Bütün Dünya Buna İnansa

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Şu dünyadaki en mutlu kişi
Mutluluk verendir
Şu dünyadaki sevilen kişi
Sevmeyi bilendir

Şu dünyadaki en güçlü kişi
Güçlüğü yenendir
Şu dünyadaki en bilgin kişi
Kendini bilendir

Şu dünyadaki en olgun kişi
Acıya gülendir
Şu dünyadaki en soylu kişi
İnsafa gelendir

Şu dünyadaki en zengin kişi
Gönül fethedendir
Şu dünyadaki en üstün kişi
İnsanı sevendir

Bütün dünya buna inansa bir inansa
Hayat bayram olsa
İnsanlar el ele tutuşsa birlik olsa
Uzansak sonsuza
Eski bir şarkıdır bu. Çocukluğumun şarkısı. Çocukluğumun temennisi. Ne tuhaf. Bugün bile geçerli. Bugün bile söyleniyor. Değişen ve eskiyen bir çok şeyin yanında ne şarkı ne de temennisi eskidi.

Bir film seyrediyoruz. "İyilik yap, iyilik bul" Özünde üç kişiye, gerçekten ihtiyacı olan üç kişiye yardım etme fikri yatıyor. Karşılık beklemeden. Tek isteğiniz, onların da gerçekten ihtiyacı olan üç kişiye yardım etmeleri. Ve yapılan iyilikler bir gün çemberi tamamlayarak ve üçün katlarıyla çoğalarak size geri dönüyor.

"Bütün dünya buna inansa... Bir inansa... Hayat bayram olsa..."
Hayat bayram oluyor.

Bir çoğumuz hayatımızı değiştirecek sihirli değneğin elimize geçmesini bekliyoruz. O değnek elimize bir geçse, tüm kötülüklerin, kötülerin üstesinden geleceğiz. Öfke kalmayacak, nefret, kin, zayıflık, fakirlik, mutsuzluk, yalnızlık, güvensizlik, korku, sevgisizlik...

Kalmayacak.

Kendi adacıklarımızda, gözümüz ufukta, içimizde özlem ateşleri yakarak, elimize o sihirli değnekleri tutuşturacak kurtarıcı meleklerin geleceği gemileri bekliyoruz.

Bekliyoruz.

Umutsuzluğu umutla karıştırıyoruz.

Aynalarda baktığımız yüz değişiyor. Aklı karışmış, yüreği kabarmış, çizgileri düşmüş bir yüz bakıyor bize. Kendimizi bile tanımıyoruz.
Kalmıyoruz.

Gülümsemeyi nerede unuttuk? Sabah güneşe selam vermeyi ne zaman bıraktık? Komşularımızın adını neden bilmiyoruz? Öfkeyle gelen sözlere öfkeyle cevap vermenin adı ne zaman “savunu” oldu? Dinlemekten neden vazgeçtik?

Bileniniz varsa... Ah... Bilenimiz varsa...

DİP NOT:
Onlar üç Çinli mistikmiş. Adları yokmuş ama "Üç Gülenler" diye tanınırlarmış. Gülmekten öte hiçbir şey yapmazlarmış. Kent kent dolaşıp çarşıda pazarda gülerlermiş. Gülmek bulaşıcı tabii... Onların geçtiği yer de az sonra kahkahayla donanırmış. Onlar Çin’i baştan başa dolaşıp mutsuz, kırgın, kızgın, bıkkın insanları güldürmüşler.

İçlerinden biri günün birinde ölmüş. "Eyvah! Gülmeleri kesilecek, artık ağlarlar" diye düşünmüş herkes, diğer ikisi için.

Oysa onlar gene gülmelerini sürdürmüşler ve ölmüş arkadaşlarını neşeli bir törenle kutsamışlar. Şaşkın halk kitlesine ise şunları söylemişler. "Üçümüz yaşarken iddiaya tutuşmuştuk, hangimiz önce ölecek diye. Yaşam boyu birlikte güldüğümüz arkadaşımız adına en güzel tören, gene gülmektir. Son yolculuğunda onu bundan yoksun bırakamayız. Bir bakıma ona ihanet olurdu gülmeyi kesmek."

Kent halkı ölüyü yıkamaya kalkıştığında ise engel olmuşlar. "Vasiyetinde onu yıkamadan, üstündekileri değiştirmeden yakmamızı istemişti. Dediklerini yerine getireceğiz." diye dayatmışlar.

Ve ölü yıkanırken son şakasını esirgememiş. Ceplerine ölmeden önce doldurduğu çatapatlar, patlayıp saçılmaya başlamış. Ve cenazedeki herkes kahkahalarla gülmüş. Onlar gülerken, yarım akıllı iki arkadaş dans ediyormuş. Halk da çılgınca dans etmeye başlamış. Sanki bir ölümü değil, bir doğuşu kutluyorlarmış...

Füsun Erbulak
 
Geri
Top