Çok değil, bundan yirmi yıl öncesi, çocukluğumun şehri İstanbul’u hatırlıyorum. Genelde İstanbul, özelde sokağım, ailem, arkadaşlarım… Yirmi sene uzun bir zaman mı bilmem; ama bana dün gibi geliyor. Gül Sokak’ın tatlı dönemecinde bugün de aynı tatlı rüzgâr karşılar beni, kucaklar bir zamanların küçük kızını, şimdinin annesini.
Sular tersine akmıyor, dünya da tersine dönmedi ama bir şeyler değişti. Anlamak zor. Eskiden Gül sokakta mutlu çocuk çığlıkları yankılanırken şimdi sokaklar boş. Çocuklar Gül sokağın serin rüzgârlarıyla ancak evlerinin camından tanışıyorlar ya da eğer şanslılarsa balkonlarından dâhil oluyorlar Gül sokağa.
Peki ya çocukların özgürlüklerinin elinden alınma nedeni ne? Aileleri bu kontrol duygusuna iten neden ne? Ahlaki değerlerde ki dejenerasyonun, toplumsal sorumluluklardaki gevşemenin nedeni ne? İnsanlar neden mutsuz?
Bunu anlamak için resmin tümüne bakmak gerek Akşam haberlerini izlemekle başlayabiliriz. Zulüm, katliam, savaş, tüm dünyayı saran şiddet, ölümü en zor yakıştırdığımız çocukların çeşitli nedenlerle kurban edilmeleri. Tacizler, tecavüzler, öldürmeler…
Aile ve insan, insan bütünlüğünü korumak için refleksler geliştiriyor. Kişiler için bir taraftan patolojiler doğallaşırken bir taraftan hassasiyetler artıyor. Bununla birlikte binalara hapis çocuklar özgürlük isteyen gençler, çatışan eşler, yalnızlaşan aileler… “Babana bile güvenme” cümlesi çok can yakıcı bir ifade olmakla birlikte altında yatan şüpheci, paranoid düşünceler kitleleri etkiliyor. İnsanın- insanla ilişkisi azaldı onun yerine televizyon, bilgisayar yalnızlığı gideriyor. Narsistik kazançlar ve yönelimler destekleniyor, benlikler şişiriliyor. Başkasının üstüne basarak yükselmek doğallaşmış. Rekabet, yarış bencilliği ve yalnızlığı beraberinde getiriyor. Yalnızlaşan birey yalnızlaştıkça nefsine sarılıyor.
Nefs şiştikçe, şahsiyet zayıflıyor
Toplum sağlığı için yazılı olmayan ama bir yönüyle yasalardan daha etkili olan inanç, ahlak, kültür gibi değerler güçlü bir mekanizmadır. Bu değerlerin örselenmesi, küçümsenmesi, önemsenmemesi ve öğretilmemesi sonucu karşımıza kaotik bir toplum çıkıyor. Toplumların birbirlerinden etkilenmeleri pek tabiidir. Doğu batı toplumları birbirleriyle etkileşim halindedir ancak gelinen nokta sanki doğusuz bir batı hegomanyasıdır. Batılı olmanın bedeli manevi değerlerden vazgeçmek olmuştur. Özünü kaybetmek ise hala içinde öz olan insanlar için büyük bir çatışma, suçluluk duygusuna neden olurken; büyük bir kısımda ise hedonist, narsist, şizoid insan tipine ve ateist bir inanç sistemine sürüklemiştir.
Türk toplumu da, sosyal destek kaynaklarını tüketerek aynı bireycilikle yoğrulan diğer kardeş toplumların kaderini paylaşır oldu ve yalnızlık ise insanı sanal mutluluklara sürükledi. Uyuşturucu bağımlılığı, şiddet, fuhuş, ilköğretime kadar düştü..Her ne kadar şiddet ve suç davranışları psikiyatrik bozukluklarla ilişkilendirilse de hastalıktan dolayı suça meyledenlerin oranı düşük.[1]
Toplumun bir kısmı bu şekilde suça meylederken bir kısmı da psikiyatrik hastalıklarla boğuşuyor. Dâhiliye polikliniklerine giden birçok hasta psikosomatik (psikolojik kökenli olan fiziksel hastalıklar) hastalıklardan muzdarip. Depresyon ve kaygı bozukluğu gibi rahatsızlıkların temelinde yalnızlaşan, insanı bulmak mümkün. Ruh dünyasını besleyen, destekleyen tüm değerleri; inanç, dua ibadet gibi değerleri yok sayan bilim dünyası insanı psikoloji bilimine hapsetmiştir.Her geçen gün insanları daha fazla esir alan hastalıklara çözüm bulmak için çeşit çeşit ilaçlar yapıyor. Milyon dolarlar harcayarak çözüm üretmeye çalışıyor.
İntihar (özkıyım) ise yalnızlaşan, sorununu çözemeyen insana çözüm olarak görünüyor. Dünya sağlık örgütünün verilerine göre 2000 yılında tüm dünyada 1 milyon kişi intiharla yaşamına son vermiş. Yine Dünya sağlık örgütünün verilerine göre; son 45 yılda tüm dünyada intihar oranları %60 artmıştır. İntihar, tüm ülkelerde ölümlerin ilk on nedeni arasında sayılmaktadır. Toplumsal kriz dönemleri ve toplumsal çözülme arttıkça kişisel krizlerde bir artış gözlenmekte.[2] Bu dünyanın tüm zevk ve isteklerinin yaşanacağı mekân olarak tayin eden insan hayal kırıklığının önüne geçemiyor. Savunma mekanizmaları yetersiz kalıyor. Çünkü özü ve geliş amacını hedonizme bağlıyor. Tüm güçlülüğü suya düşüyor. Ontolojik nedenini maddiyata bağlıyor. İnsanın kendisiyle, dünyayla, insanlarla, yaratıcısıyla ilişkisi yeniden formatlandı. Ciddi bir yarılma ve bölünme var.Aydınlanma hareketiyle başlayıp aklın öne çıkartılarak, insan ruhunun ve bedenin ikiye ayrılması ve manevi değerlerin laboratuara girmediği için yok sayılması bizi bu toplum yapısına getiren anlayışın temelidir.. Sadece bedeni hedeflemek insan yaşamını anlamsız ve mutsuz kılıyor. İnsanın temel güven duygusuna bağlanmaya, güvenmeye, teslim olmaya ihtiyacı var. Aklına aşık insan, defalarca yeniliyor ve kapasitesinin farkına varınca dönüp dolaşıp inandığına sarılıyor. İnancı olmadığını söyleyen insanlar bile zor anlarda aczi yetinin farkına varıp dua ediyor. Ancak stresli ve zor anlarda maskeler düşüyor ve insan geçici olsa da doğasına dönüyor.
İmanlı insanın, hayata karşı duruşunda, hayatı yorumlayışında, yaşadıklarına yüklediği anlamda ciddi farklılıklar var. İnançlı insan; insanı kâmil olma yolunun da dünyayı bir olgunlaşma ve kendini sınama yeri olarak zihinlerde indirgiyor. Tüm vahiy dinlerin ortak noktası budur. Yaradan yarattığını başıboş bırakmamıştır. Rehberlerle yol göstermiş, desteklemiştir. Bu rehberliği kabul etmeyen toplumlar geçici iyilik hallerine rağmen sonları aynıdır. Tıpkı hasta doğan bir insanın geçici iyilik hali gibi. Batı düşüncesinin tasavvur ettiği insan modeli hastalıklı doğmuştur. Mutsuzluğa mahkumdur.
Bizim içinse söylenecek ne var bilemiyorum ancak şu ortada ki hiçbir millet kendin terk ederek, inkâr ederek ve sanal kimliklerle güç, itibar, huzur sahibi olamaz. Genetik kodlarımızla oynandığı zaman biz olmaktan çıkıp hiç oluyoruz. Çünkü bizi diğerinden ayıran özellikler kaybolunca siz olamazsınız. Ama o da olmazsınız.
Bireyciliğe, yalnızlığa karşı cemaatleşmeyi, “Komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir” diyen Peygamber duruşunu hatırlamalıyız. Birbirimize hatırlatmalıyız, kim olduğumuzu… Nereden geldiğimizi “Bana ne!” demeden. Üstüne basıp geçmeden. Sahip olmamız gereken tüm değerlerimiz bütünleşmeye, anlamaya, sevmeye dair olmalı.
Psk. Ayşe Toker
1) Adli Psikiyatri’de Adam Öldürme ve Ceza . Dr. İbrahim Balcıoğlu, Dr. Aylin Çitken
2) İntihar ve İntihar Olaylarını Araştırma Raporu, Komisyon Başkanı Doç. Dr. Nurgün Oktik
Sular tersine akmıyor, dünya da tersine dönmedi ama bir şeyler değişti. Anlamak zor. Eskiden Gül sokakta mutlu çocuk çığlıkları yankılanırken şimdi sokaklar boş. Çocuklar Gül sokağın serin rüzgârlarıyla ancak evlerinin camından tanışıyorlar ya da eğer şanslılarsa balkonlarından dâhil oluyorlar Gül sokağa.
Peki ya çocukların özgürlüklerinin elinden alınma nedeni ne? Aileleri bu kontrol duygusuna iten neden ne? Ahlaki değerlerde ki dejenerasyonun, toplumsal sorumluluklardaki gevşemenin nedeni ne? İnsanlar neden mutsuz?
Bunu anlamak için resmin tümüne bakmak gerek Akşam haberlerini izlemekle başlayabiliriz. Zulüm, katliam, savaş, tüm dünyayı saran şiddet, ölümü en zor yakıştırdığımız çocukların çeşitli nedenlerle kurban edilmeleri. Tacizler, tecavüzler, öldürmeler…
Aile ve insan, insan bütünlüğünü korumak için refleksler geliştiriyor. Kişiler için bir taraftan patolojiler doğallaşırken bir taraftan hassasiyetler artıyor. Bununla birlikte binalara hapis çocuklar özgürlük isteyen gençler, çatışan eşler, yalnızlaşan aileler… “Babana bile güvenme” cümlesi çok can yakıcı bir ifade olmakla birlikte altında yatan şüpheci, paranoid düşünceler kitleleri etkiliyor. İnsanın- insanla ilişkisi azaldı onun yerine televizyon, bilgisayar yalnızlığı gideriyor. Narsistik kazançlar ve yönelimler destekleniyor, benlikler şişiriliyor. Başkasının üstüne basarak yükselmek doğallaşmış. Rekabet, yarış bencilliği ve yalnızlığı beraberinde getiriyor. Yalnızlaşan birey yalnızlaştıkça nefsine sarılıyor.
Nefs şiştikçe, şahsiyet zayıflıyor
Toplum sağlığı için yazılı olmayan ama bir yönüyle yasalardan daha etkili olan inanç, ahlak, kültür gibi değerler güçlü bir mekanizmadır. Bu değerlerin örselenmesi, küçümsenmesi, önemsenmemesi ve öğretilmemesi sonucu karşımıza kaotik bir toplum çıkıyor. Toplumların birbirlerinden etkilenmeleri pek tabiidir. Doğu batı toplumları birbirleriyle etkileşim halindedir ancak gelinen nokta sanki doğusuz bir batı hegomanyasıdır. Batılı olmanın bedeli manevi değerlerden vazgeçmek olmuştur. Özünü kaybetmek ise hala içinde öz olan insanlar için büyük bir çatışma, suçluluk duygusuna neden olurken; büyük bir kısımda ise hedonist, narsist, şizoid insan tipine ve ateist bir inanç sistemine sürüklemiştir.
Türk toplumu da, sosyal destek kaynaklarını tüketerek aynı bireycilikle yoğrulan diğer kardeş toplumların kaderini paylaşır oldu ve yalnızlık ise insanı sanal mutluluklara sürükledi. Uyuşturucu bağımlılığı, şiddet, fuhuş, ilköğretime kadar düştü..Her ne kadar şiddet ve suç davranışları psikiyatrik bozukluklarla ilişkilendirilse de hastalıktan dolayı suça meyledenlerin oranı düşük.[1]
Toplumun bir kısmı bu şekilde suça meylederken bir kısmı da psikiyatrik hastalıklarla boğuşuyor. Dâhiliye polikliniklerine giden birçok hasta psikosomatik (psikolojik kökenli olan fiziksel hastalıklar) hastalıklardan muzdarip. Depresyon ve kaygı bozukluğu gibi rahatsızlıkların temelinde yalnızlaşan, insanı bulmak mümkün. Ruh dünyasını besleyen, destekleyen tüm değerleri; inanç, dua ibadet gibi değerleri yok sayan bilim dünyası insanı psikoloji bilimine hapsetmiştir.Her geçen gün insanları daha fazla esir alan hastalıklara çözüm bulmak için çeşit çeşit ilaçlar yapıyor. Milyon dolarlar harcayarak çözüm üretmeye çalışıyor.
İntihar (özkıyım) ise yalnızlaşan, sorununu çözemeyen insana çözüm olarak görünüyor. Dünya sağlık örgütünün verilerine göre 2000 yılında tüm dünyada 1 milyon kişi intiharla yaşamına son vermiş. Yine Dünya sağlık örgütünün verilerine göre; son 45 yılda tüm dünyada intihar oranları %60 artmıştır. İntihar, tüm ülkelerde ölümlerin ilk on nedeni arasında sayılmaktadır. Toplumsal kriz dönemleri ve toplumsal çözülme arttıkça kişisel krizlerde bir artış gözlenmekte.[2] Bu dünyanın tüm zevk ve isteklerinin yaşanacağı mekân olarak tayin eden insan hayal kırıklığının önüne geçemiyor. Savunma mekanizmaları yetersiz kalıyor. Çünkü özü ve geliş amacını hedonizme bağlıyor. Tüm güçlülüğü suya düşüyor. Ontolojik nedenini maddiyata bağlıyor. İnsanın kendisiyle, dünyayla, insanlarla, yaratıcısıyla ilişkisi yeniden formatlandı. Ciddi bir yarılma ve bölünme var.Aydınlanma hareketiyle başlayıp aklın öne çıkartılarak, insan ruhunun ve bedenin ikiye ayrılması ve manevi değerlerin laboratuara girmediği için yok sayılması bizi bu toplum yapısına getiren anlayışın temelidir.. Sadece bedeni hedeflemek insan yaşamını anlamsız ve mutsuz kılıyor. İnsanın temel güven duygusuna bağlanmaya, güvenmeye, teslim olmaya ihtiyacı var. Aklına aşık insan, defalarca yeniliyor ve kapasitesinin farkına varınca dönüp dolaşıp inandığına sarılıyor. İnancı olmadığını söyleyen insanlar bile zor anlarda aczi yetinin farkına varıp dua ediyor. Ancak stresli ve zor anlarda maskeler düşüyor ve insan geçici olsa da doğasına dönüyor.
İmanlı insanın, hayata karşı duruşunda, hayatı yorumlayışında, yaşadıklarına yüklediği anlamda ciddi farklılıklar var. İnançlı insan; insanı kâmil olma yolunun da dünyayı bir olgunlaşma ve kendini sınama yeri olarak zihinlerde indirgiyor. Tüm vahiy dinlerin ortak noktası budur. Yaradan yarattığını başıboş bırakmamıştır. Rehberlerle yol göstermiş, desteklemiştir. Bu rehberliği kabul etmeyen toplumlar geçici iyilik hallerine rağmen sonları aynıdır. Tıpkı hasta doğan bir insanın geçici iyilik hali gibi. Batı düşüncesinin tasavvur ettiği insan modeli hastalıklı doğmuştur. Mutsuzluğa mahkumdur.
Bizim içinse söylenecek ne var bilemiyorum ancak şu ortada ki hiçbir millet kendin terk ederek, inkâr ederek ve sanal kimliklerle güç, itibar, huzur sahibi olamaz. Genetik kodlarımızla oynandığı zaman biz olmaktan çıkıp hiç oluyoruz. Çünkü bizi diğerinden ayıran özellikler kaybolunca siz olamazsınız. Ama o da olmazsınız.
Bireyciliğe, yalnızlığa karşı cemaatleşmeyi, “Komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir” diyen Peygamber duruşunu hatırlamalıyız. Birbirimize hatırlatmalıyız, kim olduğumuzu… Nereden geldiğimizi “Bana ne!” demeden. Üstüne basıp geçmeden. Sahip olmamız gereken tüm değerlerimiz bütünleşmeye, anlamaya, sevmeye dair olmalı.
Psk. Ayşe Toker
1) Adli Psikiyatri’de Adam Öldürme ve Ceza . Dr. İbrahim Balcıoğlu, Dr. Aylin Çitken
2) İntihar ve İntihar Olaylarını Araştırma Raporu, Komisyon Başkanı Doç. Dr. Nurgün Oktik