Boğaz Sahilhaneleri

Suskun

V.I.P
V.I.P
İstanbul boğazı

Bugüne değin İstanbul Boğazının oluşumuna ilişkin çok sayıda görüş ortaya atılmıştır. XVIII. yy başında gezgin Tournefort, Boğaz oluğunun, taşan Karadeniz sularının aşındırmaları sonucunda oluştuğunu ileri sürerken, Pallas, Boğaz ın, yakın bir dönemde akarsuların aşındırmalarıyla ya da burada oluşan tektonik kırılmalar sonucu açılmış olabileceğini söylemiştir. Dureau de Maile ise oluğun bu çevrede oluşan volkan patlamaları sonucu açıldığını ve bölgenin kuzeyinde rastlanan lavların da bu sırada ortaya çıkmış olabileceğini düşünmüştür. P.de Tchihatcheffin de katıldığı bu tez Boğaz çevresindeki volkanik bölgenin yaşının II. Zaman sonu olarak saptanması üzerine çürümüştür.

XIX. yy başında A. Von Hoff İstanbul Boğazının oluşumunu, çok beslenen Karadenizin su düzeyinin yükselmesi ve Karadeniz sularının bir eşikle ayrıldığı Marmara Denizi ne akarken, şimdiki Boğazın yer aldığı eşiği aşındırmasına bağlamıştır. XIX. yy sonunda ise, Boğazın deniz tarafından doldurulan eski bir vadi olduğu bütün bilim adamlarınca kabul edilmiştir. Ancak bu görüşün sahipleri arasında da bu kez İstanbul ve Çanakkale boğazlarının aynı vadiye ait parçalar olup olmadığı ve söz konusu vadiler içinde geçmiş bulunan ırmak sularının akış doğrultusu konusunda düşünce farklılıkları ortaya çıkmıştır. A. Philippsoıı, F. Toula, N. Andrussow, J.Cvijiç İstanbul Boğazının Karadeniz den Marmaraya doğru akan bir akarsu vadisi olduğunu ileri sürerlerken, T. English ile R. Hoernes bu vadide akışın güney-kuzey doğrultusunda olduğunu savunmuşlardır.

Boğazda birbirinden farklı akıntılar söz konusudur. Karadenizden Marmara Denizine doğru bir üst akıntı ve Marmara Denizinden Karadenize doğru bir alt akıntı vardır. Üst akıntının nedeni hemen hemen bir iç deniz niteliğinde olan, bol yağışlar ve güçlü akarsularla beslenen Karadenizde su düzeyinin Marmara Deni¬zine oranla daha yüksek oluşudur. Bu üst akıntının şiddeti üzerinde rüzgârların da etkisi görülmektedir. Kuzey rüzgârları eserken İstanbul Boğazındaki akıntı artmakta, buna karşılık lodos fırtınaları akıntının azalmasına neden olmaktadır. Lodos kimi zaman da orkoz denilen ters akınım yaratmaktadır. Boğazdaki akıntıların hızı, Boğaz oluğunun darlaştığı kesimlerde çoğalmaktadır. Akıntı özellikle Boğazın en dar yerleri olan Anadoluhisarı-Rumelihisarı ve Akıntı Burnu-Vaniköy arasında en yüksek noktasına ulaşmaktadır. Hisarlar arasındaki akıntıya şeytan, Arnavut-köy-Vaniköy arasındakine ise maskara adları verilmektedir. Hızları kimi zaman saatte 9-10 km.yi bulan bu akıntılar sırasında Boğaz, suları güneye doğru akan bir büyük ırmaktan farksızdır.

İstanbul Boğazının girintili-çıkıntılı yapısı, kuzeyden güneye doğru hareket eden bu üst akıntı yanında, bir takım sapmalara ve koylarda küçük ters akıntıların (anafor) oluşmasına da olanak hazırlamıştır.

Boğazın derinliklerinde ise kanal denilen ve Marmara Denizinin daha tuzlu olan sularını Karadenize taşıyan güçlü bir alt akıntı vardır. İstanbul Boğazının güney girişinde, üst akıntı ile alt akıntı arasındaki ilinti yüzeyi 18 m derinlikte iken, bu değer kuzeye doğru artmakta ve Anadolu ile Rumeli fenerleri arasında 50 m.yi bulmaktadır.

Boğaz oluğunun kaynak bakımından Marmara Denizi ile ilgisi olmadığını ileri süren Penck, bunun yukarı yatağı, Kâğıthane Deresince oluşturulmuş bir vadinin (Haliç) uzantısı olabileceği fikrini savunmuştur.

Besim Darkot ise Boğazın güney girişindeki eşiğin, Penckin ileri sürdüğü gibi, Haliçin Boğaz Vadisini Marmara Denizi nden ayıran bir set olmayıp, Karadeniz den gelen büyük su kütlelerinin taşıdığı katı maddelerin, Boğaz oluğunun ağzında birikmesiyle oluştuğunu ileri sürmüştür. Günümüzde Boğazın oluşumuna ilişkin en çok ilgi gören yaklaşım, İstanbul Boğazı Vadisinin III. Zaman sonlarından başlaya rak bugünküne oranla en az 100 m alçaktaki bir deniz yüzeyine göre kazıldığı ve IV. Zaman ortalarına doğru bu vadinin deniz tarafından doldurulduğudur.

İstanbul Boğazı genellikle kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunu izler. Her iki kıyısından vadilerle yarılmış durumdaki Boğaz, güney girişinde bir süre kuzey-güney doğrultusunda sürer. Salacak önle-rinde hafifçe kuzeybatıya dönerek kuzey-güney doğrultusunu alır. Boğaz oluğu, Paşabahçe-Yeniköy hattından sonra kuzeybatıya yönelişini sürdürerek belirgin bir dirsekle kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunu alır. Bu noktadan sonra Büyükdere önlerinde, ilk dirseğe neredeyse tümüyle dik ikinci bir dirsek yaparak yine kuzey-doğu-güneybatı doğrultusunu alan İstanbul Boğazı Yun kıyıları, kuzeyde, Karadeniz girişinde birbirine koşutluğunu yitirir.
İstanbul Boğazının Kız Kulesinden Anadolu Fenerine dek uzunluğu 35 km, Saray Burnundan Rumeli Fenerine olan uzunluğu ise 55 km. Boğazın en dar yeri 760 m ile Rumelihisarı- Anadoluhisarı arası, en geniş yeri ise 3.500 m ile Büyükdere (Çayır başı)-Umur yeri arasıdır.

İstanbul Boğazının tabanı birçok çukur ve tümsekle doludur. Güney-kuzey doğrultusunda 0,001 değerinde eğim gösteren tabanda, derinliği 50 myi bulan ve Boğazı baştanbaşa geçen bir oluk yer almaktadır, Bu oluk sürekli olarak Boğazın ortasından gitmemekte, kimi zaman karşı¬lıklı kıyılara doğru yaklaşmaktadır. Boğaz oluğu güneyde Beşiktaş ile Üsküdar ve Kuzguncuk arasında kendi ekseni boyunca uzanan bir sırt ile iki yan oluğa ayrılır. Buradan kuzeye doğru gidildikçe ortadaki sırtın yitip tek bir oluk oluşturduğu görülür. . Daha kuzeyde derinlik 70-75 m.ye varmakta. Boğaz, kuzey girişinde 50 m.ye varmayan bir eşikle sona ermektedir. Aynı biçimde derinliği 50 myi bulan bir başka eşik de Boğazın güney girişinde, Saray burnu ile Selimiye arasındadır.

Türk Boğazları Bölgesi; İstanbul Boğazı -17 deniz mili, Marmara Denizi -110 deniz mili ve 37 deniz mili uzunluğunda Çanakkale Boğazından oluşan toplam 164 deniz mili uzunluğunda, gemilerin geçiş yaptığı suyoludur. Bu suyolunun alternatifi yoktur ve tüm ülkeler, özellikle Karadenize kıyısı olan ülkelerin ekonomileri için çok önemlidir.


İstanbul Boğazının uzunluğu; 17 deniz milidir. Kıyılardaki uzunluk, Anadolu tarafında 19 deniz mili, Trakya tarafında ise daha kıvrımlı yapısından dolayı 30 deniz mili kadardır. Boğazın genişliği en dar yeri olan Aşiyan-Kandilli arasında 698 metre, en geniş yeri olan Büyükderede ise yaklaşık 3500 metredir.

Dünyada deniz trafiğine açık 264 boğaz arasında, tarihi kültürü ve güzellikleri barındırması açısından dünyada bir eşi ve benzeri olmayan özelliklere sahip olan İstanbul Boğazı aynı zamanda dünyadaki en dar ve gemiler için çok riskli bir su yoludur ve yaklaşık 27-28 adedi tehlikeli yük taşıyan olmak üzere her gün yaklaşık 150 gemi geçiş yapmaktadır. Her 9,5 dakikada 1 gemi geçişi demektir.

İstanbul Boğazı Panama Kanalının dört katı, Süveyş Kanalının üç katı yoğunluğunda deniz trafiğine sahiptir.


İstanbul Boğazının en dar yeri 700 metre, en geniş yeri 1500 metredir ve 12 keskin dönüşe sahiptir. Boğazın dört noktasında 45 derecelik, Yeniköyde ise 80 derecelik rota değişikliği yapılması gerekmektedir. İstanbul Boğazında ortalama derinlik 30-60 metre olup en derin yeri Kandilli açığında 110 m.dir.

Türk Boğazlarının bugünkü hukuki statüsünü ve gemilerin geçişlerini ve seyirlerini düzenleyen Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Temmuz 1936 tarihinde imzalanmış ve o zamanlar 4500 gemi geçmekte iken günümüzde yılda ortalama 55000 gemi geçiş yapmaktadır.

Boğazda adalar:


1-Üsküdar Salacak Mevkiinin 250 metre kadar açığında bir ada olan Kızkulesi vardır.
2- Kuruçeşme Mevkiinin açığında, Kuruçeşme Bankları ve bunların üzerinde Kuruçeşme Adası bulunur.
3- Bebek Koyunun merkezinde bulunan ve üzerinde Bebek Fenerinin bulunduğu adadır.
4- Rumeli kavağı açığında, Diki likaya Banklarının üzerinde Diki likaya adası bulunur.

Bunlardan başka, üzerlerinde ada veya adacık şeklinde yapıların bulunması sebebiyle adalar başlığı altında yer verilen ve özellikle büyük gemiler için tehlike oluşturan başka banklar da bulunmaktadır.

İstanbul Boğazında fırtınalar daha çok Ocak ayında görülmektedir. Eylül başından itibaren fırtınaların sayısında da artış başlar. Fırtınaların Boğazdaki su hareketi, akıntılar ve seyre büyük etkisi vardır. Sis, en çok Mart ve Nisan aylarında görülür.

İstanbul boğazında görülen akıntıları aşağıdaki 4 madde şeklinde sıralayabiliriz


1-Yüzey (Üst) Akıntısı: Karadeniz, su seviyesi olarak Marmaradan 40 santimetre daha yüksektir. Karadenizden Marmaraya doğru olan yüzey akıntısının ana sebebi de bu yükseklik farklılığıdır. Daha yüksek seviyede olan Karadenizin suları, seviyesi daha alçak olan Marmaraya doğru akmaktadır

2- Dip (Alt) Akıntısı: Yüzey akıntısına ters yönde yani Marmara Denizinden Karadenize doğru akan bu akıntının nedeni ise tuzluluk oranının farkındandır. Karadenizin tuzluluk oranı, sürekli tatlı su ile beslenmesi ve tuzlu suyun da kısmen yüzey akıntısı ile taşınması nedeniyle, düşüktür. Marmara Denizi, Karadenizden yaklaşık olarak iki kat daha tuzludur. Bu aynı zamanda Karadeniz sularının özgül ağırlığının Marmara sularından daha az olduğu anla mina gelmektedir. İki denizin suları arasındaki tuzluluk durumundan dolayı olan bu yoğunluk farkı, 15 metre derinlikten itibaren başlayan ve derinliğin elverdiği ölçüde 45 m. kadar etkili olabilen dip akıntısının da nedenidir

3-Anafor (Ters) Akıntılar: Boğazda bir de ana akıntıya karşı duran koyların veya burunların kıvrımlarına giren suların sahilin kıvrımlarını takip ederek ters yönde kıyıdan ilerlemesi ile anaforlar ve bu anaforların tekrar ana akıntıya karıştığı yerlerde halk diliyle aynalar (girdaplar) oluşur

4-Orkoz Akıntısı: Güney rüzgârları ve özellikle Lodos, zaman zaman İstanbulda şehir hatları gemilerinin bile seferlerinin iptal edilmesine neden olacak kadar etkili olur. Bu rüzgârlar, Marmaranın sularını kuzeye doğru yığar ve su seviyesini İstanbul Boğazının güney girişinde yarım metre kadar yükseltebilirler. Bu durumda Boğazın akıntı rejimi de değişir; yüzeyde orkoz adı verilen ters akıntı oluşur.
 
Düzenleyen yönetici:
GALATA

Antik zamanlardan beri, Haliçin girişinde yerleşim birimleri olmuştur. Bölge dokuzuncu yüzyılda Sykai (İncir Bahçeleri) olarak biliniyordu. Günümüzdeki ismi eskiden Anadoluda yaşamış olan Gallilerden gelmiş olabilir. Ya da İtalyanca, denize giden yol anlamına gelen calatadan gelmiş olabilir. Galata, 1261 yılında Bizanslılar kentlerini yeniden aldıklarında Cenevizlilere yarı bağımsız bir koloni olarak verilmişti. Bölgelerini korumak için bina ettikleri duvarlar Osmanlılar tarafından yıkılmıştı ve bölge yavaş yavaş çoğunlukla Avrupalıların yaşadığı bir bölge olmuştu.


Günümüzde genelevleri, bit pazarları ve nalburiyeleriyle ünlü Karaköy kentin pek tanımlanamaz bir semtidir.

61 metre uzunluğunda ve 12 katlıdır. Galata Kulesi ya da Mesihin Kulesi, 1348′de Cenevizliler tarafında inşa edilen bir kalenin bir parçasıydı. 1960′larda restore edilmeden önce bir depo ve yangın kulesi olarak kullanılmıştı. En üst katta halka açık bir güzel manzaralı balkonu ve restoranı vardır.

Çifte Saraylar 1855 yılında Garabed Balyan tarafından Sultan Abdülmecidin kızları Cemile ve Münire için yapılmıştır. Çırağan Sarayı 1910 yılında yandığında, binaları Osmanlı Parlamentosu binaları kullanmıştır. 1952 yılında, Atatürk Kız Lisesi haline geldi ve 1972 yılında da Mimar Sinan Üniversitesinin Güzel Sanatlar ve Mimari bölümü burayı kullanmaya başladı.

Günümüz Dolmabahçe Sarayının bulunduğu yerde bir zamanlar küçük bir liman vardı. 1600′lü yılların başlarında taşlarla doldurulmuş ve daha sonra kraliyet ailesinin sevdiği bir yazlık haline gelmişti.

Dolmabahçe Sarayı, Garabed ve Nikogos Balyan tarafından Sultan Abdülmecit için yaptırılmış ve 1853 yılında, ülke savaşta ve büyük bir borç içindeyken tamamlanmıştır. Bazıları, bu sarayın yapımının İmparatorluğun tamamen iflas etmesine neden olduğunu söylerler. Saray deniz kenarında 284 metre uzunluğundadır ve 600 metrelik bir rıhtımı vardır. İçinde 285 oda, 6 ana merdiven, 43 büyük salon ve 6 banyo bulunmaktadır. Kristalden bir merdiven, fildişinden bir banyo, 4.445 metre karelik paha biçilmez ipek Hereke halıları ve dünyanın en büyük avizesi olan dört buçuk tonluk Bohemya kristalinden şahane bir avize dahil, süslü iç dekorasyonun yapımını Fransız tasarımcı Sechan yönetmiştir. Çağdaş Türkiyenin kurucusu olan Atatürk, İstanbuldayken Dolmabahçe Sarayını ikamet olarak kullanıyordu ve 10 Kasım 1938 yılında burada öldü.

Nikogos Balyanın bir başka eseri olan Dolmabahçe Saat Kulesi, 1854 yılında tamamlanmıştı. Dört katlı, 27 metrelik kule kesilmiş taşlardan yapılmıştır ve hâlâ saati doğru olarak gösteren dört tane Fransız yapımı saati vardır.

Jak Delondan

Dolmabahçe Sarayının bulunduğu koyun eski adı Arap Limanıydı. Burada demirleyen gemilerden indirilen yükler, şehrin ticaret merkezi olan Galataya gönderilirdi. 1. Ahmetin (17. yüzyıl) buyruğuyla Arap Limanı önlerindeki deniz doldurulmaya başlanmış, Nasuh Paşayla Halil Paşanın yoğun uğraşları 2. Osman devrinde ürün vermiştir. Dolmabahçe adı verilen bu hasbahçe kısa sürede ağaçlandırılmış ve çevrede cirit alanları açılmıştır. 4. Mehmetin (17. yüzyıl) sahilde inşa ettirdiği Çinili Köşkün ön cephesi denizin dibine çakılmış sütunlar üzerine oturtulmuş, 1. Mahmut (18. yüzyıl) ve 2. Selim (18. yüzyıl) bu arazi üzerinde köşkler ve kasırlar yaptırmıştır. 3. Ahmet döneminde, Sadrazam Damat Nevşehirli İbrahim Paşa Dolmabahçeyle Beşiktaş arasında Ferahâbâd Sarayını inşa ettirmiş, Mimar Mellingin tasarımladığı 3. Selim Köşkü (18. yüzyıl), 2. Mahmut tarafından restore ettirilmiştir (19. yüzyıl).


Dolmabahçedeki tüm yapıları yıktıran Abdülmecid, aynı yerde Dolmabahçe Sarayının inşa edilmesini buyurmuştur. Mimarları Garabed ve Nigoğos Balyan olan sarayın yapımına 1843 yılında başlanmış, mavi Marmara mermeri ve beyaz Sarıyer taşı kullanılarak inşa edilen Dolmabahçe Sarayı, kapılarını 1854′te açmıştır. Beş milyon Osmanlı altınına (35 ton altın) mal olan sarayda, Abdülmecid, 2. Abdülhamid, 5. Murat, 5. Mehmet (Reşat) ve 6. Mehmet (Vahiddedin)in ardından Halife Abdülmecid Efendi kalmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk, 1 Temmuz 1927-10 Kasım 1938 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayında kalmış, yaşamı Harem-i Hümayunun 71 numaralı odasında noktalanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Saraylar Dairesi Başkanlığına bağlı olan Dolmabahçe Sarayı, günümüzde müzedir.

Sarayın kara tarafındaki altı kapı Hazine Kapısı, Salta¬nat Kapısı, Bendegân Kapısı, Kuşluk Kapısı, Valide Kapı¬sı, Harem Kapısıdır. Deniz tarafında beş kapı vardır; en büyükleri Saltanat Deniz Kapısı adıyla anılır. Mabeyn-i Hümayun girişine yakın olan deniz kapısı, Vezir İskelesi Kapısıdır. Bahçeler üçe ayrılmıştır: Hasbahçe, Kuşluk Bahçesi ve Harem Bahçesi.

14 sütunlu Medhal Salonuyla ulaşılan Mabeyn-i Hümayunun girişinde Sadrazam Odası, Şeyh-ül İslâm Odası ve Seryâver Odası bulunmaktadır. Alt kattaki salonlardan ve odalardan üst kata Kristal Merdivenle ulaşılır; 16 sütunlu Kristal Merdiven Salonu, altı sütunlu Süfera Salo¬nu, Zülvecheyn Salonu, Somaki Oda ve Mecid Efendi Kütüphanesi bu kattadır.

Mabeyn-i Hümayunla Harem-i Hümayunun arasında bulunan Muayede Salonu, Dolmabahçe Sarayının en gör¬kemli bölümüdür. 1800 metrekarelik bir alanı kaplayan Muayede Salonunun 36 metre yüksekteki dev kubbesini 56 sütun taşır. Kubbenin ortasındaki dev avize 4,5 ton ağır-lığındadır ve üzerinde 750 kristal mum vardır. 1853 yılında Londrada yapılan avize, Kraliçe Victorianın armağanıdır.

Valide Sultanın, kadın efendilerin ve gözdelerin yaşa¬dığı Harem-i Hümayunun katları, Halife Merdiveniyle birbirine bağlanır. Şehzadeler Okuma Odasının, Sedefli Odanın, Mavi Salonun ve Pembe Salonun yanı sıra, sul¬tanların yatak odaları da bu bölümdedir.
Dolmabahçe Sarayını donatan paha biçilmez eserler arasında Aivazovsky, Zonaro, Şeker Ahmet Paşa ve Halife Abdülmecid Efendinin tabloları, Hereke ve Isparta halı¬ları, Sevres, Baccarat ve Yıldız porselenleri, Venedik aynaları, kristal avizeler, gümüş şamdanlar, çinili sobalar ve şö¬mineler sayılabilir.

Dolmabahçe Sarayında bulunan antika saatlerin yapım¬cıları şöyle sıralanabilir: Ahmet Eflâkî Dede (19. yüzyıl), Mehmet Şükrü (19. yüzyıl), Mehmet Muhsin (19. yüzyıl), Tallibart (19. yüzyıl), Chevalier (19. yüzyıl), Chavin (19. yüzyıl), Lenz Kirsch (20. yüzyıl), Le Fevre Fils (19. yüzyıl), Osman Nuri (20. yüzyıl), Klinkosch (19. yüzyıl), Süley¬man Leziz (19. yüzyıl), Saury Constantin (19. yüzyıl), Le Roy (19. yüzyıl), Markwick-Markham (19. yüzyıl). Dol¬mabahçe Sarayında, Saray-ı Hümayun Sersaatçisi Parfer Gamires yapımı olan bir saat de bulunmaktadır.
Dolmabahçe Sarayıyla Bezm-i Alem Valide Sultan Ca¬mii arasında bulunan saat kulesi, Mimar Sarkis Balyanın eseridir (1890). Mimarı Garabed Balyan olan caminin (1853) karşısındaki çeşme Ve sebil, Sipahi Mehmet Emin Ağa tarafından yaptırılmıştır (18. yüzyıl).

Müze Rehberinden:

Özel mimari yapısı nedeniyle günde yaklaşık 4000 kişi ziyaret edebiliyor.

Bina dışarıdan taş(bilhassa cephe süslemeleri),içi ahşap. Bina 3 kat olarak yapılmış. Zemin yarım yer üstünde ve hizmetkârlar için tasarlanmış.1.kat bürokratlar ve 2.kat saltanat kullanımı için L harfi şeklinde tasarlanmış.
1952 de haftada bir gün ziyaret edilebiliyordu,1964ten beri pazartesi Perşembe hariç ziyarete açık.
DS dünyada içinde orijinal eşya barındıran en büyük müze. Dolmabahçe Sarayındaki 1952 tarihli ilk sayımda 10 bin 281 tarihi, 62 bin 380 demirbaş olmak üzere, toplam 72 bin 661 eşya kaydedildi. Şu anda 3 bin 161 parça tarihi, 8 bin 180 parça demirbaş olmak üzere, toplam 11 bin 342 parça eşya,
13.06.1843 de temeli atılmış. Projesini yapanın kimliği bilinmiyor.07.06.1856 da açılışı Kırım savaşı nedeniyle gecikmeli yapılmış. Abdülmecit yaptırıyor.

Saraya 1910 da elektrik gelmiş,1912 de de kalorifer tesisatı döşenmiş.
DS da 285 oda,82 koridor,64 hol, 43 salon 68 tuvalet ve 6 Türk hamamı,9 özel tuvalet,5 kiler ve 3 mutfak mevcut.
Saltanat katında ilk bölüm dış ilişkiler(selam),ikinci kısım iç mabeyin(saltanat içi görüşmeler, padişahın çalışma odaları, hünkâr dairesi.
Saraya giriş yönü olarak ilk bina güvenlik, daha sonra mefruşat geliyor.

Ana binaya girildiği bahçenin karaya bakan kapısı protokol kapısı resmi günlerde kullanılıyor.
Sarayın tüm yüzölçümü 110 000 m2.Ana bina 3 kat olarak toplam 17 000m2. Bahçeden sonra ilk ana girişte protokol kapısına baktığımızda defne dalı olan Abdülmecit tuğrasını görürüz.

1. Salon: Giriş köşelerinde dinlenme odaları var. Kristaller bakara. Bu salonda ilk resmi kabul,1858 de Rus çarı Konstantin. Padişah evini ilk defa evini paşa ve bürokratlara açmış oluyor, yoksa padişahlar hep yalnız yerlerdi.
Salonu geçip ilk koridora varıyoruz. Solda büyük bir haç kafilesi tablosu var(24 m2 ve en büyük) var. Bu koridorda bürokratların kahve içip, sohbet ettikleri odalar var.

Sarayda 622 tablo var. Sarayda 192 adet imzasız tablo bulunuyor Bunların 32 tanesi Ayvozovski. Ayrıca 1214 halı,193 saat mevcut.
Koridorun sonundaki oda içinde halıdan o zamanki Türkiye haritası var.
2. Salon günlük girişler için kullanılıyor. Şömineler daha çok elleri ısıtmak için kullanılıyor.
3. Kristal merdivenler. Cam kubbenin orijinali kırmızı. Çünkü merdivenler 2 hilal şeklinde tavana yansıyorlar.
Yukarıdaki şamdanlar hicaz valisi hediyesi ve ederi 5 milyon mecidiye altını.1901 de hediye edilmiş. Fil dişleri orijinal. Mum ve yağdanlık. Vazo Japon.

4. Elçi kabul salonu(ayı postları olan salon)En fazla altın bu salonda kullanılmış. Prestij amacıyla. Tavan alçı ve üzerine altın işlemeli. Ana aydınlatma da 88 lamba var. Tabanda 88 m2 İran motifli Hereke halısı var. Köşe şömineleri kristal prizma ve aydınlatma amaçlı. Gök kuşağı oluşuyor. Bilhassa elçiler bu yansımaların olduğu saatlerde getiriliyorlar. Köşe odaları elçi dinlenme odaları. Saat İngiliz yapımı ve mısır valisi hediyesi. Üzerinde ay takvimi, termometre ve namaz saatlerinde ezan var.
5. Elçi kabul salonu. Padişah elçilerin ayağa kalkması için sonradan geliyor. Perdeler kırmızı, çünkü güç ve bağımsızlık sembolü. Halı Hereke, perdeler altın iplikle dokunmuş.
6. Kristal merdivenlere geri dönüş.2 saat ve bunlar saat başı marşlar çalıyorlar. Saat pırlanta kaplı ve deniz kaplumbağa zırhı kaplı. Buradan üst kata çıkılır ama tüm bürokratlar bile ana merdivenleri kullanmaz, köşeden çıkarlar.
7. Kütüphane: Abdülmecidin kendi resmi kabul salonu, içerde özel çalışma odası.
8. Hamam: ala bastır yekpare. Gece kırmızılaşıyor. Yerden ısıtmalı.
Sarayı 3 padişah kullanmış. Abdülmecit 39 yaşında 19 yıllık saltanattan sonra ölür. Kendisi şair ve ressamdır. Kardeşi Abdülaziz 1864 de ilk fotoğraf çektiren padişah.

9. Mavi salon. Yine çok altınlı. Haremin tören salonu. Yabancı kraliçeler karşılanır. Bu salon ayrıca Atatürk tarafından da kullanılmıştır. Ayrıca bu salona Atatürk için asansör yaptırılıyor.
10. Atatürk ölüm odası. Duvarda 4 mevsim tablosu var.
11. Pembe salon: Normal da Atatürk bu salonda yatıyordu. Bu salonda gizli wc ve banyo var.
12. Muayede Salonu: Bir saraydaki en büyük salon.(1800 m2)Aydınlatma 750 ampul ve 4,5 ton.1852 de 840 000 kuruşa İngiltereden alınıyor. Sütun altı mazgallar içeri sıcak hava üflüyor. Kubbe çapı 26,5 yükseklik 36 metre.
İlk parlamento 110 milletvekiliyle burada toplanıyor.
 
BEŞİKTAŞ:
Antik çağdaki adı Kune Petraydı Beşiktaşın; söylentiye göre, Hazreti İsanın bebekken yıkandığı taş beşik, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Kudüsden buraya getirilmişti. Daha önce bu kıyılara (Argonotların kaptanı Jasondan yola çıkarak) İassonion denildiği söylenir. Osmanlıdan gü¬nümüze gelen bir söylenti de Barbaros Hayreddin Paşanın bu kıyılara beş adet taş sütun diktiği, semtin adının (gemi¬lerin bağlandığı bu sütunlardan yola çıkarak) Beştaş oldu¬ğu, bu adın zamanla Beşiktaşa dönüştüğüdür.

Çırağan Sarayı, 1874 yılında Sultan Abdülaziz için Balyan kardeşler tarafından yapılmıştı. Eski bir derviş ibadethanesinin yerine bina edildiği için sarayın lanetli olduğundan korkan Sultan, yeniden Dolmabahçeye dönmüştü. Tahttan indirildikten sonra zorla oraya götürülmüş ve birkaç gün sonra bahçede bilekleri kesilmiş olarak bulunmuştu. Kuzeni V. Murat, yönetimi ele almak için zihinsel bakımdan yeterli olmadığından 4 Haziran 1905′de gerçekleşen ölümüne dek sarayda hapis tutulmuştu. Saray, 1910 yılında yangından tamamen kül olmadan önce, 1908 yılından sonra kısa bir süre için Türk Parlamentosu tarafından kullanılmıştı. Kempinski oteller zinciri sarayı 1988 yılında restore etti ve tam yanındaki eski İmparatorluk Bahçesinin yerine büyük bir lüks otel inşa etti.

ÇIRAĞANDAKİ PARTİLER

Boğazın altın günleri on sekizinci yüzyılın başları, Lale Devri denilen dönemdi. Sadrazam ve Sultan III. Ahmetin (1713-1730) damadı olan Nevşehirli İbrahim Paşa, Boğazdaki birçok saray ve köşkün yeniden yapılmasından sorumludur. Karısı Fatma için, günümüzde Çırağan Sarayının bulunduğu yerde lüks bir ahşap saray yaptırmış ve onu çevreleyen bahçelerde birçok çok pahalı partiye evsahipliği yapmıştır.
Çırağan, aydınlanma ya da ışık dolu anlamına gelen Farsça çerağan sözcüğünden gelir. Sultanın doğum günü ve başka özel günlerde, sarayın dış cephesi ve bahçeleri meşaleler, fenerler, gaz lambaları ve kristal aynalarla aydınlatılırdı. Ramazanda, direkler arasına gerilen iplerin üzerine fenerler asılır ve bu fenerlerle Sultanın ismini yazılır ve cami ve minarelere ışıklar asılırdı. Bazı kaynaklar, bahçede dolaşmaları üzere salınan yavaş yürüyen kaplumbağaların üzerlerine mumlar konulduğunu ve bunların da kutlamalara ek bir neşeli hava kattığını bildirirler.
Saray bahçeleri, halka açılırdı. Çiçeklerin arasına tatlılar konulur ve haremdeki kadınlar tatlıları almak için aralarında yarışırlardı. Müzisyenler ve dansözler misafirleri sabahın erken saatlerine kadar eğlendirirdi.

1 730 yılındaki Yeniçeri İsyanıyla birlikte partiler de son buldu. İbrahim Paşa öldürüldü, ll. Ahmet tahttan indirildi ve Boğazdaki köşklerle saraylar yeniden bakımsızlığa mahkûm edildi.

Jak delondan:
16. yüzyıldan başlayarak Osmanlı hanedanının hasbahçeleri arasında yerini alır Çırağan sahili. Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Sahilhanesi 4. Murat tarafından alınarak kızı Kaya Sultana ve damadı Sadrazam Melek Ahmet Paşaya verilir (17. yüzyıl). 18. yüzyılda, 3. Ahmet sahilhaneyle çevresini Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşaya ihsan eder; İbrahim Paşayla eşi Fatma Sultan sahilhaneye ve semte adını veren fener alaylarını (Çırağan, Farsça çerağan, ışık dolu) burada düzenlerler.

Lâle Devrinin simgesi olan ve Vakt-i Çırağan olarak adlandırılan bu gece şölenlerinin odak noktası, hünkâr topuzu iriliğinde güllerle bir soğanı bin altın eden siyah damarlı, ateş renkli lâleler arasında gezinen sırtları mumlu kaplumbağalardı. Eğlence gün doğarken helva sohbetlerine dönüşürdü.
Lâle Devri bir isyanla noktalandıktan sonra Çırağan Sahilhanesi terk edilmeye yüz tutar. 1. Mahmut döneminde (18. yüzyıl) onarılarak yabancı diplomatların kullanımına sunulur. Çırağan Sahilhanesini aynı yüzyılın sonlarında satın alan Sadrazam Yusuf Ziya Paşa, binayı tümüyle yıktırır ve yerine mermer bir saray inşa ettirir. Mimar Kirkor Balyan tasarımı olan bu sarayın tavanları altın yaldızla bezelidir. Yusuf Ziya Paşa tarafından 3. Selime armağan edilen Çırağan Sarayının alanı, Rodoslu Yalısının dahil edilmesiyle genişler.

2. Mahmut döneminde tümüyle onarılan saray, Mimar Garabed Balyanın ana bölüme 40 mermer sütun eklemesiyle büyür. Önceleri yalnızca bir yazlık saray olarak düşü¬nülen Çırağan, 19. yüzyılın ortalarında yılın her mevsi¬minde yaşanılabilecek bir yapı haline dönüştürülür. Kısa süre sonra Abdülmecid tarafından yıktırılan Çırağan Sarayının yerine yenisi yaptırılamaz; Hazinede para yoktur, Mimar Nigoğos Balyanın attığı temeller öylece kalır.

Son Çırağan Sarayı, Abdülaziz dönemi binasıdır. Gara¬bed Balyanın oğlu Sarkis Balyan, Osmanlı mimarisinin özellikleriyle klasik Avrupa stillerini sentezleştirir. Mer¬mer sarayın her kapısının değeri bin altının üzerindedir; tüm saray beş milyon altına mal olur. 1872 yılında ta¬mamlanan Çırağan Sarayının külliyesinde bir Mevlevihane de bulunmaktaydı. Billur Köşk adı verilen limonluğun içinde renkli kanatlı ve billur ötüşlü yüzlerce kuşun uçuştuğu yazılır.

Abdülazizin Dolmabahçe Sarayına geçişinin ardından bir süre boş kalan Çırağan Sarayı, kapılarını 2. Abdülhamid tarafından tahttan indirilen 5. Murat için açar; yaşa¬mının son 30 yılını bu altın kafeste geçirir 5. Murat.

6 Ocak 1910 tarihinde yanar Çırağan Sarayı; yangının elektrik ya da ısıtma donanımındaki sorunlardan çıktığı söylenir. Boş bir kabuk gibi terk edilen sarayın geniş ala¬nına İstanbul Belediyesi 1940′larda bir futbol stadyumu ve halka açık yüzme havuzu yaptırır. Tüm külliyeyi 1980′lerin sonlarında satın alan Kempinski Grubu, Çıra¬ğan Sarayını özgün tasarımına göre yeniden inşa ettirir ve has bahçeye modern bir bina yaptırır. Bu yapılar, günü¬müzde Çırağan Palace Hotel-Kempinski İstanbul olarak varlıklarını sürdürmektedir

Barok stilde inşa edilen Ortaköy Camii ya da Büyük Mecidiye Camii, 1 854 yılında Nikogos Balyan tarafından Sultan Abdülmecit için inşa edilmişti. Ana giriş kapısının üzerinde Abdülmecitin tuğrası görülebilir. Halk arasında Ortaköy Camii, İstanbul Boğaziçinde Beşiktaş ilçesinin, Ortaköy semtinde sahilde bulunan Neo Barok tarzında bir camiidir.


Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçinde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğazın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.

Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır. Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir. Mihrap mozaik ve mermerden, mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.
 
Ortaköy
Ortaköy’ün eski ismi Ayios (Aziz) Fokas’tı. Buradaki Aziz Fokas Rum Ortodoks Kilisesi 1872 yılında inşa edilmişti ama cemaati Bizans zamanlarından beri vardır. Birbirlerine yakın olan bir sinagog ve birkaç cami, bu bölgede azınlıklar otururken, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk zamanlarındaki dinsel hoşgörüye sessizce tanıklık ederler. Pazar günleri el sanatları pazarı, küçücük giysi ve el işi butikleri, Avrupai açık hava cafeler, kumpir ve Amerikan fast-food lokantaları bu bölgeyi turistler için özellikle popüler yapmaktadır. Burası ayrıca, üniversite öğrencileri, caz müzisyenleri ve sanatçıların takılmayı sevdiği bir yerdir.

Esma Sultan Sarayı’nın kalıntılar, Küçük Esma (1778-1849), on yaşındayken bu saray kendisine hediye edilmişti. 25 yaşında dul kalan Esma bir daha hiç evlenmedi. Kraliyetteki etkisini ve kadınsı cilvelerini kullanarak sayısız talihsiz damat adayını baştan çıkartıp sonra onları zalimce bıraktı. Saray daha sonra, 1975 yılında yangında harap olana dek tütün ve alkol deposu ve marangozhane olarak kullanıldı.

Jak Delon’dan:
Antik çağdaki adı Arkheion olan Ortaköy’ün Bizans devrindeki başlıca mahallesi, aynı adı taşıyan bir manastıra sahip olan Damianou’ydu. Manastır, 9. yüzyılda yaşayan Bizanslı devlet adamı Damianos tarafından yaptırılmıştı. Semtin büyük bölümünüyse Aghios Phocas Manastırı kaplıyordu. Başlangıçta Osmanlı tarafından ihmal edilen Ortaköy, 16. yüzyıldan başlayarak tüm dinleri barındıran önemli bir yerleşim merkezi oldu. Semtin başlıca anıt-yapıları: Büyük Mecidiye Camii (19. yüzyıl), Aghios Fokas Rum Ortodoks Kilisesi (19. yüzyıl), Etz Ahayim Sinagogu (17. yüzyıl) ve Ortaköy Hamamı (16. yüzyıl).

16. yüzyılda Veziriazam Kara Ahmet Paşa’nın kâhyası Hüsrev Kethüda tarafından yaptırılan Ortaköy Hamamı, Mimar Sinan’ın eseridir. Çift kubbeli, ayna tonozlu, geniş kemerli ve kirpi saçaklı olan hamam, işlevini günümüzde de sürdürmektedir.
Bizans devrindeki adı Kleidion (Boğaz’ın Anahtarı) olan Defterdar Burnu üzerine inşa edilen Büyük Mecidiye Camii’nin yerinde önceleri Mahmut Ağa’nın 1721 yılında yaptırdığı mescit vardı; yapı, aynı yüzyılın ortaların¬da Mahmut Ağa’nın damadı Kethüda Mehmet Ağa tarafından onarılmış ve genişletilmiş, tarihe Mehmet Kethüda Cami-i Şerifi olarak geçmiştir. Abdülmecid, Büyük Mecidiye Camii’ni aynı yerde inşa ettirmiştir (1853). Mimarı Nigoğos Balyan olan caminin giriş kapısı üzerindeki kitabede Abdülmecid’in tuğrası vardır. Caminin karşısındaki Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Çeşmesi, 1723 yılında yaptırılmıştır. Mermer çeşmenin kitabesi Enderun’da Tülbent Ağası, Darphane Emini, Sadaret Kaymakamı, Anadolu Valisi Trabzonlu Şakir Ahmet Paşa’nındır.

Adı “Yaşam Ağacı” anla mina gelen Etz Ahayim Sinagogu, 17. yüzyılda yapılmıştır. 1618 tarihindeki Büyük Bedestan yangınının ardından Ortaköy’e yerleşen Museviler tarafından yaptırılan sinagogun cemaati, Museviler’in 1660 ve 1718 yangınlarından sonra Ortaköy’e akın etmesiyle çoğalır. 1703 ve 1813 tarihlerinde yanan sinagog, 1825 yılında baştan sona onarılır. 1941′deki yangında kül olan Etz Ahayim Sinagogu’nun yalnızca bir bölümü günümüze kalmıştır. Yapının çift sütunlu, alınlıklı ve kemerli giriş kapısı 1915 tarihini taşır…

Yalılar

Yalı olarak bilinen deniz kenarındaki saraylar, Boğaz’a özgü bir mimari eserdir. Dalgaların yükselmesinin su basmasına neden olacağı korkusu olmadan yalılar, harikulade deniz manzarası ve serin yaz meltemlerinin tadını çıkartabilecek bir biçimde inşa edilmişlerdir. Yalı sözcüğü, Yunanca’daki, “deniz kenarı” ya da ”açık alan” anla mina gelen yialos sözcüğünden gelir. Yalılar en çok, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemede olduğu ve önemli olan herkesin Boğaz’da bir yalısının olduğu, on dokuzuncu yüzyılın ortaları ve sonlarında popülerdiler.

Klasik yalı, ahşaptır, iki üç katlıdır, cumbalıdır ve ailenin kayıkları için bir kayıkhanesi vardır. Binanın mutlaka çiçek bahçeleri bulunurdu. Bu bahçelerde kayalara oyulmuş teraslar ve güzel köşklere uzanan merdivenler vardı. Yalıların geleneksel rengi, Osmanlı gülü diye bilinen koyu bir kırmızıydı. Müslüman olmayanların evlerini daha koyu, daha kasvetli renklere boyamaları gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyılda Avrupai zevklerden etkilenerek pastel renkler daha popüler oldular.

Geleneksel yalılar, haç şeklinde bir platforma kurulmuşlardı. Ortada büyük bir salon ve bu salondan köşelerdeki yatak odalarına açılan kapılar vardı. Az mobilya kullanılırdı ama tavanlar ve duvarlar çiçekler ve geometrik şekiller ve bahçeler ve deniz manzaralarının minyatür tablolarıyla görkemli bir şekilde süslenirdi. Bütün yalılarda haremlik ve selamlık bölümleri bulunurdu. Günlük hayatın sıradan etkinliklerinde bile cinsler arasındaki ayrıma katı bir şekilde uyulurdu.

Oturulan semtler, yalı sahiplerinin sosyal sınıfı ve etnik kimliğini yansıtan bir biçimde dikkatle seçilirdi. Sultanlar istedikleri yerde yalı yaptırabilirlerdi ama Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme’nin merkeziliğini yeğler gibiydiler. Sadrazamlar ve Divan üyeleri Bebek’te, aydın sınıf Rumelihisarı’nda, Hıristiyanlar ve Yahudiler Arnavut köy ve Kuzguncuk’ta yaptırırlardı. Zengin Rumlar, Ermeniler ve Avrupalı diplomatlar, Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere’yi seçerlerdi. Müslüman olmayanların, Müslüman kutsal adamlar için ayrılmış olan ‘Beylerbeyinde bina yaptırmaları yasaktı. Eğer Sultan bilmek isterse diye kimin nerede oturduğu konusunda bunları bilmek zorunluluğunda olan bostancı başı (baş muhafız) kesin kayıtlar tutardı.

On dokuzuncu yüzyıldaki Avrupa etkisi, deniz kenarındaki malikânelerin mimari stiline yansımıştır. Neo sanat, neo-barok, klasik ve süslü, çeşitli stiller geleneksel yalıyla rekabete girdiler. Bu binalar ve içerdikleri hazinelerin birçoğu yangın ve ihmale kurban gitmiştir; bazıları ayakta kalmıştır ve gelecek nesiller için korunmaktadır.
MHZ.webp
MUHSİNZADE YALISI (Les Ottomans Oteli)

19′uncu yüzyılda inşa edilen, Osmanlı şaşaasını tam anlamıyla yaşamış olan Muhsinizade Yalısı, şu anda Türkiye’nin en gösterişli büyük otellerinden biri, hatta belki de birincisi: Les Ottomans. Kuruçeşme’deki 9 yalıdan biri olan Muhsinzade Yalısı’nda 1920′li yıllara kadar Sadrazam Muhsinzade Mehmet Paşa’nın çocukları, torunları yaşadı. 4527 metrekarelik arazi, uzun yıllar sonra Unsal Aysal’ın sahibi olduğu Unit Investment tarafından alındı ve Les Ottomans Oteli, Ünal Aysal’ın eşi Ahu Aysal tarafından Muhsinzade Paşa Yalısı’nın ruhuna uygun olarak yeniden inşa edildi. İnşaat yedi sene sürdü ve tam 55 milyon dolara mal oldu. 2006 yılında hizmete giren Les Ottomans, en küçüğü 80 metrekarelik 12 süit odadan oluşuyor ve beş yıldız standartlarının çok üzerinde özelliklere sahip.
 
Geri
Top