• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Charles Bukowski

e-PaCk

Forum Gururu
“Bir hafta kalıp içtim, kiranın bitmesini bekleyerek, sonra da Village’in dışında bir oda tuttum. Derli toplu büyükçe bir odaydı ve çok ucuzdu, nedenini anlayamamıştım. Köşede bir bar buldum, bütün gün oturup bira içtim. Param hızla 7243tükeniyordu, ama her zamanki gibi nefret ediyordum iş aramaktan. Sarhoş ve aç geçirdiğim her dakikanın benim için özel bir anlamı vardı. O gece iki şişe porto şarabı alıp odama çıktım. Soyundum, bir bardak bulup ilk şarabı koydum ve karanlıkta yatağa uzandım. İşte o zaman anladım odanın neden bu kadar ucuz olduğunu. “L” treni pencerenin önünden geçiyordu. Durak pencerenin önündeydi. Tam önümde. Odanın tamamı trenin ışığı ile aydınlanıyordu. Ve bir tren dolusu yüz geçiyordu önümden. Korkunç yüzler: fahişeler, orangutanlar, deyyuslar, kaçıklar, katiller, efendilerim. Sonra tren yavaşça hareket ediyordu ve oda bir kez daha karanlığa gömülüyordu bir sonraki tren dolusu yüzlere kadar ki her seferinde beklediğimden çabuk geliyordu. İki şişe şarap almakla ne iyi etmiştim.”

Dünyanın en samimi adamı “CHARLES BUKOWSKI”

Charles Bukowski, 1920 yılında Almanya’nın Andernach kentinde doğdu. İki yaşındayken Los Angeles’a taşındılar ve hayatının büyük bir kısmı Los Angeles’ta geçti. Pek parlak bir çocukluk geçirmeyen Bukowski babasından çok çekti. O’nun belki de edebiyata bu kadar sağlam tutunmasının en önemli nedeni babasıydı. Birçok eserinde özellikle de “Ekmek Arası” nda babasının O’na yaptıklarından sıkça bahsetmiştir.

Babam
yanında bir parça karbon kâğıdı, bir çakı ve bir kırbaç taşırdı ve geceleri kafasını korumak için battaniyeyle örterdi. Ta ki bir sabah Los Angeles’ta kar yağana kadar; yağdığını gördüm, ve babamın hiçbir şeyi kontrol edemediğini anladım, ve sonra biraz daha büyüyüp ilk yük vagonuyla kaçtığımda, orada kirecin içinde oturdum, hiçbir şeye sahip olmamanın sönmüş kirecinde, çöle gidiyordum ilk defa şarkı söyledim.

Los Angeles Lisesi’ni bitirdikten sonra Los Angeles Şehir Üniversitesi’nde gazetecilik, sanat ve edebiyatla ilgili dersler okudu. Asıl adı Heinrich Karl Bukowski’dir. Eserlerinde genellikle “Henry Chinaski” ismini kullanmıştır. Kimi zaman da “Hank” i tercih etmiştir.

“Aftermath of a Lenghty Rejection Slip” isimli ilk öyküsü yirmi dört yaşındayken yayınlanmış olan Bukowski otuzlu yaşlarının ortalarından sonra şiir yazmaya başlamıştır. İlk öyküsünün yayımlanmasından iki sene sonra yine başka bir kısa öyküsü “20 Tanks From Kasseldown” yayımlandı. Yazdıkları kabul görmeyince uzun süre yazmadı ve değişik işlerde çalışarak, çoğunlukla da bolca içerek, at yarışı oynayarak ve aylaklık yaparak zamanını geçirdi. Ucuz otel odalarında geçirdiği zamanları kitaplarında sıkça dile getirmiştir.

“Amerika’nın her bir yanındaki sabahın üçü sarhoşları nihayet pes etmiş olarak duvarları seyrediyorlardı. Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu, ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen birtakım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile.
Bir gece, sıcak bir salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta. Çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden.”

diye bahseder “Sıcak Su Müziği” isimli kitabında.

1950′lerde A.B.D. Posta İdaresi’nde çalıştı. Burada yaşadıklarını daha sonra “Postane” isimli kitabında anlattı.

“Çocukların kimileri Afrika güneş kaskları ve gözlükleri giyiyorlardı; ama ben, hep aynıydım, yağmur ya da güneş, yırtık pırtık giysiler, çivileri ayaklarıma batan eski ayakkabılar. Mukavva parçaları koyuyordum ayakkabılarımın tabanlarına. Bir süre için iş görüyorlardı, ama çok geçmeden çiviler topuklarıma batmaya başlıyorlardı yine. Viski ve bira, terliyordum koltuk altlarımdan ve sırtımda bir torbayla dolanıyordum çarmıh misali; torbadan dergiler çıkarıyor, binlerce mektup dağıtıyordum güneşin altında kavrulup sendeleyerek.”

1955′te ölümden döndü, alkol yüzünden hastanelik oldu. Bu durum O’nda adeta bir şok etkisi yarattı ve hastaneden çıktıktan sonra kendine bir daktilo satın alarak kaldığı yerden yazmaya devam etti.

Gençlik yıllarında “Jane” isimli bir kadına aşık oldu. Jane kendisinden yaşça büyüktü; alkolikti ve bir hayat kadınıydı. Jane’le olan beraberliği maalesef Jane’in ölümüyle sona erdi. Bukowski uzunca bir süre kendine gelemedi. Daha sonra hayatına giren kadınların hiçbirini Jane kadar çok sevmediğini dile getirdi eserlerinde. “Günler, Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali” -Bukowski’yi keşfetmeme vesile olan kitaptır aynı zamanda- “Jane İçin” isimli şiirinde Jane’i şöyle anlatmıştır:

Jane için...
çimen altında geçen 225 günden sonra benden daha çok şey biliyor olmalısın.
kanını emip bitireli epey oldu, artık bir sepette kuru bir çubuksun. bu işler böyle mi oluyor? bu odada aşk saatlerinin hala gölgeleri var. bırakıp gittiğinde aşağı yukarı her şeyi alıp gittin. geceleri beni ben olmaya koymayan kaplanların önünde diz çöküyorum. senin sen olman asla bir daha olmayacak. kaplanlar beni buldular ama artık umurumda bile değil.

1957 senesinde Barbara Fry isimli bir kadınla evlendi ve evlendikten sonra O’nun yanına taşındı fakat 2 sene sonra boşandılar. 1965 senesinde başka bir kadından “Marina” isimli bir kızı oldu.
1969’da hayatı boyunca beklediği fırsatı yakaladı. Ölene dek yanında olan, Bukowski’yi çok seven Black Sparrow’un sahibi John Martin’le tanıştı. John Martin, hayatı boyunca Bukowski’ye 100 dolarlık maaş teklifi yaptı. Charles Bukowski teklifi kabul etti ve yazmaya devam etti. John Martin’e olan minnetini birçok kez dile getirmiştir.
John Martin’le çalışmaya başladıktan sonra ünü daha da arttı. Şiirleri ünlü edebiyat dergilerinde basılmaya, kitapları yok satmaya başladı. İnsanlar O’nu 45 yaşından sonra keşfettiler sanki. O ise bunu hep reddetti ve mütevazi hayatına devam etti. Bu konuyla ilgili olarak “Güneş İşte Buradayım” isimli kitabında şöyle der:

“Ben bir Charles Bukowski modası olduğunun farkında değilim. Yalnız yaşayan biriyim, kalabalıktan hoşlanmam; bu tür tuzaklara düşmeyecek kadar yaşlı, kuşkucu ve çakalım. Bu iki haftada yaptığım üçüncü söyleşi, ama ben buna modadan ziyade matematiksel bir tuhaflık olarak bakıyorum. Umarım hiçbir zaman moda olmam. Moda olmak lanetlenmek demektir. Bende ya da yaptığım işte bir tuhaflık var demektir. Sanıyorum 46 yaşında, 11 yıl boyunca sessizce çalıştıktan sonra böyle bir şeyden endişe etmeme gerek yok. Tanrılar benimledir umarım. Benimle olduklarını düşünüyorum.”

Birçok insan Bukowski’nin eserleri hakkında atıp tutar, kitaplarının birbirine benzediğini, kahramanlarının toplumdan çok uzak olduğunu; kadınlar, alkol, melankoli ve at yarışlarından başka bir şey yazamadığını söyler. Durum elbette bu kadar yüzeysel değildir.

Bukowski, dünya üzerindeki en samimi adamlardan biridir. Bukowski neyse O’dur. Bukowski derindir. Bir şeyleri anlatabilmek için süslü cümlelere ihtiyaç duymaz. Çünkü O hiç kimsenin olamayacağı kadar sade bir adamdır. Bukowski “Loser” dır, Bukowski “Winner” dır. Yazılarında neşeyle hüznü aynı anda barındırır. Size hayatın karanlık yüzünü gösterirken yüzünüze sağlam bir gülümseme yapıştırmayı da ihmal etmez.
Bukowski sizi kandırmaz, oyun oynamaz, birilerine yaranmak için kimsenin kıçını öpmez. Gerçeğin ta kendisidir. Cümleleri keskindir aynen ölüm gibi. Her okuduğum kitaptan sonra suratımda aptal iğreti bir gülümseme ile “bir tek ben değilmişim” derim.
“Ölüler Böyle Sever” de kendini şöyle anlatmıştır:

“Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinekkaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.”

Uzun süre birçok kadınla beraber olduktan sonra 1976 senesinde Linda Lee ile tanıştı ve 1985′te de evlendiler.
Son romanı “Pulp” ı bitirdikten sonra 9 Mart 1994′te öldü.
Eserlerinin çoğu yabancı dillere çevrilmiş olan Bukowski’nin kitapları hâlâ dünyanın her köşesinde yayımlanmaktadır.


Türkçe’ye Çevrilen Eserleri:
Kendimizde Açtığımız Yaralar
Kimse Bilmez Ne Çektiğimi
Kadınlar
Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi
Gece Çılgın Ayak Sesleriyle Yırtıldı
Güneşe Uzan
Ekmek Arası
Pis Moruğun Notları
Postane
Bana Aşkını Getir
Sevimli Bir Aşk Hikâyesi
Hollywood
Sıcak Su Müziği
Sıradan Delilik Öyküleri
Kasabanın En Güzel Kızı
Pansiyon Manzumeleri
Ölüler Böyle Sever
Kaptan Yemeğe Çıktı Ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi
Factotum
Büyük Zen Düğünü
Shakespeare Bunu Asla Yapmazdı
Suda Yan Ateşte Boğul
Pulp
Güneş, İşte Buradayım
En Kısa Andır Mucize
Günler Vahşi Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali
Sarhoş Çal Piyanoyu Vurmalı Çalgı Gibi Parmakları…
Bir Tek Ben Miyim Böyle Yaşayan?
Ateşin İçinden Ne Denli İyi Yürüdüğündür Mesele
 
Charles Bukowski 16 ağustos 1920'de Andernach, Almanya'da doğdu. Asıl adı Heinrich karl Bukowskidir. Babası Henry charles bukowski bir amerikan askeriydi ve annesi katharina fett ise kadın terzisiydi. Birinci dünya savaşı sırasında Almanya'nın Andernach kentinde tanıştılar. 1923 yılında Bukowski 3 yaşındayken Amerikaya gittiler ve Los Angeles'a yerleştiler. Bukowski'nin kötü bir çocukluk geçirmesi onun kendine "has üslubunun" oluşmasını sağlamıştır. Çocukluk döneminde babasından yediği dayaklar ve annesinin bu işkencelere göz yumması onun ailesine ve insanlara olan nefretine yol açmıştır. 1941 yılında babasının öykülerini sokağa atmasıyla 18 yaşında evden ayrıldı ve çeşitli işlerde çalışmaya başladı fakat tamamen parasız kalınca evine tekrar döndü. Los Angeles Şehir Koleji'nde bir yıl gazetecilik ve edebiyat eğitimi aldı fakat yılın sonunda buradan ayrıldı.

İkinci dünya savaşı sırasında Amerika'nın çeşitli şehirlerini dolaşmaya başladı ve bu arada bir dolu işe girip çıktı. Bukowski'nin ilk öyküsü 24 yaşındayken basıldı ve şiir yazmaya 35 yaşından sonra başladı. Charles Bukowski 1952 yılında postanede çalışmaya başladı ancak 3 yıl sürdü ve küçük bir şiir dergisi'nin sahibi olan zengin Barbara frye'la evlendi. Barbara Bukowski'nin şiirlerini dergisinde yayınlamaya başladı. 1958 yılında posatanedeki işine geri döndü. 1970 yılında postanede ki işinden ayrıldı ve tüm zamanını yazmaya ayırdı bu ise Black Sparrow Yayınlarının sahibi john Martin'in ona ömür boyu her ay yüz dolarlık bir çek vermeyi teklif etmesiyle başlamıştır. Bukowski ömrünün büyük bir bölümünü Los Angeles'da geçirdi. Charles Bukowski 9 mart 1994 yılında 73 yaşında San Pedro, California'da ardında 45'i aşkın eser bırakarak öldü.

Şiirlerinden Örnekler

Bazıları
bazıları hiç delirmez.
ben, bazen koltugun arkasında
3-4 gün boyunca yattıgım olur.
orda bulurlar beni.
Melaike'ymiş derler,
sonra gırtlağımdan aşağı şarap döküp
göğsümü ovarlar
yağ serperler üzerime.

sonra kükreyerek kalkarım,
atıp tutar, köpürürüm-
onlara ve evrene küfreder
bahçeye kadar kovalarım.
sonra kendimi çok iyi hisseder,
tost ve yumurtanın başına otururum,
bir şarkı mırıldanıp,
aniden pembe
besili bir balina gibi sevimli olurum.

bazıları hiç delirmezler.
ne korkunç hayat sürüyorlardır
allah bilir.


mahvolmuş hayatlar
"aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim, "demiş
William Saroyan.

hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep hazırızdır.

mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.

ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların, ayyaşların, hapishane
kuşlarının, uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir parçası
olduklarının.

bir dahiye rastladım
bugün trende
bir dahiye rastladım
5-6 yaşlarında,
yanıma oturdu
ve tren kıyı boyunca ilerlerken
okyanusa geldik
sonra bana bakıp
hiç de güzel değilmiş,
dedi.

bunu ilk defa
o gün
farkettim.

merhamet tacirlerine
her şeyin bir sebebi var
tüm ölümlerin
tüm öldürmelerin tüm
göçüp gidenlerin bir sebebi var
hiçbir şey boşuna değil
bir sineğin boynu bile,

ve bir çiçek
orduların arasından geçip
böbürlenen küçük bir çocuk misali,
rengini gösteriyor.

güneşin yüzü
güneşin yüzü denli muhteşemdir boğalar
ve bayat kalabalıklar için öldürseler de onları,
boğadır ateşi yakan,
her ne kadar korkak boğalar da varsa da
korkak matadorlar ve korkak erkekler gibi,
genel olarak boğa saftır
ve saf ölür
sembollerden, hiziplerden ya da sahte aşklardan uzak,
ve onu sürükleyip götürdüklerinde
ölen bir şey olmaz,
bir şey geçmiştir
ve neticede kokuşmuş olan,
dünyanın kendisidir.

yalnız yerdir cehennem
adam 65'indeydi, karısı 66, alzheimer
hastası.

adamın ağzı
kanserdi.
geçirdiği ameliyatlar ve gördüğü
ışın tedavileri
çene kemiğini eritince
tel takmışlardı
çenesine.

bir bebeğin altını
değiştirir gibi
hergün
altını değiştirirdi
karısının.

durumundan dolayı
araba süremediği için
hastaneye taksi ile
gider,
konuşmakta zorlandığı için
adresi kağıda yazardı. ,

son ziyaretine
bir ameliyat daha
gerektiğini söylediler
ona;sol
yanağının ve dilinin
biraz daha temizlenmesi gerekiyordu.
eve döndüğünde
karısını altını değiştirdi,
fırına dondurulmuş hazır yemeklerden
koydu, akşam haberlerini
izledikten sonra
yatak odasına gitti, silahı
aldı, karısının şakağına
dayadı ve ateşledi.

kadın soluna
yığıldı, adam
kanepeye
oturdu,
namluyu ağzına soktu ve
tetiği çekti.
silah sesleri komşuları
harekete geçirmedi.
daha sonra fırında
yanan yemeğin kokusu
geçirdi.

biri geldi, kapıyı
omuzlayarak açtı ve gördü
çok geçmeden
polisler gelip
işe koyuldular, bazı şeyler
buldular:

bakiyesi bir dolar on dört sent olan
bir tasarruf hesabı defteri
sonuca vardılar
intihar.

üç hafta sonra
iki yeni kiracı
taşındı daireye:

ross adında
bir bilgisayar mühendisi ile
bale eğitimi alan
karısı anatana.

yükselme eğiliminde
çiftlerden biri gibi
görünüyorlardı

Bir Sigara Tüttürürsün

Hışımla bir sigara tüttürür
ve tarafsız bir uykuya dalarsın, uyandığında
pencereler ve kederin şafağı karşılar seni, borazanlar yoktur;
bir yarlerde, sözgelimi, bir balık- heryeri göz ve kıpırtı-
suda oynaşır durur; o balık
olabilirdin, orada olabilirdin, suya mahkum,
göz olabilirdin, serin ve asılı,
gayri-insan; giy ayakkabılarını, geçir
pantalonunu, hiç yolu yok evlat, hiç-
olmayan havanın hiddeti, ölü menekşeler misali
benzeşmişlerin küçümseyişi; haykır, haykır,
bir borazan misali haykır, gömleğini geçir sırtına,
kravatını tak, evlat: mandolin gibi
hoş bir kelimedir keder, ve enginar gibi tuhaf; keder
bir kelimedir ve bir yaşam tarzı; kapıyı aç,
evlat; uzaklaş oradan.

BİR HİKAYE

BATTANİYE


Son günlerde iyi uyuyamıyorum ama sözünü etmek istediğim bu değil tam olarak. Uykuya daldığımı sandığım anda olan bir şey. "Uykuya daldığımı sandığım, " diyorum çünkü aynen öyle. Son zamanlarda giderek daha sık, uyuduğumu hissediyorum ama düşümde odamı görüyorum, uyuduğumu düşlüyorum ve her şey yatağa girmeden önce bıraktığım gibi. Yerdeki gazete, komodinin üstündeki boş bira şişesi, çanağının içinde dönüp duran balığım, saçım kadar bana özel olan bazı şeyler. Ve birçok kez uykuda değilken, yatağa uzanmış, duvarlara bakıp uykuyu beklerken acaba gerçekten uyanık mıyım yoksa uyuyor ve odamın rüyasını mı görüyorum, diye düşünüyorum. Her şey ters gidiyor son zamanlarda. Ölümler;kötü koşan atlar;diş olamam, diye düşünüyorum. Ama sonra, en azından bir odan var diyorum Sokaklarda değilsin. Şimdi tahammül edemiyorum sokaklara. Çok az şeye tahammül edebiliyorum artık. Vücuduma iğneler batırıldı, neşterlendim, ve evet, bombalandım bile... yeter artık diyorum genellikle;daha fazlasına katlanamam.

Şimdi olay şu:uyuyup kendimi odamda düşlediğimde veya gerçekten odamda oturmuş uyanıkken, bilemiyorum, işte o sıralar bir şeyler oluyor. Dolap kapısının biraz aralık olduğunu görüyorum, oysa biraz önce kapalı olduğundan eminim. Sonra kapının aralığı ile vantilatörün(hava sıcak olduğu için yerde bir vantilatörüm var) aynı çizgide olup başımı nişanladıklarını fark ediyorum. Ani bir öfke ile yastığımdan uzaklaşıyorum, öfke diyorum çünkü genellikle beni ortadan kaldırmak isteyen bu şeylere okkalı bir küfür sallıyorum. Şimdi sizin, "Çocuk delirmiş, "dediğinizi duyar gibi oluyorum, gerçekten delirdim belki de. Ama öyle olduğunu sanmıyorum her nedense. Bu benim lehime küçük bir artı, eğer bir artı sayılabilirse. İnsanlarla beraberken kendimi rahatsız hissediyorum. Benden uzak şeylerden söz edip, benim duymadığım heyecanlar duyuyorlar. Ama kendimi en çok onlarla beraberken güçlü hissediyorum. Şöyle düşünüyorum:Onlar bütünün bu küçük parçaları ile varlıklarını sürdürebiliyorlarsa , ben de sürdürürüm. Ama yalnızken ve kendimi bir tek duvarla, nefes almakla, tarihle, kendi sonumla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Anlaşılan ben zayıf bir adamım. İncil'i denedim, filozofları, şairleri, ama bir şekilde hepsi hedefi şaşırmışlardı. Tamamen başka bir şeyden söz ediyorlardı. Ben de okumayı kestim uzun süre önce. İçki, kumar ve seks biraz işe yarıyordu ve bu yaşantımda cemiyetin, şehrin, ülkenin herhangi bir ferdi gibiydim; ancak tek fark, benim "başarmak"isteği duymamamdı. Bir aile istemiyordum, saygın bir iş istemiyordum. Böyleydim işte:entelektüel değilim, sanatçı değilim, alelade bir insanı kurtaran köklerden de yoksunum. Arada derede kalmış bir şey gibiyim ve sanırım bu da deliliğin başlangıcıdır.

Ve ne kadar kabayım!Elimi kıçıma atıp kaşıyorum. Basurum var acayip. Cinsel ilişkiden daha keyifli. kanayana kadar kaşırım, acı beni durdurmaya zorlayana kadar. Maymunlar, goriller yapar bunu. Hayvanat bahçesinde gördünüz mü onları hiç kanayan kırmızı kıçları ile?

Ama izin verin devam edeyim. Garipliklere meraklıysanız size cinayetten söz edeyim. Bu Oda Düşleri, öyle diyelim bunlara, birkaç yıl önce başladı. İlk olduğunda Philadelphia'daydım. O sıralar pek çalışmıyordum ve kirayı dert ettiğm için olmuştu belki de. O zamanlar biraz şarap ve bira içiyordum sadece, seks ve kumarda tüm güçleri ile girmişlerdi kanıma. Bir sokak kadını ile yaşamama rağmen, her gece 2 veya 3 değişik erkekle beraber olduktan sonra benimle seks veya kendi deyimiyle "aşk" yapmak istemesi tuhafıma gidiyordu; her sokak sokak şovalyesi kadar avarelik etmiş, hapiste yatmış olmama rağmen o değişik erkeklerden sonra oraya girmek beni rahatsız ediyordu... beni etkiliyordu ve zorlanıyordum. "Tatlım, " derdi, "seni SEVDİĞİMİ anlamalısın. Onlarla hiçbir şey değil. Bir kadını ANLAMIYORSUN. Kadın seni içeri alabilir, orda olduğunu sanırsın ama orda değilsindir bile. Seni, içime alıyorum. Bu söyledikleririn pek yararı olmuyordu. Duvarları yaklaştırıyordu sadece. Ve bir gece, düş görüyor veya görmüyordum, uyandım ve yanımda yatıyordu(veya uyandığımı düşlüyordum) etrafıma bakındım ki bir sürü küçük adam bizi yatağa bağlıyordu, 30-40 taneydiler, gümüş renginde bir teli yatağın altından geçirip üstümüze sarıyorlardı. Kadınım huzursuz olduğumu hissetmiş olmalıydı. Gözlerini açıp bana baktı. "Sessiz ol!" dedim. "Hareket etme!Elektrik verip öldürmek istiyorlar bizi!" "KİM BİZE ELEKTRİK VERMEK İSTİYOR?"

...
 
Geri
Top