Birey Merkezli Terapi

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Etkin Dinleme

Etkin dinleme alıcı açısından iletişimdeki gürültüyü azaltma ve mesajı tam ve doğru olarak alma etkinliğidir/becerisidir. Etkin dinleme sadece mesajı almakla sınırlı değildir. Mesajın alındığını geri bildirmeyi de içerir. Farkında olarak ve belirli kurallara uyularak yapılması gerekir (Hudson, 1999). Psikoterapi, eğitim, iş görüşmeleri, çocuklarla etkileşim gibi değişik alanlarda etkin dinleme yapmak mümkündür. Amaç, çoğu zaman bir sorunun anlaşılması ve çözümüne yardımcı olunmasıdır.

Etkin dinleme için uygun ortam seçilmelidir. Ortamın, mesaj içeriği üzerindeki bozucu etkileri en az seviyede olmalıdır. Gürültüsüz, yeteri kadar aydınlatılmış ve iletişim sürecine dışarıdan müdahale edilmesinin önlenmiş olduğu ortamlar tercih edilmelidir (Bell, 2001).

Mümkünse konuya ilişkin bilginin önceden artırılması iletişimi kolaylaştırır. Özellikle teknik bir konu konuşuluyorsa, en azından konuya ilişkin kavramlar bilinmelidir.

Dinleyicinin, konuşmacıya ilişkin tutumlarını iletişim ortamına taşımaması, konuşanın özellikleri ile konunun içeriğini iyi ayırdedebilmesi önemlidir. Böylece algı yanılmalarını önemli ölçüde azaltmak mümkün olabilir (Cüceloğlu, 1997; Navaro, 2000).

Dinleme sırasında anlaşılamayan sözlerin açıklanması istenmelidir. Açımlayıcı sorular sorulmalı ama soruların yönlendirici olmamasına özen gösterilmelidir (Perkins, 1999; Department Of Veterans Affairs, 1998). Yapılan açıklama tatmin edici olduğunda, bu konuşana geri-bildirilmelidir.

Eğer yapılandırılmış bir konuşma yapılıyorsa konuyu değiştirmemeli, konuşanın planına uygun davranmalı ve konuşanın planını uygulamasına izin vermelidir. Yapılandırılmamış konuşmalarda konuşanın konuya sadık kalması için dinleyicinin soru sorması ve konunun fazla dağılmaması için konuşana yardımcı olması yararlı olacaktır. Konuşana müdahale sınırlı tutulmalı ve konuşanı ketleyecek tarzda yapılmamalıdır.

Sadece sözlerin dinlenmesiyle yetinilmemeli, sözel olmayan davranışlara da dikkat edilmelidir (Cüceloğlu, 1997; Sturges and Minor, 2000). Yukarıda belirttiğimiz gibi, yüz yüze iletişimde duygusal mesajların %55'inin yüz ifadeleri, %38'nin söz ötesi (Verbal) ve ancak %7'sinin sözlerle verildiği hesaplanmıştır (Mehrabian, 1971). Daha sonra yapılan çalışmalarda da buna yakın sonuçlar alınmıştır.

Konuşmacı sözel ve sözel olmayan mesajlarla desteklenmeli ve konuşmaya teşvik edilmelidir. Bunun için söylenenlerin dinlendiğini belirten hafif baş sallama, söylenen son sözü kısaca tekrarlama, "hım", "ee" gibi sesler çıkarma metodları kullanılmaktadır (Fisher, 2000).

Dinleme sırasında teknik bir konunun öğrenilmesi, sözel ve sözel olmayan bir çok kanalın aynı anda dinlenmesi veya konuşma içeriğinin sonradan değerlendirilmesi amaçlanıyorsa kağıt kalemle veya başka bir yolla kayıt tutulmalıdır. Kayıt tutulması durumlarında iletişimde bulunan herkesin durumun farkında olması ve kayıt tutulmasını onaylaması uyulması gereken bir etik kuraldır.

Konuşma tamamlandığında, duruma göre, dinleyicinin konuşmadan anladıklarını özetlemesi ve/veya konuşmacının konuşmasını özetlemesini istemesi iletilmek istenen mesajla, alınan mesaj arasında fark olup olmadığını anlamak açısından gereklidir (Orman, 1995; Department Of Veterans Affairs, 1998; Walker, 2001; Bell, 2001; Melamed, 1999).

Stratejik dinleme, etkin dinlemeden daha ileri bir teknik olarak önerilmektedir. Stratejik dinlemede dinleyicinin önceden hazırlanması, bir dinleme planı yapması ve belirli konulara odaklanması gerekmektedir.
 
Rogers ve Birey Merkezli Danışma Yaklaşımı

Bu yaklaşımın birey merkezli olarak adlandırılmasının sebebi, danışmanın bireyi merkeze alarak, onun içgörü kazanması ve bu amaca yönelik kararlar almasında destek olmasıdır. Danışan-danışman görüşmesi, danışmanın duygu, düşünce ve tutumları üzerinde odaklaştığı için birey merkezlidir. (Özgüven, 1999).

Rogers’in temel iddiasına göre, insanın doğası iyi, rasyonel, güvenilirdir ve insan, değerli bir varlıktır. Bundan dolayı her birey doğuştan sahip olduğu büyüme, gelişme ve kendini gerçekleştirme kapasitesi ve hakkına sahiptir. Bu kapasiteye sahip oldukları için danışanı yine en iyi kendisi bilebilir ve insanlar sorunlarına çözüm getirebilirler (Arkonaç,1998; Corey, 1996; Kuzgun,1995)

Danışmanın başarılı olabilmesinde danışman’ın tutumu, kişilik özellikleri danışan-danışman arasındaki ilişkinin niteliği birinci derecede önemlidir. Danışman’ın sahip olduğu bilgiler, kullandığı yaklaşım ve tekniğiyse ikinci derecede öneme sahiptir (Corey,1996;Özgüven,1999

Rogers’ın İnsanın Doğası Bakışı

Birey merkezli yaklaşıma göre, insanın organizması doğuştan iyi olup kendisine ve diğer insanlara doğru davranma eğilimindedir ve güçlü bir gelişme güdüsüne sahiptir (Doğan,1999; Bakırcıoğlu,1998). İnsanoğlu mantıklıdır, sosyalleşmiştir, yapıcıdır ve ileri doğru adım atar; her bireyin içinde büyüme ve kendini geliştirmeye yönelik bir potansiyel vardır (Petterson, 1986)

Kötü olarak nitelendirilebilecek tutum, düşünce ve davranışlarsa temel ihtiyaçların doyurulmaması ve engellenmesi sonucu oluşur. Bu nedenle insanın doğası olumlu özellikler taşıyan bir yapıya sahip olduğundan, onu baskı altına almak yerine cesaretlendirmek ve kendini gerçekleştirmesine uygun ortam hazırlamak gerekir (Erden ve Akman, 1996). Rogers’a göre, “Eğer insanlar özgür bırakılırlarsa kendi yollarını bulabilirler” (Akt: Corey, 1996).

Rogers’a göre insanın yaşamının amacını oluşturan tek güdü, kendini gerçekleştirme güdüsüdür. İnsanın tüm davranışlarını açıklamaya yeten bu güdü, toplumsal evrimin son aşaması olup, bireyin sahip olduğu gizil güçleri en üst düzeyde ortaya çıkarması ve tam olarak fonksiyonda bulunması anlamındadır (Bakırcıoğlu, 1998). Kendini gerçekleştirmiş insanlar;
  1. Yaşantılara daha açıktır: Uyarıcıları, dış dünyayı çarpıtmadan rahatlıkla algılar, kendi duygularının farkındadır ve onları bastırma gereği duymaz.
  2. Daha varoluşsal bir yaşam sürdürürler: Kural ve ilkelere aşırı bağlı kalacağım diye bugünü kaçırmazlar. Anı yaşarlar, o anda karar alırlar ve bunun sorumluluğunu kabullenirler.
  3. Organizmaya daha fazla güvenirler: Herhangi bir durumda organizmadan gelen uyarıcılara önem verir, en iyi davranışa götürecek bir araç olan organizmaya güvenirler.
  4. Daha tam olarak fonksiyonda bulunurlar: Tam kapasiteyle yaşar, duyumsar, algılar ve düşünür. Yani bütün gizilgüçlerini (yetenek, ilgi, değer ve ihtiyaçlarını) tam kapasite açığa çıkarırlar (Kuzgun, 1995).
Yaklaşımın Temel Özellikleri

Birey merkezli yaklaşım, psikoanalitik terapistlerin yaptığı gibi kişinin davranışlarını yorumlamaya veya davranışçı terapistler gibi onu değiştirmeye çalışmaz. İnsanın doğasını sadece “uyaran-tepki” formülüyle veya gerilimin azaltılması ilkesiyle açıklamaz. Çünkü insanda gerilimden kurtulma güdüsünün yanı sıra ilerleme ve kendini gerçekleştirme güdüsü de vardır. Temel özelliklerden birisi, insanın duygu ve düşüncelerini keşfetmesini kolaylaştırmak ve kişinin kendi çözümlerini bulmasında ona danışmanlık yapmaktır (Arkonaç, 1998; Bakırcıoğlu,1998).

Bu yaklaşım Rogers’a göre sabit bir uygulama değil, aksine danışma sürecinin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bir bakış açısıdır. Birey merkezli yaklaşımı diğer yaklaşım modellerinden ayıran özellikleri şu şekilde açıklanır (Akt: Corey,1996):
  1. Birey merkezli yaklaşım, kişinin hayatla (gerçekle) karşılaşmak ve mücadele etmek sorumluluğu ve kapasitesine sahip olduğunu savunur.
  2. Uygulama, danışanın kendi fenomolojik alanına (öznel dünyasına) önem verir ve danışman daima danışanın bakış açısından kendisini ve dış dünyayı nasıl değerlendirdiğini, nasıl algıladığını anlamaya çalışır.
  3. Danışma süreci, danışman ve danışanın işbirliğine dayanır. İki kişinin karşılıklı ilişkisi çok önemlidir.
Danışma Sürecinin Amaçları

Birey merkezli yaklaşımın amacı, geleneksel terapi yöntemlerinden farklıdır. Danışmanın temeli, danışanın özerkliğine, özgürlüğüne danışan-danışman ilişkisinde tamamlayıcılık ilkesine dayanır. Danışman, kişinin anlattığı problemlere değil, direkt bireye odaklanır. Danışmada amaç, kişide varolan mevcut problemlerin çözümü değildir. Bireye şu anda ve gelecekte karşılaşabileceği problemleri çözmesi için gerekli becerileri kazandırmaktır (Corey,1996).

Bir başka amaç tanımına göre, bireyin içinde bulunulan büyüme ve kendini gerçekleştirmeye yönelik potansiyeli ve kapasiteyi açığa çıkarmaktır (Petterson, 1986).

Nelson-Jones (1982)’a göre, yaşamın ve psikolojik danışmanın amaçları ise şöyledir:
  1. Gerçekçi Algılama: Yaşamın ve benliğin çarpıtılmadan, olduğu gibi algılanması.
  2. Mantıklılık: İnsanlar, kendilerini gerçekleştirme eğilimiyle birlikte, davranışları organizmayı geliştirme ve koruma bakımından daha mantıklı olabilir.
  3. Kişisel Sorumluluk: İnsanların kendilerini gerçekleştirme sorumluluğunu alması.
  4. Kendine Saygı: Bireylerin kendini kabul etmesi, kendi organizmasına değer vermesi.
  5. İyi Kişisel İlişki Kurma Kapasitesi: Kişinin daha az savunucu olması ve başkalarını daha çok kabul etmesi; ilişkiye açık olması.

  6. Etik yaşam: Başkalarının da kendini gerçekleştirme hakkını gözetme ve iyi ile kötüyü ayırdetmesi.
Danışanın Rolü Ve Fonksiyonu

Danışmanın kullandığı teknik, yöntem, teori veya sahip olduğu bilgiden çok danışmadaki tutumu önemlidir. Danışman bu anlamda, bir değişim aracı olarak kendisini kullanmalı ve yalnızca danışanın kendini geliştireceği ve keşfedebileceği uygun danışma ortamını hazırlamalıdır. Danışmanın ilgisi, içtenliği, saygısı, koşulsuz kabulü, empatik anlayışı ve danışanın dinlendiğini göstermesi sonucunda danışan, savunucu tutumundan kurtulup daha açık ve rahat olacaktır (Corey, 1996).

Danışman, güvenli, hoşgörülü, değerlendiricilikten uzak bir ortam içinde danışanla görüşür; ona değer verdiğini ve duygularını paylaştığını ifade eden empatik bir tutum içindedir. Böyle bir ortamda danışan, önemli gördüğü bireysel konuları ve kişisel sorunlarını, savunmacı tutumundan uzaklaşarak açabilir. Danışan neyin görüşüleceği konusunda daha aktiftir (Özgüven, 1999).

Danışmanın rolü, danışanın gelişiminin sağlanması ve kendini gerçekleştirmesi konusunda etkileşimi sağlamak, katalizör gibi olaya dahil olmadan, olayın oluşumuna olanak ve kolaylık sağlamada ortam oluşturmak, danışanı yöneltmekten kaçınmak ve danışanın karşısında değil; yanında olmaktır (Özgüven, 1999).

Danışman burada iyi ve dikkatli bir dinleyici olmalı, zaman zaman bir iki sözcük, hareket veya mimikle danışanın anlattıklarını izlediğini belli etmelidir. Bireyin kendi kişiliğini, yeteneklerini açıklamasına olanak sağlar.

Danışmada Danışanın Tecrübeleri

Danışmadaki değişmeler, danışanın hem kendi tecrübelerini, yaşantılarını nasıl algıladığına hem de danışmanın temel tutumlarına bağlı olarak oluşur. Eğer danışman, danışanın kendini tanımasına yardım edecek olursa, danışan da danışma sürecinde kendi duygularını tanımaya çalışacaktır (Corey, 1996).

İnsanın benliği, gerçek benlik (benlik veya özben) ve ideal benlik (benlik kavramı veya benlik tasarımı) olarak ikiye ayrılır. Benlik (gerçek benlik, özben) ile kastedilen, kişinin bana ait diyebileceği yaşantılar bütünüdür. Benlik kavramı (ideal benlik, benlik tasarımı) denildiğinde ise, bir kimsenin kendisini algılayış tarzı veya kendisine atfettiği özellikler anlaşılır. Benlik kavramı daha çok başkalarının birey hakkındaki görüşlerini yansıtır (Kuzgun, 1995; Erden ve Akman, 1996).

Danışanlar, terapiye ilk geldiklerinde genellikle kendilerini algılayışları ile gerçek yaşantıları arasında bir uyumsuzluk yaşayabilirler. Danışanın dış dünyayı, olayları ve sorunları nasıl algıladığını bilirsek, davranışını da değiştirmesine yardımcı olabiliriz. Burada temel amaçlardan birisi de danışanın kendisi ve problem hakkındaki farkındalığının derecesini arttırmaktır. Böylece birey, olmak istediği ben’le, gerçek ben’i arasındaki uçurumu ya da farklılığı kapatmış olacaktır. Kendisini daha gerçekçi olarak algıladığı için, beklentileri de o kadar gerçekçi olacaktır.

İlk görüşmede danışanlar zamanlarının büyük bir kısmını problemlerin belirtilerini anlatmakla geçirirler. Görüşmeler ilerledikçe problemlerini anlamaya başlarlar (Arkonaç, 1998). Görüşmenin sınırı, içeriği, sorunların ortaya konuş biçimi danışana aittir. Birey istediğini anlatmak, istediğini gizlemek özgürlüğüne sahiptir. Görüşmeleri sonlandırmak da danışanın elindedir. Danışan, danışmanın yönlendirmesi veya yönetmesi olmadan kendi kendine değişir (Petterson, 1986).

Öyle bir ilişki oluşturulmalı ki (danışan-danışman arasında), danışan bu ilişkiyi kullanarak kendindeki değişme ve gelişme gücünü keşfedebilsin. Rogers’a göre, kişilik değişiminin olması için aşağıdaki şartlar gerekli ve yeterlidir:
  1. İki kişinin karşılıklı psikolojik ilişki içinde olması gerekir.
  2. Danışan, ilk etapta uyumsuzluk hissedecektir.
  3. İlişkide danışman, uyumlu ve tamamlayıcı olmalıdır.
  4. Danışman, danışana karşı koşulsuz kabul göstermelidir.
  5. Danışman, danışana karşı empatik anlayış kurmalı ve onu tecrübelerini, yaşantılarını anlatması için yüreklendirmelidir.
  6. Rogers’a göre eğer bu ilkeler uygulanırsa, danışanda olumlu değişimler meydana gelecektir. Danışman danışan arasında eşitlik sağlanırsa, danışma başarılı olacaktır (Corey, 1996).
TEMEL KAVRAMLAR

Danışmanda bulunması gereken dört temel özellik şöyle açıklanabilir:
  1. Samimiyet-İçtenlik: Danışman’ındanışma boyuncaspontan ve açık olması, danışmanlık rolünün arkasına gizlenmemesi, duygu ve düşüncelerini açıklıkla ifade etmesi anlamına gelir. Danışman, içten ve samimiyse kendiliğinden davranır, savunucu değildir (yaşamında güçlü ve zayıf yönlerini bilir ve buna göre davranır), tutarlıdır (düşünce ve davranışları birbiriyle uyumludur) ve kendini açabilir (öfke, kızgınlık, hayal kırıklığı, sıkıntı, üzüntü ve mutluluk gibi duygularını yaşar ve ifade eder; bu duygularından kaçmaz) (Egan, 1975).
  2. Koşulsuz Kabul: Danışman ikinci bir önemli tutum olarak danışana bir insan olarak önem vermelidir ve bu değer koşulsuz bir değer olmalıdır. Yani, danışanın düşünce, tutum ya da davranışlarındaki olumlu veya olumsuz değişmelere bağlı olmamalıdır. “Şöyle yaparsan ben de seni severim veya takdir ederim.” tarzı ifadeler yanlıştır. “Seni sen olarak kabul ediyorum, değer veriyorum.” ifadesi ise doğrudur (Corey, 1996). Danışan ister fakir, ister zengin, ister zenci, ister beyaz, ister dindar, ister ateist, yani her ne olursa olsun olduğu gibi kabul edilir. Böylece danışan, danışman’ın kendini kabul ettiğini fark eder ve maskesini indirir, direncini kırar ve kendisini olduğu gibi kabul eder; sonuçta da değişmek için amaç saptar ve eyleme geçebilir (Voltan Acar, 1998).
  3. Açık Empatik Anlayış: Rogers’a göre empati, “Danışanın öznel dünyasını, sanki kendi dünyasıymış gibi fakat niteliğini kaybetmeden hissetmek...”tir (Akt: Voltan Acar, 1998). Danışman, danışanın dünyasına girip, onun dünyayı nasıl algıladığını hissedebiliyorsa, danışanın duygularını ve bu duyguların altında yatan davranış ve yaşantıları anlayıp bunu karşısındakine iletiyorsa, açık empatik anlayış sahip demektir (Egan,1975).
    Empati kurabilmekdanışanın kendisinin anlaşıldığını hissetmesi açısından oldukça önemlidir. Çünkü böylece danışan direncini kırarak, kendisini anladığını hissettiği danışmana kendini açabilir, problemin çözümüne ve eyleme geçme konusunda danışanı teşvik edebilir. Arkonaç (1998)’a göre, danışanın uzaklaştırmak istediği duygu ve isteklerinin farkına varmasına yardımcı olabilir. Empatik sürecin çok uzaması ve danışman’ın danışanın yaşantısını sürekli ve yoğun bir biçimde paylaşması sakıncalıdır. Danışman’ın kendi kimliğini kaybetmesine, danışmanın amaç ve yöntemlerini unutmasına, kendi benliğiyle danışanın benliği arasındaki ayrımı yitirmesine yol açabilir (Öztürk, 1997).
  4. Benlik-Benlik Tasarımı: Rogers’ın kişilik teorisindeki en önemli kavram benliktir (Akt: L. Atkinson, C. Atkinson, R. Hilgard, 1995). Benlik, “Ben”i karakterize eden düşüncelerin, algıların ve değerlerin tümüdür; benlik “neyim” ve “ne yapabilirim” farkındalığını da içerir. Algılanan bu benlik kişinin hem dünyayı hem kendi davranışını algılamasını etkiler. Benlik kavramının gerçekliği yansıtması gerekmez; bir kişi çok başarılı ve saygın olabilir, ancak kendisini tamamıyla başarısız görebilir.
Sonuç olarak Rogers’a göre, birey her yaşantıyı benlik kavramıyla ilişki içinde değerlendirir. İnsanlar benlik imgeleriyle tutarlı davranmak isterler; tutarlı olmayan yaşantı ve hisler tehdit edicidir. Bir kişi, benlik imgesiyle tutarsız olduğu için ne kadar çok yaşantı alanını inkar etmek zorunda kalırsa, benlik ve gerçeklik arasındaki uçurum o kadar geniş, anksiyete potansiyeli o kadar büyük olur. Hayata karşı uyumsuzluk artar, duygu heyecan bozuklukları oluşur. İyi uyum gösterenler de benlik kavramı, düşünce, yaşantı, ve davranışları tutarlıdır; benlik katı değildir, esnektir ve yeni yaşantı ile fikirleri hazmettikçe değişebilir. Rogers’ın kuramındaki diğer benlik, ideal benliktir. Herkesin nasıl bir insan olmak istediği yolunda düşünceleri vardır. Gerçek benlik ideal benliğe ne kadar yakınsa birey de o kadar mutlu olur. İdeal ve gerçek benlik arasındaki büyük fark, mutsuz, tatminsiz bir insan yaratır (L. Atkinson, C. Atkinson, R. Hligard, 1995).

KAYNAKÇA
  • Gençtan, Engin. Psikanaliz ve Sonrası, 1988
  • Kuzgun, Yıldız. Rehberlik ve Psikolojik Danışma, 2000
  • Köknel, Özcan. Davranış Bilimleri (Ruh Bilim), 1989
  • Richard Nelson-Jones. Danışma Psikolojisi Kuramları, 1982
  • Rogers. Carl, Etkileşim ve Tedavi Grupları, 1970
 
Hümanist (İnsancıl) Yaklaşım

Çağdaş bir psikoloji akımıdır. Kurucuları Geştaltçılardan etkilenmiştir. Varoluşçu felsefe akımının görüşlerini benimsemişlerdir. Bu yaklaşımın öncü ve temsilcileri Rogers, Maslow, Sartre, Charolette Bühler, Frankl, Binswagner'dir.

Davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlara karşı görüşleri vardır. Özellikle insanı ele alışları açısından öteki ekollerden ayrılırlar. Bu yaklaşıma göre insan kendine göre bir değerdir, belli bir toplum düzeninin yada iş örgütüdür, aracı haline getirilmemelidir. İnsan kendisinden, davranışlarından, oluşturacağı kimliğinden kendisi sorumludur. Hayatı kendisi için yaşamaya değer, anlamlı bir hale getirmek kişinin kendisine düşer. Ölümlü olan insanın hiçbir yaşantısı tekrar etmeyecektir. Geçmiş ya da gelecek değil, içinde yaşanılan an önemlidir.

İnsan için bilim amaç değil, ancak araç olabilir. İnsanı tanırken dogmatik görüşlerden kaçınmak gerekir. İnsan davranışlarını denetim altına almak yerine, daha çok özgürlüğe yer verilmelidir. İnsanı anlamak için onun iç yapısını bilmek gerekir. Bunun için iç gözleme baş vurmak zorunludur. İnsan cansız bir nesne olmadığından, dıştan bakılarak davranışları yordanamaz. Bu akım insanı inceleme yöntemini getirmiştir. Psikolojiyi bir bakıma yeniden felsefeye yaklaştırmıştır.
Psikolojinin amaçlarından biri insan davranışlarını kontrol etmektir. Oysa Hümanisttik yaklaşımda olanlar, psikolojik kontrolün insanlığın zararına kullanılabileceği inancındadırlar. Örneğin, iyi insan yetiştirmek doğru amaç gibi gelebilir. Ancak bu konuda çok çeşitli görüşler ortaya atılabilir.

Carl Rogers ve İnsancıl Psikoloji

Rogers iznelci ve fenemenoloji ile yaklaşım getirmiştir. Davranışlar ancak insanın öznel bakış açısını anlayarak değerlendirebilir. Rogers'a göre insanın kendi varoluşunun bilincinde olması onun dengeli, gerçekçi kendini ve diğer insanları zenginleştirici davranışlar geliştirmesine neden olur. Rogers insanları doğuştan iyi huylu ve çevresiyle etkin ilişki kurabilecek diye niteler.

Bireye terapistin yardım edebilmesi için üç nitelik gereklidir.
  1. Empati: Terapist danışanı anlayabilmesi için onun fenemenolojik dünyasına eğilmesi gerekir.
  2. Değer Verme: Terapist danışana koşulsuz değer vermeli onu hiçbir zaman yargılamamalıdır.
  3. İçtenlik: Terapistin içtenliği duruşunda süren ilişkisinde bir andan, diğerine hissedebildiği yaşantılarından kaynaklanır. (Geçtan, 1980)
Rogers danışandan hız alan Psikolojik danışma terimini ortaya attı. Danışanın duygularına karşılık veren sıcak bir tutum önerilmektedir. Rogers’in görüşleri insancıl psikoloji akımından sayılmaktadır. İnsanı güdüleyici en önemli güç kendini gerçekleştirme amacıyla gizil güçlerine etkinlik kazandırma eğilimi insanda doğuştan vardır. Bir insanın bir yaşantıyı olumlu veya olumsuz nitelemesi bu davranışın organizmasının gelişmesine ve zenginleşmesine katkıda bulunup bulunmaması değil, diğer insanlardan öğrendiği değer verilme koşullarına uyup uymamasıdır. Bireye ilişki içinde bulunan terapist onu koşulsuz kabul edici bir ortam içine sokacaktır.

Empatik anlayış gereği kendini onun yerine koyacaktır. Burada iki kavram önemli, empati ve içtenlik. Terapist danışanın iç dünyasına kendisini vererek bu duyguları kendi içinde yaşamaya çalışır. (Empatik anlayış) Bunu yaparken kendi yaşantısını da anlamaya çalışır bunu da içtenlik denir. (Geçtan, 1980).

Carl Rogers (1961 - 1977) insan doğasına iyimser bakan psikologlardan birisidir. Her insan doğuştan mutluluğu arar, potansiyelini gerçekleştirmek için çabalar demekte gelişme ve iyiye doğru değişme insanın doğasında vardır. Bir kimsenin kendisi ile ilgili algılamaları ve kanaatleri onun benlik bilincini oluşturur. Olumlu benlik bilinci için koşulsuz sevgi (unconditioned love) gereklidir. Koşulsuz sevgi birey ne yaparsa yapsın onun sevgi ve saygıya layık olduğunun kabulüdür. Bu tür sevgi içinde büyüyenlerin benlik anlayışları, güçlü ve olumludur. (Cüceloğlu, 1998)

Rogers’a göre birey benliğin her yönünü algılama özgürlüğüne sahiptir. Bireye yapılabilecek yardım onun yöneltmekten ziyade (direct) yüzleştirmektir. (Facilitate). Benliğini kabul eden birey savunma mekanizmalarına çok az ihtiyaç duymaktadır. Gelişme açıktır. (Gladding, 1988)
 
Danışan Merkezli (Client-Centered) Psikoterapi

Çağdaş bir psikoloji akımıdır. Kurucuları Gestaltçılardan etkilenmiştir. Varoluşçu felsefe akımının görüşlerini benimsemişlerdir. Bu yaklaşımın öncü ve temsilcileri Rogers, Maslow, Sartre, Charolette Bühler, Frankl, Binswagner'dir. Davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlara karşı görüşleri vardır. Özellikle insanı ele alışları açısından öteki ekollerden ayrılırlar. Bu yaklaşıma göre insan kendine göre bir değerdir, belli bir toplum düzeninin yada iş örgütüdür, aracı haline getirilmemelidir. İnsan kendisinden, davranışlarından, oluşturacağı kimliğinden kendisi sorumludur. Hayatı kendisi için yaşamaya değer, anlamlı bir hale getirmek kişinin kendisine düşer. Ölümlü olan insanın hiçbir yaşantısı tekrar etmeyecektir. Geçmiş ya da gelecek değil, içinde yaşanılan an önemlidir. İnsan için bilim amaç değil, ancak araç olabilir. İnsanı tanırken dogmatik görüşlerden kaçınmak gerekir. İnsan davranışlarını denetim altına almak yerine, daha çok özgürlüğe yer verilmelidir. İnsanı anlamak için onun iç yapısını bilmek gerekir. Bunun için iç gözleme baş vurmak zorunludur. İnsan cansız bir nesne olmadığından, dıştan bakılarak davranışları yordanamaz. Bu akım insanı inceleme yöntemini getirmiştir. Psikolojiyi bir bakıma yeniden felsefeye yaklaştırmıştır. Psikolojinin amaçlarından biri insan davranışlarını kontrol etmektir. Oysa Hümanistik yaklaşımda olanlar, psikolojik kontrolün insanlığın zararına kullanılabileceği inancındadırlar. Örneğin, iyi insan yetiştirmek doğru amaç gibi gelebilir. Ancak bu konuda çok çeşitli görüşler ortaya atılabilir.

Abraham Maslow Kimdir?

1 Nisan 1908'de New York Manhattan'da doğdu. Yalnızlık, mahcubiyet, aşağılık duyguları, depresyon ve mutsuzluk dolu bir çocukluk ve delikanlılık dönemi geçirdi. Nefret dolu ve itici bir kadın olarak gördüğü annesini hiç sevemedi; mutaassıp bir Musevi olan annesi sık sık Tanrı'nın kendisini şu veya bu şey için cezalandıracağını söylerdi. Bu tehditlerin de etkisiyle, daha küçük yaşta dine güvenmemeye karar verdi ve ateist oldu. Buna rağmen, o dönemin anti-Semitik eylemlerinden ve hücumlardan diğer Yahudiler kadar o da muzdarip kaldı.

Brooklyn'de Erkek Lisesi'ni bitirdi; çok zeki, yetenekli ve bol okuyan biriydi. New York Şehir Koleji'nde hukuk tahsiline başladı ama bir gece kitaplarını atıp okulu terk etti. Cornell Üniversitesi'nde felsefe ve psikoloji okumaya başladı. Oradaki psikoloji hocası Prof. Edward B. Titchener'i soğuk bulup beğenmediği için, bir sömestre sonra New York Şehir Koleji'ne döndü. Bu sırada 20 yaşındaydı ve 19 yaşındaki kuzini Bertha ile evlendi (bu "gelenek" ona yabancı değildi çünkü kendi anne babası da kuzindiler). Orada da mutlu olamayınca Wisconsin Üniversitesi'ne gitti, iki sene sonra felsefe dalında yüksek lisansını aldı. John. B. Watson'un davranışçılık ekolüne merak salıp psikoloji doktorasına başladı. 1934'de doktorasını aldı ama gerek Büyük Buhran döneminin gerekse anti-Semitik akımların etkisiyle, akademik bir görev bulamadı.

Tıp fakültesine başladı ama kısa bir süre sonra, tıbbın da tıpkı hukuk gibi insanları tutkusuz ve olumsuz açıdan ele aldığına kanaât getirerek, tıbbiyeyi de terk etti. Hayatı boyunca sıkıldığı her şeyi terk etme huyu bundan sonra da sürdü. Ertesi sene New York'a geri döndü ve Columbia Üniversitesi'ndeki Teacher's Koleji'nde E. L. Thorndike'ın asistanı oldu. Bir sene kadar insan cinselliği üzerinde çalıştıktan sonra oradan da sıkıldı ve ayrılıp Brooklyn Koleji fakültesine intisap etti.

1930'lar ilâ 1940'lar arasında New York'da zamanın hemen bütün ileri gelen Avrupalı psikologlarıyla irtibat kurdu. Bu zevatın çoğu Nazi tehdidinden kaçan Yahudi psikanalistlerdi. Aralarında Erich Fromm, Karen Horney, Max Wertheimer ve Kurt Golstein sayılabilir. Alfred Adler'den çok etkilendi ve uzun bir süre onun seminerlerine devam etti. Bu arada tanıştığı antropolog Ruth Benedict'ten de çok etkilenip Kanada'da yaşayan Yerliler üzerinde araştırmalar yapmaya başladı. Buradaki gözlemleri kültürel farklılıkların esâsen yüzeysel olduğu kanaâtine varmasına yol açtı; bu da, ileride geliştireceği ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramı için ufuk açtı.

Brooklyn'deki dersleri çok ilgi çekerdi ve popülerdi. Konu hakkında hiç bir eğitimi olmamasına ve sâdece uzaktan duyduklarıyla bir şeylerden haberdar olmasına rağmen, talebelerine psikanaliz uygulamaya çalıştı. Bir süre sonra da, psikanaliz yerine, kendince geliştirdiği kısa süreli psikoterapi seansları yapar oldu. Sonradan bunlardan da büyük ölçüde vazgeçti.

1940'lı yılların ortalarından itibâren sıhhati bozulmaya başladı. 1946'da, henüz 38 yaşındayken, iyice rahatsızlanarak iki kızını ve karısını alıp California'da Pleasanton'a taşındı ve ismen de olsa Maslow Cooperage Corporation'un başına geçti. 1949'da kısmen düzelerek Brooklyn Koleji'ne geri döndü. 1951'de, Waltham Massachusetts'de yeni kurulmuş olan Brandeis Üniversitesi'nin psikoloji bölümünün başına geçti. Bol miktarda yazı yazıyordu ve şöhreti de iyice artmıştı ama, dâima olduğu gibi, burada da hiç mutlu olamıyordu. Talebelerinden artarak gelen ders verme tekniğiyle ilgili eleştirilere kızıyor ve ürküyordu. 1967 Eylülü'nde ciddi bir kalb krizi geçirdiğinde, 20 sene önceki teşhis edilemeyen garip hastalığının da aynı şey olduğunu fark etti. Zâten sıkılmıştı, talebeleriyle sorunlar yaşıyordu. California'daki Menlo Park'ta Saga Administrative Corporation'dan gelen iş teklifini kabûl edip, oraya geçti. Burada belli bir işi gücü yoktu, kafasına göre yazıyor, düşünüyor ve keyfine bakıyordu; onu tenkit eden kimse de yoktu. 8 Haziran 1970'de, hafifçe koşarken (jogging), 62 yaşında şiddetli bir kalb krizi ile vefat etti.

Hayatı boyunca pek çok ödül almış, 1967-1968 senelerinde Amerikan Psikoloji Birliği başkanlığı yapmıştı. Vefat ettiği zaman îtibâriyle, sâdece bir psikoloji profesörü olarak değil, en az o kadar da iş idâresi, eğitim, hemşirelik, ilâhiyat gibi konulardaki yazıları, konuşmalarıyla tanınıyordu.

Hep ıstırap, acı ve ağrılar çekti; kronik yorgunluk, hipoglisemi, kalça artriti ve müzmin kalb sorunlarından müştekîydi. Mahcup, aşırı anksiyöz ve kendine kızan, mutsuz, izole ruhsal yapısını seneler süren psikanalize rağmen hiç aşamadı. Performans anksiyetesi sorununu ölünceye kadar yaşadı. Evliliğinde de hep suâl işâretleriyle ve sevgi güvensizliğiyle beraber yaşadı, bunu yazdıklarına yansıttı. Vefatından bir ay önceki son makalesinin girişinde hiç bir zaman cesur bir lider ve hatip olamadığından yakınarak "ben mizaç olarak cesaretsizim" diye yazıyor ve ekliyordu "bu da bana hayatım boyunca bitkinlik, gerginlik, korku, endişe ve kötü uykulara mâl oldu"! Annesine karşı nefreti de asla sönmedi, öldüğünde cenazesine gitmeyi reddetti. Bu mizaç, karakter ve kişilik özellikleri, her kuramcı gibi, onun kişilik kuramına ve ideolojisine de yansıdı. Asla olamadıklarını ve inanamadıklarını "kendini gerçekleştirme", "hümanistik tavır", "holistik-dinamik teori" gibi kuramsal yaklaşımlarla ideolojize etti, küçük yaşta kaybettiği Tanrı inancını teolojiye ve transandansa olan merakıyla (zirve yaşantılar, din ve ilâhiyatla ilgili yazılar) ikame etti.

Kısacık tıbbiye yaşantısı hâricinde tıbla hiç alâkası olmadığı gibi, doğal olarak, hiç bir zaman da psikiyatr(ist) olmadı.

Kaynak: Jess FEIST & Gregory J. FEIST (2002) Theories of Personality - Fifth Edition. New York: McGraw-Hill, 492-523.
 
Carl Rogers'in Kişilik Kuramı
Yazar Sevdal Ayger (Psikoterapist)
Monday, 09 August 2004
Bu araştırma, Client-Centered İnsan Odaklı (daha sonra 1956 da Rogers tarafindan Person-Centered Kişi Merkezli, olarak nitelendirildi) teorinin, Carl Rogers’in klinik psikolog olarak geliştirdiği Humanistik Kişilik teorisi tezini de ortaya attığı değerlendirmeleri daha yakından incelemek amacıyla yapılmıştır.

Carl Rogers, kişiyi bir obje olarak görmekten çok, ona nesne olarak bakan, insanlığın onuruna büyük saygı duyan, ilk ve öncü terapistlerden biridir.

Rogers, felsefesinde insanı inceleme olgusuna yaklaşımını: phenomenological (olay bilim) ve idiographic(gözlemlenen ölçüm) diye tanımlarken, insan davranışları konusunda ki görüşü ise “exquisitely rational” (Ince-mantık) (rogers,1961, p.194) olarak niteleyebiliriz. Başka deyişle, onun fikrine gore “insan doğasında varolan öz (çekirdek) doğal olarak pozitif’dir.” (1961, P.73) ve güven duyulan bir organizmadır(1977,p.7). Rogers’in bu inançları ortaya koyduğu Kişilik Teorisine de yansımıştır.

Bu araştırma sonucunda vardığım temel sonuç; Carl Rogers’in “Kendi- Self” üzerine geliştirdiği görüşler sonunda vardığı algılamaların, human condition- insanlık durumu ve bu koşulları uygun bir şekilde geliştirmesi konusundan yola çıkarak anahtar diyebileceğimiz noktalardır.

ACTUALIZING TENDENCY (Varolmanın yada Gerçekleştirmenin Eğilimi)

Roger 1959’ da insan “Organizma”sının altında yatan nedenin “Actualizing Tendency”- varolmanın eğilimi olduğuna karar kılmış ve “Organizma” nın gelişimi, autonomy (özerkliğinin) nin daha ileri yayılması veya bu yönde giden bütün kapasitelerin gelişimini sürdürmesinde görmüş ve bu fikri korumuştur.

The tendency (eğilim) yönlendiricidir, yapıcıdır ve şu anda tüm yaşayan varlıklarda bulunmaktadır. The Actualising Tendency (Varolmanın Eğilimi) bazı koşullarda bastırılabilir olsa da asla organizmanın harap edilmesi dışında yok edilemez. (Rogers, 1977).

Bu teoride, Actualising Tendency (Varolmanın Eğilimi) kavramı motive eden güç olduğu şeklinde nitelenebilir. Bütün motivasyonları ve gelişimini kapsamına alır: ilgi, gereksinim, veya yapabilme yeteneğinin azalması; mutluluk-arayışı eğilimi halinde olabildiği gibi yaratıcılık olgusu şeklinde de olabilir (Rogers,1959). Sadece Organizma kendi adına bir eğilim bütünüdür, bazı bölümleri örneğin (Kendi )(Self) bütün olarak algılanamaz. (Maddi,1996 p,106.) Bunu; “ Biyolojik baskılar genetik yazılımlardaki ihtiyacı tamamlamak içindir” şekilde tanımlar. Her bir kişi kendi potansiyelini oluşturmak için kendi temel yapısını (ana yaşam kurallarını) oluşturma hakkına sahiptir.

SELF (Kendisi Olmak)

İnsan Organizmasının, “phenomenal field” yani (olağan üstü alan)’ı yaşadığı o andaki zaman dilimindeki deneyimlerini bilinçli veya bilinç dışı taşıdığı yerdir. (Roger, 1959) Bu alanda gelişmeler olabilir, bu alanın bazı bölümlerinde degişiklikler olur ve o zaman bu kişinin “self” (Kendisi’)de oluşur.(Hall&Lindzey, 1985; Rogers, 1959). “self” bu teorinin ana merkezi yapısıdır. Diğer kişilerle olan iletişimi nedeniyle sürekli yapılanma içindedir ve varolma ve varlığını sürdürmenin farkındalığı ile ilgilidir. The self-concept (Kendinin-yapılanması) şu şekilde açıklanabilir: organize olmuş karakterler bütünüdür ve her bir ferdin kendisini algıladığı garip bir haldir. (Ryckman,1993,p.106). Genellikle, kişilerin sosyal oluşumlarından edindikleri deneyimler üzerine kurulmuştur.

SELF-ACTUALIZING TENDENCY (Kendi İçindeVarolmanın Eğilimi)

Varolmanın eğilimi, bilinen psikolojik form’da “Self” (Kendisi) ile bağlantılıdır. Böylece: “Self-actualizing tendency” (Kendisi içinde var olmanın eğilimi) şeklinde de değerlendirilir. Varolmak olgusu, Kendi (Self )’in içinde deneyimlerle sembolize edilinen bir kısımla alakalıdır. (Rogers, 1959) Kişinin, kendi hakkında bilinçli gözlemleri ile ne olduğunun farkında olması ve tetikleyici güç sayesinde kazandığı deneyimler de kendisi ile oluşturduğu tutarlılıktır. (Maddi, 1996) Gelişimine baglı olarak Kendi-oluşumu (self-concept) ve kendi varlolma eğilimi (self actualization) ikinci derecede ihtiyaclardır (inanca göre bunlar çocukluk döneminde öğrenildiği varsayılır) : “Başkalarından positif karşılık almak ihtiyacı (need of positive regards form others) ve (the need for positive self-regards) kendisine duyduğu positif karşılık almak ihtiyacı ”, bir öncekinin içe dönük halidir. Tercih edilen davranışlar Kişinin, kendini oluşturması “self-concept”, ile tutarlılık gösterir.(Maddi,1996)

ORGANISMIC VALUE AND CONDITIONS OF WORTH (Organizmanın değer ve değerlilik koşulu)

Kişinin dünyasında belirleyici olan kişiler ki; genelde bunlar ebevynlerdir ve genelde, koşulsuz değer verme yerine, koşullu olarak positif değer verme eğilimi gösterirler. Kişi, arzu ettiği değerleri seçer, onları kendine mal eder ve “conditions of worth- değerlilik koşulunu” oluşturur (Roger,1959). The self-concept (kendi oluşumu) ise, organizmanın gelişimi üzerine oluşumundan cok bu standart değerler üzerine meydana çıkar. Sözü geçen Değerlilik koşulları, Organizmanın değer verme işlemini rahatsız eder, bu koşullar akışkandır, Kişinin ve organizmanın olabildiğince yayılmasına bağlı olarak oluşan değerler ve dikkatlice verilen semboller sürekli işlem halindedir (Rogers,1959).

Kişinin kendine duyduğu saygı ihtiyacı, şu anda var olan değerlilik koşulu’nun kuralına göre deneyimlerinden seçtiği algılamalarıyla yön bulur. Bu deneyimler, kişinin algılamasında inkara uğramamış ya da bir şekilde rahatsızlık vermemiş halde iken kişinin dikkatlice sembolize ettiği, algıladığı koşullarla bağlantı içindedir. Bu hal kişinin kendisini algılaması ile organizmanın gördüğü deneyim arasında bir karmaşa, huzursuzluk ve sağlıksız hastalıklı davranışların sonucu olarak “Incongruence” (samimiyetsizlik) kendini yalanlamak meydana çıkar. (Rogers,1959) Bu gariplik, insan yapısında görülen olağan bir durumdur. Deneyimler, “subception” yolu ile bilinçli bir farkındalık olmadan tehlikeli olarak algılanabilir, bu taraflı formda farkında olmadan edinilen deneyimlerin sonucu anxiety (heyecan) dir.

Yaşamını tam olarak işleme koyabilen kişi ve kendisi

Teorik olarak, herhangi biri “Unconditional Positive Regards” (UPR) “Koşulsuz Positive (Sevgi- saygı ) Anlayış” ve Gelişiminde kosulsuz değer vermenin deneyimini öğrenerek kalıcı bir değişim gösterebilir ve önceden gecmişinden oluşturduğu tanımları yok sayabilir. Psikolojinin elverişli, uyarlanabilir bir sonuça ulaşması, kişinin kendi deneyimleri ile kişi arasındaki dürüstlük (congruent) ilişkisi ile başarılacaktır. Bunun için çevresindeki diğer kişilerden alınan positive regards (UPR) ve pozitif self regards ( kişinin kendisine duydugu anlayış, sevgi-saygı ) organizmanin kendini değerlendirmesi ile uyumlu olmalıdır. (Rogers, 1959) Bu ideal insan ruh yapısı, “Fully functioning person” (Fonksiyonlarını tam uygulayan kişi) ile şekillendirilir. Fonksiyonlarını tam uygulayan kişi, varoluşumu içinde bütün deneyimlere açık olan, duygularını rahatlıkla açabilen, özgürce yaşamayı bilen, yaratıcı ve yaşamı zenginlikleri ile yaşamasını öğrenen kişidir; “the good life”(Rogers,1961). Ayrıca şunu da ilave etmekde yarar vardır “İyi yaşam bir süreçtir, iyi yerde kalmak değildir. Bu bir yöndür ama varılan yer değildir (Rogers,1961, p.186). Yetişkinlerin pek çoğunda görünen, elverişli çocukluk dönemi geçirilmemesi halinde terapi aracılığı ile gelişimini ve değişimi yakalaması ümidi ile psikolojik olgunluğa erişebilir. Buradaki amaç; koşullu değerlerden arındırmak, kendisine karşı dürüst olmnasını deneyimleri ile başarmak ve organizmanin değerleri (organismic valuing) işlemini yeniden yapılandırmakdır (Rogers,1959).

Rogers’in görüşüne göre (1959, 1961, 1977) kişilik gelişmesi, ihtiyaç duyulan bölümlerin gelişmesine bağlı olarak açıkça mümkün olabilir. Buna rağmen, Roger kendini- kabullenme (self-acceptance) bir şekilde gereklidir demektedir. (1961) Rogers ilk başlarda “self” (kendisi) olgusunun önemini farketmemişti. Çalışmalarına başladığı zaman, “belirsiz, silik, bilimsel olarak anlamsız gibi kavramları kullanan Psikologlar sözlüğünün dışana çıkıp yeni bir araştırmaya şüpheci gözlerle gitmiş ve “self” yeni bir kavram getirmeye çalışmıştır. (1959,p200) Clients’lar ile çalışmaları esnasında self in ne kadar önemli olduğunu farketmiş ve Self’i şu şekilde tanımlamıştır: “organize olabilen, sürekliliği olan (tutarlı), Gestalt (bütüncü) içeren ve karakteristik algılama olarak tanımladığı kavram “Ben” veya “Benim” oluşumu ve yaşamın çeşitli alanlarında, algılamalarında içinde değerlerin de birlikte olduğu diğer kişilerle olan “ben” veya “ benim” ilişkisidir. (Rogers,1959,p.200).

Sözü geçen Gestalt, bir akışkanlığı olan değişime açık bir işlemdir ve kişinin algılamasına uygundur. Rogers özellikle değişimin mümkün olduğunu anltamak üzere bu “Gestalt” terimini kullanmak istemiştir: “küçücük bir ilave ile resmin bütünündeki anlamı ortaya çıkarmak amacıyla bu kurulumu kullanmıştır.” (p. 201)

Rogers’in self kavramı oldukça geniştir. Bunu şu şekillerde ifade eder: Gözle görünen herhangi bir değişimin sunulmadığı durumlarda “ideal self” herkişinin, kendisine en iyi şekilde sahip olunması şeklinde kendini kavramıs olarak belirtilir.(Rogers,1959) Bunu bağlı olarak, örneğin; temel kavram olan kişilik ve de kişilğin gelişmesi konularında her ne kadar kişinin imajı, yaşam süreci içindeki değişimler kesinlikle değişken olsa da kavram eksik görünmektedir. Ayrıca olağanüstü durumların Self üzerindeki etkileri, değişimler belirtilmemiş. Rogers’in kişinin “varolması” kavramı tanımı tamemen kişi ile ilgilidir ve bu farklılıkda Goldstein’in kullandığı terimle aynı anlamda değildir. ( Actualizing Tendency ile bağlantılıdır.) Ayrıca Maslow’un varolma kavramı da her iki şekli içinde barındırmaktadır. (Maddi, 1996).

Varolma egilimi, bu teorinin en vazgeçilmez meselesidir. Rogers bunu “İnsan hakkındaki en önemli temel gerçektir” (1965,p.21) şeklinde değerlendirir. Pek çok çeşitli organizmalarda, keşfettiği önemli biyolojik bulgular da bu eğilimi desteklemiştir. Rogers’in bu ileriye yönelik algılaması, Freud ve diğer uzmanların ınançlarından amaç olarak görünen tansiyonun düşürlemsi dengenin kurulması veya homeostasis’den (Kerbs&Blackman,1988; Maddi,1996) çok farklı, derin bir yolculuğa çıkılmasına yol açmıştır. Rogers(1977) notlarında, hassas uyarıcının yoksunluğu konusundaki yaptığı araştırmalarda, görünen dış uyarıcının yok olması halinde, iç dünyadaki denge yerine, içsel hassas uyarıcının akınına uğrar tezi ile bu oluyu desteklemiştir.

Bu durumda da fikir olarak Varoluş eğilimi daha bir anlam kazanmaktadır. Rogers yasamın, daha verimli olabilme olasılığı ve de en yüksek kapasitede kalabilmesi gibi spesifik bir kavram kullanmamıştır. Bir anlamda da Rogers’in felsefesi “İnsan özgürlüğündeki sezgisel ifadesi” yıpratıcı olabileceği düşüncesi de olabilir (Maddi, 1996, p.104) daha da ileriye giderek, potansiyel yaygınlığın olması inancı bu felsefenin ardında yatmaktadır. Psikoterapinin altında yatan ve hem client’a hem de terapiste sınırsız olabilirliklerin inancını vermek amaciyla teorinin bir yan çalışma olabileceğini de söylemiştir. Buna rağmen, Bu felsefeyi tüm insanlık adına uyguladığımızda, kişilik teorisi tarafından bakınca değerlerde ki akılcılık arayışı, olabilecek potansiyelliği ortaya çıkabilmesi adına mümkündür. (Maddi,1996)

Birilerine veya birine yapılan engelleyici tavırlar sonucunda, uyumsuzluk meydana gelmesi halinde Varolma eğiliminin yayılma potansiyeli, zarar gördüğünü bir şekilde hissettirir. Gercek kendi’ (True Self) icinde taraflılık hissettiginde, organizmanin hareketleri bir yöne doğru ya da diğeri ile bilinç altı mücadeleye girişir. Varolmak eğilimi ile kendi varolması eğilimleri birbirleri ile çatışma halinde olabillir. Roger (1977), daha önce benimsediği kendi(self) ile doğal tanımlanan yaşamsal deneyimler arasında ki farklılığın üzerine kendine dürüst olmama (incongruance) düşüncesini yeniden incelemeye almıştır. Ve toplum’a inanmaktadır ki (özellikle Batı Kültürüne) kültür yapısı, ödüllendiriciliği ve yaptırımcı davranış biçimi ki bunlar üniter (bütüncül) varolma eğilimini yönlendiricidir. (p.248). “Dünyaya, kendi varlığımıza yabancı olarak gelmeyiz, sosyal yaşam bu yandaşlığın arkasındadır. Rogers (1961) insan yavrusunun aslında congruance (iyilik, dürüstlük) modeli olduğunu keşfetmistir. Ve (bebek) insan yavrusu tamamen gerçek, tamamlayıcı, deneyimlerde birleştirici, farkında olan ve iletişimsel olarak tanımlanır. Değer verme koşulları (Conditions of Worth), bu tamamlayıcılıkdan dışarı yapılan yolculuklarında Engellenmiş algılamalar ortaya çıkar.

Bu araştırmada, iyilik ve dürüstlük (congruence) ile kendi (self) arasında daha iyi kişilik olgunlastırılmasını ortaya çıkarmak ve karşı koyucu tavır almak (defensive) en aza indirgemek adına, aşağıda bahsedildiği şekilde destekleyici deney kullanılabilir (Chodorkoff, 1954;cited on Rogers,1959). Ayrıca, Maddi (1996) bu arastirma uzerine oldukca ilginç savlarda bulundu. Psiko-terapi uygulamalarında kişi kendini anlatırken ideal olana doğru ilerleme gösterir böylece, bu olguya yakınlaşan kişiler (full functioning) büştün işlevi ile ilerlerken ortaya çıkabilecek yanlışlar mümkün olduğunca azalabilir. İdeallerin bir ölçümü olabilen işlemlerin sunumu ise (conditions of worth) değer verme koşuludur ki bu genelde sosyal konum içinde empoze edilir. Bu teoriye gore, (full functioning) bütünsel işleve varmak icin ileriye doğru gitmek yerine değer verme koşulu (condition of worth) yaygınlaştırılmalıdır!

İnsanlık koşullarında en çok görünen kişinin kendisi ile deneyimleri arasındaki uyumsuzluğu Rogers görmüş olmasına rağmen, insan olmanın özerkliğinde, insana olan temel inaçları azalmamıştır. Rogers (1977.p.15) İnsan olmayı şu şekilde görür: “içsel ve dışsal durumlarda gelişme için muktedir olmak, kendi oluşturduğu dünyasında kendini algılayabilmek, gelecek yaşamda adım atabilmek için kalıcı seçimler yapabilmek ve bu seçimlerde uygun hareket etmek. Bu teori, Rogers’in tarafsız görüşlerini ve kendi isteği doğrultusundaki inaçlarını simgelemektedir. İnsanoğlu rasyonel mantıklı davranışlarında yaşamı sürdürür“ der Rogers (1961,p195) ve devam eder; Çoğumuz için Trajedi kendi korunma sistemimizi çalıştırır ve mantıklı olmamızın farkındalığını bize gösterir böylece, organik olarak farklı bir yön’e gidebiliyor olsak da, bilinçli olarak bir yöne doğru hareket etmemizi sağlar. ” Rogers, Freud’un insanlar temel olarak yokedicidir ve kaçınılmazdır şeklindeki görüşlerinin tam aksi doğrultusundadır. Sadece şöyle bir durumda var “insanoğlu kendi kapasitesinin altındadır”, tam olarak işlevini sergileyemez çünkü korku içindedir (1961,p.105). insanoğlunun kendi kapasitesinin farkında olması ve varlığını sembolize edebilmesi ona kocaman bir güç verir, ancak bu farkındalıkda iki ucu keskin bıçak gibi bir olaydır: Taciz görmeyen bir farkındalık, bütün vasıfları ile var olabilmenin çok zenginliğin yolunu açar. Bunun yani sıra ise taciz görmüş bir farkındalık ise rahatsızlığa ve farklı sekilerde davranış bozukluklarının yolunu açar. (Rogers,1965)

Ruhsal tahribat gören kişi, “maladjusted person”, işlevini tam olarak yapan kişinin çok uzağında diğer uç noktasında bulunan kişidir. (Bu tez’in başlangıcında bahsettiğim gibi). Ruhsal tahribat gören kişi korunmasızdır, yaşamını olduğu yerde çaba göstermeksizin sürdürür, yaşamını önceden planlamadan rastgele sürdürür, özgür düşünmekten çok hep birileri tarafından yönlendirildiğini düşünür, yaratıcı olmaktan öte sıradan, kabullenici, bıkkın bir ruh halindedir. (Maddi,1996) Buna karşılık, vasıflarını çalıştıran kişi diğerinin tam tersi olarak kendini koruma sisteminin dışında özgürce bir yaşam sürer.

Vasıflarının çalıştıran kişi diğerinin tam tersi olarak kendini koruma sisteminin dışında özgürce bir yaşam sürer, deneyimlere açıktır, yaratıcı ve “iyi yasam” da yasamayı elde edebilen kişidir. Vasıflarını çalıştırabilen kişiye Deneysel, gözlemci destek vermek oldukça karışık durumdur. Karakteristik deneyimlere tamamen açık olabilmekle destek verilebilir (Coan,1972; cited in Maddi,1996). Ancak, bazı araştırmalar, deneyimlere karşı gösterilen açık olabilme hali ve organizmaya olan güvenirlilik durumları, ümit edilenin aksine içsel uyuşumun oluşmadığını gösterir. (Pearson, 1969,1974; cited in Maddi, 1996). Ryckman(1993) araştırmalarına göre de kendini korumaya almayan kişiler diğerlerinden çok daha hoşgörülü olduğunu işaret eder ve Maddi (1966) belirli sayıdaki araştırmalarında kendine barışık kişilerin diğerlerine göre daha çok hoşgörülü (accepting) olduğunu yazar.

Rogers uçlarda olan iki kişiyi tanımlar, her bir kişiye bu şekilde humanistik bir vurgulama yapmak bir şekilde kafaları karıştırabilir. Maddi(1996) bu uçlardaki karakterlerde, iki prototipin olması belki de kişilik teorisinin, terapi terorisinde ikinci derecede olmasında da olabilir diye vurgular. Belki de, psikoterapi teoritik olarak, tam işlevine vakıf ikiş ile ruhsal tahribat görmüş bu iki uç karekterlerle bağlantısı olduğundan bu şekilde uygulanması tercih edilmiş olabilir. Herşeye rağmen insanlık adına teoriler yapıldığında iki prototipten söz etmek yeterli değildir.

Carl Rogers, insan varlığının gelişmesinde görüşlerini sunarak belkide en çok ilgi çeken kişiliktir. Onun İnsan Merkezli terapisi belkide psikolojiye damgasını vuracak en etkili terapilerden biridir. Rogers, her ne kadtar ortak benzerlikleri de olmakla birlikte, şu andaki zaman dilimini algılanmaya yönelik terapisi ile Maslow’un görüşlerinden farklılıklar gösterdiği açıkca görülmektedir. Person Centered yaklaşım terapinin dışında da pek çok alanda eksini göstermiştir. Örneğin: aile yaşamı, eğitim, liderlik, fikrilerdeki farklılıklardaki çözüm, politika, toplumsal sağlık (Kerbs&Blackman, 1988)

Bu kısa değerlendirme ile Carl Rogers’ı bütün yönleri ile yansıtmak mümkün değildir. Ama Rogers’i anlama yönünde önemli bir ipuçu olduğunu düşündüğüm şu saptamayı yaparak yazıya nokta koymak istiyorum. Bana göre Rogers, insanlık adına mücadeleci ruhu keşfettiği en önemli doktirini kişiyi, insanlık adına ve etik olarak inceleyen, bilimi doğal olarak değerlendirmeyip insanlık bilimi şeklinde tanımlayıp değer vermesidir.




REFERENCES;
  • Hall, C.S., Gardner, L. (1985). Introduction to the theories of personality. Toronto: John Wiley & Sons
  • Krebs, D., Blackman, R. (1988). Psychology: A first encounter. Toronto: Harcourt Brace Jovanovich.
  • Maddi, S.R. (1996). Personality theories: A comparative analysis (6th ed.). Toronto: Brooks/Cole Publishing Co.
  • Nietzel, B.M., Bernstein, D.A., Milich R. (1994). Introduction to clinical psychology (4th ed.) N.J.: Prentice Hall Inc.
  • Rogers, C.R. (1959). A theory of therapy, personality and interpersonal relationships, as developed in the client-centered framework.
  • In S. Koch (ed.). Psychology: A study of science. (pp. 184-256). N.Y.: McGraw Hill. (1961).
  • On becoming a person. Boston: Houghton Mifflin. (1965).
  • A humanistic conception of man. In R.E. Farson (ed.)
  • Science and human affairs. California: Science and Behavior Books Inc. (1977).
  • Carl Rogers on personal power. N.Y.: Delacorte Press. Ryckmann, R.M. (1993)
  • Theories of personality (5th ed.) California: Brooks/Cole Publishing Co.
  • Shaffer, J.B. (1978). Humanistic psychology. N.J.: Prentice-Hall Inc.
 
Geri
Top