Bilim ve Felsefeyi kapsayan ve Bilim Felsefesi adı altında özelleştirilmiş bir konunun kısa bir konuşma süresi içinde, bütün yönleriyle incelenmesi, irdelenmesi, tartışılması ve yorumlanmasının ne denli zor olduğu ortadadır.
Bu neden de ayrıntılarda oyalanmadan, en genel biçimiyle ve anlaşılır olma kaygısı içinde konuyu ele almayı yeğ tuttum. Anlaşılır olma kaygısı diyorum, çünkü her kavramı ayrı ayrı tanım isteyen ve tek bir imlem, tanım ve yönlendirmenin dahi büyük önem taşıdığı bir konuyu işlemenin sorumluluğunun bilincindeyim.
Bu çalışmada öğretici ya da aktarıcı olmaktan çok, tartışma olanağı doğuracak seçmeli bir serimleme yolu tutulmuştur.
Yeniçağdan bugüne felsefe, doğa bilimleri, toplumbilim ve sanat gibi konular için yapılan değerlendirmeler, zorunlu olarak bir tarihsellik içinde ele alınmaktadır.
Çalışmamızda da bu tutum benimsenmiş ve izlenmiştir.
"Felsefe" sözcüğü Grekçe kökenli olup, asıl anlamını pratik yaşamda bulan, iki ayrı sözcükten oluşmuştur.
"Sophia" sözcüğü, ilk olarak zekâ , beceri, iş bilirlik ve yapabilme gücü anlamında kullanılmıştır. Onun taşıdığı "Bilme" ve "Bilgelik" anlamları ikincildir.
Greklerin "Sophos" dan öncelikle anladıkları şey "beceri ve iktidar sahibi kişi” dir.
Bu bağlamda Sophist: “yaşam deneyimi olan yetkin kişi” demektir.
Philos ise, dost, arkadaş, seven demektir.
Birleşik olarak da Philosoph: öncelikle deneyimli olmaya istekli, sonrada (yapabilmek için) bilmeye, sevgi ve ilgi duyan kişidir.
Felsefe, insan kültürünün belli bir aşamasında, insanın kendisini, evreni ve içinde yaşadığı çevreyi anlamak için başvurulan bir düşünce biçimi olarak ortaya çıktı.
Antik Yunan Döneminde din ve mitolojilere karşın, insanın kendisi ve evren hakkında Neyi ve Nasıl bileceğine felsefe yoluyla yanıtlar arandı. Bu dönemde felsefe, geleneksel mitoloji ve din ile aralarında belirgin bir ayrım olmaksızın yapılıyordu. Daha sonra felsefenin konusu, doğa ve insan aklının incelenmesi yönünde açık bir tutum kazandı. Böylece din ve mitolojinin Tanrı dışındaki diğer ögeleri terk edilmiş oldu, ancak, Tanrı kavramı felsefenin içinde yer almakta devam etti. Bir başka deyişle mitolojik ve dinsel dogmaların felsefe ile açıklanmasının gayretine girişildi.
Bu tutum, dinin felsefe içinde yaşaması demek olan Metafizik anlayışı oluşturdu.
Çağında ilerici bir yaklaşım olan bu anlayış, tartışılmaz olan dogmatik yapıların tartışılabilir duruma gelmesini sağlamış oldu.
Aynı dönemde bilimin de, felsefenin konusu içinde olduğunu görmekteyiz.
Örneğin; Thales, Pythagoras ve öğrencileri, matematikçi ve fizikçiydiler. Platon, kendi akademisinin girişine “Geometri bilmeyen içeri girmesin” diye yazdırmıştı.
Aristoteles ise döneminin felsefe ve bilimlerini ansiklopedik bir biçimde kapsayan eserler vermişti.
Böylece Antik Yunan Döneminde, din karşısında felsefe özerkliğini kazanırken, bilim, felsefenin konusu içinde kalmakta devam ediyordu.
Bu anlatım içinde Batı Düşüncesinde hareket noktası olarak salt Antik Yunan’ın alınmış olması yanıltıcı görülebilir. Antik Yunan Düşüncesi; Eski Mısır, Mezopotamya, Kafkas ve hatta Hint ve Çin düşünceleri ile etkileşerek oluşmuştu. Bu etkileşimde Eski Mısır Uygarlığının ön planda olduğunu söyleyebiliriz.
Thales, doga ve geometri bilgilerini, Pythagoras, matematik, geometri ve astronomiye ait bilgileri, Solon, hukuk bilgilerini, Orpheus, mistik bilgileri ve felsefeyi Mısır’da uzun süren eğitimleri sonucu olarak Antik Yunan’a taşımışlardı.
Aristoteles sonrası Rönesans’a kadar sürecek olan skolastik dönemde Hıristiyanlığın etkisi altına giren felsefe, daha çok din ve tanrı konularını incelemekle yetinmiş ve felsefenin Antik Yunan’daki özerkliği ortadan kalkmıştır.
Bu dönemde de felsefeden bağımsız olarak ele alınamamış olan bilim, ünlü deyişle karanlığa gömülmüştür. Ancak, Skolastik dönemin tüm baskılarına karşın, etkileşimi oldukça sınırlı kalan ama yine de Antik Yunan’ın devamı sayılabilecek bazı önemli çalışmaların sürdürüldüğü de bir gerçektir.
Bilgi ve praksis alanında Augustinus, insan düşünmesi ve bilgi alanında Abaelardus, töz, neden ve kategoriler alanında Aquino’lu Thomas, mantık alanında Porphyrios, mantık ve bilgi alanında Ockham’lı William, varlık alanında da Anselmus’un çalışmaları ve eserleri sonraki düşünce akımlarının hazırlayıcısı olarak dikkate değerdir.
Rönesans, adından da anlaşılacağı gibi yeniden doğuşu simgelemektedir. Bu dönemde kilisenin baskılarına karşı felsefe, sanat, bilim ve ekonomi politik alanlarda Antik Yunan Dönemini andıran, ama yeni koşullar altında bir uyanış ve aydınlanma süreci başlamıştır. Rönesans’ın etkisi ile X V II. yüzyıl ve sonralarında felsefe, din, sanat ve bilim birbirlerinden ayrılarak özerkliklerine kavuşmaya başladılar.
XVII. yüzyıl filozoflarının çoğu aynı zamanda bilim adamıydılar. Din otoritesinden kurtulan felsefe, konusunu yeniden doga ve insan aklı üzerine yoğunlaştırdı. Bir kısım felsefeciler, bilginin dinsel dogmalardan değil, deney ve akla dayalı yöntemler yardımı ile elde edilebileceğinde birleştiler.
Bir yandan da, birbirinden ayrılan din, felsefe, sanat ve bilim gerçekte felsefi bir tutumu içlerinde barındırıyorlardı. Örneğin, Ortaçağın bitmesi ile din ortadan kalkmış olmadı. Skolastik dönemdeki gibi felsefe ile ilişkisini sürdürmekte devam etti.
Böylece giderek Din Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Bilim Felsefesi biçimleri oluşmaya başladı. Bu durumda din, sanat ve bilimi ele alamayacak olan felsefenin ilgi alanı ne olacaktı?.
Yanıt olarak; salt felsefe ya da felsefe için felsefe yapmanın gerekliliği önerisi ile kendi üzerine dönerek felsefe de özerkleşme yolunu tuttu.
Başka deyişle felsefe, akıl yürütmenin mantıksal çözümlemeleri, kavramlaştırma ve sistemleştirme ile uğraşarak, felsefe nasıl yapılmalı sorunu üzerinde yoğunlaştı.
Buraya kadar yapılan açıklamaları dönemlerine göre özetleyecek olursak:
Antikçağda felsefe: ( İ.Ö. 600-İ.S. 500)
İnsan kendisini her şeyi kapsayan bir bütünün, “kozmos”un küçük bir parçası olarak kavrar. Kozmosa sonsuz bir yasa (“nomos physikos”, “lex naturalis”, “doğa yasası”) egemendir görüşü kabul edilir. Felsefede en yüksek amaç nesnelerin tanrısallıkla bir olan özünü seyretmektir. ("Theoria")
Ortaçağda felsefe (İ.S. 500-1400)
“Anlam evrende değil, onu yapandadır ve bu anlama ancak onu yapana duyulan kişisel bir inançla varılabilir” görüşü egemendir. Bu bakımdan evrenin kendi başına bir değeri olmadığı, değerinin ikincil olduğu ve felsefenin de "bu evrendeki bilgelik" olarak inanca dayalı olması gereği kabul edilmiştir.
Çağın sonlarında ise felsefe ve din ayrılmaya başladığında, felsefenin “akıl doğrusu”na teolojinin ise “inanç doğrusu”na yöneldiği belirtilerek bir “çifte doğruluk” anlayışı ortaya çıkmıştır.
Yeniçağda felsefe (1400/1600 - XIX. yüzyıl ortaları)
Yeni düşünce giderek artan bir şekilde insanı merkeze alır. Descartes’in "cogito ergo sum" (kendimin bilincindeyim o halde varım) önermesi, felsefe yapmak için dayanılması gereken temel ilke olur.
Daha sonra Kant’ın “Kopernikus benzeri devrimi”nde en yüksek noktaya yerleşir. Böylece felsefi evreni aydınlatan “Yeni Güneş”, ne Greklerin “kozmos”u ne de Ortaçağın “Tanrı”sı olur; bu yeni güneş insan aklından başka bir şey değildir.
Bu dönemde iki büyük akım egemendir. Rasyonalizm ve Ampirizm.
Rasyonalizm insanı öncelikle bir akıl varlığı olarak görür ve aklı son başvuru yeri sayar. Ampirizm için ise insan, bir duyu varlığıdır ve duyusal deney, her türlü felsefenin dayanması gereken zemindir.
Yeniçağın sonlarında, Alman idealizmi adı altındaki bir akım, Greklerin makro kozmos (evren) mikro kozmos (insan) öğretisine gelişmiş ve zenginleşmiş olarak tekrar döner.
Bu dönemde "gerçeklik", antropomorfize edilmiş eş deyişle insana türdeş kılınmış bir Tanrının (dünya tini, akıl) kendini açımlaması ve bir tarihsel gelişim süreci olarak anlaşılır ve açıklanır. (Kant, Fichte, Schelling, Hegel)
Çağdaş felsefe (XIX. yüzyıldan günümüze)
Alman idealizminin parçalanıp dağılmasıyla başladığı kabul edilen felsefi döneme genel olarak Çağdaş felsefe denir. Bu felsefe somut insana, onun tarihsel yaşamına ve bu yaşamın her türlü fenomenine derinliğine yönelmek ister.
Yeniçağ idealizmi, “tin ve düşünce”yi yüceltmişti. Çağdaş felsefe ise “tin” ve “düşünce” egemenliğine son vererek onları yaşamda ortaya çıkan fenomenler olarak görür. Onlar, olsa olsa, her kültürde değişik biçimde ortaya çıkan insani yaşamın yansımaları olarak alınabilirler.
Bu demektir ki tüm insanlığa egemen bir “tin” bir “ide” yoktur. Buna karşın kültürlere göre özelleşmiş “göreli dünya görüşleri” vardır.
Çağdaş felsefenin karakteristiği de şöyle belirlenebilir; Her türlü kültür fenomeni gibi felsefe de "insansal anlam vermelerin" ürünüdür. Onun yeşereceği en iyi or tam ise “çoğulcu toplum modeli” dir.
Yeniçağda başlatılan ve yakınçağda pekişen bilgilenme ve yaşamın bilimselleştirilmesi çabası özellikle demokratik toplumlarda geniş kabul gördü. Felsefe ve bilim, diğer unsurlar gibi yaşamın dinamikleri arasında ele alınır oldu.
Bu bağlamda Bilim Felsefesi’nin ne olduğu ve toplum yaşamına ne gibi etkilerde bulunduğu üzerine yoğun çalışmalar oluşturuldu.
Bu neden de ayrıntılarda oyalanmadan, en genel biçimiyle ve anlaşılır olma kaygısı içinde konuyu ele almayı yeğ tuttum. Anlaşılır olma kaygısı diyorum, çünkü her kavramı ayrı ayrı tanım isteyen ve tek bir imlem, tanım ve yönlendirmenin dahi büyük önem taşıdığı bir konuyu işlemenin sorumluluğunun bilincindeyim.
Bu çalışmada öğretici ya da aktarıcı olmaktan çok, tartışma olanağı doğuracak seçmeli bir serimleme yolu tutulmuştur.
Yeniçağdan bugüne felsefe, doğa bilimleri, toplumbilim ve sanat gibi konular için yapılan değerlendirmeler, zorunlu olarak bir tarihsellik içinde ele alınmaktadır.
Çalışmamızda da bu tutum benimsenmiş ve izlenmiştir.
"Felsefe" sözcüğü Grekçe kökenli olup, asıl anlamını pratik yaşamda bulan, iki ayrı sözcükten oluşmuştur.
"Sophia" sözcüğü, ilk olarak zekâ , beceri, iş bilirlik ve yapabilme gücü anlamında kullanılmıştır. Onun taşıdığı "Bilme" ve "Bilgelik" anlamları ikincildir.
Greklerin "Sophos" dan öncelikle anladıkları şey "beceri ve iktidar sahibi kişi” dir.
Bu bağlamda Sophist: “yaşam deneyimi olan yetkin kişi” demektir.
Philos ise, dost, arkadaş, seven demektir.
Birleşik olarak da Philosoph: öncelikle deneyimli olmaya istekli, sonrada (yapabilmek için) bilmeye, sevgi ve ilgi duyan kişidir.
Felsefe, insan kültürünün belli bir aşamasında, insanın kendisini, evreni ve içinde yaşadığı çevreyi anlamak için başvurulan bir düşünce biçimi olarak ortaya çıktı.
Antik Yunan Döneminde din ve mitolojilere karşın, insanın kendisi ve evren hakkında Neyi ve Nasıl bileceğine felsefe yoluyla yanıtlar arandı. Bu dönemde felsefe, geleneksel mitoloji ve din ile aralarında belirgin bir ayrım olmaksızın yapılıyordu. Daha sonra felsefenin konusu, doğa ve insan aklının incelenmesi yönünde açık bir tutum kazandı. Böylece din ve mitolojinin Tanrı dışındaki diğer ögeleri terk edilmiş oldu, ancak, Tanrı kavramı felsefenin içinde yer almakta devam etti. Bir başka deyişle mitolojik ve dinsel dogmaların felsefe ile açıklanmasının gayretine girişildi.
Bu tutum, dinin felsefe içinde yaşaması demek olan Metafizik anlayışı oluşturdu.
Çağında ilerici bir yaklaşım olan bu anlayış, tartışılmaz olan dogmatik yapıların tartışılabilir duruma gelmesini sağlamış oldu.
Aynı dönemde bilimin de, felsefenin konusu içinde olduğunu görmekteyiz.
Örneğin; Thales, Pythagoras ve öğrencileri, matematikçi ve fizikçiydiler. Platon, kendi akademisinin girişine “Geometri bilmeyen içeri girmesin” diye yazdırmıştı.
Aristoteles ise döneminin felsefe ve bilimlerini ansiklopedik bir biçimde kapsayan eserler vermişti.
Böylece Antik Yunan Döneminde, din karşısında felsefe özerkliğini kazanırken, bilim, felsefenin konusu içinde kalmakta devam ediyordu.
Bu anlatım içinde Batı Düşüncesinde hareket noktası olarak salt Antik Yunan’ın alınmış olması yanıltıcı görülebilir. Antik Yunan Düşüncesi; Eski Mısır, Mezopotamya, Kafkas ve hatta Hint ve Çin düşünceleri ile etkileşerek oluşmuştu. Bu etkileşimde Eski Mısır Uygarlığının ön planda olduğunu söyleyebiliriz.
Thales, doga ve geometri bilgilerini, Pythagoras, matematik, geometri ve astronomiye ait bilgileri, Solon, hukuk bilgilerini, Orpheus, mistik bilgileri ve felsefeyi Mısır’da uzun süren eğitimleri sonucu olarak Antik Yunan’a taşımışlardı.
Aristoteles sonrası Rönesans’a kadar sürecek olan skolastik dönemde Hıristiyanlığın etkisi altına giren felsefe, daha çok din ve tanrı konularını incelemekle yetinmiş ve felsefenin Antik Yunan’daki özerkliği ortadan kalkmıştır.
Bu dönemde de felsefeden bağımsız olarak ele alınamamış olan bilim, ünlü deyişle karanlığa gömülmüştür. Ancak, Skolastik dönemin tüm baskılarına karşın, etkileşimi oldukça sınırlı kalan ama yine de Antik Yunan’ın devamı sayılabilecek bazı önemli çalışmaların sürdürüldüğü de bir gerçektir.
Bilgi ve praksis alanında Augustinus, insan düşünmesi ve bilgi alanında Abaelardus, töz, neden ve kategoriler alanında Aquino’lu Thomas, mantık alanında Porphyrios, mantık ve bilgi alanında Ockham’lı William, varlık alanında da Anselmus’un çalışmaları ve eserleri sonraki düşünce akımlarının hazırlayıcısı olarak dikkate değerdir.
Rönesans, adından da anlaşılacağı gibi yeniden doğuşu simgelemektedir. Bu dönemde kilisenin baskılarına karşı felsefe, sanat, bilim ve ekonomi politik alanlarda Antik Yunan Dönemini andıran, ama yeni koşullar altında bir uyanış ve aydınlanma süreci başlamıştır. Rönesans’ın etkisi ile X V II. yüzyıl ve sonralarında felsefe, din, sanat ve bilim birbirlerinden ayrılarak özerkliklerine kavuşmaya başladılar.
XVII. yüzyıl filozoflarının çoğu aynı zamanda bilim adamıydılar. Din otoritesinden kurtulan felsefe, konusunu yeniden doga ve insan aklı üzerine yoğunlaştırdı. Bir kısım felsefeciler, bilginin dinsel dogmalardan değil, deney ve akla dayalı yöntemler yardımı ile elde edilebileceğinde birleştiler.
Bir yandan da, birbirinden ayrılan din, felsefe, sanat ve bilim gerçekte felsefi bir tutumu içlerinde barındırıyorlardı. Örneğin, Ortaçağın bitmesi ile din ortadan kalkmış olmadı. Skolastik dönemdeki gibi felsefe ile ilişkisini sürdürmekte devam etti.
Böylece giderek Din Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Bilim Felsefesi biçimleri oluşmaya başladı. Bu durumda din, sanat ve bilimi ele alamayacak olan felsefenin ilgi alanı ne olacaktı?.
Yanıt olarak; salt felsefe ya da felsefe için felsefe yapmanın gerekliliği önerisi ile kendi üzerine dönerek felsefe de özerkleşme yolunu tuttu.
Başka deyişle felsefe, akıl yürütmenin mantıksal çözümlemeleri, kavramlaştırma ve sistemleştirme ile uğraşarak, felsefe nasıl yapılmalı sorunu üzerinde yoğunlaştı.
Buraya kadar yapılan açıklamaları dönemlerine göre özetleyecek olursak:
Antikçağda felsefe: ( İ.Ö. 600-İ.S. 500)
İnsan kendisini her şeyi kapsayan bir bütünün, “kozmos”un küçük bir parçası olarak kavrar. Kozmosa sonsuz bir yasa (“nomos physikos”, “lex naturalis”, “doğa yasası”) egemendir görüşü kabul edilir. Felsefede en yüksek amaç nesnelerin tanrısallıkla bir olan özünü seyretmektir. ("Theoria")
Ortaçağda felsefe (İ.S. 500-1400)
“Anlam evrende değil, onu yapandadır ve bu anlama ancak onu yapana duyulan kişisel bir inançla varılabilir” görüşü egemendir. Bu bakımdan evrenin kendi başına bir değeri olmadığı, değerinin ikincil olduğu ve felsefenin de "bu evrendeki bilgelik" olarak inanca dayalı olması gereği kabul edilmiştir.
Çağın sonlarında ise felsefe ve din ayrılmaya başladığında, felsefenin “akıl doğrusu”na teolojinin ise “inanç doğrusu”na yöneldiği belirtilerek bir “çifte doğruluk” anlayışı ortaya çıkmıştır.
Yeniçağda felsefe (1400/1600 - XIX. yüzyıl ortaları)
Yeni düşünce giderek artan bir şekilde insanı merkeze alır. Descartes’in "cogito ergo sum" (kendimin bilincindeyim o halde varım) önermesi, felsefe yapmak için dayanılması gereken temel ilke olur.
Daha sonra Kant’ın “Kopernikus benzeri devrimi”nde en yüksek noktaya yerleşir. Böylece felsefi evreni aydınlatan “Yeni Güneş”, ne Greklerin “kozmos”u ne de Ortaçağın “Tanrı”sı olur; bu yeni güneş insan aklından başka bir şey değildir.
Bu dönemde iki büyük akım egemendir. Rasyonalizm ve Ampirizm.
Rasyonalizm insanı öncelikle bir akıl varlığı olarak görür ve aklı son başvuru yeri sayar. Ampirizm için ise insan, bir duyu varlığıdır ve duyusal deney, her türlü felsefenin dayanması gereken zemindir.
Yeniçağın sonlarında, Alman idealizmi adı altındaki bir akım, Greklerin makro kozmos (evren) mikro kozmos (insan) öğretisine gelişmiş ve zenginleşmiş olarak tekrar döner.
Bu dönemde "gerçeklik", antropomorfize edilmiş eş deyişle insana türdeş kılınmış bir Tanrının (dünya tini, akıl) kendini açımlaması ve bir tarihsel gelişim süreci olarak anlaşılır ve açıklanır. (Kant, Fichte, Schelling, Hegel)
Çağdaş felsefe (XIX. yüzyıldan günümüze)
Alman idealizminin parçalanıp dağılmasıyla başladığı kabul edilen felsefi döneme genel olarak Çağdaş felsefe denir. Bu felsefe somut insana, onun tarihsel yaşamına ve bu yaşamın her türlü fenomenine derinliğine yönelmek ister.
Yeniçağ idealizmi, “tin ve düşünce”yi yüceltmişti. Çağdaş felsefe ise “tin” ve “düşünce” egemenliğine son vererek onları yaşamda ortaya çıkan fenomenler olarak görür. Onlar, olsa olsa, her kültürde değişik biçimde ortaya çıkan insani yaşamın yansımaları olarak alınabilirler.
Bu demektir ki tüm insanlığa egemen bir “tin” bir “ide” yoktur. Buna karşın kültürlere göre özelleşmiş “göreli dünya görüşleri” vardır.
Çağdaş felsefenin karakteristiği de şöyle belirlenebilir; Her türlü kültür fenomeni gibi felsefe de "insansal anlam vermelerin" ürünüdür. Onun yeşereceği en iyi or tam ise “çoğulcu toplum modeli” dir.
Yeniçağda başlatılan ve yakınçağda pekişen bilgilenme ve yaşamın bilimselleştirilmesi çabası özellikle demokratik toplumlarda geniş kabul gördü. Felsefe ve bilim, diğer unsurlar gibi yaşamın dinamikleri arasında ele alınır oldu.
Bu bağlamda Bilim Felsefesi’nin ne olduğu ve toplum yaşamına ne gibi etkilerde bulunduğu üzerine yoğun çalışmalar oluşturuldu.