Olmuyormuş. İki arada bir derede yaşanmıyormuş. Ya gitmeli, ya kalmalıymış insan. Ya sevmeli, ya da sevgiden mümkün olduğu kadar uzak durmalıymış insan.
Gitmeliyim buralardan dedikçe, bir adım bile atamıyormuş insan; kalmalıyım düşünceleriyle.
Olmuyormuş. Sevmekle, sevmemek arasında kalınmıyormuş. Seviyorum dedikçe sevilmiyormuş insan.
Seviyor muyum bilmiyorum dedikçe, sevginin ufuk çizgisi bile görülmüyormuş.
Herkes çekip giderken, ardından yalnızlığın oltasına demir atıyormuş insan.
Nefretle, sevgi yan yana yürümüyormuş. Bunca yıl yürüdüğünü sanıyormuş insan.
Ne zamanki yüreğindeki zıt duygular birbiriyle çatışmaya başladığı anda, galibi belli olmayan düşüncelerden sıyrılmaya kalktığı anda çıkmaz bir şehrin esiri olduğunu anlıyormuş insan.
İçinde hükmedemediği keşmekeş duygularını bir gün belki değişir diye beklediği anda, yaşama ait tüm umut kırıntılarını yitirdiğini anlıyormuş insan.
Gönle söz geçirmek çok zor imiş. Gönül iki yol ayrımına benzer. Ya sağdan gideceksin, ya soldan. Gönül kavşağının tam ortasında kendini ne yapamaz ve nereye gidemez halde buldu mu insan, sabit değişmez fikirlerinin bu kavşakta hiçte işe yaramadığını, ikiye ayrıldığını hissediyormuş insan.
O vakitten sonra kim olduğunu bilemeyen bir benlik, sorularıyla ve vicdanıyla esir alıyormuş yüreğini. Omzuna daha çok kaldıramadığı yük biniyormuş. Ya severse, belki de gitmemeliydim, kalmalıydım seslenişlerinin hala cevapsız soruları ile öylece kala kalır gönül kavşaklarında insan.
Hiçbir limana yanaşamayan gemiler gibidir ruhu. Ne dalgalı denizlerde dalgaları aşmaya yeter ruhu, nede denizleri terk etmeye yeter gücü.
Bir anda sinirlenir, kızar kendine. Feryatlarını duyamayacak kadar sağır olmuş vicdanına seslenir.
Al! İçimden bana acı veren bu zıtlıkları.
Bir an için delicesine kıyıya vuran köpük köpük dalgalar gibi kabarır ve önüne çıkan ilk limanı ıslatır. Sonra, içindeki susmak bilmeyen vicdanı; keşkeler denizine onu yolcu eder. Ve o zaman anlar ki insan, ne yazık ki; bu duygularında çaresi bulunmuyormuş.
Gitmeliyim buralardan dedikçe, bir adım bile atamıyormuş insan; kalmalıyım düşünceleriyle.
Olmuyormuş. Sevmekle, sevmemek arasında kalınmıyormuş. Seviyorum dedikçe sevilmiyormuş insan.
Seviyor muyum bilmiyorum dedikçe, sevginin ufuk çizgisi bile görülmüyormuş.
Herkes çekip giderken, ardından yalnızlığın oltasına demir atıyormuş insan.
Nefretle, sevgi yan yana yürümüyormuş. Bunca yıl yürüdüğünü sanıyormuş insan.
Ne zamanki yüreğindeki zıt duygular birbiriyle çatışmaya başladığı anda, galibi belli olmayan düşüncelerden sıyrılmaya kalktığı anda çıkmaz bir şehrin esiri olduğunu anlıyormuş insan.
İçinde hükmedemediği keşmekeş duygularını bir gün belki değişir diye beklediği anda, yaşama ait tüm umut kırıntılarını yitirdiğini anlıyormuş insan.
Gönle söz geçirmek çok zor imiş. Gönül iki yol ayrımına benzer. Ya sağdan gideceksin, ya soldan. Gönül kavşağının tam ortasında kendini ne yapamaz ve nereye gidemez halde buldu mu insan, sabit değişmez fikirlerinin bu kavşakta hiçte işe yaramadığını, ikiye ayrıldığını hissediyormuş insan.
O vakitten sonra kim olduğunu bilemeyen bir benlik, sorularıyla ve vicdanıyla esir alıyormuş yüreğini. Omzuna daha çok kaldıramadığı yük biniyormuş. Ya severse, belki de gitmemeliydim, kalmalıydım seslenişlerinin hala cevapsız soruları ile öylece kala kalır gönül kavşaklarında insan.
Hiçbir limana yanaşamayan gemiler gibidir ruhu. Ne dalgalı denizlerde dalgaları aşmaya yeter ruhu, nede denizleri terk etmeye yeter gücü.
Bir anda sinirlenir, kızar kendine. Feryatlarını duyamayacak kadar sağır olmuş vicdanına seslenir.
Al! İçimden bana acı veren bu zıtlıkları.
Bir an için delicesine kıyıya vuran köpük köpük dalgalar gibi kabarır ve önüne çıkan ilk limanı ıslatır. Sonra, içindeki susmak bilmeyen vicdanı; keşkeler denizine onu yolcu eder. Ve o zaman anlar ki insan, ne yazık ki; bu duygularında çaresi bulunmuyormuş.