• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Atatürk'te Bilim, Fen Kavramları ve Çağdaşlaşma

  • Konuyu açan Konuyu açan wien06
  • Açılış tarihi Açılış tarihi

wien06

V.I.P
V.I.P
Bilim ve Fen Kavramları

Bu yazımızın konusu, Atatürk'ün bilim ve fen kavramları hakkındaki düşünceleridir. Atatürk'ün bu konudaki görüşlerini incelemeye başlamadan önce, belleklerimizi biraz tazelemek için, bilim (ilim, science) ve fen kavramlarını kısaca tanımlamanın yerinde olacağını sanıyorum. Eski dilimiz Osmanlıca'da ilim, bilgi, vukuf ya da marifet anlamlarına geliyordu. Klâsik Orta Çağ İslâm düşüncesi İçinde ilim, öncelikle medrese ağırlıklı disiplinleri kapsıyordu. Yani, ilim denilince, özellikle dini bilgiler anlaşılıyordu. Günümüzde, bilim denilince de kendine özgü konusu, yöntemi olan ve olayların nedenlerini, yasalarını bulma amacına yönelen disiplinler anlaşılmaktadır. Bu anlamda bilim, doğru yöntemle elde edilen ve pratikle saptanan bilgilerin bütünüdür, diyebiliriz.

Ünlü İngiliz düşünürü Spencer'e göre üç türlü bilgi bulunmaktadır: avami (halka ait genel bilgiler), bilimsel bilgiler ve felsefi bilgi.

Bilimsel bilgi

Bilimsel bilgiyi diğer bilgilerden ayıran şey onun objektif, yani nesnel olmasıdır. Çünkü, bu bilgi kişiden kişiye değişen biçimlerde yorumlanamaz. Bilimsel bilgi aynı zamanda geneldir, çünkü yalnız özel bazı olaylara değil, tüm olaylar topluluğuna uygulanır. Örneğin, yerçekimi yasası yere bırakılan bütün nesneler için geçerlidir. Bunun aksini kimse ileri süremez. Güneşin doğuşu ve batışı da kesindir. Öte yandan bütün madenlerin ısıtılınca genişleyeceğini tüm bilim adamları kabul etmektedir.

Bilimler, günümüzde kabaca, toplum bilimleri ve doğa bilimleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Doğa bilimleri denilince genelde matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi disiplinler anlaşılmaktadır. Toplum bilimleri içerisine ise tarih, ekonomi, sosyoloji, hukuk ve siyaset bilimi gibi disiplinler girmektedir.

Atatürk'ün söylevlerinde ve konuşmalarında sık sık kullandığı "müspet ilim" (pozitif bilim) kavramına gelince, bu olgulara, olaylara (vakıalara, hâdiselere) dayanan bilim demektir. Pozitivizmin olgulara, olaylara bakışı genel ve objektiftir. Pozitivizm, özünde akılcılığa, gerçekçiliğe ve deneyciliğe dayanır. Yani, bu bilim anlayışına göre akla, mantığa, deneye dayanmayan hiç bir bilgi bilimsel bilgi olarak kabul edilemez.

Fen kavramı

Fennin bugün kullanılan genel anlamı matematik, fizik, kimya gibi bilgilerin iş hayatına ve günlük hayata uygulanmasıdır. Bu anlamda fen, daha çok teknik ya da teknoloji anlamına gelir. Şemseddin Sami'nin "Kamus-u Türki"sine göre "fen" bir anlamda ilimlerin her çeşidi ve dalıdır. Fakat aslında ilim fenden daha geniş kapsamlıdır. Pek çok disiplini içine alır. Halbuki fen daha dar kapsamlı olup, hukuk, siyaset, sosyoloji, iktisat, etik, estetik, gramer, edebiyat gibi disiplinleri, fıkıh, hadis, kelâm, tefsir gibi dini bilgileri içermez. Kısacası, bu anlamda fen daha çok müspet (pozitif) bilimleri ve bu bilimlere dayanılarak yapılan uygulamaları göstermektedir. İşte, Atatürk, ilim ve fen derken ve çok defa bu iki kavramı beraber, yan-yana kullanırken daha çok pozitif bilim anlayışını vurgulamak istiyordu.

II. Meşrutiyet Döneminde Bilim ve Fen Hakkında Düşünceler

Bilim ve fen kavramlarına bu şekilde genel olarak değindikten sonra şimdi de Atatürk'teki bilim ve fen anlayışını etkilemiş olan yerli ve yabancı düşün akımlarına, yazarlara ve bunların bu konudaki fikirlerine kısaca göz atmak istiyoruz. Prof. Dr. Sina Akşin'in "Jön Türkler ve İttihat ve Terakki" adlı eserinde de belirttiği gibi, 1908 yılında Hürriyetin İlanıyla başlayan İkinci Meşrutiyet ile birlikte bütün ülkede büyük bir özgürlük havası esmişti.

Bu dönemde çeşitli fikir akımları aydın kamuoyuna tanıtılmaya başlandığı gibi, bu akımların temsilcileri olan düşünürler de ülkenin içinde bulunduğu duruma karşı ne yapılması gerektiği konusunda çözümler önermeye başlamışlardı.

Profesör Hilmi Ziya Ülken İkinci Meşrutiyet'teki fikir akımlarını incelerken, Ziya Gökalp'i izleyerek, bu dönemde geçerli, yaygın düşünceleri başlıca Garpçılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak üçe ayırmaktadır. Bu akımlardan Garpçılık (Batıcılık)ta, ona göre dörde ayrılmaktaydı: Tanzimat Medeniyetçileri, yani Tanzimat Batıcıları: bunlar Osmanlı İmparatorluğunu ıslahatlarla, reformlarla değiştirerek, yenileştirerek korumak isteyenlerdi.

İkinci tür Batıcılar, Anglo-Sakson toplumsal ve siyasal yapısını örnek alarak oradaki temel siyasal yapıyı Osmanlı İmparatorluğu'na getirmek isteyenlerdi. Özellikle, Prens Sabahattin'in başını çektiği bu grup "şahsî teşebbüs" (ekonomide özel, kişisel girişim) ve adem-i merkeziyyet ilkelerini, yani yerinden yönetim ilkelerini savunuyordu. Batıcıların üçüncü grubu Pozitivistlerdi. O dönemin en etkili dergileri olan "Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiyye" dergisi ile "Servet-i Fünun" dergisi etrafında toplanan bu grup İkinci Meşrutiyetin en önemli siyasi partisi olan İttihat ve Terakki'nin temel dünya görüşünü ve programını oluşturmuştu diyebiliriz. Profesör Taner Timur, İttihat ve Terakki'deki bu görüşlerin önemli bir kısmının daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi'nde de devam ettiğini söylemektedir. İkinci Meşrutiyet Pozitivistlerinin ünlü simaları arasında, bir. ara Meclis-i Mebusan Reisliği de yapmış olan, Ahmet Rıza Bey'i burada hatırlayabiliriz.

Hilmi Ziya Ülken, Batı'ya hayran, köktenci, radikal batıcıları bu tasnifinde en sona almış bulunmaktadır. Bu akımın en ünlü siması, İttihat ve Terakki Partisi'ne öncülük etmiş ve "İttihad-ı Osmani" adlı örgütü kurmuş bulunan "İçtihat" dergisi sahibi Abdullah Cevdet'in üzerinde burada önemle durmak gerekir. Çünkü, Abdullah Cevdet daha İkinci Meşrutiyet'te Lâtin harflerini savunmuş ve Sirkeci'de şapka giyerek dolaşmıştı. Ünlü Fransız sosyologu Gustave le Bonn'un teorilerine hayran olan Abdullah Cevdet ülkeyi sarmış olan gerilik çemberini bir an önce kırmak ve yurdu esenliğe, refaha kavuşturmak gereğine inanmış bulunuyordu. Abdullah Cevdet askeri bir hekim olarak pozitif bilimlerin ve fennin kalkınmada ve ilerlemede rolünü iyi kavramıştı. Daha sonra gittiği Fransa'da bu görüşlerini daha da derinleştirmişti.

O, bilimlerin, felsefenin, biyolojik materyalizmin ve Sosyal Darwinizm'in bütün insanlığın yönelmesi gereken temel amaçlar olması gerektiğini ve olacağını söylemekteydi. Genç araştırmacı Doç. Dr. Şükrü Hanioğlu'na göre Abdullah Cevdet din bilginlerinin görüşlerinin materyalist (maddeci) düşünce karşısında kesin olarak yanlış olduğuna ve yenileceğine kani bulunuyordu.

Atatürk'ün bilim ve fen konusundaki düşüncelerinin oluşmasında pozitivizmin yanı sıra rasyonalizmin, yani akılcılığın da önemli yeri ve katkısı bulunmaktadır. Profesör Dr. Şerafettin Turan'a göre, aklı ve bilimi düşünce ve aksiyonda temel kılavuz, önder olarak kabul eden, bu nedenle de safsatalara ve hurafelere karşı çıkan Atatürk düşüncesinde ve özellikle onun lâiklik anlayışında Descartes'ın akılcı görüşünün tüm özelliklerini bulmaktayız. Bu nedenledir ki Descartes'ın "Metod Üzerine Düşünceler" adlı kitabı Atatürk'ün isteği ile Türkçeye çevrilmiştir. Akılcı düşüncenin bir başka büyük temsilcisi olan Kant hakkında da "Kant ve Felsefesi" adlı bir inceleme yayınlanmıştır.

Atatürk'ün bilim, din, Tanrı, ilerlemede bilimin rolü konularında 1916 yılında okuduğu kitaplar arasında yer alan Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi'nin görüşlerinden de burada kısaca bahsetmek yerinde olur.

O devirlerde yetişmiş düşünürlerimizden olan Şehbenderzade Ahmet Hilmi, çağdaş yaşama geçmenin uzun sürecek yavaş bir gelişmeyle, yani evrimle, gerçekleşmeyeceğini belirterek, hızlı bir ilerlemeyi zorunlu görüyordu. O, İlerlememize engel olan nedenleri, yeni fikirlere düşmanlık, durağanlığı sevmek, derinliğe inmeyen taklitçilik ile yüzeysel bilgi olarak özetliyordu.

Atatürk'ün düşünce oluşumunda, özellikle bilim, fen, ilerleme, uygarlık gibi konularda etkisi altında kaldığı kaynaklardan biri de İkinci Meşrutiyet'te Kılıçzade Hakkı Bey'in de dahil olduğu "İçtihat" dergisidir. Yine, bu fikir adamları içinde burada zikredilmesi gerekenler arasında Celal Nuri'yi de sayabiliriz. Özellikle hurafelere karşı bakış açısında ve bilimsel düşünceyi Türkiye'de Dayanışmacı Durkheim ekolüne sadık kalarak, yayan ve geliştiren büyük düşünür Ziya Gökalp'ı da bu bağlam içinde anmadan geçemeyeceğim.

Atatürk'ün bilim ve fen kavramları hakkındaki düşüncelerini bu şekilde kısaca özetledikten sonra şimdi, bir kaç cümleyle de olsa, onu bu yolda teşvik eden, cesaretlendiren bazı şairlerden, söz etmek istiyoruz. Bunlar arasında, kuşkusuz en başta Tevfik Fikret'en bahsetmek gerekir. Sanırım Fikret, "Ferda" (Yarın, Gelecek) adlı şiirinde zamanın gençliğine seslenerek şöyle diyordu:

"Asrın, unutma, harikalar (şimşekler) asr-ı feyzidir
Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir
Bir ufk-u itilâ (yükselme) açılır, yükselir hayat
Yükselmeyen düşer, ya terakki ya inhitat (çöküş).


Yine Fikret "Sabah Olursa" başlıklı şiirinde gençlere şöyle seslenmişti:

"...Siz, ey fezâ-yı ferdanın (geleceğin uzayının)
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın
Ufukların ebedi iştiyakı (özlemi) var nura


Tenevvür (aydınlanma) asrımızın işte ruh-i amali, (emellerinin ruhu).

Fikret, bu çok anlamlı şiirinde gençliğe "aydınlık içinde, şükredilecek bir kurtuluşa" doğru koşmaları mesajını veriyor ve şöyle devam ediyordu:

"Ümmidimiz bu ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak"


Atatürk'ün bilim ve fen konusunda etkilendiği şairler arasında yazar Peyami Safa'nın babası olan İsmail Safa'nın 1899 yılında yazdığı "İlim ve Fen" başlıklı şu ilginç şiirini de burada hatırlatmak istiyorum:

"İlim için kendimizi yormalıyız,
Çin'de de olsa varıp sormalıyız,
Medeniyyet gidiyor hep ileri,
Artıyor komşuların bilgileri

Hangi sanat elimizden gelmez,
Fikrimiz hangi kata yükselmez,
Var mı bir fen ki, biraz gayretle
Muktedir olmayalım tahsile."


Şimdi, bu son derece ilginç şiiri, Atatürk'ün "Onuncu Yıl" Nutkun'daki Türk milletinin "zeki ve çalışkan olduğuna", ilim ve fen dahil her alanda Türk milletinin başarılı olacağını haykıran sözleriyle karşılaştıralım ve derinden düşünelim.

Aslında, İsmail Safa'nın dile getirdiği bu inanç ve özlem batıya, batının üstünlüğüne, Batı uygarlığının temelindeki bilimsel düşünceye ve batının meydana getirdiği büyük teknolojik anıtlara Osmanlı-Türk aydınlarında duyulan derin hayranlık ve imrenme duygusunu dile getirmekte ve Türk milletinin de bu işleri yapmaya muktedir olduğunu ifade etmektedir.

Üniversiteler ve Atatürk

Yazımın son bölümünde bilimin üretildiği ana, temel kaynaklardan biri olan Üniversiteler hakkında Atatürk'ün düşüncelerine kısaca değinmek isterim. O, 1933 yılında şöyle demişti: "Üniversite kurmaya verdiğimiz önemi söylemek isterim. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve yeni kurulan Üniversitede radikal tedbirlerle yürümek kati kararımızdır."

Nitekim aynı yıl Dar-ül-Fünun lağvedilmiş ve yerine İstanbul Üniversitesi adıyla anılan kurum kurulmuştu.

Cumhuriyet döneminde Üniversite Reformu diye anılan bu hareketle, Türk devrimcileri hala skolastiğin ve medresenin izlerini taşıyan eski bir kurumun yerine programları çağdaş bilime ve teknolojiye dayanan bir yeni kurum kurmak istemişlerdi. İlâve edelim ki, yeni Üniversitede programların yenilenmesiyle birlikte, bilim adamları kadrosu da yenilenmiş ve bazı hocalar tensikata (ayıklanmaya) tâbi tutulmuşlardı. Üniversiteden ayrılan bu hocaların yerine de özellikle Almanya'dan gelen, daha doğrusu getirtilen, çoğu Musevi asıllı bilim adamları yerleştirilmişti. Hemen işaret edelim ki bu yabancı bilim adamlarının yeni Türk Üniversitesinin kurulmasında ve ilerlemesinde büyük katkıları olmuştur. Bunlar, bilimsel düşünceyi ve bilimsel yöntemleri Türkiye'ye tanıttıkları gibi çok değerli öğrenciler ve kadrolar da yetiştirmişlerdi. Bu hocaların hizmetlerini burada şükranla yad etmek bir gönül ve insanlık borcudur. Bu konudaki ilginç noktalardan biri de yurdumuza gelen yabancı bilim adamlarına aylık olarak o zamana göre çok yüksek bir meblağ olan, bin liranın verilmiş olmasıydı. Hemen hatırlatalım ki o dönemde bir milletvekili üç yüz lira maaş almaktaydı. Bu da, Atatürk'ün üretken, değerli bilim adamlarına verdiği önemi çok açık şekilde göstermektedir, sanırım.

Profesör Dr. Utkan Kocatürk'ün 'Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri" adlı eserinden öğrendiğimize göre Atatürk, Üniversite'de ders yılının açılması münasebetiyle kendisine çekilen saygı ve bağlılık telgrafına şu cevabı vermişti: "İstanbul Üniversitesi'nin açılışından çok sevinç duydum. Bu yüksek ilim ocağında kıymetli profesörlerin elinde Türk çocuğunun müstesna zekâ ve eşsiz kabiliyetinin çok büyük gelişmelere erişeceğine eminim." Yine, Utkan Kocatürk'ün belirttiğine göre, O, 1932 yılında bilim adamlarına ışık tutacak şu sözleri de söylemiştir: "İlim tercümeyle olmaz, tetkikle, yani araştırmayla olur." Bu ilginç sözlerin yanında Atatürk'ün bilim terimleriyle de ilgilendiğini burada belirtmek istiyoruz. Profesör Dr. Akil Muhtar Özden'in, naklettiğine göre, O, Üniversitelerde ve bilim âleminde kullanılan Arapça terimler hakkında şöyle demiştir: "Söz konusu tâbirler beynelmilel ilim sahasında kolaylıkla ilerlememize mânidir. Fen terimleri o surette yapılmalı ki, mânaları ancak istenilen şeyi ifade edebilsin."

Sonuç ve Genel Değerlendirme

Atatürk'ün bilim ve fen kavramları ve Üniversite hakkındaki düşüncelerine böylece genel olarak değindikten sonra şu sorulara da cevap vermenin yerinde olacağını sanıyorum. Atatürk'ün ölümünden bu yana geçen elli yıldan fazla zamandan beri Türk Üniversiteleri ve diğer bilim teknoloji odakları onun istediği çağdaş düzeye bir bütün olarak erişebilmiş midir? Her alanda olduğu gibi bu alanda da kaydedilen ilerlemelere, yetişen değerli bilim ve fikir adamlarına, yapılan bilimsel yayın ve araştırmalar ortaya konan eserlere rağmen, dünya genelinde, Türkiye'nin bugün çok ileri bir bilimsel ve teknolojik düzeyde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ben, müsaadenizle bu konuda bazı önemli noktaları hatırlatmak isterim.

Çağdaş uygarlığa süratle ulaşmak yolundaki Atatürk'ün büyük özlemini gerçekleştirmek için bilim, fen ve teknoloji alanında çok daha büyük atılımlar hattâ sıçramalar yapmaya mecburuz. Bu, kuşkusuz toplumdaki bütün katmanların, Parlamentonun, hükümetlerin, bürokrasinin, üniversitelerin, kamuoyunun, halkın, basının, TRT, gibi etkili medyaların elbirliğiyle güçlü desteğiyle belirli bir plan ve programa göre çözeceği bir problemdir. Aynı zamanda, şunu da belirteyim ki, bilimi yükseltmek, bilim adamını yüceltmek sadece bu yolda harcanacak parayla, bütçeyle, fonlarla, ilgili değildir. Bunlar kadar önemli olan bir husus da, bilime, bilimsel düşünceye, Özgür fikre ve özgür tartışmaya gösterilecek itibar ve saygıdır. Öğretmenlerini ve bilim adamlarını toplumun yüksek saygı sınırında görmek uzun asırlar Türk toplumuna egemen bir düşünce olmuştur. Maalesef, son zamanlarda bu düşünce çizgisinden yer yer sapan, öğretmeni, bilim adamını ve üniversiteyi sırf para ölçüleriyle ölçmeye ve değerlendirmeye çalışan bazı kısır görüşler toplumumuzda uç vermeye ve revaç bulmaya başlamıştır. Bu düşüncelerde ve yönde ileri gidilmesi, kuşkusuz Atatürk'ün zikrettiğimiz düşünceleriyle uyuşmadığı gibi, toplumumuzu bir süre sonra kısır bir döngüye sokmak istidadı gösteren yoz bir anlayışı yansıtmaktadır. Şu halde, bilime, bilim adamına, Öğretmene gereken saygıyı ve önemi göstermek ve göstertmek en başta bizzat bilim adamlarının kendilerine düşen bir görev olduğu gibi, toplumun yukarıda işaret ettiğimiz bütün katmanlarına ait temel bir ödevdir.


Kaynak: Türk Tarih Kurumu Yayınları; XVI. Dizi, Sayı: 80, s.123-130, Türkiye Cumhuriyeti'nin 75 Yılı Armağanı
 
Geri
Top