Çanakkale Savaşları’nın Millî Mücadelemize Etkisi

wien06

V.I.P
V.I.P
XX. yüzyıl, Avrupa Emperyalist Devletlerinin “Şark Meselesi”ni gerçekleştirmek için atağa geçtikleri bir asırdır.

Bu asır başlarında, II. Meşrutiyetin ilânını fırsat bilen batının emperyalist güçleri “Şark Meselesi”nin çarklarını daha seri çevirmeye başlayarak; Avrupa’dan Türkleri atmak için pek çok senaryoyu sahnelemeye başladılar. Bunun sonucu: Bosna-Hersek, Trablusgarp, Ege’deki bütün adalar Girit ve bütün “Evlad-ı Fatihan” birbiri peşi sıra elimizden çıkıp gitti.

Özellikle Balkan topraklarımızın elimizden çıkışı, milletimizi can evinden yaralamıştı. Türk Milleti, Balkan bozgununu hiç unutamadı. Zira Balkanlardan milyonlarca Türk canını kurtararak Anadolu’ya göçmek zorunda bırakılmıştı.

Elden çıkan Balkan topraklarını ve Edirne’yi düşman ellere bırakmak istemeyen İttihatçılar, Bab-ı Ali Baskını ile devlet yönetimini ele geçirdiler.

İttihatçılar, Millete verdikleri sözleri tutamadıkları gibi Edirne dışında bütün Evlad-ı Fatihan yurdu elimizden gitti.

İşte bu ortamda devlet yönetimini elinde bulunduran İttihat ve Terakki yöneticileri, Avrupa’daki gelişmeleri de takip ediyorlardı. Ama Avrupalı devletler artık Osmanlı Devleti’ni ciddiye falan almıyorlardı. Çünkü Balkan Savaşlarında gördükleri Osmanlı Devleti orduları, onların plânlarını gerçekleştirebilecekleri bir noktaya getirilmişti; dost veya düşman olması önemli değildi. Bunun için Osmanlı Devleti’nin dostluk teşebbüslerini, cevapsız bıraktılar.

Osmanlı Devleti’nin varlığına son vermek için kararlı duygular besleyen Hıristiyan dünyasının beklediği zaman gelmek üzereydi. Çünkü Osmanlı orduları, dünün Devlet-i Aliyye vilayetleri olan, bugünün küçük devletçiklerinin orduları karşısında, nasıl perişan olmuş, nasıl dağılıp gitmişlerdi. Hıristiyan dünyasının asırlardır beklediği; Osmanlı Devleti’nin ise aklından bile geçirmediği bu durum, her şeyin açıkça ortaya konmasına sebep oldu. Artık Osmanlı Devleti için geriye sayma başlamıştı. Dün Rusya’ya karşı devletin sınır güvenliğini bile korumakta kendilerini görevli sayan batılı devletler, bu gün, Avrupa’daki gruplaşmada, Rusya ile işbirliğine girmişlerdi.

XX. Yüzyıl başlarından itibaren, Orta Avrupa Devletleri ile, Batı Avrupa Devletleri arasındaki ekonomik rekabet öylesine hızlanmış ve öyle bir noktaya gelmişti ki, ufak bir bahane bile her şeyi bitirebilecekti. Nitekim öyle oldu. 28 Haziran 1914’teki bir suikast olayı, bardağı taşıran son damlayı teşkil etti.

Osmanlı Devleti, Avrupa’daki bu gelişmeleri endişe ile takip ediyor, bir taraftan Almanya ile mevcut dostluğu devam ettirmeye çalışırken; diğer yandan İngiliz ve Fransızların da dostluğunu kazanmak için, kapılarını çalmaya devam ediyordu. Fakat bu dost olma istekleri, birer birer geri çevrilmiş ve Osmanlı Devleti tamamen gözden çıkarılmıştı. Bu durum, bu eli boş dönüş, devlet yöneticilerinin gururunu zedeliyor ve ister istemez bu yöneticileri (Osmanlı Devleti’ni yanında tutmada sayısız çıkarları olan) Almanya’ya daha da yaklaştırıyordu.

İşte 1914 yılı içinde durum kısaca bu merkezdeydi.

Böyle olunca, Osmanlı Devleti de bir olup bitti ile Cihan Savaşı’na dahil oldu.

Bu savaşa girdiğimiz günlerde Duyun-ı Umumiye’de görevli İngiliz Sir Adam Block şöyle diyor: “Eğer Almanya kazanırsa, siz de Almanya kolonisi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz.”

Bu İngiliz görevlinin sözlerini pekiştiren bir başka ifade de Talat Paşa’ya aittir. Talat Paşa, İstanbul Amerikan Büyükelçisi Morgenthau’ya:

“Dünya üzerinde tek dostumuz yok. Müttefikimiz Almanya bile bizden yana değil. Bir savaşa girmek… Bunu istemiyoruz. Ama savaşın dışında da kalsak, girsek de değişecek bir şey yok. Müttefikler kazanırlarsa bizi paylaşma plânlarını uygulayacaklardır. Müttefikimiz Almanya Savaşı kazanırsa, bunun bedelini bize çok ağır şekilde ödetecektir.”

Artık İttihatçılar gerçekleri görmeye başlamışlardı. Çünkü Avrupa’daki Türk topraklarında gelişen olaylar, yapılan ihanetler, Balkan Savaşlarında Türk’e reva görülen zulüm ve işkenceler, Talat Paşa’yı gerçeklerle yüz yüze getirmiş ve şu acı ibretli itirafta bulunmuştu.

“Ben o kara günlerde hayatımı dert ummanına atan suale, ancak kendimizi Dünya Harbinin içinde bulunca, doğruluğuna şu anda da ısrar ettiğimiz cevabı buldum. Biz Hıristiyan Avrupa’nın bağrında asırlarca hükmetmiş tek Müslüman millet olmanın hesabını vermemek için, daima kudretli ve kuvvetli olmaya mecbur ve mahkum olduğumuzu anlayamamışız.”

Özellikle Balkan Savaşları, Avrupalının gerçek yüzünü ortaya koymuş ve Osmanlı Devleti’ni yalnızlığa itmişti. Bu yalnızlık içindeki Osmanlı Devleti, bütün gücünü, Avrupalı Devletlerin aralarındaki kavgalarında tarafsızlıktan yana koymaya çalışırken, İttihatçılar, Almanların dostluğunu kazanmaya çalıştı ve sonuçta Almanların tuzağına düştü. Çünkü Alman menfaatleri Osmanlı’yı mutlaka savaşın içine çekmekten geçiyordu. Öyle de yaptılar, senaryolarını çok iyi oynadılar.

İttihatçı liderler, Almanlarla yaptıkları gizli anlaşma gereği, her konuda alacakları yardımın, kısa bir süre sonra, vaat edildiği gibi verilmediğini anlamaya başladılar. Almanlara olan güven zedelenmişti.

Hatta İngiliz Amirali Robeck hatıralarında:

“Aldığımız istihbarata göre, Çanakkale Boğazı’na tek bir mayın bile döşenmiş değildi. Oysa, sürekli mayınlara çarpıyor ve zayiat veriyorduk.”Bu esrar perdesini Enver Paşa şu ifadeleri ile aralıyor:

“Ruslara karşı Karadeniz Boğazı’na döşediğimiz mayınlan Çanakkale’ye taşımıştık.

Bu işi, tam bir ay içinde sonuçlandırmıştık. Mayınların Çanakkale’ye naklinde, müttefiklerimiz Almanları bile haberdar etmemiştik.”

Osmanlı Devleti, bir oldu bitti ile kendisini I. Dünya Savaşı’nın içinde bulunca, İtilâf Devletlerinin gözleri üzerimize çevrildi ve daha 3 Kasım 1914’te Çanakkale’nin bombardıman edilmesi ile bu cephe de açıldı.

I. Dünya Savaşı’nın 4 yıllık süresi içinde tam dokuz cephede savaşmışız, ama bunların içinde özellikle Çanakkale cephesinin yeri ve manası çok başkadır. 18 Mart 1915 Deniz Zaferi daha sonra başlayan 25 Nisan 1915 kara savaşları ile, Millî Mücadelemize kadar uzayacak Türk’ün tam bir ateşle imtihanının başlamasıdır.

İtilâf Donanmasının Çanakkale Boğazı’ndan geçip Rusya’ya yardım götürme fikri, İngiliz Bahriye Nazın Winston Churchill’e aittir. Onun plân ve düşüncelerine göre:

“Osmanlı Ordusu, savaşa hazırlıksız ve ancak bir maceradan ibaret ümitlerle girmiştir. Bu büyük hatasının ilk faturasını Kafkas cephesinde ağır şekilde ödemiştir. İstihbaratımızın bilgilerine göre, Kafkasya’da en elit Türk tümenleri tamamen imha edilmiş ve 20 günde 90 bin zayiat vermişlerdir.” diyor ve şeytani plânını da açıklıyor.

“Rusya’ya en kısa yoldan, en az kayıpla ulaşabilmenin tek yolu, Yunanistan’dan geri çektiğimiz kuvvetleri yedeğe alarak Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını zapt etmek ve geçmekle mümkündür. En kısa yol budur. Üstelik, donanmalarımızın Marmara denizini geçerek İstanbul önüne gelmeleri; Osmanlı başkentinin ve Hilâfet merkezinin savaş dışı kalmasına yol açacak ve bütün Osmanlı ülkesinde moral çöküntüye sebep olacaktır. Osmanlı’nın saf dışı kalması ise, Türklerin bu harekât sonunda teslim olmaları anlamına gelir. Böylece; askerî bir çıkartma harekâtına hacet kalmadan, hem Osmanlı savaş dışına çekilecek, hem de aynı zamanda donanmalarımızın açtığı yoldan Rusya’ya askeri malzeme şevki mümkün olacaktır.

İşte Türk’ün ateşle imtihanı, Çanakkale’de böyle başlamıştır. Cevat Paşa ve bataryaları Nusrat Mayın Gemisi’nin döktüğü mayınlarla, Çanakkale’nin geçilmezliği 18 Mart 19J5’te ilk defa gösterilmiş, fakat İtilâf Devletleri bu gerçeği göremeyerek bu defa karadan bu işi denemeye kalkmışlardır.

Seddülbahir’e yaptıkları çıkartmada, 63 eri ile Ezine’li Kahraman Yahya Çavuş’u geçemediler. Arıburnu’na yaptıkları çıkartma sırasında da, karşılarında plânlarını büsbütün altüst eden Mustafa Kemal’i bulmuşlardır.

O Mustafa Kemal ki; Balkan Savaşlarında küçük Balkan devletçiklerinin karşısında hiçbir varlık gösteremeyerek perişan olan Türk askerini şahlandırmış, Dünya tarihinde eşine emsaline rastlanamayacak bir emirle: “Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum…” diyerek vatan için can dahil her şeyin verilebileceğini orada göstermiştir.

Arıburnu Savaşlarındaki başarının tesadüf olmadığını bir kere de Anafartalarda göstermiştir.

Seddülbahir ve Arıburnu çıkartmalarında başarılı olamayan İngilizler, bu defa Anafartalara çıkardılar. Conkbayırı ve Koca Çimen’e ulaşmaya çalıştılar. 9-10 Ağustos 1915’te Conkbayırı sırtlarında tarihte nadiren görülebilecek savaşlardan birisi daha cereyan etti. O günün en sıcak hatırasını bizzat Mustafa Kemal’den dinleyen 16. Kolordu Kurmay Başkanı Bnb. Haydar Bey (Alganer) şöyle anlatır.

“Akşam yaklaştı, Mustafa Kemal Erkan-ı Harbiyesi ile beraber karargaha geldi. Liman Von Sanders de bizimle beraber ayağa kalktı. Hepimiz M. Kemal’in ne söyleyeceğini bekliyorduk. O, Fransızca olarak Sanders Paşa’ya şöyle hitap etti:

Düşmanı süngü hücumuyla denize dökmeye karar verdikten sonra 19. ve 8. tümenlerini sabah olmadan süngü hücumuna hazırladım. Vereceğim işaretle bütün cephe üzerinden hücuma geçilmesini emrettim. Bu, aynen böyle vâki oldu. Mehmetçikler ateş etmeden, Allah’ın kendilerine bahsetmiş olduğu tarifi ve ölçüsü kabil olmayan cesaret ve mertlikle düşmana o şekilde, Allah Allah nidaları ile atıldılar ki, düşman bir adım ilerlemeye muvaffak olamadan denize kadar sürüldü.

Büyük kumandan bu sözleri söylerken, biz hepimizi ağlıyorduk. M. Kemal, Sanders Paşa’ya hitap etti:

- Ekselans! bu muazzam hücum esnasında bir kurşun benim kalbimin üzerine geldi, fakat saatim, hayatımı kurtardı, dedi ve cebinden kırık saati çıkardı, Alman kumandana verdi.

Çanakkale’de üst üste kazanılan bu zaferler, Türk’ün uzun süredir özlediği ve beklediği kahramanlık destanlarıydı. Bu zaferler hayat sahnesinden çekilip giden Osmanlı Cihan împaratorluğu’nun kapanış perdesindeki son parlak ışık olarak kalmamış, imparatorluğun enkazından yeni bir devlet, vatan çıkaracak ümidi, genç kumandanı ile beraber sahneye çıkarmıştır.

İlk defa kumandan olarak Çanakkale’de adını duyuran M. Kemal, bu askerle herşey yapılır hükmünü vermiş, Türk askeriyle Çanakkale’de tanışmıştır. Kuva-i Milliye Çanakkale’den yükselen bir ruhtur. O, “Türk yenildi, derlerse inanmayınız. Yenilen Kumandandır.” diyordu ve bu inancında da Çanakkale’de haklı çıkmıştı.

Çanakkale dışındaki diğer pek çok cephede aynı başarı gösterilememiş, Almanların savaştan çekilmesi ile biz de yenik sayılmıştık ve Boğazlar bölgesi işgal edilmeye başlamıştı.

Dört sene önce hayata doyamamış Türk gençlerinin kanlan ve canlan pahasına kahramanca savunduğu Çanakkale’yi, bugün düşmana teslim burukluğu ve. hüznü içinde olan Çanakkale Boğaz Mevkii Müstahkem Komutanı birliklerine yayınladığı emrinde şöyle diyordu: “… Şimdiye kadar her vazifesini şeref ve haysiyetle başaran Müstahkem Mevkii mensupları arkadaşlarımın, memleket menfâat ve selametinin gerektirdiği bu ağır ve elemli vazifeyi ve sükûnetle ve vakarla yapacaklarına güveniyorum… İnşallah barıştan sonra Sevgili Kal’amızı iyi bir durumda geri alırız.”

30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros ateşkesi, Osmanlı döneminin bittiğini ve yeni bir dönemin başladığının habercisiydi.. Bu dönem, Millî Devlet olma dönemi idi. Bunun kolay olması beklenemezdi. Çünkü haçlı güçler, 1071’den beri Türk Milletini Anadolu’da, ilk defa böyle yok olma noktasına getirebilmişlerdi. Onun için bütün güçleri ile yüklendiler. Türk yurdunu esir edebileceklerini sandılar. Bu düşünceyle Anadolu’yu ve boğazlan işgale başladılar. Sanki yılların intikamını alır gibiydiler. 10 Kasım 1918’de Çanakkale’ye, 13 Kasım’da da İstanbul’a girdiler. Bu durum, İtilaf devletlerinin barışı beklemeye gerek görmeden, Osmanlı topraklarını işgale başlaması, onların niyetlerinin ne olduğunu belli etmişti. Devlet yöneticilerinin bütün uysallıklarına rağmen, Türk Milleti’nin bu işgal olayını, kabullenmesi beklenemezdi.

Özellikle Yunanlıların İzmir ve çevresini işgallerine kadar genelde işgalcilere karşı sert bir tepki ve direniş olmamıştı. Ama, Yuman kuvvetlerinin Anadolu’ya ayak basmalarına izin verilince durum değişti. Yunan Ordusu’nun işgali, Türk halkında büyük bir tepkinin doğmasına yol açtı. Anadolu’da ve İstanbul’da, yer yer protesto gösterileri yapılmaya başladı. Çünkü Kuva-i Milliye ruhu harekete geçti. Bu ruh; “Türk Milliyetçiliği’nin kuvvet ve iktidarını göstermektedir… Türk Milleti için de, ayakta durmanın hakiki tek şartıdır.”

Halide Edip Hanım, 23 Mayıs 1919 günü Sultan Ahmet mitinginde yaptığı konuşmasının bir yerinde: “… Hakka ve Allah’a dayanan Türk Milleti’nin son yolunu, davasını size ve dünyaya ilân ediyorum.”diyerek, bu ruhu harekete geçirmeye çalışıyordu.

M. Kemal, İstanbul yöneticilerinin benimsediği teslimiyetçi politikayı benimsemeyip de, Anadolu’da Millî Mücadelemizin ilk yazılı belgesi kabul edebileceğimiz “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” ifadelerinin yer aldığı “Amasya Genelgesi”ni bütün yurda yayınladığı zaman, devrin îçişleri Bakanı Ali Kemal, 23 Haziran 1919’da bütün illere gönderdiği telgrafta aynen şöyle diyor:

“M. Kemâl Paşa büyük bir asker olmakla beraber, günün siyasetinden o derece haberi olmadığı için, büyük vatanseverlik ve gayretine rağmen, yeni vazifesinde asla basan gösteremedi… Kendisinin İstanbul’a getirilmesi Harbiye Nezareti’ne ait bir vazifedir…”

Anadolu’da Millî Mücadele ruhu geliştikçe bu durumdan son derece rahatsız olan işgalciler, aralarına devrin İstanbul yöneticilerini de alarak, Türk Milleti’ni bölebilmek için, iç isyanlardan başka İngiliz Muhipler Cemiyeti ve buna benzer cemiyetler bile kurmuşlardı.

İtilâf devletleri, Cihan Savaşı’nda kendileri ile savaşan diğer bütün devletlerle barış andlaşması yaptıkları halde; Osmanlı Devleti ile, barışa bir türlü karar verememişlerdi. Böyle olmasına rağmen, mütareke hükümlerini kendi çıkarlarına göre yorumlayıp, Türk yurdunu baştan başa işgale hazırlanıyorlardı. Bu konuda İngiliz görüşü; “… yere serilmiş olan Türkiye’nin ancak verilecek hükmü bekleyen bir suçlu olduğu…”şeklindeydi.

Anadolu’da Kuva-i Milliye ruhu yeniden canlandırılmaya çalışılırken, İstanbul Hükümeti’nin Dahiliye Nazırı Ali Kemal yayınladığı 24 Haziran 1919 tarihli genelgesinde; “… işgallerden ne derece müteessir olursa olsun, hükümet ne Yunanistan ve ne de kimse ile bu esnada harp ve darbe tutuşamaz… Müdafaa sebepleri hazırlayanları men ediniz, haklarında insafsız davranınız. Bunlar eski düşmanlarımızdır.”ifadeleri ile, Türk Milleti’nin mücadelesine karşı çıkıyorlardı.

İtilâf devletleri, Osmanlı Devleti’ne imzalatacakları barış antlaşması taslağı hazırlıklarının sonlarına yaklaştıkları bir sırada; Ankara’da açılan TBMM, özellikle İngilizlerin Kuva-i Milliyecilere düşmanlıklarını arttırdı. O güne kadar Milen hattında beklettikleri Yunan Ordusu’nun yürüyüşüne ve Anadolu’yu işgallerine, yakıp yıkmasına izin verdiler. Bundan sonra İngiliz maşası megalo iddialı Yunan kuvvetleri ile, Türk’ün, Anadolu’da yeni bir mücadelesi, ölüm kalım savaşı başladı.

Türk’ün öz bağrından çıkmış meclisi, ordusu ve eşsiz kumandanları ile; Türk’ü Anadolu’da diri diri toprağa gömmek vatanını bu yolla elinden almak isteyenlere karşı, tam bir iman ve inançla savunmaya geçtiler.

Bu 6avunma Sakarya’ya kadar devam etti. Burada var olma, yok olma noktasına kadar gelindi. Yunan Ordusu kendisinden son derece emin bir şekilde Sakarya’ya kadar geldiler. İşgal ettikleri Anadolu topraklarını öyle benimsemişlerdi ki, 1924 yılı içinde Bursa, İzmir, Balıkesir ve Biga bölgesinin Yunan idaresine geçtiğine dair, Atina’dan gelen bir fermanı, Biga işgal komutanı belediye balkonundan halka okumuştu. Bu yetmiyormuş gibi, işgal bölgesindeki Türk halkından Yunan Ordusu’na asker toplamaya başlamışlardı. Ataşe arşivinde rastladığımız şu ibretli belgede:

“Kal’a-yı Sultaniye’nin Yunan işgali altındaki kasabalarında, önlerinde Yunan bayrağı, davul ve zurna olduğu halde Yunanlılar tarafından orduya köylü asker toplamakta oldukları Çanakkale Jandarma Taburu Komutanlığı’nın 2 Nisan 1337 tarihli iş’arına atfen arz olunur.”denilmektedir.

Türk Milleti vatanı için, ya istiklâl ya ölüm noktasına getirilmiştir. Sakarya’da 22 gün 22 gece amansız bir savaşın içine girdiği zaman; başlarında yine, Çanakkale’de kendilerine taarruzu değil, ölmeyi emreden komutan vardı. Ve bu defa ordusuna; “Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaş kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz…”emrinden sonra, Türk Milleti’nin gerçek anlamda makûs talihi ile birlikte, Yunan orduları da yenilmişti. Neticede de Akdeniz’e dökülmekten kurtulamadılar.

Türk Milleti, asırlardır unuttuğu bu heyecanı, Çanakkale’den sonra bir kere daha kendi Millî Devleti’ni kurarken yaşadı.

Sonuç:

İşte Çanakkale’de kazanılan bu eşsiz zaferin izlerini kısaca şu şekilde değerlendirebiliriz.

Boğazlardan yardım alamayan Rusya iç çelişkileriyle boğulmuş, savaştan çekilerek Kurtuluş Savaşı’nı kolaylaştırmıştır.

Çanakkale’de bozguna uğrayan İngilizler, Kurtuluş Savaşı’na doğrudan müdahale edememişlerdir.

Çanakkale Zaferi Lozan’da da pazarlık gücümüzü arttırmıştır.

Mustafa Kemal Çanakkale Zaferinden aldığı güç ve ünle, Milli Mücadele’nin başına geçebilmişti.

Çanakkale Zaferi, ne Alman Genelkurmayı’nın ne de İttihatçı subayların olmayıp, Mustafa Kemal’in askeri dehası ve Türk askerinin vatan sevgisinin eseridir.

Çanakkale’de parlayan vatan sevgisi, bizi, Milli Mücadelemizde vatanımızla kucaklaştırmıştır.

Konuşmama Mithad Cemal’in Çanakkale için söylediği, ama Milli Mücadelemiz için de geçerli olan şu şahlanmış mısraları ile son veriyorum.

Etlerle kemiklerle örülmüştür ufuklar;
Ey Akdeniz, insan bedeninden kapımız var.
Ejdersen eğer yerleri yık, gökleri yık, ez!
Uğrunda fakat öldüğümüz nokta “geçilmez”



KAYNAK
Yrd. Doç. Dr. Hüsamettin Öztürk
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 30, Cilt: X, Kasım 1994, Çanakkale Zaferi’nin 80. Yıldönümü Özel Sayısı
 
Geri
Top