Konuya cevap yaz


Bilim, Evrim ve Kur’an

Prof. Huseyin Atay


Peygamberlerin getirdiği dinler, peygamberlerin ölümlerinden sonra asıl

mecrasından, amacından saptırıldılar ve din adamları kendi havalarına göre dini öğretileri

yorumladılar ve aslını görünmez hale getirdiler. Yorumcuların sözleri Tanrı sözü olarak

kabul edilerek uygulandıkları için insanları yordular, bıktırdılar. Ve sonuç olarak aklını

kullananlar da o uygulamaları din kabul etmediler ve dinlerini bıraktılar. Diyorum ki;

aklını kullanan bu dinleri reddeder, ancak akıllı olan Tanrı’yı reddetmez. Tanrı ile bu

dinleri birbirinden ayırmak gerekir.


Burada Alman profesörü Dr. Otfried Höffe’ye çok teşekkür ediyorum. “İslam’ı

Yeniden Anlama” kitabımdan dogmatik olmadığımı anlamış ve bunu yazısında ifade

etmiştir. Dogma herhangi bir sözü araştırmadan tartışmadan benimsemek, doğruluğunu

kabullenmektir. Doğrusu, ben dogmatik olmayışımı Kur’an’a borçluyum. Çünkü Kur’an,

insanın düşünmesine, tartışmasına, aklı kullanmasına çok önem veriyor.

İnsanın doğasında iki temel güdü veya eğilim insan yapısına egemen olarak

bulunmaktadır. Birincisi varlıksal yapısını güven altına almak, kendini güvene alacak,

kendine yardımda bulunacak birini bulma güdüsüdür. Bu onu Tanrı’yı bulmaya götürür.

Aslında bu güdü bütün canlılarda vardır. Bitkilerin yaşamlarını sürdürmek için suya ve

güneşe gereksinim duydukları gibi hayvanlar ve insanlar da kendilerini güvende tutacak

sığınaklara eğilim gösterirler. Canlılar varlıklarının sürekliliğini sağlamak için öz

varlıklarının ardından yerlerine geçecek soylar ortaya koyarlar. Bunun için bitkiler tohum

yapar, hayvanlar doğum yapar. Hayvanlarda zaman bilinci olmadığından soylarıyla

varlıklarının sürmesiyle yetinirler. İnsanlar ise soylarının devam etmesiyle yetinmezler,

kuşkusuz kendi öz varlıklarının geleceğini de düşünürler. Bunu, yarınlarını düşünüp

önlem almalarını onlara sağlayacak olan bir Tanrı’ya inanmakta bulurlar.

İnsanın ikinci temel güdüsü ve eğilimi öğrenme merakıdır. Bu bebekliğinde

ortaya çıkar ve ölümüne kadar sürer. İnsanın hayvanlardan ayrılma özelliği ise akla, akıl

gücüne sahip olmasıdır. Bu gücünü kullanarak insan hem cansız hem canlı varlıklara hem

de kendi cinsi olan insanlara bile hakim olmaktadır.

Aristo bunu daha iyi anlatabilmek için, aklın insanın yapısının öğelerinden biri

olduğunu söylemeyi insan tanımında belirtmiştir. İnsan: “Canlı akıllı varlıktır” demiştir.

İnsanın buna göre iki yapım öğesi vardır. Biri canlı olması, ikincisi de akıl sahibi

olmasıdır. Kur’an aklını kullanmayanı, aklı olduğu halde onu çalıştırmayanı canlıların en

şerlisi saymıştır.

Aristo’ya göre insanın iki hüküm verme gücü var. Biri akıl, diğeri arzu ve imge

gücü. Aristo diyor ki: “Akıl her zaman doğrudur. Ancak, arzu ve hayal gücü (imgelem)

bazen doğru olur, bazen yanlış olur.” İnsanlar, insan zihninin her yaptığı şeyi, verdiği

her hükmü aklın yaptığını ve verdiğini sanırlar. Oysa Aristo’nun da ifade ettiği gibi

ne yaptığını çok basit bir örnekle anlatmak şöyle olur. Düşünelim, ağaç yıkılmış yolu

kapamıştır. İnek geliyor bakıyor ki yol kesik, geçemeyeceğini anlıyor ve geri dönüyor.

Bir insan da geliyor, yolun kesildiğini görüyor ve geri dönüyor. Buraya kadar aralarında

fark yoktur. Ağacın yolu kestiği her ikisinin beyninde ayna gibi yansıyor ve her ikisi de

resmi görüyor ve anlıyorlar. Her ikisi de durumu anlıyor ve geri dönüyor. Bundan sonra

aralarında şu fark ortaya çıkıyor. İnek geri dönerken, ağaca doğru giden başka bir ineğe

bir şey söyleyemiyor. Ancak insan geri dönerken karşıdan gelen bir insana yolun

kesildiğini söyleyebiliyor. İnek ile insan arasındaki fark, ineğin yolu kesenin ağaç

olduğunu bilmemesi insanın ise yolu kesene ağaç denildiğini bilmesidir.

İnsan dış dünyadan beyne gelen resimlerin, kokuların, ses titreşimlerinin

izlenimlerini bey duyu organı ile duyumlar, algılar. Beynin tabula rasasına yansıttıkları

bu duyumlar ve duyumlamalar bilim ve bilme değildir. Onlar algılar ve algılanmış

nesnelerdir. Onlardan hayvanlar bir şey anladığı gibi insanlar da anlar ve anladıklarına

göre de hareket edebilirler. Bunlar gene de bilgi değildir. Akıl o izlenimlere, algılara ad

verdiği zaman onlar bilgi alanına alınmış olurlar ve bundan sonra bilme ve bilim yapma

başlar. Bilginin aklın duyumlarına ad vererek başlatılması bilgiyi ve bilimi aklın yapması

demektir. Daha önce akılda veya zihinde öncelikli (apriory) kalıplara dökülmüş bilgi

bulunmaz. Çünkü akıl zihindeki duyumlara ad verdiği andan itibaren, o duyumlar somut

olmaktan çıkmış soyut alana geçmiştir. Bunun için bilimin kendisi metafi******. Metafizik

soyutlamalar dünyası ve alanıdır. Diğer bir deyimle metafizik, fiziğin dışında olmayıp

fizik ile beraber ve iç içedir. Bunu yapmakla akıl insanı hayvandan ayırır. Kuşkusuz

soyut olanların yakın, uzak, alçak ve yüksek katmanları bulunur. Dilsiz bilim olmadığı

gibi dili yapan da akıldır.

Kur’an’la ilgili incelememe iki temel ilkeyi ortaya koyup açıklamakla

başlayacağım. Birincisi, Kur’an’a göre bilim nedir? Kur’an’a göre bilgi kuramı yapmak.

İkincisi ise Kur’an’da bilimin inançtan önce gelmesi ve inancın temelini, dayanağını

oluşturmasıdır.

Kur’an’ın bilgi kuramının iki kaynağı bulunmaktadır. Birincisi, insandaki beş

duyu ve diğeri de bilimi yapan akıldır. Kur’an’da insanın bilgi birikimi sıfırdan başlatılır.

İnsan doğduğunda hiçbir şey bilmezdi. Tanrı’nın ona işitme, görme ve düşünme niteliği

verdiğini söylemekle insanın bilgisini işitme, görme ve düşünme ile kazanacağına vurgu

yapıyor. İşitme, görme öncedir ve düşünme bu ikisi üzerinde olacaktır. Aşağıdaki ayet,

insanın doğarken veya doğasında kendisinin hiçbir emeği ve katkısı olmadan zihninde

kalıp halinde bir bilginin bulunduğuna karşı çıkmış oluyor.

“Bilgin olmadığı şeyin ardına düşme; çünkü işitme, görme ve gönülden her biri

bilmekten sorumludur.”

Burada iki ilke ortaya konuyor. Biri, nesnel olarak hiçbir yana eğilim

göstermeden gerçek bilimin yapılmasını vurgulamış olmasıdır. İkincisi ayetin sonunda

böyle nesnel olarak varılan bilimin yansız ve tarafsız olarak uygulanmasını ifade eden

sorumluluğun vurgulanmasıdır. Bunu şöyle anlatmak doğru olur. Bilimin ayrı, dinin de

ayrı alanlar olup ancak ikisinin birbirine uyumlu olduklarını ve karşıt olmadıklarını

söylemek Kur’an’a göre temelden yanlıştır. Çünkü bilimin kendisi dindir. Bilimin ulaştığı

gerçek dinin de aradığı ve istediği gerçektir. Din, bilim ile ulaşılan gerçeği uygulamayı

erdemlik sayar. Bilimin değerinin yansız olarak insanlar arasında işleme konması dindir;

dinin önerisi tam doğru ve dürüst olmaktır. Burada bireysel olarak insanın kendi öz

çabasıyla elde ettiği ve ulaştığı gerçek ve deneyliliği söz konusudur.

Kur’an’ın başkasından elde edilen bilgiyi ölçme yöntemi herhangi bir sözü

dikkatle, can kulağı ile dinlemektir. Burada, herhangi bir söz söyleyenin kendisi değil

söylediği sözün ne olduğu önemlidir. Bu söz Tanrı’nın sözü, peygamberin sözü, bilim

adamının sözü, filozofun sözü, herhangi bir adamın sözü olabilir. Bütün sözleri dinleyip

onların içinden en iyisini, en güzelini, en yararlı olanı ve en doğru olanı seçmek için

aralarında karşılaştırma yapmak suretiyle düşünerek karar verilmelidir. Burada dikkat

edilmesi gereken yöntem ve işlem, insanın kendi aklı ile düşünerek bu seçimi yapmasıdır.

Kur’an burada düşünmeyi, karar vermeyi insanın aklına bırakıyor ve sorumluluğu ona

veriyor.

Kur’an’da Tanrı kendi varlığını bile sorgulamaya açmaktadır. “Tanrı’dan şüphe

mi ediyorsunuz? Gökleri ve yeri yaratmıştır” ve cevabını da veriyor. Bu da bir sözdür,

akıllı olanlara yine düşünme ve karar verme görevi düşüyor.

“Sözleri iyi dinleyip en güzeline uyanı müjdele! İşte onlar, Tanrı’nın gösterdiği

yolda olanlar ve işte onlar öz akıllılardır.”

Tanrı’dan gelen sözlü bilgiye (vahiy) sahip olmayanlar içinde akıllarıyla doğruyu

bulacakların var olduğunu Kur’an bildiriyor. Tarih boyunca ve günümüzde nice insanlar

vardır ki doğrudan Tanrı’nın sözlü bilgisi kendilerine ulaşmadığı halde doğruları

bulmuşlardır. Tanrı’ya göre aklıyla hareket edenler beğenilen ve iyi karşılanan

insanlardır.

Kur’an imanı değil, ilmi (bilimi) güvenilir buluyor. Çünkü imanda yalan olur,

bilimde yalan olmaz. İman ettiklerini söyleyenleri yalancı ilan etmiştir. Başka bir ayette

inananların inancını “Eğer inanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey buyuruyor” diyerek

yermiştir.

Kur’an inancı güvenilir kabul etmiyor. Çünkü inanç öznel’dir, onda yalan da olur,

doğruluk da olur. Öyle ise inandığını söyleyeni sınamak gerekir. Bilgi ise nesneldir,

herkes onun doğruluğunu veya yanlışlığını anlar. Kur’an diyor ki:

“İnsanlar ‘inandık’ deyince, sınanmadan bırakılacaklarını mı sanıyorlar?

Kuşkusuz, Tanrı doğru olanı ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya

koyacaktır.”

İnandığını söyleyen zihninde olan inanç olayından haber veriyor. Bizim ilk anda

ona karşı takınacağımız tavır susmaktır. Onun inanmadığını söyleme hakkımız olmadığı

gibi, inandığını da kabul etme hakkımız yoktur. İnanmasını söylemesi bir haber olduğu

için, herhangi bir haber gibi yalan veya doğru olabilir. Kur’an’ın insan konusundaki

temel davası sağlam bilgi ve doğru davranmasıdır. Bunu şöyle deyimledim. Bilgide

disiplin, düşüncede disiplin ve davranışta disiplin, Kur’an’ın insanda görmek istediği

niteliklerdir.


İnsanı iki aşama veya iki türlü oluşum olarak ele almak Kur’an ayetlerine

uygundur: İlk insan ve şimdiki insan

Kur’an ilk insanın oluşumuyla ilgili verdiği oldukça ayrıntılı bilgiyi diğer

varlıkların ilk oluşumları konusunda vermiyor. Belki de insanın ilk oluşumuna

benzetilerek anlaşılabileceğine bırakıyor.

“Andolsun insanı, balçığın özünden yarattık. Sonra onu oğulcuk olarak sağlam

bir yere yerleştirdik. Sonra oğulcuğu yapışkan olarak yarattık ve yapışkanı bir çiğnemlik

et olarak yarattık ve bir çiğnemlik eti kemikler olarak yarattık peşinden de kemiklere et

giydirdik ve sonra ona bambaşka bir yaratık donanımı verdik. Yaratanların en güzeli olan

Tanrı ne yücedir.”

Tanrı Kur’an’da insanı insanın kendisine anlatıyor, insan nedir, kimdir, ne

yapabilir, ne yapmalıdır; dolayısıyla Tanrı kendini de insana anlatıyor. Kur’an’ın

merkezinde insan vardır. Tanrı insana ruhun (spirit) dışında başka bir şey daha verdi. O

nefistir.

“7. Nefse ve onu düzenleyene andolsun.

8. Sonra nefse uçarılık yetisi ve saygınlık yetisi verene andolsun.

9. Nefsi arıtan kesin kurtulmuştur.

10. Nefsi ayartan kesin kaybetmiştir.”

Kur’an herhangi bir bilim kitabı değildir. Tarihten bahseder tarih değildir,

doğadan bahseder doğa bilimleri kitabı değildir, fizikten bahseder fizik kitabı değildir.

Her konudan bahseder, insanın dikkatini o konulara çevirmeyi, onlar üzerinde düşünmeyi

ve durmayı amaçlar.

Kur’an’da bir ayet diyor ki:

“Yaratan bilmez mi? O, incelikleri bilir.”

Yani bir işi yapan yaptığı işi bilmez mi? İnsanı yaratan Tanrı olduğuna göre

insanı en iyi Tanrı bilir, onun için Kur’an, herhangi bir insanın hangi çevrede, hangi

durumda, hangi şartlar altında ne yapacağını, nasıl yapacağını ve niçin yapması

gerektiğini anlatmak için değişik yöntem, üslup ve anlatış biçimlerini kullanmaktadır.

Kur’an çok küçük bir kitap olmasına karşın, insanın hayatı boyunca kendisine yön ve yol

gösteren tümel ilkeler, kurallar ve hükümler içermektedir. Kur’an akla gitmeyi,

düşünmeyi çok sıkça vurgulamaktadır. Bunun en kestirme deyimi Kur’an akla tabidir,

akla ve ilme göre anlaşılacaktır, akıl Kur’an’a tabi değildir.

Dinin görevi bilginin nasıl kullanılabileceği konusunda değerlendirme yapmaktır.

Bilimde ikilik yoktur. Bilimin hükmü ayrı, dinin hükmü ayrı olmaz. Bilim dindir. İnsan

akılla bir bilgiye ulaşmışsa din onu kabul eder. Din bilgi üretmez, aklın ürettiği bilgiyi

kullanır. Akıl doğruyu söyler, herhangi bir bilgi deneye, gözleme dayanmayan bir sanı ve

bir tahmin olabilir. Onların yanlışını, doğrusunu ayırma görevi aklındır.

Bilgi bilgi için yapılır. Bilgi herhangi bir kimsenin adına yapılırsa, ona göre

yapılmış olacağı için, o göreli bilgi olur, salt bilgi olmaz. Eğer bilgi sırf bilgi yapmak için

olursa o gerçek bilgi olur. Gerçek bilgi olunca, o zaman Tanrı için olur. Çünkü Tanrı

gerçektir.



Ben evrimciler ile yaratışçılar arasındaki çekişmenin üç noktadan çıktığını

düşünüyorum:

1. Bilim kuramını iyi tespit etmek ve bilim neye denir veya denmez onu ortaya

koymak.

2. Bilime karşı rivayetçi din adamlarının, rivayeti harfi harfine kutsal sayarak iki

bin, üç bin veya bin yıl önceki deyimleri bütün insanlara karşı egemenlik yetkisi ve aracı

olarak kullanmaları.

3. İnsanın kişiliğine ve özgür düşünmesine olan baskı ve kısıtlamalar.

Kur’an insanın balçıktan yaratıldığını anlatmakla diğer varlıkların ilk varoluş

olaylarını öğrenme güdüsüne örnek vermek istemiştir. İslam’ın ilk çağlarındaki bilim

adamları bu örneğe uyarak, varlıkların ilk varoluşlarını öğrenme merakını inanç

bakımından da desteklemiş oldular. Ben burada, günümüzün evrim teorisinin temellerinin

Müslümanlarca ortaya atıldığını söyleme amacında değilim. İslam’dan önce de filozoflar

evrenin varlık kaynağını tespit etme konusunda çaba içindeydiler. Böyle bir düşüncenin

oluşumunun üzerinde çalışmaya başlandığını hatırlatıyorum. Böyle bir düşüncenin dinde

engellenmiş ve yasaklanmış olmadığını, insanın böyle ilmi bir çalışma yapmakla din

açısından yasak bir işi yapmış olmakla suçlanamayacağının bilinmesini istiyorum. Tam

tersine böyle bir çalışma yapmaya Kur’an destek vermektedir.

Bilgiler ilerledikçe, geliştikçe ilk bilgiler eskiyor, yararsız hale geliyor ve onları

değiştirmek zorunluluğu doğruyor. Bu bilgilerde insanlar arasında çatışma meydana

getiriyor. İnsanın akıl, zeka, hayal, arzu gibi güçleri değişik eğilimler ve anlayışlar ortaya

çıkarıyor. Bu değişik eğilim ve anlayışlar arasında insanların kimi aklını daha az

kullanıyor veya hiç kullanmıyor. Eski bilgileriyle Tanrı’yı bulanlar, o bilgileri yenileri ile

değiştirecekleri zaman Tanrı’yı da bırakacaklarını ve böylece Tanrı güvencesinden

yoksun kalacaklarını düşünerek yeni bilgilere karşı çıkıyorlar.

Dincilerle bilimciler arasındaki çatışmanın başlaması dincilerin kabahatidir.

Çünkü ilk önce onlar hasımlığa başladılar, sonra bilimciler de buna karşı yaptıkları

bilimlerini Tanrısızlık olarak ortaya koymaya başladılar.

İşte tam burada Howard Selsam’ın şu sözü sorunu kökünden çözeceğe benziyor.

"Birçok felsefe, bilim ile dini uzlaştırmanın bir aracı olmuştur." Bundan anlaşılıyor ki

dinci ve bilimciler yani din yobazları ve bilim yobazları kendi yandaşlarının etkisinde

maddi veya manevi çıkarlarını korumak için çatışmayı kullanıyorlar. Bilim statiktir, bilim

bir olayın veya bir nesnenin var olduğunun tespitidir. Bilim bilineni gözler; bilim bilgi

yapma işlemidir; zihnin gözlemleyip tescil ettiği olgunun sözle, deyimidir. İnanç ise

bilim işleminin sonuçlandırdığı olguyu yani bu bilgiyi onaylaması ve tasdik etmesidir.

İnanç bilgi üretmez, üretilen bilgiyi kabul eder, onu benimser veya benimsemez. Bir

nesneyi kabul etmeye veya etmemeye karar veren irade yani istençtir. İşte felsefe statik

olan bu bilgiyi alır, evirir, çevirir ondan başka bilgiler üretir. Bunu felsefe yapar. Bunun

için felsefe bilimlerin anasıdır. Felsefe düşün ve seçenekler üretir, onların yanlış ve

doğrusunu kelam (teoloji) tartışır ve mantık bilgiler ve eylemler arasındaki bağlantıyı

kurar. Bunu şöyle biçimlendirdim: F.K.M.: Felsefe-Kelam-Mantık. Felsefe bilinmeyeni

bilme ve görünmeyeni görme bilimi ve sanatıdır. Bunu ancak akıl yapar. Akıl bilineni

bilir, bilinenden bilinmeyeni de çıkarımlar yaparak bilir. Bilime bilgi diyen akıldır, gözün

gördüğü bir nesnenin resmini bilgiye çeviren akıldır.


Evrimciler kendilerini çok mu kısıtladılar ve dar maddenin duvarlarıyla

çevrelediler?

Maddeci bu dünyanın olaylarını yöneten bir tanrının bulunmadığını kanıtlaması

gerekmediğini ve bilimsel açıdan olan bir şeyi doğa üstü bir güçle açıklamaya hakkı

olmadığını belirtmektedir. Güneş sisteminin teorisini sistematik bir biçimde geliştiren

Fransız matematikçi ve uzay bilimci Laplace bu durumun klasik bir örneğini vermişti.

Çalışmasında Tanrı’dan söz etmemiş olduğu kendisine bildirilince "Böyle bir varsayıma

gerek duymadım" demiştir.18 Çünkü felsefe yapmamış sadece gördüğünü tespit etmiştir.

Bilim çıkarım yapmaz, görmeyi yapar ve gördüğünü rapor eder. Çıkarsama ise aklın

işidir.

Maddecinin bilim tanımı ile Laplace’in deyimi arasında bir terslik yok, bir

uyumluluk vardır. Ben bilimi bu biçimde tanımlayan ve uygulayanları kendi bilim

çalışmalarında objektif görüyorum. Benim şu görüşüme uygun düşüyorlar. Bunlar

kendilerine verilmiş bir düzen içinde çalışıyorlar. Onlar için düzen kurulmuştur. Bir

fabrikada çalışan işçiler gibidirler. O fabrikayı kimin kurduğunu aramak soruşturmak

zorunda değillerdir. Onun için Tanrı’ya muhtaç olmazlar. Çünkü Tanrı düzen kurucudur.

Düzen kurmak isteyen düzenin dışına çıkar ve düzen kurmaya çalışır. Şimdi ben diyorum

ki; bir düzen kurmak isteyen Tanrı’ya muhtaçtır, ancak kurulu bir düzen içinde yaşamak

isteyen Tanrı’ya muhtaç değildir.

Yobaz ve militan dincilerin bunları Tanrısız sayıp saldırmaya ve kötülemeye

Kur’an’a göre hakları yoktur.

Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı kitabını altmış sene önce Arapçasından

okudum. Okudukça hoşuma gidiyor ve yaratıkların kökenini, nasıl var olmaya

başladıklarını öğrenmeye doğru yol alıyordum. Kitabı bitirdiğimde umduğumu

bulamamıştım. Varlıkların başlangıcı değil var olanlar anlatılıyordu. Bu makaleyi

yazarken Türkçesini İngilizcesiyle karşılaştırarak tekrar okudum. Eskiden bulamadığımı

yine bulamadım, ancak çok şey öğrendim.

İnsan düşüncesine egemen iki düşünce bulunur. Hangi olay olursa olsun, onun bir

nedeni, bir de amacı vardır. Hiçbir kimse bu iki ilkeden yalınlanmış olmaz, çünkü neden

ile amaç birbirinin çağrışımıdır. Dünyanın bütün kanunları bunların üzerine kurulmuştur

ve bunlarsız yaşam da yürümez. Aslında amaç olmazsa neden de olmaz, çünkü nedeni

harekete geçiren amaçtır. Her insan bunlara göre hareket eder ve başkasını gözetler.

Yaratılışçıların bir amacı olduğu gibi karşıtları bilimcilerin de bir amacı vardır. O

amaçlara göre hareket eder ve çalışırlar.

Bu böyle iken Darwin Kuramının amaçları arasında canlılar dünyasında amaç ya

da ereğe ilişkin hiçbir kanıt olmadığı söylenebilir. Çağrıştırılabilecek hiçbir tasarım

amaç ya da hedefi bu doğal dünyanın hiçbir yerinde bulamayız, ne de bunlar için bir kanıt

arayabiliriz. Oysa Darwin’in “Türlerin Kökeni” amaç ve nedenle doludur.


Darwin’in bilim ahlakı bakımından iki açık özelliği var. Biri, bildiğini

çekinmeden söylemesi, diğeri de bilim alçakgönüllülüğü ki, bilmediğini açıkça

söylemesidir. Türlerin Kökeni kitabında birçok bilginden yararlanmıştır. Bitkilerin ve

özellikle daha üst düzeyde hayvanların içgüdüleri ve nedenlere göre davranmaları ve

amaçları, hayvanlar arasındaki savaşlar, rekabetler, bitkilerde ve hayvanlardaki eşeysel

ilişkilerdeki amaçlarına bağlı kurallar, insanlarda bile olmayan titizlik ve amaçlar bence

apaçık görülmektedir.


Evrimciler bütün canlı varlıkları tek bir ata hücreden başlatma üzerinde söz birliği

etmiş gibi kararlı olmalarının yanında tutunmayan her türün başlangıç hücresinin ayrı

olduğunu söyleyenler de bulunuyor. Ancak, tek ata hücreden canlıların geldiğini kabul

edenlerin, varlıkların tek hücreden yayılışlarını gösteren şekiller açık bir düzen içinde

görülmüyor. Ağaç çizimi de bir şey ifade etmiyor. Daha mantıklı, tutarlı ve birbirine

uyumlu olarak ben bir daire düşünüyorum. Dairenin merkezinde ata hücre veya ana hücre

bulunur ve merkezden her yana varlık türleri dağılır. Bunların kaçıncı basamağında veya

halkasında değişim ve evrim oluyor onlar da gösterilir.

Ayrıca doğada sıçrama da olmaz, bu kuralın açıklanması gereği var. Mekanik bir

oluşum mu olacak, arada hiçbir engel ve tümsek olmayacak demek mi? Yoksa bununla

yaratmaya karşı mı çıkılıyor, çünkü yaratma sıçrama ve atlama veya patlama gibi yalın

bir olaydır. Ancak bir alt tabakadan bir üst tabakaya geçen bir temel kategori, iki tabaka

arasında bir kesintiye uğradığı için tabakalar boyu süren bir evrim çizgisinden söz

edilemez. Sonra doğal seçilim, doğal değişim veya doğal evrim derken doğanın ne

olduğunu bilmek gerekir. 


Doğa nedir? 

Onu çözümlemeden, bilmeden herhangi bilinmeyen bir şeye doğa demek ve ona bir takım görevler yüklemek, bir dogma olmazmı? Sorgusuz sualsiz bir şey dayatılıyor anlamını vermiyor mu? Bu doğa sözcüğü bazı

filozofların ortaya attıkları “apriory” bilgi gibi bilinmez bir şeye benziyor.

Benim burada üzerinde durabildiğim sözcükler, sözler ve kavramlar arasındaki

karışıklıklar, dogmatik deyimler ve çelişkilerdir. Bilimciler evrim olayının tanımını, bilim

olup olmadığını ve teori mi, hipotez mi olduğunu söyleme hakkına sahiptirler. Ben böyle

bir çalışmanın Kur’an’a uygunluğundan çok bir tavsiyesi olduğunu söyleyebilirim.

Alıntıladığım sözlerde evrimde hedef ve amaç olmadığı açıkça ortaya konduğu gibi

evrimsel olaylarda hedefin ve amacın açıkça ifade edildiğinin görülmesi bir karşıtlık, bir

çelişki ve karışıklık olmaz mı? Hayvanlar arasındaki savaşı kazanmak bir şey ifade

etmiyorsa evrimcilerin de bunca çalışmalarında ve karşıtlarına üstün gelmekte

çatışmalarında da amaçları yoksa bunca sıkıntının yararı nedir?

Sonra canlıların ilk hücreden nasıl erkeklik ve dişilik olarak ayrıldığı

düşünülmeli, hücreler kendi kendilerine mi vazife çıkardılar? Evrim bir olay mıdır yoksa

bir özdek veya töz (substance) mü dür? Bence bunun da tartışılması gerekir.

Richard Dawkins yazdığı “The God Delusion” adlı kitabının birinci bölümüne

Albert Einstein’ın bir sözü olan “içten inanan bir inançsız” başlığıyla başlıyor.

Yaratışçılar ile evrimcilerin karşı karşıya gelmelerinin sebebini her iki tarafın Tanrı’yı

yanlış anlamalarında görüyorum. Ancak her iki tarafın da Tanrı anlayışları aynıdır.

Yaratışçılar nasıl Tanrı’yı anlatıyorsa evrimciler de Tanrı’yı öyle anlıyor ve öyle biliyor.

Yaratışçılar Tanrı’yı anladıkları gibi bir baskı aracı olarak kullanıyor: Evrimcilerinde

böyle baskı aracı olarak kullanılan bir Tanrı’yı gerçek anlamıyla nasıl anlamak

gerektiğini ortaya koyup karşı çıkma imkanlarının olmaması veya böyle bir imkan

kullanmak istememeleri tartışmanın kaynağı oluyor.

21 Ö. Naci Soykan, Türkiyeden Felsefe Manzaraları, s.50, 1993, Bostancı, N. Hartmann, Almanya’da yeni

ontoloji cereyanı, çev. Takıyuddin Menguşoğlu, Felsefe Sözlüğü, c:1, s.2-3, İstanbul, 1966.

22 The God Delusion Türkçeye “Tanrı Yanılgısı” olarak çevrildi. Oysa ben onu “Tanrı Yanılsaması” olarak

çevirdim, yani “Tanrıyı Yanlış Anlama”.


Evrimcilerin küçük veya büyük kaçamakları olduğunu gördüğüm ilk ana veya ata

hücrenin nedeni ve amacı olmadığını söylemeleri ile Tanrı’nın da nedeni ve amacı

olmadığına benzetmek var diye düşünüyorum. Buna doğa diyorlar. İşte bu doğa Tanrı

oluyor. Sonra bu doğa canlılarda, bitki, hayvan ve insan, oluşmalarını gerçekleştiriyor.

Bunlarda hem nedenler hem amaçlar hem de tasarımlar ortaya çıkıyor ve çalışıyor,

çarpışıyorlar. Doğanın kendisinde olmayan bu nitelikler nasıl oluşuyor. Bu doğanın

yaptığı tam da Tanrı’nın yaptığı işler. Doğa kendi isteği ve seçeneğiyle bunları yaptığına

göre doğa Tanrı olmuş oluyor. Bu sanki panteistlerin tanrısı gibi bütün olayların içinde

yer alıyor. Evrimciler doğaya açıkça tanrı demekten kaçınmaları ile dincilerin Tanrı

anlayışıyla örtüşmesini istemiyorlar.

Dincilerin akılcı teologları bu durumu iyi tespit ederek, evrimcilere şöyle

diyebilirler. Sizin doğa dediğiniz bizim tanrının sözü (logosu) dür. Tanrı’nın yaratma

işlemidir diyerek evrimcileri kendi evrensel Tanrı anlayışına alıp onları da kendilerinden

saymaları ile çözmüş olurlar. Evrimciler sadece canlı varlıklardaki olayları doğaya

yaptırıyorlar. Oysa evren yalnız canlılardan oluşmuyor. Aslında evrimciler Tanrı

sözcüğünü kullanmayıp aynı işleri yapan doğa sözcüğünü kullanmakla tarihi bir

düşünceyi de gündemleştiriyor ve kendilerine bir ayrıcalık veriyorlar. İnsanın bir

ayrıcalık sahibi olması onun yaratılış felsefesinde ve özünde bulunmaktadır.

Biz, burada din ve bilim arasındaki sorunu çözmeye çalışıyoruz. Aslında

insandaki bu bilinci nasıl ussallaştırıp medenileştireceğimizi de biz bilmek zorundayız.

Yoksa dini sorunları Xenophanes’in anlattığı at zihniyetinde olan dindarların elinde

bırakırız ki, bu da bugüne kadar varolan çatışmaların devam etmesine sebep olur.

Bağdat İlahiyat Fakültesinde (1951) tefsir hocamıza Kur’an’dan atalar dinini

şiddetle reddeden bir ayeti okudum ve dedim ki, bu ayet ve benzerleri atalara uymayı

lanetlediği halde24 bizim atalara uymamız çelişik değil mi? Kur’an’a ters değil mi? Bu

ayetleri biliyoruz ama anlamıyoruz. Kur’an’da Yahudi hahamları ve Hıristiyan

papazlarını da kınayan şu ayeti okudum:

“Yahudiler ve Hıristiyanlar Tanrı’yı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve

Meryemoğlu Mesihi Rabler olarak (Tanrılar) olarak edindiler; oysa tek Tanrıdan

başkasına tapmamakla emrolunmuşlardı.” Hahamlar ve papazlar Hz. Muhammed’e

itiraz ederek biz onları rab (Tanrı) edinmiyoruz, dediklerinde, Hz. Muhammed onlara,

“onların haram dediğine siz de haram ve helal dediğine siz de helal demiyor musunuz?”

Onlar “Evet”, deyince, “işte bu onları tanrı edinmektir” dedi.

Bunları biliyoruz, ama anlamıyoruz. Anlamadığımız nedir? Bizim de onlar gibi

yapmış olduğumuzu yani biz de din adamlarımızı tanrı kabul ettiğimizi anlamıyoruz.

Dincilerin, ne bilgilerinin ne de dinlerinin gereği olarak insanın maymuna veya

maymunun insana benzemesine karşı çıkmamaları gerekirdi. Karşı çıkmalarında

gelenekten gelen bir peşin düşünün ve inancın etkisi olmalıdır.

Üzerinde durmak istediğim konu Kur’an’ın dünya bilimine ve bilim adamlarına

ne gibi katkıda bulunabileceğini özet olarak sunmaktır. Öncelikle şunu vurgulamak doğru

olacaktır. İslam dininin adını Kur’an koymuştur. İslam kök sözcük olarak doğru olana

içtenlikle sahip olmak ve sahip çıkmaktır. Kur’an Arapçadır diye İslam dini Arapların

dini olmadığı gibi Hz. Muhammed aracılığıyla geldi diye de Muhammed’in dini değildir.


Hz. Muhammed’in Kur’an’ın oluşumunda bir katkısı yoktur. Kur’an Tanrı’nın kitabı ve

İslam da Tanrı’nın dinidir. Tanrı bütün insanların yaratıcısı olmasından dolayı da İslam

bütün insanların dinidir. Her zaman ve her asırda bütün bilim adamları, objektif olarak

akla ve bilime dayanarak Kur’an’ı anlama ve anladığını anlatma hakkına sahiptir. Bu hak

Kur’an’ın sahibi tarafından verilmiştir. Hz. Muhammed’den sonra hiçbir kişiye ve aileye

Kur’an’ı anlama özelliği verilmemiştir. Kur’an’ı anlamanın iki kaynağı vardır. Biri

akıldır, ikincisi deneyim bilgisidir. Bu ikiyi birinciye indirgemek yani akla vermek

mümkündür. Çünkü bilimi yapan akıldır.


İster yaratılışçılar olsun, ister evrimciler olsun, bunların sorunu insanlık

sorunudur. Her ikisi de insandır. Yaratılışçılara göre her şeyi Tanrı yarattığına göre

evrimcileri de Tanrı yaratmıştır. Öyle ise onlardaki bir eksiklik ve bozukluk savını ortaya

atmak, dolaylı veya doğrudan onları yaratanı suçlamak olur. Evrimcilere göre de insan

evrimden meydana gelmiştir. Yaratılışçılar da insan olduklarına göre onlarda

evrimleşerek var olmuşlardır. Onları suçlamak onları meydana getiren evrimi de

suçlamak olur. Her iki taraf haklı ise, her iki kökende yaptığı işi tam yapamamıştır. Her

iki taraf haksız ise demek ki her iki tarafta kökenlerini iyi tanıyamamıştır. Yaratılışçılar

da Tanrı’yı yanlış anlamışlardır. Evrimciler de evrime verdikleri gücü çok aşırılığa

ulaştırmışlar ve ona Tanrıcıların tanrılık görevini yüklemişlerdir. Öyle ise sorun ve

çözüm nedir?

Benim anlayışıma göre, evrenin şaşmaz, bozulmaz, durmaz, kesintiye uğramaz

evrensel kanunları ve tasarımları vardır. Tanrı evrensel kanunları kesip arıza bir olaya yol

vermez. Eğer bilinmeyen tuhaf olaylar meydana geliyorsa onlar başka bir kanuna göre

oluyordur. O kanunu insanlar zamanlarında keşfedemedikleri için onlara mucize adını

vermişlerdir.

Değişimlerin kökeninin nasıl evrimleştiği sorusuna Darwin akıllıca bir

bilinemezlik sözü ile cevap verdi. Değişimlerin niçin veya nasıl olduğuna cevap vermedi.

David Hume şunu söylüyor:

“Tanrı kötülüğü yok etmeyi istiyor da yapamıyor mu? O zaman Tanrı

kudretsizdir. Yok etme gücü var fakat etmiyor mu? O zaman kötü niyetlidir. Tanrı hem

kadir hem de iradesi varsa? O zaman neden şeytan? ”

Öyle sanıyorum ki David Hume’un Tanrı’yı sorgulamaya yönelttiği soru aynı

zamanda evrimcilere de yöneltilmiş sayılır.



Beşten, üç çıkarsa kaç kalır?
Geri
Top