Damarımda Kanımsın: Leyla ile Mecnun'un Mirası
Çok uzaklarda, zamanın ötesinde, iki nehrin kucaklaştığı, gökyüzünün yeryüzüne en yakın olduğu bir diyarda, Sırma adında bir köy vardı. Bu köyde, hayatın ritmi doğanın kalbiyle aynı atardı. İşte bu köyde, iki can, iki fidan yeşermeye başlamıştı: Leyla ve Mecnun.
Leyla, gözleri sabah güneşinin ilk ışıkları gibi parlayan, saçları gece kadar derin, ruhu bir kelebek gibi özgür bir genç kızdı. Mecnun ise, sesi rüzgarın fısıltısı gibi içten, bakışları yıldızlar kadar parlak, kalbi bir serçe gibi çırpınan bir genç adamdı. İkisi de aynı topraklarda büyümüş, aynı havayı solumuştu. Çocukluk oyunları, gençlik hayalleri hep iç içeydi.
İlkbaharın tüm renklerini taşıyan bir günde, köyün en yaşlı ağacının altında, Leyla ve Mecnun birbirlerinin gözlerine ilk kez gerçek anlamda baktılar. O an, kalpleri sanki birer davul gibi atmaya başladı. O günden sonra, ne Leyla eski Leyla, ne de Mecnun eski Mecnun oldu. Birbirlerinde, daha önce hiç tatmadıkları bir aşkın büyüsünü keşfetmişlerdi.
Yaz mevsimi geldiğinde, iki genç birlikte köyün bağlarında dolaşır, tarlalarda çalışır, su kenarlarında şarkılar söylerlerdi. Leyla'nın saçlarına taktığı çiçekler, Mecnun'un şiirlerine ilham kaynağı olurdu. Mecnun, Leyla'ya olan aşkını her fırsatta dile getirirdi. "Sen benim damarlarımda akan kansın, Leylam. Sen benim güneşim, benim ayım, benim yıldızımsın," derdi. Leyla da, Mecnun'un bu içten sözleri karşısında, kalbinin derinliklerinden gelen bir sevgiyle karşılık verirdi. "Sen benim ruhumsun, Mecnun. Sen benim canım, benim ömrümsün," diye fısıldardı.
Ancak, her masalda olduğu gibi, bu masalda da engeller vardı. Köyün zengin ağası, Leyla'yı kendi oğluyla evlendirmek istiyordu. Mecnun ve Leyla'nın aşkını öğrendiğinde, öfkeyle kükredi. Gençleri ayırmak için her yolu denedi. Mecnun'u köyden kovdu, Leyla'yı ise evine hapsetti.
Mecnun, Leyla'dan ayrı kalmanın acısıyla deli divane oldu. Dağlara, taşlara vurdu kendini. Leyla'nın adını haykırarak geceleri dolaştı. Yemeden içmeden kesildi, sadece Leyla'ya olan aşkıyla yaşadı. Bu yüzden ona 'Mecnun' dediler, yani 'deli divane'. Leyla ise, evinde hapis olmasına rağmen, kalbinde Mecnun'a olan aşkı bir an bile sönmedi. Gözyaşları, duaları, şiirleri hep Mecnun'a ulaşsın diye göğe yükseldi.
Yıllar geçti. Mecnun, dağlarda dolaşırken, bir bilgeyle karşılaştı. Bilge, Mecnun'a aşkın sadece bir insanı sevmek olmadığını, evreni ve içindeki her şeyi sevmek olduğunu öğretti. Mecnun, bu öğretiden sonra aşkının sadece Leyla ile sınırlı kalmadığını anladı. Artık, her canlıya, her çiçeğe, her taşa Leyla gibi bakıyordu. Mecnun'un aşkı, artık ilahi bir aşka dönüşmüştü.
Leyla ise, hapis hayatına rağmen, kalbindeki aşkla her geçen gün daha da güçleniyordu. Bir gün, bir fırsatını bulup kaçtı ve Mecnun'u bulmak için yollara düştü. Günlerce, haftalarca, aylarca yürüdü. Sonunda, Mecnun'u buldu. Ama Mecnun, artık eski Mecnun değildi. O, aşka ulaşmıştı. Leyla'yı gördüğünde, onu kendi gibi bir aşık olarak kucakladı.
Leyla ve Mecnun, bu dünyada birlikte yaşayamadılar belki, ama aşkları sonsuz bir destan oldu. Onlar, damarlarda kan gibi akan aşkın, kalpte yanan ateşin, ruhta yeşeren fidanın sembolü oldular. Onların aşkı, bir masal olarak dilden dile, kalpten kalbe yayıldı. İnsanlar, Leyla ve Mecnun'un aşkını hatırladıkça, kendi içlerindeki aşkı da daha iyi anladılar.
Bu masal burada bitse de, Leyla ve Mecnun'un aşkı hala devam ediyor. Çünkü aşk, hiçbir zaman bitmez, sadece farklı şekillerde kendini gösterir. Ve her aşk, biraz Leyla ve biraz Mecnun'dur.