ansiklopedide yer almayan bir kavramı felsefe tartışmaları alanına sokması, birçok hizmeti yanında yeni bir hizmetidir. Bu kavram natalitedir. Felsefe yapmakla ölüm düşüncesi arasında sıkı bir bağ vardır:
Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmek demektir diye yazar Michel de Montaigne; ve Martin Heidegger, bizim doğduğumuz andan itibaren ölüme yaklaştığımız tezini ileri sürer (Sein zum Tode). Heideggerin öğrencisi olan Arendtin Augustinusa dayanarak doğmayı ölümlülü gün karşısına koyan, karşı yönde kesin bir adım atması, herhalde bir rastlantı değildir. Bu kavram, Arendtin eylem kategorisiyle ilglidir:
Çünkü çok geniş anlamda eylem yapmak ve yeni bir şeye başlamak aynı şeydir. Çünkü her insan doğmuş olmak temeli üzerinde bir ini tium, bir başlangıçtır, yeryüzüne yeni gelendir; insan girişebilir (initiative ergreifen), bir yeni başlayan olabilir ve yeni bir şeyi harekete getirebilir (Arendt 1981, b, s. 166). Natalite, Prinzip Hoffnungun (umut ilkesinin) antropolojik, biyolojik gerçekliğidir (Krippendorf 1994, s. 89). Adriana Cavarero, feminist açıdan Arendtin burada, Batı felsefesinin en değişmez ilkesini kuşkulu bir duruma soktuğunu ileri sürer; yani felsefeyle ölüm arasındaki tek yanlı bağlılığı (bkz. Cavarero 1992, s. 43).
Hans Jonasın yargısına göre, Arendt yoğun kadındı, bu yüzden de feminist değildi. 0, 1953te Princetonda ilk ders veren kadın, 1959da orada ilk profesör olan kadın olduğu ve büyük bir medya hareketi ortaya çıktığı zaman, ona tanınan ayrıcalıklı kadın statüsün den hoşnut olmamıştı. Arendt kadın sorunlarını ayırıp ayrıca ele al mak istemiyordu; tıpkı Yahudilik sorununda hayatı boyunca yapmış olduğu gibi. 0, üniversite felsefesinin erkek ortamına girmişti; yalnız başına ve kendi gücüyle bunun sağlam teorik temellerini sarsmıştı. Tıpkı ele aldığı iki kadın -4Rosa Luxemburg ve Rahel Varnhagen gibi o da, erkekler dünyasında yalnız başına ilerleyen bir insandı.
Seksenli yılların başlarından beri, dostu Hans Jonasın Hannah Arendti adlandırdığı gibi, coşkulu çapraz düşünürün siyasal felsefesi yeniden doğuşunu yaşıyor. 0, önceleri solcular tarafından hiç dikkate alınmadı ya da idealist olarak eleştirildi; yarı anarşist Ratedenkenle suçlandı (Hans Morgenhau) (bkz. Kallscheuer 1993, s.147).
Feministler de başlangıçta Hannah Arendti hiç fark etmediler. Çünkü Arendt, yapıtlarının hiçbir yerinde, felsefi bakımdan kadın sorunlarıyla ilgili açıkça bir şey söylemedi.
Bu arada Hannah Arendt ABD ve Avrupada yeniden keşfedildi; özellikle totalitarizm teorisi, The Origrns of Totalitarism yeniden incelenmeye alındı.
Yahudi ve Parya: Çocukluğu ve Almanyadaki öğrenimi
Hannah (Johanna) Arendt 14 Ekim 1906da Hannover, Lindende doğdu. Paul Arendt ve karısı Bayan Martha (Cohn)un biricik kızlarıydı. Tek çocuk olarak büyüdü; babası 1913te öldü.
Bilinçli asimile olmuş bir Yahudi olarak annesi Martha Arendt, kızına olabildiği ölçüde normal bir gelişim sağlamaya çalıştı. Bir süre Yahudi bir din adamı ona din dersi verdiyse de, Hannahyı sıkı inançlı bir Yahudi gibi eğitmekten kaçındı: Hannah da erken yaşlarda Yahudi karşıtı sataşmalara karşı kendisini korumayı öğrendi.
1918-19 devrim yıllarının olayları o sırada annesinin evi sosyal demokrat Bernstein çevresinin bir toplanma merkezi olduğu halde küçük kıza dokunmadı. 14 yaşındayken felsefeyle ilgilenmeye, Immanuel Kant, Karl Jaspers ve Sören Kierkegaard okumaya başladı.
Liseyi bitirdikten sonra, enflasyon yıllarında, amcası Ernst Aaron un parasal yardımıyla teoloji ve Grekçe okumak üzere Marburga gitti. Marburgda ilk aşkı Heideggerle karşılaştı (bkz. Young-Brühl, s. 88).
O sırada otuzbeş yaşındaki Heidegger, orada felsefenin gizli kralı sayılıyordu. Heideggerin düşüncelerindeki dolaysızlık, Hanrıah Arendti hayran bırakmıştı. Yıllar sonra o, Husserlin çağrısını yaptığı ... şeylerin, akademik olanla ilgili olmadığını, düşünen insanla ilgili olduğunu (bu şekilde) düşünmenin yeniden canlandığını, geçmişin öldü sanılan kültür değerlerinin yeniden dile geldiğini Heidegger biliyordu diyecekti (alıntı, a.g.y., s. 91). Coşkuyla düşünen kadın da hareket noktasını canlı gerçeklikten aldı.
Arendtin Heideggere duygusal bağlılığı, onun 1933te Nasyonal Sosyalist iktidar sahipleriyle birlikte Yahudi düşmanı yüksek okul siyasetini tutmasından sonra da sürdü. Bununla birlikte, Heidegger ve felsefesini siyasetdışı olarak daha eleştirel görmeye başladı. O zamandan sonra kendisini filozof değil, siyaset teorisyeni olarak gördü.
Evli olan Heideggerle kısa aşk ilişkisi son bulduktan sonra, 1928de doktora yapmak için Heidelberge, Jaspersin yanına gitti. Augustinusta Sevgi Kavramı üzerine doktora yaptı. Jaspersle olan yakın dostluğu, hayatı boyunca sürdü.
Jaspers onu çalışmalarında önemli yer tutacak olan iki felsefi görüşle tanıştırdı: Insanın özgürlüğünün bir biçimi, yani varoluş olarak; insanın hazır bir sonuç Olmadığı, onun kendi spontanlığının bir olanağı olduğu; ve daha da önemlisi, insanın Heideggerde olduğu gördü kendi varlığını, yani kendi kendini, yıkan öğelerin bir varlığı olmadığını gördü. Arendt bunlardan kalkarak, kendi insan felsefesini kurmaya ve bulmaya başladı (bkz. Heuer 1987, s. 23 d.).
Eğitimini tamamladıktan sonra, ilerde evleneceği filozof ve yazar Günther Andersle (aslı Günther Stern) Berline gitti. Daha o zamandan Özgür olmak istiyordu. Bu nedenle akademik kariyer onun için söz konusu değildi; ve habilitasyon (doçentlik tezi) yapmak da. Bunun yerine 1930da kendi Özgün yapıtı üzerinde Yahudi romantik kadın
filozof Rahel Varnhagen üzerinde çalışmaya başladı. Bu kitap onun çok kişisel bir kitabıdır. Rahelin hayat öyküsünü, onun kendisinin anlatabilecegi gibi anlatmaya çalışırken, Rahel onun ikinci beni oldu (Arendt 1981, s. 10). Rahel Varnhagenin Yahudi doğmuş olmak olgusu ... savaşması (a.g.y., s. 23), onun Alman çevreye uyma, asimile olma çabaları, 1933e kadar kültürlü Alman Yahudilerinin tipik davranış şekliydi. Arendt, Rahel Varrıhagerı, Lebensgeschichte einer deutschen Jüdin aus der Romantik adlı çalışmasını 1938te Pariste sürgündeyken tamamladı. Kitap ancak 1958de ABDde yayımlandı.
Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra, 1933te Arendt Gestapo tarafından bir süre tutuklandı. Bunun üzerine aynı yılın agustosunda kocasıyla Parise kaçtı. Siyonist hareketlerde etkin olarak çalıştı ve Varnhagenin yaşamöyküsünün sonunu değiştirdi:
Şimdi burada bir parya varoluşu kabul edilerek özümsenmenin bütün formlarına hayır dendi. Bu bir varoluş koşulu olarak sadece Yahudiler için değil, modern toplumdaki bütün bireyler için de geçerliydi. Artık ortaya çıktı ki, parya, gerçek gerçeklikler karşısında sadece daha anlamlı olmakla kalmıyor; bu koşullarda yeni yet melerden; kendisiyle ilgisi olmayan nesneler içinde sadece bir karnaval figürü olmaya, bir görüntü mevcudiyetine mahküm yeni yetmelerden [ ç.n.]; daha fazla gerçeklik taşıyor (a.g.y.; s. 209).
Amerika Yeni Bir Başlangıç
Hannah Arendt 1941de, annesi ve 1936da tanıdığı. komünist olarak izlenen ikinci kocası Heinrich Blücherle ABDye göç etti. Başlangıçta New Yorktaki Alman-Yahudi haftalık gazetesi Auhbauda çalıştı. Sonra Kafkanın günlüğünü de yayımladığı (1946 vd.) büyük bir gaze tenin şef lektörü oldu: 1948den 1952ye kadar Jewish Cultural Reconstruction, Inc.da çalıştı. 1953ten sonra Amerikanın en önemli üniversiteleri Princeton, Harvard, Berkeley vb.de konuk olarak konferanslar ve dersler verdi. 1963ten 67ye kadar Chicago Üniversitesinde profesör olarak çalıştı. 1967den 1975te ölümüne kadar New Yorkta New School of Social Researchde siyaset felsefesi profesörü olarak dersler verdi.
Uluslararası saygınlığa ulaşan Arendt, çok sayıda nişanlar aldı; 1959da Hamburg kentinin Lessing-Ödülü 1967de Dil ve Yazın Alman Akademisi Sigmund Freud Ödülü, 1975te Avrupa kültürüne hizmet edenlere verilen Kopenhagen Üniversitesi Sonnog Ödülünü aldı.
Blücherin etkisiyle Marksist toplum teorisiyle uğraşmaya başladı; örneğin Luxemburgun imperialismus-Studiesini ele aldı. Kendisi hakkında, kocası sayesinde siyasal düşünmeyi ve tarihsel bakmayı öğrendiğini söylüyordu (alıntı Young-Brühl 1991, s. 18.7).
1951de tarihsel-fenomenolojik yazısı The Origins of Totalitarism (Alm. Elemente und Ursprünge totalitürer Herrschaft, 1955) çıktı. Zamanın tinine çaprazlama girerek, sonradan faşizm ve Stalinizmi, siyasal baskının yeni formları olarak damgalamak için, önce Yahudi karşıtlığı ve kapitalizmin çözümlemesini yaptı. Arendt için Auschwitz ve Gulag Takımadalarının ikisi de, totaliter egemenliğin özü bakımından eşanlamlıydı ve de tarihte mutlak anlamda yeni ve örneksizdirler.
Öldürmemelisin. cümlesi, hayata yararı olmayanları ve aşagı ırkları ve kişileri ya da yok olmakta olan sınıfları, sistemli bir şekilde, fabrika gibi yok etmek şeklindeki halk siyaseti karşısında çaresiz kalıyor. Ve bu, bir defalık bir eylem değil, sürekli olması hesaplanmış ve ortaya konmuş bir işlem (Arerıdt 1986, s. 704).
Ona göre 3. Reichın gaz odaları ve toplama kampları... Batı tarihini kesintiye -uğrattı (a.g.y.). Her iki terör sistemi de insanları, onlar sanki çoğul değil de tekilmişler gibi bir örgütlenme içine sokmayı başardı (a.g.y., s. 714).
Çalışmak Üretmek Eylem Yapmak
Bundan sonra yazdığı, birçoklarının başyapıtı saydığı Vita activada (1960) Arendt, daha önceki siyasal teorilere çok kökten eleştiri ler getirir. Burada insanın varoluşunun koşullarını araştırır: doğum, ölüm, yaşamak, çeşitli olma (plüralite) ve dünya, aynı şekilde insanın yapıp etmeleri, çalışmak, üretmek, eylem yapmak, bunların olup bit tiği alanlar.
Çalışmasının hareket noktası kavramsal bir ayrımdır. Hayatta kalmak için gerekli bedensel çalışmalar, elişleri ya da bir şey meydana getiren sanat işleriyle ne birinci ne de ikinci kategoriye giren eylemde bulunmayı birbirinden ayırır. Bu ayrımı yeni yazılarda bulamadığından çözümlemesi için geriye, Grek kültürüne döner. Bu kültürde bu üç yapıp etme birbirinden ayrı tutuluyordu. İnsanın yaşayabilmesi için gerekli olan bedensel çalışma, bu ister ekmek pişirmek olsun yada çocukların doğması olsun, kölelere, barbar denen yabancılara ve kadınlara düşer. Bu çalışmalar, kamusal hayatın tamamen dışına atılmışlardı; özel hayat alanına giriyorlardı. Aristoteles için örneğin çalışma, aynı şekilde vita activa, elişçisinin bir şeyler yapması, erdem den apayrı şeylerdi (bkz. Ritter 1971 vd., Cilt 1, s. 481). Bir sanat ya pıtı meydana getirmek de Özgür bir erkeğe yakışmaz; çünkü bu da bedensel güç sarf etmeyi gerektirir. Bir şey yapmanın olumlu olanı, vi ta contempiativa, salt düşünme, konuşma ve polisin kamu işleri için eylem yapmaktır. Işte bu son kavramı Arendt, insanı insan yapan antropolojik bir tanımlama olarak alır. Bu ona göre bir çeşitli olma olgusuyla koşulludur. İnsanlar gerçi aynı türdendirler yoksa aralarında bir anlaşma olanağı olmazdı ama aynı zamanda birbirlerin den çok başka türlüdürler; ve bu başkalık, konuşma ve eylemi gerekli kılar. Konuşma ve eylem, insanların biricikliğinin ortaya çıktığı ya pıp etmelerdir (Arendt 1981 b., s. 165). Çalışmadan yaşayan bir in sanın insan Olmadığı söylenemez. Fakat konuşmadan ve eylem yapmadan yaşanan bir hayat, kelimenin tam anlamıyla, bir hayat değil, bir insanın hayatı boyunca yaşadığı bir ölümdür. (a.g.y.)
Arendt için insan ancak eylem yaparak ve konuşarak kendisini açıklayabilir; ancak bu şekilde öz varlığının kişisel biricikliğini dünya sahnesinde gösterebilir (bkz. a.g.y., s. 169). Gezegende in san değil, insanlar oturuyor. Çeşitli olma, dünyanın yasasıdır (Arendt 1993, s. 29). Jürgen Habermas, bu yüzden Vita activayı dilsel eylemin antropolojisi olarak niteler (Habermas 1979, s. 290).
Düşünmek İstemek Yargılamak
Arendtin tinsel vasiyeti, 1979da arkadaşı Mary McCarthynin sonradan yayımladığı Vom Leben des Geistes adlı tamamlanmamış. bir üçlemedir. Tamamlanmış iki bölüm, Das Denken ve Das Wollendır. Üçüncü bir kitap olarak Yargılama bunları izleyecekti, ama olmadı. 4Aralık 1975te ikinci kalp kriziyle hayatı sona erdiginde bu yazının
başlıgı yazı makinesinde kağıda yazılmış bulundu. Bu konuyu ele al-mış olduğu Kantın siyaset felsefesi dersleri ölümünden sonra, Das Urteilen adı altında yayımlandı.
Yargılama sorunu Arendti, 196 lde, Eichmann davasında New Yorkerın muhabiri olarak haber hazırlamak için Kudüste bu davayı izlediği zamandan beri uğraştırıyordu. Eichmann in Jerusalem (1963) adlı kitabı, özellikle Eichmannın kişiliğini nitelemek için kullandığı Banalitüt des Bösen (kötünün sıradanlığı) kavramıyla büyük bir hiddet firtınası koparmıştı. Arendt, açıkça şunu söylüyordu: Yahudi soykırımı deneyimi bile, cani Eichmannı insanlık dışı ilan etmeye hak kazandırmaz. Tersine insanın yargıları sadece insana karşı verilebilir.
Bundan sonra şu soruyla uğraştı: Eğer insan sadece kendi yargı gücüne dayanabiliyorsa ve egemen ahlak haksız olanın yanındaysa, haklı ve haksızı ayırabilme gücüne nasıl sahip olabilir? Eichmannın açıkça düşünme yeteneğinden yoksun kişiliği, Arendte şu soruyu sordurmuştu: Kötü olma, kötü davranışın zorunlu nedeni midir? Yoksa, iyi ve kötü ... sorunu bizim dü yetimizle mi ilgilidir? (Arendt 1993, s. 13 vd.) Arendt, ahlaksal yargı gücü ve düşünme arasında bir bağ olduğu ve bu yüzden düşünmede düşünme mesleğinden olanlara bir öncelik hakkı tanınmaması gerektiği sonucuna varmıştı (bkz. a.g.y., s. 23). Her iki güç de, hem düşünme hem de pratik akıl, Arendte göre, insan için varoluşsal bir ilgi taşır. Çünkü akıl, hakikati değil, anlamı arar (a.g.y., s. 25).
Natalite ve Mortalite
(Toplumsal Bir Olay Olarak Doğum ve Olüm) Arendtin şimdiye kadar hiçbir felsefe tarihinde ve ansiklopedide yer almayan bir kavramı felsefe tartışmaları alanına sokması, birçok hizmeti yanında yeni bir hizmetidir. Bu kavram natalitedir. Felsefe yapmakla ölüm düşüncesi arasında sıkı bir bağ vardır:
Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmek demektir diye yazar Michel de Montaigne; ve Martin Heidegger, bizim doğduğumuz andan itibaren ölüme yaklaştığımız tezini ileri sürer (Sein zum Tode). Heideggerin öğrencisi olan Arendtin Augustinusa dayanarak doğmayı ölümlülü gün karşısına koyan, karşı yönde kesin bir adım atması, herhalde bir rastlantı değildir. Bu kavram, Arendtin eylem kategorisiyle ilglidir:
Çünkü çok geniş anlamda eylem yapmak ve yeni bir şeye başlamak aynı şeydir. Çünkü her insan doğmuş olmak temeli üzerinde bir ini tium, bir başlangıçtır, yeryüzüne yeni gelendir; insan girişebilir (initiative ergreifen), bir yeni başlayan olabilir ve yeni bir şeyi harekete getirebilir (Arendt 1981, b, s. 166). Natalite, Prinzip Hoffnungun (umut ilkesinin) antropolojik, biyolojik gerçekliğidir (Krippendorf 1994, s. 89). Adriana Cavarero, feminist açıdan Arendtin burada, Batı felsefesinin en değişmez ilkesini kuşkulu bir duruma soktuğunu ileri sürer; yani felsefeyle ölüm arasındaki tek yanlı bağlılığı (bkz. Cavarero 1992, s. 43).
Hans Jonasın yargısına göre, Arendt yoğun kadındı, bu yüzden de feminist değildi. 0, 1953te Princetonda ilk ders veren kadın, 1959da orada ilk profesör olan kadın olduğu ve büyük bir medya hareketi ortaya çıktığı zaman, ona tanınan ayrıcalıklı kadın statüsün den hoşnut olmamıştı. Arendt kadın sorunlarını ayırıp ayrıca ele al mak istemiyordu; tıpkı Yahudilik sorununda hayatı boyunca yapmış olduğu gibi. 0, üniversite felsefesinin erkek ortamına girmişti; yalnız başına ve kendi gücüyle bunun sağlam teorik temellerini sarsmıştı. Tıpkı ele aldığı iki kadın -4Rosa Luxemburg ve Rahel Varnhagen gibi o da, erkekler dünyasında yalnız başına ilerleyen bir insandı.