Zamanın birinde, karlı dağların eteklerinde, küçük bir köyde, Dağda adında minik bir çocuk yaşarmış. Dağda, yedi yaşına henüz girmiş, yanakları kırmızı elmalar gibi, gözleri ise gökyüzü gibi parlak bir çocuktu. Köydeki diğer çocuklar gibi o da kış aylarını çok severdi. Karlar yağdığında, pencereden dışarıyı izler, hayaller kurardı.
Bir kış günü, köyü bembeyaz bir örtü kaplamıştı. Dağda, annesinden izin alarak, en yakın arkadaşı Elif ile karda oynamaya çıktı. İkisi de en kalın kıyafetlerini giymişlerdi. Birbirlerine kartopu atıyor, kardan adamlar yapıyor ve kahkahalarla gülüyorlardı. Saatler geçti, güneş batmaya yaklaştı. Köyün evlerinin bacalarından dumanlar yükselirken, Dağda ve Elif yavaş yavaş yorulmaya başlamışlardı.
Elif, “Dağda, karnım acıktı. Eve gitsem iyi olacak.” dedi. Dağda da acıktığını hissetmişti ama karda oynamaya doyamıyordu. Annesinin yaptığı sıcak çorbayı düşünerek, “Peki, sen git. Ben biraz daha oynayacağım.” dedi. Elif, Dağda’ya el sallayarak evine gitti.
Dağda tek başına kalmıştı. Ama o hala çok eğleniyordu. Kardan kaleler inşa ediyor, kardan arabalar yapıyordu. O kadar oyuna dalmıştı ki, havanın iyice soğuduğunu fark etmedi. Rüzgar esmeye başlamış, kar taneleri sanki küçük buz parçaları gibi tenine batıyordu. Dağda’nın elleri ve ayakları uyuşmaya, burnu da kızarmaya başlamıştı.
Birden Dağda, titremeye başladı. Dişleri birbirine vuruyor, vücudu sanki buz kesiyordu. O kadar üşümüştü ki, oynamaya devam edemiyordu. Yüksek sesle, "Üşüyorum... Hem de çok üşüyorum!" diye bağırdı. Ama etrafta kimse yoktu. Köy çok uzaktaydı ve o dağın yamacında yalnız kalmıştı.
“Keşke annem yanımda olsaydı,” diye fısıldadı. O an, annesinin sıcaklığı, güler yüzü ve tatlı sesi gözünün önüne geldi. Üşüyen elleriyle, annesinin hep ona söylediği ninnileri mırıldandı. “Uyusun da büyüsün ninni…”
O sırada, sanki bir sihir olmuş gibi, hafif bir rüzgar esti ve yanında bir gölge belirdi. Gölgeli yaratık, bembeyaz parlak bir örtü gibiydi. Dikkatlice baktığında bunun, dağların ruhu olan yaşlı bir ağaç olduğunu gördü. Ağaç, dalından kopan bir yaprakla Dağda'nın omzuna dokundu. Yaprak, Dağda'nın sırtında sıcak bir yün gibi hissettirmişti.
Ağaç, derin ve sakin bir sesle, “Üşüyorsun, küçük çocuk. Annenin seni sarmalayan sıcaklığına ihtiyacın var.” dedi. Dağda şaşkınlıkla ağaca baktı. "Evet, çok üşüyorum. Annemi çok özledim. Üstümü örtsene anne..." dedi, ağacı annesi sanarak.
Yaşlı ağaç gülümsedi. “Ben senin annen değilim ama seni sıcak tutabilirim.” Ağaç, dallarını yavaşça eğerek Dağda’nın etrafını sardı. Dalları, tıpkı annesinin sıcak kolları gibiydi. Dağda, kendini güvende ve sıcak hissetmeye başladı. Ağaç, bütün yapraklarını Dağda'nın üzerine serdi. Sanki bir yorgan örtmüş gibiydi.
Ağaç, Dağda'ya yavaşça hikayeler anlatmaya başladı. Karlar hakkında, rüzgarlar hakkında, dağların tepesinde yaşayan hayvanlar hakkında... Dağda, hem dinleniyor hem de ısınıyordu. Ağacın hikayeleri onu uyutmuştu. Derin bir uykuya daldı.
Güneş tekrar doğduğunda, Dağda gözlerini açtı. Ağacın dalları hala üzerindeydi ama artık çok daha hafif hissediyordu. Ağacın etrafındaki kar erimişti. O sırada uzaktan bir ses duydu: “Dağda! Dağda neredesin?” Annesinin sesiydi bu!
Dağda, heyecanla ayağa kalktı. “Anne, buradayım!” diye seslendi. Annesi, Dağda’yı gördüğüne çok sevinmişti. Koşarak yanına geldi ve ona sımsıkı sarıldı. Dağda, annesine bütün olanları anlattı. Annesi, onu dinlerken çok şaşırmış ve yaşlı ağaca minnettar olmuştu.
O günden sonra Dağda, her kış ağacı ziyarete gitmeye karar verdi. Ağaçla konuşur, ona hikayeler anlatır, ona minnettarlığını sunardı. Dağda, o kış hem çok üşümüş hem de annesinin sıcaklığını, dağların ruhunu ve doğanın mucizelerini öğrenmişti. Annesinin kucağına sığındığında, dünyanın en mutlu çocuğu olduğunu biliyordu.
Ve böylece, Dağda'nın buz tutan günü, onu sıcak bir hatıraya dönüştürmüştü. O günden sonra Dağda, kışları daha dikkatli oldu ve annesini çok daha fazla sevdi. Ve her gece, annesinin kollarında uyurken, yaşlı ağacın hikayesini hatırlardı.
O kış, Dağda, yaşadığı deneyimden sonra çok değişmişti. Artık kar yağdığında sadece eğlenmeyi değil, aynı zamanda doğayı ve onun büyülü sırlarını da merak ediyordu. Her fırsatta yaşlı ağacı ziyaret ediyor, onunla sohbet ediyordu. Ağaç, Dağda’ya dağların kalbinde saklı olan gizemleri, rüzgarların fısıltılarını, kar tanelerinin her birinin farklı birer hikaye taşıdığını anlatıyordu.
Dağda, her ziyarette yaşlı ağaca sorular soruyordu. “Ağaç dede,” derdi, “Kar taneleri neden bu kadar farklı? Neden bazıları kocaman, bazıları minik? Neden bazıları yıldız şeklinde, bazıları da iğne gibi?”
Yaşlı ağaç, dallarını hafifçe sallayarak gülerdi. “Her kar tanesi, gökyüzünden düşerken farklı bir yolculuk yapar, Dağda. Kimi sakin bir yolculuk yapar, düzgün şekiller alır; kimi ise fırtınalarla mücadele eder, sivri köşeler edinir. Her birinin hikayesi farklıdır ve hepsi de eşsiz güzelliktedir.”
Dağda, bu bilgileri büyük bir dikkatle dinlerdi. O günden sonra, kar yağdığında sadece kartopu oynamakla kalmaz, aynı zamanda kar tanelerini de incelerdi. Bazen eline aldığı bir büyüteçle, bazen de sadece gözleriyle, kar tanelerinin gizemli dünyasına dalardı.
Bir gün, Dağda yine yaşlı ağacın yanına gittiğinde, ağaç ona farklı bir hikaye anlattı. “Dağda, dağların kalbinde, gizli bir mağara vardır. Bu mağarada, kışın en soğuk günlerinde bile, çiçekler açar. Bu çiçekler, kışın kalbindeki umudu temsil eder. Bu çiçeklere ‘Buz Çiçekleri’ derler.”
Dağda, bu hikayeyi duyduğunda çok heyecanlandı. “Buz Çiçekleri mi? Gerçekten mi? Onları görmek istiyorum!” dedi.
Yaşlı ağaç gülümsedi. “Eğer onlara ulaşmak istersen, kalbinin sesini dinlemelisin, Dağda. Mağaraya giden yol zorludur ve sadece kalbi temiz olanlar o yolu bulabilir.”
Dağda, o gece uyurken Buz Çiçekleri’nin hayalini kurdu. Sabah erkenden kalktı ve annesine, yaşlı ağacın anlattığı mağarayı ve Buz Çiçekleri’ni aramak istediğini söyledi. Annesi, Dağda’nın heyecanını görünce ona izin verdi. Ama onu sıkı sıkıya giydirdi ve yanına sıcak bir çay ile kurabiyeler koydu.
Dağda, yaşlı ağacın tarif ettiği gibi, kalbinin sesini dinleyerek yola çıktı. Yolda, karlı tepeleri aştı, buzlu derelerden geçti. Bazen yoruldu, bazen üşüdü ama kalbindeki umut onu hep ileriye taşıdı. Gün batmaya yakın, sonunda bir mağara girişine ulaştı. Mağara, buzla kaplıydı ve içinden hafif bir ışık sızıyordu.
Dağda, cesaretini toplayarak mağaraya girdi. Mağaranın içi, dışarıdan çok daha sıcaktı. Ve gözlerine inanamadı. Mağaranın duvarları, buz kristallerinden yapılmış, parıl parıl parlıyordu. Ve duvarların arasında, bembeyaz, narin, küçük çiçekler açmıştı. Buz Çiçekleri!
Dağda, ömründe böyle güzel bir şey görmemişti. Çiçeklerin etrafında dans etti, onlarla konuştu, onlara dokundu. O an anladı ki, kalbinde taşıdığı umut, onu bu büyülü yere ulaştırmıştı.
Dağda, o gece mağarada uyudu ve Buz Çiçekleri’nin büyülü ışığında harika rüyalar gördü. Sabah, çiçeklerden birini aldı ve annesine göstermek için eve geri döndü. Annesi, çiçeği gördüğünde çok şaşırdı ve sevindi. Dağda, annesine mağara ve Buz Çiçekleri’ni anlattı.
O günden sonra Dağda, her kış, Buz Çiçekleri’nin mağarasına gitmeye devam etti. Onlara baktı, onlarla konuştu, kalbindeki umudu hep canlı tuttu. Yaşlı ağaç, ona dağların ve doğanın sırlarını öğretmeye devam etti. Dağda, büyüdükçe, doğaya olan sevgisi ve saygısı da büyüdü. O, artık sadece karda oynayan bir çocuk değil, aynı zamanda dağların gizemlerini anlayan, kalbi umutla dolu bir maceracıydı.
Bir kış günü, köyü bembeyaz bir örtü kaplamıştı. Dağda, annesinden izin alarak, en yakın arkadaşı Elif ile karda oynamaya çıktı. İkisi de en kalın kıyafetlerini giymişlerdi. Birbirlerine kartopu atıyor, kardan adamlar yapıyor ve kahkahalarla gülüyorlardı. Saatler geçti, güneş batmaya yaklaştı. Köyün evlerinin bacalarından dumanlar yükselirken, Dağda ve Elif yavaş yavaş yorulmaya başlamışlardı.
Elif, “Dağda, karnım acıktı. Eve gitsem iyi olacak.” dedi. Dağda da acıktığını hissetmişti ama karda oynamaya doyamıyordu. Annesinin yaptığı sıcak çorbayı düşünerek, “Peki, sen git. Ben biraz daha oynayacağım.” dedi. Elif, Dağda’ya el sallayarak evine gitti.
Dağda tek başına kalmıştı. Ama o hala çok eğleniyordu. Kardan kaleler inşa ediyor, kardan arabalar yapıyordu. O kadar oyuna dalmıştı ki, havanın iyice soğuduğunu fark etmedi. Rüzgar esmeye başlamış, kar taneleri sanki küçük buz parçaları gibi tenine batıyordu. Dağda’nın elleri ve ayakları uyuşmaya, burnu da kızarmaya başlamıştı.
Birden Dağda, titremeye başladı. Dişleri birbirine vuruyor, vücudu sanki buz kesiyordu. O kadar üşümüştü ki, oynamaya devam edemiyordu. Yüksek sesle, "Üşüyorum... Hem de çok üşüyorum!" diye bağırdı. Ama etrafta kimse yoktu. Köy çok uzaktaydı ve o dağın yamacında yalnız kalmıştı.
“Keşke annem yanımda olsaydı,” diye fısıldadı. O an, annesinin sıcaklığı, güler yüzü ve tatlı sesi gözünün önüne geldi. Üşüyen elleriyle, annesinin hep ona söylediği ninnileri mırıldandı. “Uyusun da büyüsün ninni…”
O sırada, sanki bir sihir olmuş gibi, hafif bir rüzgar esti ve yanında bir gölge belirdi. Gölgeli yaratık, bembeyaz parlak bir örtü gibiydi. Dikkatlice baktığında bunun, dağların ruhu olan yaşlı bir ağaç olduğunu gördü. Ağaç, dalından kopan bir yaprakla Dağda'nın omzuna dokundu. Yaprak, Dağda'nın sırtında sıcak bir yün gibi hissettirmişti.
Ağaç, derin ve sakin bir sesle, “Üşüyorsun, küçük çocuk. Annenin seni sarmalayan sıcaklığına ihtiyacın var.” dedi. Dağda şaşkınlıkla ağaca baktı. "Evet, çok üşüyorum. Annemi çok özledim. Üstümü örtsene anne..." dedi, ağacı annesi sanarak.
Yaşlı ağaç gülümsedi. “Ben senin annen değilim ama seni sıcak tutabilirim.” Ağaç, dallarını yavaşça eğerek Dağda’nın etrafını sardı. Dalları, tıpkı annesinin sıcak kolları gibiydi. Dağda, kendini güvende ve sıcak hissetmeye başladı. Ağaç, bütün yapraklarını Dağda'nın üzerine serdi. Sanki bir yorgan örtmüş gibiydi.
Ağaç, Dağda'ya yavaşça hikayeler anlatmaya başladı. Karlar hakkında, rüzgarlar hakkında, dağların tepesinde yaşayan hayvanlar hakkında... Dağda, hem dinleniyor hem de ısınıyordu. Ağacın hikayeleri onu uyutmuştu. Derin bir uykuya daldı.
Güneş tekrar doğduğunda, Dağda gözlerini açtı. Ağacın dalları hala üzerindeydi ama artık çok daha hafif hissediyordu. Ağacın etrafındaki kar erimişti. O sırada uzaktan bir ses duydu: “Dağda! Dağda neredesin?” Annesinin sesiydi bu!
Dağda, heyecanla ayağa kalktı. “Anne, buradayım!” diye seslendi. Annesi, Dağda’yı gördüğüne çok sevinmişti. Koşarak yanına geldi ve ona sımsıkı sarıldı. Dağda, annesine bütün olanları anlattı. Annesi, onu dinlerken çok şaşırmış ve yaşlı ağaca minnettar olmuştu.
O günden sonra Dağda, her kış ağacı ziyarete gitmeye karar verdi. Ağaçla konuşur, ona hikayeler anlatır, ona minnettarlığını sunardı. Dağda, o kış hem çok üşümüş hem de annesinin sıcaklığını, dağların ruhunu ve doğanın mucizelerini öğrenmişti. Annesinin kucağına sığındığında, dünyanın en mutlu çocuğu olduğunu biliyordu.
Ve böylece, Dağda'nın buz tutan günü, onu sıcak bir hatıraya dönüştürmüştü. O günden sonra Dağda, kışları daha dikkatli oldu ve annesini çok daha fazla sevdi. Ve her gece, annesinin kollarında uyurken, yaşlı ağacın hikayesini hatırlardı.
O kış, Dağda, yaşadığı deneyimden sonra çok değişmişti. Artık kar yağdığında sadece eğlenmeyi değil, aynı zamanda doğayı ve onun büyülü sırlarını da merak ediyordu. Her fırsatta yaşlı ağacı ziyaret ediyor, onunla sohbet ediyordu. Ağaç, Dağda’ya dağların kalbinde saklı olan gizemleri, rüzgarların fısıltılarını, kar tanelerinin her birinin farklı birer hikaye taşıdığını anlatıyordu.
Dağda, her ziyarette yaşlı ağaca sorular soruyordu. “Ağaç dede,” derdi, “Kar taneleri neden bu kadar farklı? Neden bazıları kocaman, bazıları minik? Neden bazıları yıldız şeklinde, bazıları da iğne gibi?”
Yaşlı ağaç, dallarını hafifçe sallayarak gülerdi. “Her kar tanesi, gökyüzünden düşerken farklı bir yolculuk yapar, Dağda. Kimi sakin bir yolculuk yapar, düzgün şekiller alır; kimi ise fırtınalarla mücadele eder, sivri köşeler edinir. Her birinin hikayesi farklıdır ve hepsi de eşsiz güzelliktedir.”
Dağda, bu bilgileri büyük bir dikkatle dinlerdi. O günden sonra, kar yağdığında sadece kartopu oynamakla kalmaz, aynı zamanda kar tanelerini de incelerdi. Bazen eline aldığı bir büyüteçle, bazen de sadece gözleriyle, kar tanelerinin gizemli dünyasına dalardı.
Bir gün, Dağda yine yaşlı ağacın yanına gittiğinde, ağaç ona farklı bir hikaye anlattı. “Dağda, dağların kalbinde, gizli bir mağara vardır. Bu mağarada, kışın en soğuk günlerinde bile, çiçekler açar. Bu çiçekler, kışın kalbindeki umudu temsil eder. Bu çiçeklere ‘Buz Çiçekleri’ derler.”
Dağda, bu hikayeyi duyduğunda çok heyecanlandı. “Buz Çiçekleri mi? Gerçekten mi? Onları görmek istiyorum!” dedi.
Yaşlı ağaç gülümsedi. “Eğer onlara ulaşmak istersen, kalbinin sesini dinlemelisin, Dağda. Mağaraya giden yol zorludur ve sadece kalbi temiz olanlar o yolu bulabilir.”
Dağda, o gece uyurken Buz Çiçekleri’nin hayalini kurdu. Sabah erkenden kalktı ve annesine, yaşlı ağacın anlattığı mağarayı ve Buz Çiçekleri’ni aramak istediğini söyledi. Annesi, Dağda’nın heyecanını görünce ona izin verdi. Ama onu sıkı sıkıya giydirdi ve yanına sıcak bir çay ile kurabiyeler koydu.
Dağda, yaşlı ağacın tarif ettiği gibi, kalbinin sesini dinleyerek yola çıktı. Yolda, karlı tepeleri aştı, buzlu derelerden geçti. Bazen yoruldu, bazen üşüdü ama kalbindeki umut onu hep ileriye taşıdı. Gün batmaya yakın, sonunda bir mağara girişine ulaştı. Mağara, buzla kaplıydı ve içinden hafif bir ışık sızıyordu.
Dağda, cesaretini toplayarak mağaraya girdi. Mağaranın içi, dışarıdan çok daha sıcaktı. Ve gözlerine inanamadı. Mağaranın duvarları, buz kristallerinden yapılmış, parıl parıl parlıyordu. Ve duvarların arasında, bembeyaz, narin, küçük çiçekler açmıştı. Buz Çiçekleri!
Dağda, ömründe böyle güzel bir şey görmemişti. Çiçeklerin etrafında dans etti, onlarla konuştu, onlara dokundu. O an anladı ki, kalbinde taşıdığı umut, onu bu büyülü yere ulaştırmıştı.
Dağda, o gece mağarada uyudu ve Buz Çiçekleri’nin büyülü ışığında harika rüyalar gördü. Sabah, çiçeklerden birini aldı ve annesine göstermek için eve geri döndü. Annesi, çiçeği gördüğünde çok şaşırdı ve sevindi. Dağda, annesine mağara ve Buz Çiçekleri’ni anlattı.
O günden sonra Dağda, her kış, Buz Çiçekleri’nin mağarasına gitmeye devam etti. Onlara baktı, onlarla konuştu, kalbindeki umudu hep canlı tuttu. Yaşlı ağaç, ona dağların ve doğanın sırlarını öğretmeye devam etti. Dağda, büyüdükçe, doğaya olan sevgisi ve saygısı da büyüdü. O, artık sadece karda oynayan bir çocuk değil, aynı zamanda dağların gizemlerini anlayan, kalbi umutla dolu bir maceracıydı.