• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Bölüşüm teorisi nedir? Gelir Dağılımı ve Adalet

Suskun

V.I.P
V.I.P
Vergi Düzenlemlerinin Gelir Dağılımı ve Adalet Etkisi


Yazarın Notu:


Cumhuriyet tarihimizde, adil bir vergi yükü ve tatbikatı, herkes tarafından hassasiyetle izlenmiştir. Bu meselenin, adil prensiplere bağlanması, vatandaşlın, Devlet’e ve İdareye olan güven ve inancı ile adeta eşdeğer hale gelmiştir. Bugün de toplumumuzun en aktüel konusu özellikle ücretlilerin birinci meselesi, vergi sistemimizin yeniden düzenlenmesi çalışmalarıdır. vergi düzenlemelerinin amacı; her şeyden önce, Sosyal Adalet’i gerçekleştirmektir. Başka bir anlatımla, sosyo-ekonomik dengenin sağlanmasında, hakkaniyete dayalı bir cebri tasarruf sisteminin oluşturulmasıdır. Modern devletin görevi de budur. o halde, bu konudaki çalışmaları, gayeye yaklaşabildiği nispette ancak başarılı saymak mümkündür.

Kamu harcamalarına, herkesin, ödeme gücü ile mütenasip olarak iştirak etmesi gerektiği fikri, artık genel kabul görmüştür. Ancak, toplumun nimetleri de, külfetleri de, kişi ve gruplar arasında hakkaniyete uygun olarak dağıtmak kaydı ile.

Vergi politikası, devletin gelir politikasının bir parçasıdır. Bu itibarla, amaçlara yönelik bir düzenlemeyi gerektirir. Hızlı ve dengeli bir kalkınmaya hizmet edecek ve milli geliri, sosyal gruplar arasında mümkün olan en adaletli biçimde bölüştürebilecek bir sistem oluşturması icabeder. Bu da, gelirleri bir bütün olarak görmek ve merdivenin en alt basamağı ile, en üst basamağı arasındaki farkı hakkaniyete uygun olarak birbirine yaklaştırmak ve yaratılan değerlerden yeterince pay alanları değil, hakettiğini alamayanları korumakla ancak mümkündür. İşte bu nedenle devlet, vergi sistemi ve gelir dağılımı ile yakından ve devamlı olarak ilgilenmek zorundadır.

Ekonomi literatüründe “Bölüşüm Teorisi” olarak adlandırılan gelir dağılımı, iktisat ilminin en güç, en çok tartışılan ve her zaman, her toplumda tazeliğini koruyan bir konusudur. Gerçekten, bir ülkede, belli bir dönemde yaratılan değerler (sosyal hasıla), kişiler arasında hangi ilişkiler içinde, ne oranda ve nasıl paylaştırılacaktır? Adil bir bölüşüm nasıl sağlanacaktır? Kısaca, iktisadi faaliyetlerin gerçek oyuncuları olan insanlar, nasıl tatmin edileceklerdir? İnsanoğlu, yüzyıllardan beri bu soruların cevabını araştırmış, itiraf etmek gerekir ki, tarihin hiçbir döneminde ve ülkesinde, bu sorulara, herkesi tatmin edebilecek bir cevap bulamamıştır. Bugün de durum aynıdır. Hele aldığı ile yetinmeyen yani hakkına razı olmayan gayri memnunların çoğunlukta olduğu kalkınmakta olan ülkelerde, örneğin ülkemizde, bölüşüm meselesi; sosyal, ekonomik, moral,............ etkenlerinin yarattığı milli bir kargaşa sorunu olmaktadır.

Mesele yeni olmadığı için, mümkün olan en iyi bölüşüm şeklinin ne olduğu hususu, sosyal bilimlerdeki ilerlemeler nispetinde araştırılmış ve 20. yüzyılda, bu konuda iki tez, taraftar toplamıştır. Birincisi, yaratılan değerlerin, kişiler arasında eşit bölüşümü; ikincisi ise, sosyal hasılanın üretime iştirak edenler arasında ve katkıları oranında paylaştırılmasıdır. Birincisine devlet otoritesine dayanan, ikincisine ise piyasa mekanizmasına dayanan iki bölüşüm şekli demek mümkündür.

Bu paylaşma prensiplerinin, toplumların yapısına adapte edilmesi sonucunda , çeşitli bölüşüm ölçüleri de ortaya atılmıştır: Kişisel, üretim faktörleri açısından, sosyal gruplara göre ve makro düzeyde. Bunlardan en çok tercih edilenci ise, müterakki vergi sistemi ile kaynaşabilen, kamu gelirini bir bütün olarak görebilen ve sosyo-ekonomik temele dayalı (kişi+grup) fonksiyonel gelir dağılımıdır.

Esasen, bölüşüm meselesinin tarihi gelişimi tetkik edildiğinde yaratılan değerlerin, kişiler ve gruplar arasında (az veya çok) farklı şekilde bölüşüle geldiği ve bunun bir vakıa olduğu anlaşılmaktadır. Bu niçin böyledir? Bu konu üzerine eğilen modern bölüşüm teorisi, gelir eşitsizliklerinin nedenini, eldeki kaynaklar ve topluma katkısı yani üretim faktörlerinin niteliği açışından izaha çalışmıştır. Buna göre, bölüşüm ekonomik temellidir. Yani, üretim faktörlerinin paylarını, marjinal prodüktiviteleri tayin eder. Örneğin ücret gelirlerini, serbest piyasa modeli içinde emek arz ve talebi tayin eder. Bu görüş, işgücünün marjinal masrafının, marjinal prodüktivitesine eşit oluncaya kadar üretimden pay almasını savunur. Emek de mal gibi telakki edilmektedir. kitap sahifelerinde güzel bulunan bu varsayımın, ülkemiz açısından pratik bir değeri olmadığını söylemek fazla hata olmaz. Çünkü, Türkiye’de, işgücü homojen olmadığı gibi, rekabeti de söz konusu değildir. Hele Prodüktivite hesabı?... Kaldı ki, işgücü, kendi içinde ve çok yönlü vasıf farkına sahiptir. Dolayısı ile ülkemizde, özellikle pazarlık gücünden yoksun işgücünün, milli gelirden aldığı pay, emek arz ve talebine göre değil, piyasa şartlarına göre teşekkül eder. Hatta kamu kesiminde otoriter olarak tespit olunur. Bu nedenle, ücret gelirinin, emek arz ve talebine göre belirlenmesi ülkemiz için mümkün değildir. Çünkü, kısa sürede işgücü arzı elastiki değil, buna karşılık işgücü talebi esnektir. Denilebilir ki, memleketimizde, işgücü piyasasında eksik rekabet kurallar hakimdir. Buna, ekonomimizin noksan istihdam halinde bulunması ve işsizlik sorununu da ilave edilirse mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır.

İktisat ilminin bazı kuralları, ekonomik yapımıza uygulanamıyor diye, nimet-külfet dengesindeki çarpıklık devam etsin mi? Devlet, toplumun yaşama düzeyini denkleştirmek zorundadır. Yani dengeli kalkınmayı ve sosyal adaleti gerçekleştirmek için, devlet, sosyal ve ekonomik hayata müdahale etmek durumundadır. Adil bir vergilendirme sistemi ile, gelir ve servet dağılımını denkleştirmekle görevlidir. Aksi halde, milli servet ve gelirin , kişiler arasındaki dengesiz dağılımı sosyal barışı bozar ve genel huzursuzluk yaratır.

Kabul etmek gerekir ki, az gelişmiş ekonomilerin temel problemi sermaye birikimidir. Yani, toplam tasarrufların, milli hasılaya oranını yükseltmek ve üst seviyede bir tasarruf-yatırım dengesi kurmaktır. Ancak demokrasi ile idare olunan gelişmekte olan ülkelerde bu iş kolay başarılamaz. Çünkü, gönüllü tasarruf hacmi düşüktür. Bu bakımdan, hızlı bir iktisadi kalkınma için maliye politikası, bu ülkeler açısından yeni bir anlam kazanmıştır. Devlet gönüllü tasarruflar kadar vergi yoluyla cebri tasarrufları da artırmak zorundadır. Bu çok zor bir iştir. Çünkü, böyle bir düzenleme, sadece ödeme gücü olanları değil, vergilendirilmemiş rezervleri, hatta düşük gelir gruplarını da yaygın bir şekilde vergilendirecektir. Bu uygulamanın tarihi gelişimi sosyolojik olarak incelendiğinde: Siyasi iktidarların, daima mükellefiyetten kaçındıkları kolayca görülür. Meğerki, ortada olağanüstü bir yönetim mevcut olsun. İşte bu nedenle, az gelişmişlik sürecinde bulunan Türkiye kalkınmanın sağlıklı finansmanı için,adil bir vergi politikasına, bugünkü yönetimin avantajlarından, başka bir ifade ile uzun vadeli ihtiyaçları, kısa sürelilere tercih edebilecek bir uzak görüşlülükten faydalanarak yönelmelidir.

Adil bir vergi yükü, basit bir iç mesele değil; uluslararası önemi de söz konusudur. Günümüzde, uluslararası politik ve ekonomik bütünleşmeler, üye ülkelerin vergi yükü ve bu yükün ahenkleştirilmesi meselesinin ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. NATO ve AET bunun en somut örneğini teşkil etmektedir. Dengesiz bir vergi yükü, sosyo-ekonomik, hatta siyasi yönden toplumlarda etkiler yaratır. Ulusal sınırlar içinde olduğu kadar, uluslararası alanda da çeşitli kişi ve/veya kuruluşların rekabet gücünü etkiler, hatta baskı grupları yaratır. Bu bakımdan, tepkileri olumlu yönde geliştirmek için gelir dağılımının denkleştirilmesi gerekir. Bu ise, toplumun çeşitli kesimleri üzerindeki vergi yükünü iyi bilmek ve bu konuda uluslararası mukayeseli bilgilere sahip olmakla ancak mümkündür.

Çoğu bürokratlar, adil bir vergi sistemi ile dar ve sabit gelirliler lehine sağlanacak imkanı, sadece tüketimi arttıracak ekonomik bir olgu olarak görmektedirler. Böyle bir düzenlemenin enflasyon kaynağı olduğuna dair maliye literatüründe herhangi bir kayıt yoktur. Fakat, vergi adaletinin, toplumda sosyal ve ekonomik düzeni koruyacağı, tasarruf-yatırım dengesini kuracağı, tasarrufların toplumun ihtiyaçları yönünde kanalize edilebileceğine dair tutarlı bilgilere, konuya ilişkin her çalışmada rastlamak mümkündür. Vergi politikasını, enflasyonla mücadelede araç olarak kullanırken: Dar gelirliler lehine gelir transferinde müteyakkız davranmak yerine, Gelir Vergisinin otomatik Stabilizetörlük fonksiyonuna işlerlik kazandırması gerekmektedir. Düzenleyici bir vergi politikası, ekonomideki talep fazlalığının, vergi sistemindeki boşluklarla olan ilgi derecesini araştırmak zorundadır. Hududuna varmış vergiler yerine, enflasyonun yarattığı olağanüstü kazançların vergilendirilmesi yoluyla efektif talebin kısılması çareleri araştırılmalıdır...

Yukarıdaki genel açıklamaların ışığı altında, dar ve sabit gelirlilerini dünkü ve bugünkü vergi yükü ile, kanunlaştırılmasına çalışılan yeni tasarıdaki durumları tetkik edilirse:

Cumhuriyetin ilk yıllarında, devlet gelirlerinin %25’i “aşar” vergisinden sağlanıyordu ve bu vergi dar gelirli kesimi fazlası ile eziyordu. Atatürk, yaratacağı gelir kaybına fazla önem vermeden, 1925 yılında aşar’ı kaldırmış; o yıl bütçe 520 (31 milyon Tl.) açık vermiş; fakat müteakip yılın bütçesi 8 milyon Tl. fazlalık ile bağlanmıştır. Bütün dünyanın iktisadi krizin etkisine girdiği ve uluslararası pazarların alt-üst olduğu bir dönemde, istiklal mücadelesinden henüz çıkmış bir toplumda, dar gelirli çoğunluğu ezen, ancak devlet gelirleri içinde de önemli bir yeri bulunan vergileri sür’atle ve cesaretle kaldıran Atatürk, vatandaşın, devletine güvenini tazelemek suretiyle, arzu ettiği sonuca ulaşabilmiştir. O, inanıyordu ki devlet, herkesi arzulanan asgari bir refah düzeyine kavuşturmakla yükümlüdür. Biliyordu ki, enflasyonla gerçekçi ve ilmi mücadele yapılabilmesi için, devletin eli, dar ve sabit gelirlinin cebinden sür’atle çekilmelidir...

1979 yılı bütçe kalemleri tetkik edildiğinde, Gelirlerin %60’ı ile Gelir Vergisinin %75’nden fazlasının stopaj yolu ile ücretlilerden alındığı; aynı dönemde, ücretlilerin milli gelirden %30 nispetinde pay aldıkları anlaşılmaktadır. Bu vergiler bile, fonksiyonel gelir dağılımımızdaki dengesizliği açıkça vurgulamaktadır. Halbuki, Gelir Vergisi Kanunu hazırlanırken, mali mevzuatlarından önemli ölçüde yararlanılmış olan ülkelerde durum tam tersidir. Örneğin, ücretliler milli gelirden: ABD’de %80 , İngiltere’de %70, Fransa ve Batı Almanya’da ise %65-70 nispetinde pay almaktadırlar. Keza, bu ülkelerde devlet gelirlerinin %25-35’i ücretlilerden kesilen vergilerle sağlanmaktadır. Bizde, ücretlilerin safi vergi yükü ortalama%60 dır. Sistemlerini örnek edindiğimiz söz konusu ülkelerde ise, bu kesimin gayri safi vergi yükü ortalama %30 dur. Bizde, (beyana tabi vergiler de dahil olmak üzere) bütçe gelirlerinin yüzde 25-35’i dolaylı vergilerden sağlanabildiği halde, sözünü ettiğimiz ülkelerde devlet gelirlerinin yüzde 70-85’i bu yoldan sağlanmaktadır. Türkiye’de 16 milyon olan faal nüfusun 4 milyonundan vergi alınabilmektedir Bu yoldan sağlanan vergilerin milli gelire nispeti 21 dir. Bu nispet Türkiye’nin de dahil olduğu dünyanın orta-gelir grubunda bulunan ülkelerinde %16 dır. Türkiye’de çalışanların 1/4’den vergi alınıyor, mevcut potansiyelin tamamı vergilendirilebilirse, vergililerin milli gelire oranı asgari %42’ye yükselebilecektir. Halbuki, mukayesesi dahi, gelir vergisi sistemimizin, kendi ilmi ve sosyolojik mantığı ile çelişki halinde bulunduğu açıkça görülmektedir.

Halbuki, vergilendirmede adalet esastır. Yani, herkesin ödeme gücü ile orantılı olarak kamu gelirlerine iştirak etmesi, gerçek kazanç beyanında bulunulması ve kazanandan, gerçek kazancının kanuni vergisinin alınması, gerektiğinde bu yönde zorlanması şarttır. Vergi politikası bu yolla ancak bölgeler, sektörler, sosyal gruplar, kişiler arasındaki refah farkını azaltır, sosyal barışı güçlendir, ekonomik istikrar yaratır, fırsat eşitliği sağlar, marjinal fayda teorisine anlam kazandırır.

Etraflıca düşünülür ve 1925’lerdeki ruhla, dar ve sabit gelirlilerin meselelerine objektif olarak yaklaşılabilirse, bir tür ücret vergisi haline dönüşmüş bulunan Gelir Vergisinin, bordrolar üzerindeki hakimiyetine pekala son verilebilir. Ancak, bu kesimin lehine sağlanacak imkanı, sadece tüketimi arttıracak enflasyonist bir olgu olarak değerlendiren bürokratik düşüncelerin hakim olduğu vergi düzenlemelerinden, arzulanan bir gelir transferi de esas itibariyle beklenmemelidir. Nispî bir rahatlama söz konusudur. Özellikle ücretlilerin, vergi düzenlemelerinden bekledikleri neticeyi ne ölçüde elde edebilecekleri, diğer vergi kanunlarında yapılmış olan değişiklikler incelendiğinde tahmin edilebilir. Daha açık bir örneğini, Gelir Vergisi Tasarısının kendi içinde bulmak mümkündür: Tasarı, ücret gelirlerinin yıllık 70.000 Tl.lık vergiden muaf tutmaktadır. Bu gerçekçi bir tespit değildir. Çünkü, yürürlükteki asgari geçim indirimi 1963 yılında 2.000’e ulaşmıştır. Demek oluyor ki, 1963 yılında ücretler için yıllık olarak vergiden istisna olunan meblağın, 1980 yılı için 20.(2000/100) ile çarpılması sonucunda ancak sosyal indiriminin eflasyona göre ayarlanması sağlanacaktır. ki, bu da yıllı 120.000.(6.000/20)Tl eder. Böyle bir düzenleme, sosyal grupların, vergi yüklerini tespit ederken, gelir seviyelerindeki farklılıkları ve matrahın tespit şeklini gözden uzak bulundurmuş demektir. Tasarıda, 1 milyon liraya kadar olan gelirlerin %40 oranında vergilendirilmesinin öngörülmüş olması, bunun en açık ifadesidir. Ancak müterakkilik yani artan oranlı vergilendirme, kaynakta vergilendirilen (ücretler gibi) gelirler için söz konusu olup, beyana tabi gelirler için mütenasip ve hatta tersine müterakkidir. Kısaca, mükellefi, doğru beyanda bulunmaya mecbur eden bir sistem geliştirilmediği sürece, beyan esasına tabi mükellefler, gerçek ödeme güçleri üzerinden değil, ödemek istedikleri nispet üzerinden vergi ödeyeceklerdir. Nasıl? Bir Memur ile beyana tabi bir mükellefin yıllık kazançlarının eşit olduğunu varsayalım. 400.000’ Tl. Memurun maaşı kaynakta ve %40 oranında vergilendirilecektir. Eğer beyana tabi mükellef, 400.000Tl olan yıllık gelirini 300.000 lira olarak beyan edecek olursa, ödeyeceği vergi nispeti (300.000 x .0.40=120.000/400.000=)%30 dur. Nitekim, değiştirilmek istenen Gelir Vergisi Kanunu’na göre 10.000Tl geliri olan bir ücretlinin vergi yükü ortalama %30, Tl. 60.000 geliri olan beyana tabi bir mükellefin vergi yükü ise ortalama 40.000. Tl. gelir beyanında bulunduğunda, vergi yükü %26,7 olmaktadır. 1979 yılında beyana dayanan mükelleflerin %74 düzeyinde vergi kaçırmış oldukları gerçeği dikkate alınırsa, bu kesimin ortalama vergi yükünün %10’u geçmediği görülecektir.

Gelir Vergisi Tasarısının, vergilendirmede müterakkilik prensibini benimsemesi, çağdaş maliye politikasının bir gerçeğidir. Şahsi gelir dağılımını en iyi dengeleyen prensip de budur. Ancak, mevcut gelir dilimlerinin, hayat pahalılığı (geçinme) indeksi ile çarpılması yerine geniş aralıklarla ve yeniden ayarlanması pratik bir çözüm değildir. Gelir Vergisi uygulamasının dünya çapında inkişafını sağlayan ayırma prensibine yeterli ağırlığın verilmemiş olması ise, tasarının en önemli noksanlığıdır. yılda 100.00.Tl kazanan bir ücretli ile 1.000.000.Tl kazanan bir tüccarı aynı oranda vergilendirmek, vergi adaleti ile bağdaştırılamaz. Kaldı ki, birinci mükellef için söz konusu dahi olmayan vergi inikası(yansıma), ikincisi için her an mümkündür. Geçinme indekslerindeki yükselmeleri dikkate almayan bir müterakkik prensibi, zamanla enflasyon karşısında aşınmaya amadedir. Bütün bu nedenlerle, dar ve sabit gelirlilerin, içinde bulundukları geçim sıkıntılarının giderilmesi bakımından, vergi düzenlemelerine fazla bir umut bağlamamaları ve ekonomik güçlerine canlılık kazandırmak için daha köklü çözüm arayışı içinde olmaları lazımdır.

Esasen, özellikle ücretli kesimin, hayat pahalılığından (h) menfi yönde etkilenmemesi yani satın alma gücünü koruyabilmesi için nominal gelirinin (n), reel satın alma gücüne (r) eşitlenmesi şeklinde bir düzenlemenin yapılması gerekmektedir. Bu tür düzenleme matematiksel ifadesiyle r = (n x 100)/h şeklinde belirtilebilir. Gerçi, kamu kesimi için buna yakın bir ücret sisteminden (Echelle Mobile) zaman zaman söz edilmiştir. Ancak bu sistem, daima reel ücretin gerisindedir. Şöyle ki, belirli bir süre içinde (örneğin, 3 veya 6 ayda9, hayat pahalılığı indeksinde meydana gelen değişmeler belirli bir seviyeyi aşarsa (mesela100 sayı yükselirse), o zaman ancak ücretler yükseltilebilecektir. Görülüyor ki, Eşel Mobil sisteminde, hayat pahalılığı (indeksi) belirli bir düzeyi aşmadıkça, ücretli kesim, reel gelir kaybına razı edilmiş demektir.

Sonuç olarak; gelir dağılımı ve vergilendirme tekniklerinde, önemli gelişmeler söz konusudur. Sosyal adalete dayalı ve hatta psikolojik ilişkilerle irtibatlı yepyeni çalışmalar vardır. Milli gelirin, kişi ve gruplar arasındaki dağıtımında, modern tekniklerin geride bıraktığı bölüşüm metodları ile düşünmeye devam edildiği sürece, sosyal gruplar arasında derin bir mesafe açmaktan başka bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Biraz gerilere gidilerek, gelişmeler bakıldığında görülecektir ki, bu konuda zaman zaman, her ülkede, kısa süreli de olsa, genel bir karışıklığa gidilmiş, ancak bizdeki gibi ezici bir merdaneye hiç bir zaman dönüşmemiştir. Umarız ki, sürdürülen çalışmalar sonucunca, arzulanan vergi adaleti ve bölüşüm dengesi sağlanacak ve bugünün çalışanlarını kıstırmış olan bu dönemeci aşmak başarılabilecek; çalışmaya namzet gençlerimiz, geçmişte ne kadar basit meseleler için, ne büyük zamanlar heba edildiğini düşüneceklerdir.

Ramazan BULUT
BOTAŞ Genel Müdürlüğü Müşaviri​
 
Geri
Top