Rüzgâr uğuldadı yine.
Gün ortasıydı ve gökyüzü güneşsizdi. Etraf, dalgalı beyaz bir deniz... Hava uğultulu, buslu, serpintili, ufuksuz, boğuk bir aydınlık...
Rüzgar yine uğuldadı..
Rüzgârın her uğuldayışında dudaklarından; ‘’Allahu Ekber!’’ nidası yükseldi.
Bin üç yüz onuncu uğuldayışıydı rüzgârın.
Karlı tepeler savrulup savrulup üzerlerinde geliyordu. Soğuk, hep soğuk, yalnızca soğuk... Allahuekber Dağlarının soğuğu ne de yamandı böyle.
Bedenleri karlı tepelerde dolaşırken yürekleri tevekkülün yamaçlarında dolaşıyordu ve bundandır ki yürekleri ürkmüyordu tipiden.
Çarığının içinde parmağını oynatmaya çalıştı. Hissetmedi ayak parmaklarını. Ufka baktı acı acı. Ufuk görünmüyordu. Yok yok, görünüyordu aslında. Ufuk hemen önlerindeydi. Rüzgârın acı acı uğuldaması tüylerini de ürpertmiyordu. Çünkü tüylerinin ürperişini de hissetmiyordu.
Rüzgârın bin yedi yüzüncü uğuldayışını duydu ve hissetti.
Bunu hissetmemesi ne mümkündü. Her taraf rüzgâra ve yerden savrulan karın sesine teslim olmuştu. Yer yer uğuldayan kurtlar, çakallar ve bilumum yabani hayvanların sesi de duyulmaz olmuştu. Rüzgâra ve tipiye direnen sadece birerli kolda ilerleyen ve takati tükenmek üzere olan Türk askerleriydi.
Zemin değişkendi, ürkütücüydü, yutucuydu, renksizdi. Satılmış’ın ayaklarında karıncalanma ve sinirlerinde uyuşma vardı. Birliğin epey gerisinde kalmıştı. Hızlanmalıydı. Herşey umutsuzluğu fısıldıyordu ama direnmeli ve hızlanmalıydı.
Zemin, dipsiz beyaz bir kuyu… Zaman; yelkovansız, akrepsiz ve rakamsız...
Sıcak bir ocağın başında olsaydı şimdi. Yumuşak minderin üzerine kurulsaydı ocağın başında. Ateşin yalazı yüzünü yalasaydı. Ocağın üstünde çorba kaynıyor olsaydı. Bir de, bir de sevdikleri olsaydı ocağın başında.
Rüzgâr kaçıncı kez uğuldamıştı unuttu bu kez.
Unutmamak ne mümkün? Dudaklarından; ‘’Allahu Ekber!’’ nidası daha düşmeden, diğeri uğulduyordu rüzgârın çünkü
Yine uğuldadı rüzgâr, acı bir anne feryadı gibi.
Zira rüzgârın her uğuldayışı bir annenin yüreğine figan düşürüyordu. Rüzgârın her uğuldayışında bir ana kuzusu dizlerinin üzerine çöküp kar ortasında işaret taşı gibi öylece kalakalıyordu.
Uykusuz gecelerin isyan eden sesi gibiydi rüzgârın uğultusu. Aslında bir de hırt hırt eden zeminin sesi vardı.
Her adımda biraz daha seyrelen...
Her hırt hırt sesinden sonra
bir yiğidi daha bağrına emen…
Kuruyan adımları bağrına gömen…
Ve nafile yakarışlar, serzenişler, çırpınışlar..
.
Birçoğu evliydi askerin. Her adımın karlı zeminde susuşu, birkaç yetimin de ağlayışı demekti aynı zamanda. Umutlar buz tutar mıydı? Umutlar, buz tutuyor, buz oluyordu işte. Nice umutlar Allahuekber Dağları’nda buz olup kalakalıyordu öylece.
En son uğuldayış; bir uğultu muydu yoksa teninde hissettiği bir ürperiş miydi ayırt edemedi.
Her yanı sallanan yaşlı, ahşap bir yalı gibi sendeledi. Bacakları titredi Satılmış’ın. Kolonlarından darbe alan bir bina gibi titredi bacakları. Birden umutları da sarsıldı bedeni gibi. Rüzgârın uğultusunu duymaya çalıştı. Çünkü bu uğuldayış da hayatın sesiydi.
Rüzgârın yeni bir uğuldayışını duyunca mutlu oldu bu kez. Yine, ‘’Allahu Ekber!’’ nidası döküldü dudaklarından belli belirsiz.
Tam da kendini koyuverecekti ki; bu ‘’Allahu Ekber!’’ nidası, kalorifer borularına yürüyen sıcak su gibi geldi tenine.
Rüzgâr uğuldadı, zemin aktı, zaman savurdu...
Durmamalıydı. Zaman gecenin ayazına gebeydi ve galiba akşam oluyordu. Çünkü zemin biraz daha solgun oluyordu gitgide. Ya da gözlerinin feri sönüyordu. Gecenin ayazı tenlere daha saldıracaktı. Aç kurtlar uluyacaktı sonra, tenlere saldırmak umuduyla.
Kurtlar... uluyorlardı işte. Rüzgârın ve zeminin sesine bir de kurt sesi eklenmişti.
Evet, galiba gece oluyordu. Kurtların uluması iyi aslında, diye düşündü. Beyaz bir döşeği andıran zeminde uyuma hissini, insanın içinden alan bir sesti kurt sesi. Ölümü hatırlatan, ürperten bir ses...
Geride, donup kalmış arkadaşlarının cesetlerini yiyen kurt görüntüleri hiç aklından gitmiyordu. Çölün akbabaları neyse, karın kurdu da oydu.
Donma, tatlı bir uyuşukluk ve karşı konulması güç tatlı bir uyku hâliyle başlıyordu. Askerler bu tatlı uyku haline karşı koymakta güçlük çekiyorlar ve bu rahatlığa kendilerini bırakıveriyorlardı. Bu bir gönüllü ölüm değildi, cenneti arzulayış değildi, bu bambaşka, anlatılmaz bir şeydi. Hani Mevlana’ya ‘’Aşk nedir?’’ diye sorduklarında, ‘‘Ol da gör’’ demişti ya, işte öyle bir şeydi bu. Anlamak için, donmak gerekti.
Rüzgâr yine bilmem kaçıncı kez uğuldayıp sustu.
Islık çalmaya çalıştı. Önündekilere bir şeyler diyecekmiş gibiydi.
Bir keresinde; ’’Ben ardınızdan ıslık çalarsam bilin ki donmak üzereyim demektir. O zaman bana yardım edersiniz’’ demişti.
Dudaklarını ıslık çalma vaziyetine getirdi. Ama yapamadı. Göğsünden kopup gelen hava olduğu gibi ağzında çıkıverdi ve buhar oldu. Tıpkı hayat gibi... Dudakları uyuşmak üzereydi. Silahını tuttuğu elinin parmaklarını oynatmak istedi. Parmakları silahının kayışında kilitlenmişti.
Uğuldayan rüzgâr mı yoksa kar mıydı? Yine havada bir uğultu...
Kar etrafta, baş döndürücü hızla savruluyor, kamçı olup yüzlere değiyordu. Arz, askerlerin adımlarını merkezine çekiyordu. Lakin bir adım duraklasa bir daha yürüyemeyecek haldeydi. Bir daha öndekilere yetişememe endişesi vardı içinde.
Yürüyüş kolundan kopmak demek, ölmek demekti. Herkes kendi derdindeydi. Düşene el vermek, yeniden doğrulamamak demekti. Sonra eller hissedilmiyordu ki düşene el verilsin. Düşen, karlı zeminde kalıyor ve tatlı bir uykuya dalıyordu.
Uyandırmalıydı kendisini. Yarı açık bilinci böyle diyordu. Kendini, boğulmakta olduğu kendi gölünden el vererek kurtarma çabasına düştü. Emanetin hakkını vermek için çabaladı, yani akîbeti için çabaladı. Evet, bu tatlı uykunun ardında şahadet vardı. Tatlı bir hayat vardı. İçindeki önü alınmaz bir güç, onu tatlı uykuya ve tatlı hayata bundan dolayı çekiyordu sanki. Ama yaşamak için direnmezse bu intihar olmaz mıydı? İnsan, bile bile ölümün kucağına nasıl atlayabilirdi ki? Böylesi bir mücadelede, kazanma kuşağında kaybetmek de vardı. Direndi...
Sonra, rüzgâr kaçıncı kez uğuldadı yine, kestirmek ne mümkündü.
Katılaşmış, buza kesmiş elbise tabutunun içinde, kaputunun karalığına tutunmaya çalışan şekilsiz başını oynattı. Görebiliyor muyum acaba, düşüncesiyle buzdan kaputunun bir yerlerinde karalık aradı. Etrafı görmediğini sandı. Her tarafın boydan boya beyazlıklar içinde olmasından, kar körlüğü denen göz donmasına tutulmaktan korkuyordu. Önce gözleri, sonra kendisi donan bir arkadaşının serzenişi hiç gözünün önünden gitmiyordu.
‘’Neden hemen gece oldu?’’ diye sızlanmaya başlamıştı arkadaşı. Gözleri donmuştu oysa.
Buz tutan elbisesinin bir yerindeki karalığı görünce sevindi. Başını yeniden oynattı ve hafif göğe dikti. Kar yağıyordu, yok savruluyordu aslında kar. Veya binlerce beyaz akbaba dönüyordu başında.
Kirpiklerini buza tutmuş bakışlarını kaputunun karalığından kaldırdı. Vücudunun kimi yerlerini hissetmiyordu. Uyandırmalıydı yüreğini, çocukluğunu, gençliğini uyandırmalıydı. Rüzgâra ıslık çalmalıydı. Islık çalmaktan hoşlanmazdı ama şimdi çalmalıydı.
Rüzgârın uğuldayıp uğuldadığını duymadı bu kez.
Gecenin beyaz mağarasında buzdan bir taş oluyordu ayak izleri. Yürüyüş kolunda epey geride kalmıştı. Zaman, ak kefeninin üzerine kara elbisesini giymişti.
Gecenin sayısız kar oyukları, sayısız yiğidi yutmuş bir daha geri vermemişti. Allahuekber Dağları, boydan boya kabristan olmuş, zemindeki karlar şehitlere kefen olmuştu. Rüzgâr habire oyuklar açıyordu zeminin bağrında. Rüzgâr, açtığı her bir oyuğa, yeni bir askeri çağırıyordu.
Rüzgârın ölüme davet eden sesi, sustu sonunda.
Bulutlar bir bir çekildi semadan. Zemin bağrını ayaza gerdi bu kez. Vakit azaldı, çok çok azaldı vakit. Gözlerinin önüne çocuklarını getirdi. Rüzgârın daha önceden açmış olduğu beyaz oyuğa buzdan bir heykel gibi düştü. Allahuekber Dağlarının zemini bir şehidi daha aguşuna aldı. Gözleri açık kaldı. Yüzünde tatlı bir tebessüm gözlerinde çocuk masumiyeti vardı.
ALINTI: Sarıkamış Hikayeleri kitabından, Arif Akpınar, Muştu Yayınları
Gün ortasıydı ve gökyüzü güneşsizdi. Etraf, dalgalı beyaz bir deniz... Hava uğultulu, buslu, serpintili, ufuksuz, boğuk bir aydınlık...
Rüzgar yine uğuldadı..
Rüzgârın her uğuldayışında dudaklarından; ‘’Allahu Ekber!’’ nidası yükseldi.
Bin üç yüz onuncu uğuldayışıydı rüzgârın.
Karlı tepeler savrulup savrulup üzerlerinde geliyordu. Soğuk, hep soğuk, yalnızca soğuk... Allahuekber Dağlarının soğuğu ne de yamandı böyle.
Bedenleri karlı tepelerde dolaşırken yürekleri tevekkülün yamaçlarında dolaşıyordu ve bundandır ki yürekleri ürkmüyordu tipiden.
Çarığının içinde parmağını oynatmaya çalıştı. Hissetmedi ayak parmaklarını. Ufka baktı acı acı. Ufuk görünmüyordu. Yok yok, görünüyordu aslında. Ufuk hemen önlerindeydi. Rüzgârın acı acı uğuldaması tüylerini de ürpertmiyordu. Çünkü tüylerinin ürperişini de hissetmiyordu.
Rüzgârın bin yedi yüzüncü uğuldayışını duydu ve hissetti.
Bunu hissetmemesi ne mümkündü. Her taraf rüzgâra ve yerden savrulan karın sesine teslim olmuştu. Yer yer uğuldayan kurtlar, çakallar ve bilumum yabani hayvanların sesi de duyulmaz olmuştu. Rüzgâra ve tipiye direnen sadece birerli kolda ilerleyen ve takati tükenmek üzere olan Türk askerleriydi.
Zemin değişkendi, ürkütücüydü, yutucuydu, renksizdi. Satılmış’ın ayaklarında karıncalanma ve sinirlerinde uyuşma vardı. Birliğin epey gerisinde kalmıştı. Hızlanmalıydı. Herşey umutsuzluğu fısıldıyordu ama direnmeli ve hızlanmalıydı.
Zemin, dipsiz beyaz bir kuyu… Zaman; yelkovansız, akrepsiz ve rakamsız...
Sıcak bir ocağın başında olsaydı şimdi. Yumuşak minderin üzerine kurulsaydı ocağın başında. Ateşin yalazı yüzünü yalasaydı. Ocağın üstünde çorba kaynıyor olsaydı. Bir de, bir de sevdikleri olsaydı ocağın başında.
Rüzgâr kaçıncı kez uğuldamıştı unuttu bu kez.
Unutmamak ne mümkün? Dudaklarından; ‘’Allahu Ekber!’’ nidası daha düşmeden, diğeri uğulduyordu rüzgârın çünkü
Yine uğuldadı rüzgâr, acı bir anne feryadı gibi.
Zira rüzgârın her uğuldayışı bir annenin yüreğine figan düşürüyordu. Rüzgârın her uğuldayışında bir ana kuzusu dizlerinin üzerine çöküp kar ortasında işaret taşı gibi öylece kalakalıyordu.
Uykusuz gecelerin isyan eden sesi gibiydi rüzgârın uğultusu. Aslında bir de hırt hırt eden zeminin sesi vardı.
Her adımda biraz daha seyrelen...
Her hırt hırt sesinden sonra
bir yiğidi daha bağrına emen…
Kuruyan adımları bağrına gömen…
Ve nafile yakarışlar, serzenişler, çırpınışlar..
.
Birçoğu evliydi askerin. Her adımın karlı zeminde susuşu, birkaç yetimin de ağlayışı demekti aynı zamanda. Umutlar buz tutar mıydı? Umutlar, buz tutuyor, buz oluyordu işte. Nice umutlar Allahuekber Dağları’nda buz olup kalakalıyordu öylece.
En son uğuldayış; bir uğultu muydu yoksa teninde hissettiği bir ürperiş miydi ayırt edemedi.
Her yanı sallanan yaşlı, ahşap bir yalı gibi sendeledi. Bacakları titredi Satılmış’ın. Kolonlarından darbe alan bir bina gibi titredi bacakları. Birden umutları da sarsıldı bedeni gibi. Rüzgârın uğultusunu duymaya çalıştı. Çünkü bu uğuldayış da hayatın sesiydi.
Rüzgârın yeni bir uğuldayışını duyunca mutlu oldu bu kez. Yine, ‘’Allahu Ekber!’’ nidası döküldü dudaklarından belli belirsiz.
Tam da kendini koyuverecekti ki; bu ‘’Allahu Ekber!’’ nidası, kalorifer borularına yürüyen sıcak su gibi geldi tenine.
Rüzgâr uğuldadı, zemin aktı, zaman savurdu...
Durmamalıydı. Zaman gecenin ayazına gebeydi ve galiba akşam oluyordu. Çünkü zemin biraz daha solgun oluyordu gitgide. Ya da gözlerinin feri sönüyordu. Gecenin ayazı tenlere daha saldıracaktı. Aç kurtlar uluyacaktı sonra, tenlere saldırmak umuduyla.
Kurtlar... uluyorlardı işte. Rüzgârın ve zeminin sesine bir de kurt sesi eklenmişti.
Evet, galiba gece oluyordu. Kurtların uluması iyi aslında, diye düşündü. Beyaz bir döşeği andıran zeminde uyuma hissini, insanın içinden alan bir sesti kurt sesi. Ölümü hatırlatan, ürperten bir ses...
Geride, donup kalmış arkadaşlarının cesetlerini yiyen kurt görüntüleri hiç aklından gitmiyordu. Çölün akbabaları neyse, karın kurdu da oydu.
Donma, tatlı bir uyuşukluk ve karşı konulması güç tatlı bir uyku hâliyle başlıyordu. Askerler bu tatlı uyku haline karşı koymakta güçlük çekiyorlar ve bu rahatlığa kendilerini bırakıveriyorlardı. Bu bir gönüllü ölüm değildi, cenneti arzulayış değildi, bu bambaşka, anlatılmaz bir şeydi. Hani Mevlana’ya ‘’Aşk nedir?’’ diye sorduklarında, ‘‘Ol da gör’’ demişti ya, işte öyle bir şeydi bu. Anlamak için, donmak gerekti.
Rüzgâr yine bilmem kaçıncı kez uğuldayıp sustu.
Islık çalmaya çalıştı. Önündekilere bir şeyler diyecekmiş gibiydi.
Bir keresinde; ’’Ben ardınızdan ıslık çalarsam bilin ki donmak üzereyim demektir. O zaman bana yardım edersiniz’’ demişti.
Dudaklarını ıslık çalma vaziyetine getirdi. Ama yapamadı. Göğsünden kopup gelen hava olduğu gibi ağzında çıkıverdi ve buhar oldu. Tıpkı hayat gibi... Dudakları uyuşmak üzereydi. Silahını tuttuğu elinin parmaklarını oynatmak istedi. Parmakları silahının kayışında kilitlenmişti.
Uğuldayan rüzgâr mı yoksa kar mıydı? Yine havada bir uğultu...
Kar etrafta, baş döndürücü hızla savruluyor, kamçı olup yüzlere değiyordu. Arz, askerlerin adımlarını merkezine çekiyordu. Lakin bir adım duraklasa bir daha yürüyemeyecek haldeydi. Bir daha öndekilere yetişememe endişesi vardı içinde.
Yürüyüş kolundan kopmak demek, ölmek demekti. Herkes kendi derdindeydi. Düşene el vermek, yeniden doğrulamamak demekti. Sonra eller hissedilmiyordu ki düşene el verilsin. Düşen, karlı zeminde kalıyor ve tatlı bir uykuya dalıyordu.
Uyandırmalıydı kendisini. Yarı açık bilinci böyle diyordu. Kendini, boğulmakta olduğu kendi gölünden el vererek kurtarma çabasına düştü. Emanetin hakkını vermek için çabaladı, yani akîbeti için çabaladı. Evet, bu tatlı uykunun ardında şahadet vardı. Tatlı bir hayat vardı. İçindeki önü alınmaz bir güç, onu tatlı uykuya ve tatlı hayata bundan dolayı çekiyordu sanki. Ama yaşamak için direnmezse bu intihar olmaz mıydı? İnsan, bile bile ölümün kucağına nasıl atlayabilirdi ki? Böylesi bir mücadelede, kazanma kuşağında kaybetmek de vardı. Direndi...
Sonra, rüzgâr kaçıncı kez uğuldadı yine, kestirmek ne mümkündü.
Katılaşmış, buza kesmiş elbise tabutunun içinde, kaputunun karalığına tutunmaya çalışan şekilsiz başını oynattı. Görebiliyor muyum acaba, düşüncesiyle buzdan kaputunun bir yerlerinde karalık aradı. Etrafı görmediğini sandı. Her tarafın boydan boya beyazlıklar içinde olmasından, kar körlüğü denen göz donmasına tutulmaktan korkuyordu. Önce gözleri, sonra kendisi donan bir arkadaşının serzenişi hiç gözünün önünden gitmiyordu.
‘’Neden hemen gece oldu?’’ diye sızlanmaya başlamıştı arkadaşı. Gözleri donmuştu oysa.
Buz tutan elbisesinin bir yerindeki karalığı görünce sevindi. Başını yeniden oynattı ve hafif göğe dikti. Kar yağıyordu, yok savruluyordu aslında kar. Veya binlerce beyaz akbaba dönüyordu başında.
Kirpiklerini buza tutmuş bakışlarını kaputunun karalığından kaldırdı. Vücudunun kimi yerlerini hissetmiyordu. Uyandırmalıydı yüreğini, çocukluğunu, gençliğini uyandırmalıydı. Rüzgâra ıslık çalmalıydı. Islık çalmaktan hoşlanmazdı ama şimdi çalmalıydı.
Rüzgârın uğuldayıp uğuldadığını duymadı bu kez.
Gecenin beyaz mağarasında buzdan bir taş oluyordu ayak izleri. Yürüyüş kolunda epey geride kalmıştı. Zaman, ak kefeninin üzerine kara elbisesini giymişti.
Gecenin sayısız kar oyukları, sayısız yiğidi yutmuş bir daha geri vermemişti. Allahuekber Dağları, boydan boya kabristan olmuş, zemindeki karlar şehitlere kefen olmuştu. Rüzgâr habire oyuklar açıyordu zeminin bağrında. Rüzgâr, açtığı her bir oyuğa, yeni bir askeri çağırıyordu.
Rüzgârın ölüme davet eden sesi, sustu sonunda.
Bulutlar bir bir çekildi semadan. Zemin bağrını ayaza gerdi bu kez. Vakit azaldı, çok çok azaldı vakit. Gözlerinin önüne çocuklarını getirdi. Rüzgârın daha önceden açmış olduğu beyaz oyuğa buzdan bir heykel gibi düştü. Allahuekber Dağlarının zemini bir şehidi daha aguşuna aldı. Gözleri açık kaldı. Yüzünde tatlı bir tebessüm gözlerinde çocuk masumiyeti vardı.
Buzdan bir Dağ, buzdan bir Dağ’ı daha yutmuştu.
Rüzgâr artık hiç uğuldamıyordu...
Ruhu Şâd ola.
Rüzgâr artık hiç uğuldamıyordu...
Ruhu Şâd ola.
ALINTI: Sarıkamış Hikayeleri kitabından, Arif Akpınar, Muştu Yayınları