Dede Korkut Türk edebiyatının temel taşlarından biridir. Bu eserin mahiyetini en güzel şekilde değerli bilim adamımız Prof. Fuat Köprülü ifade etmiştir, onun fikrince “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut Destanını öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar”. (Ergin,2005,s.5)Bu tür eserler bir ferdin kendi hayal gücüne dayanarak serbest şekilde yaratılan eserler değiller, bütün milletin maneviyatından, ruhundan, tarihi ve bedii varlığından kendi kendine doğmuş “maşeri” verimlerdir. (Sakaoğlu, Duymaz,2003,s.13) Yarı mensur yarı manzum şekilde yazılan Dede Korkut on iki hikâyeden oluşmaktadır ve Türklerin milli epopesi olduğunu kesinlikle kanıtlamıştır.
Destanın bu güne kadar bulunmuş üç nüshasından birisi Dresden, diğeri Vatikan ve üçüncü çok daha kesintili elyazma ise Berlin Krallık Kütüphanesinde korunmaktadır.
Muharrem Engin, destanların oluşmasında çekirdek, gelişme ve tespit olarak üç aşama tespit etmiştir. Tetikleyici unsur olan ve milletin çok erken devrinde oluşarak onu toptan sarsan bir vakanı ki bu savaş, göç, doğal afet olabilir, yüzyıllarca devam eden sözlü gelenek takip etmektedir. Farklı farklı ozanlarca dilden dile, nesilden nesle aktarılan hikâyeler halkın değer süzgecinden geçir ve ayrıntılarla zenginleşerek şekillenmektedirler. Bu gibi eserlerin yazıya geçme zamanının tespit edilmesi tarihi açıdan çok önemlidir.
Dede Korkut hikâyelerinin dönemine geçmeden önce destanın ana kahramanı olan Oğuzların tarihini hatırlamakta yarar vardır. Çeşitli rivayetlere dayanarak Türk Oğuz boyları kendi köklerini efsanevi ataları Oğuz Kağan’a bağlamaktadırlar. Oğuz Han’ının Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz isimli altı oğlu ve her birisinden dört torunu olmuştur. Bu torunlar Yirmi dört Oğuz boyunun temelini atmışlar. Kendi totemi, ongunu ve damgası olan bu boylar aynı zamanda ikiye bölünerek Üç-Ok ve Boz-Ok şeklinde Oğuzname’lerde de geçmektedirler.
Tarihi verilere göre, Oğuzlar 6. yüzyılda Çin’den Karadeniz’e kadar uzanan geniş coğrafyada yaşayan Tabgaç, Karlüklar, On-oklar, Kıpçaklar, Avarlar, Kırgızlar, Peçenekler, Hazarlar ve diğer Türk kabilelerini birleştirerek bir imparatorluk kurmayı başarmışlar. Bu Oğuzlar Orhun abidelerinde Dokuz Oğuz olarak geçmektedirler. X. Yüzyılda batıya doğru hareket ederek Hazar’ın doğusundaki Mangışlak yarımadasında meskunlaşan Oğuzlar, XI. yüzyıla doğru, iki kola bölünerek Hazar’ın kuzeyinden geçerek Azerbaycan’a ve Karadeniz kıyılarına, diğer grup ise Hazar’ın doğusundan güneye, şimdiki Türkmenistan arazisine inmişler. Oğuzların Anadolu ve Azerbaycan’a Selçuklulardan önce gelmesinden, Hacı Bektaş Vilayetname’sinde bahsedilmektedir. (Boratav,1958,s.48) Anadolu’da Türkmen olarak tanınan Müslüman Oğuzlar dağınık akıncılar halinde batıya doğru hareket ederek Akdeniz’e kadar ulaşmış ve Selçuklu devletinin kurulmasına zemin hazırlamışlar.
Moğol istilasından sonra kabileler halinde yaşayan Oğuzlar Küçük Asya’da Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerini kurarak bu bölgede önemli güce dönüşebilmişler. Akkoyunlu’nun büyük hükümdarı Uzun Hasan kendi soyunu 52. göbekten atası olan Boz-Ok boylarının Hanı Bayındır Han’a bağlamaktadır. İki büyük Türk devleti olan Osmanlı ve Sefevi arasında kalan Akkoyunlu, 1502 Şerur savaşında Şah İsmayıl’a yenilerek tarih sahnesinden silinmiştir.
Dede Korkut destanını dikkatle okuduğumuzda burada iki farklı tarihi katman göze çarpmaktadır. Birincisi “bozkır kültürü” olarak tanınan Türklerin ana yurdu Orta Asya’daki İslam öncesi dönemleri kapsamaktadır. Diğeri ise Oğuzların Anadolu ve Azerbaycan’a gelerek İslam dinine geçtikleri tarihlerle ilişkilidir. Prof. Zeki Velidi Togan Farsça Oğuzname’deki şu kayıtlara dayanarak destanın oluşmasını Gök Türk dönemine kadar götürmektedir: “Korkut Bayat neslinden olup Kara Koca’nın oğlu idi. O çok akıllı, bakim ve keramet sahibi olmuştur… Korkut 295 yıl yaşamıştır. Güzel sözler ve kerametler söylemiştir. Onun hikâyeleri çoktur ki ayrıca zikredilir”. (Gökyay, 2004, s.XLV) Korkut isminin X. Yüzyılda Peçeneklerde mevcut olması, destanda geçen tek gözlü dev, aslan tarafından emzirilen Basat gibi hikâyelerinin arkaik karakter taşıması bu tahmini doğrular niteliktedirler.
Oğuzlar ana yurtları olan Altay ve Tanrı dağlarının çevresinden Orta Asya ve daha sonra Anadolu ve Azerbaycan’a doğru ilerledikçe, Dede Korkut rivayetleri bu bölgelerde de yayılarak müstakil gelişme göstermişler. Kitapta Oğuzların çatıştığı düşman adlarına bakarsak bunların çoğu Türk ismi olan Melik ile bitmektedir. Bu olaylar Oğuzların Aral denizi havzasında Kıpçak, Peçenek ve Hazarlar’la yaptıkları savaşların yankıları olabilir. Bu hikâyelerin üzerine daha geç dönemlerde Anadolu ve Azerbaycan bölgesinde Trabzon Rumları, Gürcü ve Abazalarla yapılan savaşlar da eklenerek, olaylar harmanlaşmış ve Oğuzlar’ın sürekli savaş yaptıkları kâfir düşman sureti oluşmuştur.
Tarihin derinliklerinden gelen ve Türk yaşantısının adeta aynası olarak şekillenen Dede Korkut, Türklüğün özünü, maneviyatını, ruhunu, milli zevkini, insani değerlerini, geleneklerini, kahramanlık, şeref ve onur anlayışlarını, sade, açık ve ihtişamlı dille aksettirmektedir. Bir kültür ve tarih varlığına dönüşmüş bu beşeri eser, günümüz sanat ve bilim adamları için ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.
Dede korkut Kitabında karşımıza çıkan konular Türk sanatının vazgeçilmez konuları olmuş ve en eken çağlardan günümüze dek seve seve çalışılmışlar. Farklı dönemlerde, çeşitli üsluplarda, değişik malzeme kullanarak Türk sanatçıları bunları yeniden biçimlendirip farklı düzeyde yaşatmışlar. Her sanatçı mensup olduğu halkın manevi dünyasını yansıtmaktadır. Bu manada sözlü ve yazılı gelenek ile plastik sanatlar arasında bazen göze gözükmeğe bilen, fakat alt mana veya arka plan şeklinde nitelendire bileceğimiz, kan ve ruh mertebesinde gerçekleşen, yoğun bir bağlantı söz konusudur.
Dede Korkut’un plastik sanatlara yansımasını iki şekilde nitelendirmemiz mümkündür. Birinci hal, farklı farklı hikayelerde sürekli karşımıza çıkan hayvan sembolizmi, av geleneği, renk sembolizmi, Türk kültüründe ve yaşamında atın yeri, kamlık geleneği gibi konuların ayrı ayrı veya grup şeklinde görsel sanat örneklerinde çalışılması. Bu türde örnekler tarih açısından Dede Korkut Kitab’ı ile paralellik arz edebilir veya daha erken ya da daha geç dönemlerde yapılmış olabilirler.
Diğer yansıma ise daha çok illüstrasyon (resimleme) niteliği taşımaktadır ve Kitap’ın kendisinin bir bütün halde ele alınarak çalışılmasıdır. Bu gruba ait edebileceğimiz eserlerin yaranması daha çok, hikâyelerin sözlü gelenekten, yazılı geleneğe aktarılmasından sonraki dönemlere isabet etmektedir. Daha erken çağlarda yapılmış bu türde örneklerin bulunması bile, konularının saptanması açısından zorluk teşkil ede bilir.
Dede Korkut’ta Hayvan Sembolizmi
Bir gün Ulaş oğlu, yırtıcı kuşun yavrusu ..
Amit suyunun aslanı,, Karacuğun kaplanı, yağız al atın sahibi…
Kahraman koç yiğitler…
Kurt yüzü mübarektir…
Bu sırada yiğitler meydanının aslanı, pehlivanların kaplanı boz oğlan yetişti
Alaca ejder sivrisi mızrağımı sakladım bugün için
Kanatlarının ucu kırılmasın.
Anamın adını dersen kükremiş aslan.
Aslan soyu sultan kızı.
İnsan oğlunun ejderhası Deli Dumrul.
Koç yiğidim şah yiğidim.
Bir bölük kaza şahin girmiş gibi kafire at sürdü.
Yedi bayırın kurduna benzerdi yiğitleri…
Altay ve Tanrı Dağları çevresinde milattan önce birinci bin yılda ortaya çıkan “hayvan üslubu” paralelinde hayvan sembolizmini de oluşturmuştur. Hayatlarını avcılık ve hayvancılıkla geçiren insanlar doğada bulunan tüm canlı ve cansız varlıkların ruhları olduğuna inanır ve onları kendi lehine davranmaya, en azı etkisizleştirmeye çalışırlardı. Bu karmaşık sistemde kendi yerini belirlemeğe çalışan insanoğlu, zor doğa şartlarına en iyi şekilde uyum sağlaya bilen hayvanların yaşamını yakından izleyebiliyor, onlara korku karışık hayranlıkla bakıyordu. Dikkatli gözlem sonucu farklı hayvanların doğadaki davranışlarını, yaşam tarzlarını ve karakterlerini öğrenen insan, bu canlı varlıklara sembolik manalar yüklemeye başlamıştır. Zamanla bu düşünceler gelişerek kalıplaşmış biçim almışlar. Böylece, aslan kuvveti ve kudreti, kartal gökleri simgelemekte, kurt o coğrafi mekânda en korkulan hayvan olduğundan yol gösteren, türeyiş destanlarında ata kültü ile ilintili simge haline gelmiş, beyaz geyik göklerin ruhunu yerde yaşatan canlı, ejder bereket, sağlık ve uzun ömürlük, kaplumbağa bilginlik ve uzun ömürlülük simgesine dönüşmüşler. Türk hayvan sembolizminde karşımıza gerçekçi (kartal, geyik, aslan, at, kurt, yılan, balık) ve hayali yaratıklar (siren, grifon, ejder, melek) çıkmaktadır. Bu canlıların her birinin sözlü, yazılı gelenekte ve görsel sanatlarda belirgin simgesel anlamları, kozmolojik ve mitolojik boyutları vardır.
İslam öncesi Türk sanatında hayvan üslubunu Türklerin kullandığı tüm eşyalar üzerinde görebiliriz. Gündelik hayatta istifade ettikleri kap kaçak, halı, kilim, süs eşyaları ve takılar, elbiseler, at koşum takımları, mobilya üzerinde ve hatta vücutlarında hayvan betimlemeleri ile karşılaşıyoruz.
Azerbaycan’ın Gazah bölgesinde bulunmuş tunç kemer. Üzerinde kurt ve balık tasvirleri dövülerek yapılmışlar.
“Kurt yüzü mübarektir“
Süslü eğer kenarı. Kemikten yapılmış bu mezar armağanı Doğu Altay’da bir kurganda bulunmuş ve 6-7. yüzyıllara tarihlenmektedir.
(h=22,5 cm. Detay.)
İslam’ın getirdiği kısıtlamalara rağmen Türkler hayvan üslubundan vazgeçemiyorlardı. Selçuklu dönemine ait aslan-boğa kabartması.
Diyarbakır Ulucami
Dede Korkut’ta ve Türk yaşamında atın yeri.
Beyreğin atını övmesi:
Açık açık meydana benzer senin alıncığın
İki gece ışık saçan taşa benzer senin gözceğizin
İbrişime benzer senin yeleciğin İki çift kardeşe bezer senin kulacığı
Eri muradına yetiştirir senin arkacığın
At demem sana kardeş derim kardeşimden daha iyi
Başıma iş geldi arkadaş derim arkadaşlarımdan daha iyi.
“At Türkün kanadıdır.” Kaşgarlı Mahmud
Çin kaynaklarında Türkler hakkında şöyle yazılmıştır: “Türklerin hayatı atlarına bağlıdır”.(Esin,2004,s.258) Gerçekten de At Türk toplumlarında bir binek hayvanı niteliğinden çıkarak Türkün simgesi haline gelmiştir. Türkü atsız düşünmek mümkün değildi. Hun’larda erkek çocuk doğur doğmaz çadırın önüne atını bağlarlardı ki hayatta kala bilsin. Çünkü Oğuz destanlarında “yaya erin umudu olmaz” denilmekteydi. Bu çocuklar yürümekle at binmeği aynı anda öğrenir ve gelecekte tüm hayatları at üzerinde geçer, yer, uyur, çeşitli binicilik oyunları oynarlardı. At üstünde dinlenme pozisyonu da, cirit oyunu, at üzerinde koşarak geriye ok atmak da o zamanların buluşlarıdır.(Esin,2004)Ordu-Devlet şeklinde oluşan Türk idari sisteminde oturmuş at kültürü vardı. Çin kaynakları Türk süvarilerinin çok iyi binici olduklarını ve hatta sarhoş halde bile attan düşmelerinin mümkün olmadığını yazmaktadırlar. Hunlarda kadınlar da iyi at biner, çocuklarını at sırtında emzirir ve beşiklerini eğer üzerinde taşırdılar.(Duru,1998,s.8)
Orhun yazıtlarında savaş atının cesareti takdir edilir, at Türk beylerinin dostu olarak gösterilmektedir. At, sahibi öldüğünde, onu öbür dünyaya takip ederdi.
Gök Türk döneminde süvariler savaşa giderken, veya defin merasiminde atlarının kuyruklarını düğümlerdiler ve bu durumun ciddiliğinin simgesi haline gelmişti. Bir kahramanın akıbeti bilinmiyorsa ve ölmüş olduğuna karar veriliyorsa, aygırı kurban edilip kuyruğu bir direğe asılırdı.(Esin,2004,s.258)
Geleneksel olarak Türk toplumlarında at, hükümdarın gücünün bir simgesi olmuş ve çeşitli dönemlerde süvari tasvirli sikkeler basılmıştı.
İbn Bibi at üstünde hükümdarı yükselen güneşe benzetmişti.(Esin,2004)
Türklerde Osmanlı dönemlerine kadar devam etmiş diğer gelenek, önemli bir göreve atanma sırasında ata binme ayinin icrası olmuştur. Tarihte Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın yaptığı böyle bir tören yine İbn Bibi tarafından kaleme alınarak, Türklerde hükümdarlık kavramının at sembolizmi ile bağlantısına ışık tutmaktadır. Beyler, sultana bağlılıklarını sunup kabul edildikten sonra hükümdarı, siyah beyaz benekli, zamanın en azılı atını saltanat kevkebesiyle (bir sırığın ucuna bağlanmış madeni disk) süslemek üzere davet etmişlerdi. Aynı zamanda ata binme töreni müneccimlerin tespit ettiği uğurlu bir anda başlamıştı.( Esin,2004 )
Türk toplumunda, ülkenin güvenliğini sağlamasından dolayı, ata, üzerindeki savaşçıya gösterilen kadar ilgi ve saygı gösterilmiştir. Dede Korkut’ta Kazan Han şöyle demektedir: At işlemese er övünmez, hüner atındır.
Daha geç İslam dönemlerinde ise din uğrunda savaşan atın çevresinde meleklerin uçuştuğuna inanılırdı.
Selçuklu Sultanları haralarında en az on bin at besledikleri bilinmektedir. Türk ordusunun esas vurucu gücünü atlılar teşkil etmekteydiler ve savaş zamanı Selçuklu ordusunun ortalama iki yüz bin at çıkarabildiği düşünülür. Bu dönemde bir beyin serveti, sahip olduğu at ve koşum sayısı ile ölçülmekteydi.(Sumer,1988)
Türklerde ata olan sevgi ve bağlılık dilde de aksini tapmıştır. Türkce’de yeni doğmuş atın yavrusuna kulun, iki yaşına kadar olanlara tay, damızlıkta kullanılan ata aygır, dişi ata kısrak, burulmuş erkek ata iğdiş deniliyordu. Ayrıca arabaya koşulan erkek atları ise beygir adlandırmaktaydılar. Türk dili at donunun renginin ifadesinde de çok zengindir, kara ata yağız, kızılı kahve ata al, gövdesi kahve, yelesi ve kuyruğu kara olan ata doru, gövdesi koyu sarı, kuyruğu ve yelesi kara olanlara kula, kılları koyu karışık beyaz olanlara kır, al don üzerine ak kılları olanlara ise boz denilirdi.
Atın ayaklarındaki beyaz lekelere seki, alnındaki ak lekeye kartopu, alından burna doğru inen beyaz lekelere ise akıtma adı verilmiştir.(Duru,1998,s.10-11)
Osmanlı’da at kültürünün devam etmesini ve daha da gelişmesini görüyoruz. Burada at Saltanatın kuvvetinin, kudretinin ve ihtişamının simgesi haline gelmişti. Örneğin, IV.Mehmed 1672′de Edirne’de bayram namazı için Selimiye Camisi’ne geldiğinde dokuz yedek atından üçünde incili örtü, üçünde ağır altın işlemeli örtü ve diğer üçünde de murassa olduğu yabancı elçiler tarafından hayranlıkla kaydedilmişti.
Osmanlı padişahlarının törenlerde kır ata, savaşta ise yağız ata binmek gibi bir geleneği vardı. At hediyesi ise en değerli hediye sayılırdı, ve bu atlar özel hazırlanmış eyerleriyle birlikte armağan edilirlerdi. Ayrıca, bayrak ve erk simgesi olan ve çok eski dönemlere dayanan atkuyruğundan yapılmış tuğ kullanma geleneği, Osmanlı Sarayında sürdürülmeğe devam ediyordu.
İslamın getirdiği bazı kısıtlamalara rağmen Türklerde ata olan bağlılık ve sevgi hep kendini göstermiştir. Çanakkale Boğazı’nı ilk olarak geçen Alaeddin Paşa atlarıyla birlikte gömülmüştü, IV. Murad’ın cenazesinde kendi atları, eyerleri ters yerleştirilerek yürütülmüş, II. Osman çok sevdiği Sisli Kır adlı atını,Üsküdar Sarayı’nın bahçesindeki türbeye yalnız olarak gömülmesini emir etmiş, Lala Şahin Paşa ise Karacaahmet’te kendi mezarı yanına atları için mezar kazdırmıştı.(Duru,1998,12)
…gel şimdi seninle ava çıkalım, eğer senin atın benim atımı geçerse onun atını da geçersin, hem seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçersin ve hem seninle güreşelim, beni yenersen onu da yenersin dedi.
Oğlandır ne bilsin, geyiği kovalıyordu, getiriyordu, babasının önüne vuruyordu. Babam at koşturuşuma baksın kıvansın, ok atışıma baksın güvensin, kılıç çalışıma baksın sevinsin diyordu.”
Av ve avlanma erken devir insanının yaşantısında çok büyük yeri ve önemi olan olaylardı. Mağara resimlerinden anlaşıldığı gibi, av öncesi yapılan bir takım törenlerin amacı, avın başarılı geçmesini sağlamak olmuştur. Aynı zamanda bu bir nevi av denemesi, antremanı da sayılabilirdi. Bu en eski geleneklerin Türk bozkır kültüründe Gök Tanrı inancı ile harmanlaşarak zenginleşmesi ve simgesel hal alması bilinmektedir.Çok arkaik düşünceye göre avlandığın hayvanı yemek, onun gücünü ve becerilerini benimsemek demektir. Aynı şekilde hayvan kılığına girmek, onun gibi hareket etmek, o hayvanın kuvvetine kavuşmak anlamına geliyordu. Günümüz Türk halk oyunlarında bu eski inancın izlerini hala taşıyorlar. Bu açıdan baktığımızda, av arkaik toplumlar için sadece geçim kaynağı değil, aynı zamanda bir ritüeldir, yaşamın devamını ve sonsuzluğunu temin eden ve paralelinde çok sayıda sembolik anlamlar taşıyan uygulamaları gerektiren bir ayindir.
Bu toplumlarında ava gitmeden önce yapılan işlemler arasında temizliğe büyük önem verilir, avcı karısıyla ilişkide bulunmaz, büyü bozulmasın diye kimse ile konuşmaz, av dönüşüne kadar ailesinde oyun, eğlence yapılmazdı. Altay Türkleri orman ve ağaç ruhlarının avın verimli geçmesinde büyük payı olduğuna inanıyorlardı. Şor Türklerinde ise orman ruhlarının hikâye dinlemeyi sevdiklerine inanılıyor ve ruhları memnun etmek için ava, avdan eşit pay alan usta hikâyecini götürüyorlardı.
Türk mitolojisinde yeraltı dünyadan gelen kötü ruhlarla av zamanı karşılanma konusu da geçmektedir. Bu ruhları taşıyan veya onlara hizmet eden hayvanlar avcıyı yeraltı dünyasına, yani ölüme sürüklerler.(Sibirya masalları) Bazen de tam tersi, avcıya yol gösteren, onu zor durundan kurtaran av hayvanları motifi karşımıza çıkar, örneğin Oğuz Kağan destanındaki boz kurt gibi.
Erken dönemlerden başlayarak avlar teşkilatlı şekilde tüm kabilenin katılımıyla gerçekleşiyordu. Hunların zamanında ise artık avlar devlet avı ve halk avı olarak bölünmüştür.
Daha geç dönemlerde av, Türkler için geçim kaynağı olmaktan çıkmış, daha çok diğer önemli manalarla yüklü uygulama olmuştur. Av bir savaş antrenmanı, hüner ve kahramanlık meydanı, aynı zamanda bir spordu. Dede Korkut Destanı’nda birkaç yerde geçen ilk av hadisesi Türklerde bir yiğitlik göstergesi, yetişkinlik simgesi olarak vurgulanmaktadır. Bu tür avlar tüm kabilenin toplanarak kutladıkları, bazen de ad verme merasimiyle sonuçlanan törenlerdi. Dirse han’ın hatunu oğlancığımın ilk avıdır diye attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi. Oğuz beylerine ziyafet vereyim dedi.
Türlerde sürek avı sevilerek yapılan bir av türü olmuştur. Cuveyni’nin Tarihi Cihankuşa adlı eserinde bu av ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır.
Sürek avı sahnesi. Kuzey Azerbaycan, Baki, Gobustan kaya üstü resimleri.
MÖ. VIII. yy. Erken Neolitik Dönem.
İslam öncesi Türk sanatında av sahneleri sık sık tasvir olunurdu. Avlanan hayvanların ve ava katılan hayvanların sembolik manaları arka plan olarak bu eserlerde karşımıza çıkmaktadır. İslamiyet sonrası dönemlerde de av ve av sahneleri sevilen konu olmağa devam etmiş.Osmanlı sarayında devlet avı, mahiyetini değişmeden, muhteşem bir törene dönüşmüştür. Savaşa hazırlık ve askeri eğitim amacıyla yapılan avlar, bazen yabancı misafirlerin ve devlet ileri gelenlerin katılımıyla bir parlak gösteriye dönüşmekte idiler ve devletin azametinin ve yenilmezliğinin simgesi olarak uygulanmaktaydılar.
Dede Korkut kitabında dört ayaklı hayvanların avı için “av avlamak”, avcı kuşlarla yapılan av için “kuş kuşlamak” tabiri kullanılmaktadır.
Destanın bu güne kadar bulunmuş üç nüshasından birisi Dresden, diğeri Vatikan ve üçüncü çok daha kesintili elyazma ise Berlin Krallık Kütüphanesinde korunmaktadır.
Muharrem Engin, destanların oluşmasında çekirdek, gelişme ve tespit olarak üç aşama tespit etmiştir. Tetikleyici unsur olan ve milletin çok erken devrinde oluşarak onu toptan sarsan bir vakanı ki bu savaş, göç, doğal afet olabilir, yüzyıllarca devam eden sözlü gelenek takip etmektedir. Farklı farklı ozanlarca dilden dile, nesilden nesle aktarılan hikâyeler halkın değer süzgecinden geçir ve ayrıntılarla zenginleşerek şekillenmektedirler. Bu gibi eserlerin yazıya geçme zamanının tespit edilmesi tarihi açıdan çok önemlidir.
Dede Korkut hikâyelerinin dönemine geçmeden önce destanın ana kahramanı olan Oğuzların tarihini hatırlamakta yarar vardır. Çeşitli rivayetlere dayanarak Türk Oğuz boyları kendi köklerini efsanevi ataları Oğuz Kağan’a bağlamaktadırlar. Oğuz Han’ının Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz isimli altı oğlu ve her birisinden dört torunu olmuştur. Bu torunlar Yirmi dört Oğuz boyunun temelini atmışlar. Kendi totemi, ongunu ve damgası olan bu boylar aynı zamanda ikiye bölünerek Üç-Ok ve Boz-Ok şeklinde Oğuzname’lerde de geçmektedirler.
Tarihi verilere göre, Oğuzlar 6. yüzyılda Çin’den Karadeniz’e kadar uzanan geniş coğrafyada yaşayan Tabgaç, Karlüklar, On-oklar, Kıpçaklar, Avarlar, Kırgızlar, Peçenekler, Hazarlar ve diğer Türk kabilelerini birleştirerek bir imparatorluk kurmayı başarmışlar. Bu Oğuzlar Orhun abidelerinde Dokuz Oğuz olarak geçmektedirler. X. Yüzyılda batıya doğru hareket ederek Hazar’ın doğusundaki Mangışlak yarımadasında meskunlaşan Oğuzlar, XI. yüzyıla doğru, iki kola bölünerek Hazar’ın kuzeyinden geçerek Azerbaycan’a ve Karadeniz kıyılarına, diğer grup ise Hazar’ın doğusundan güneye, şimdiki Türkmenistan arazisine inmişler. Oğuzların Anadolu ve Azerbaycan’a Selçuklulardan önce gelmesinden, Hacı Bektaş Vilayetname’sinde bahsedilmektedir. (Boratav,1958,s.48) Anadolu’da Türkmen olarak tanınan Müslüman Oğuzlar dağınık akıncılar halinde batıya doğru hareket ederek Akdeniz’e kadar ulaşmış ve Selçuklu devletinin kurulmasına zemin hazırlamışlar.
Moğol istilasından sonra kabileler halinde yaşayan Oğuzlar Küçük Asya’da Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerini kurarak bu bölgede önemli güce dönüşebilmişler. Akkoyunlu’nun büyük hükümdarı Uzun Hasan kendi soyunu 52. göbekten atası olan Boz-Ok boylarının Hanı Bayındır Han’a bağlamaktadır. İki büyük Türk devleti olan Osmanlı ve Sefevi arasında kalan Akkoyunlu, 1502 Şerur savaşında Şah İsmayıl’a yenilerek tarih sahnesinden silinmiştir.
Dede Korkut destanını dikkatle okuduğumuzda burada iki farklı tarihi katman göze çarpmaktadır. Birincisi “bozkır kültürü” olarak tanınan Türklerin ana yurdu Orta Asya’daki İslam öncesi dönemleri kapsamaktadır. Diğeri ise Oğuzların Anadolu ve Azerbaycan’a gelerek İslam dinine geçtikleri tarihlerle ilişkilidir. Prof. Zeki Velidi Togan Farsça Oğuzname’deki şu kayıtlara dayanarak destanın oluşmasını Gök Türk dönemine kadar götürmektedir: “Korkut Bayat neslinden olup Kara Koca’nın oğlu idi. O çok akıllı, bakim ve keramet sahibi olmuştur… Korkut 295 yıl yaşamıştır. Güzel sözler ve kerametler söylemiştir. Onun hikâyeleri çoktur ki ayrıca zikredilir”. (Gökyay, 2004, s.XLV) Korkut isminin X. Yüzyılda Peçeneklerde mevcut olması, destanda geçen tek gözlü dev, aslan tarafından emzirilen Basat gibi hikâyelerinin arkaik karakter taşıması bu tahmini doğrular niteliktedirler.
Oğuzlar ana yurtları olan Altay ve Tanrı dağlarının çevresinden Orta Asya ve daha sonra Anadolu ve Azerbaycan’a doğru ilerledikçe, Dede Korkut rivayetleri bu bölgelerde de yayılarak müstakil gelişme göstermişler. Kitapta Oğuzların çatıştığı düşman adlarına bakarsak bunların çoğu Türk ismi olan Melik ile bitmektedir. Bu olaylar Oğuzların Aral denizi havzasında Kıpçak, Peçenek ve Hazarlar’la yaptıkları savaşların yankıları olabilir. Bu hikâyelerin üzerine daha geç dönemlerde Anadolu ve Azerbaycan bölgesinde Trabzon Rumları, Gürcü ve Abazalarla yapılan savaşlar da eklenerek, olaylar harmanlaşmış ve Oğuzlar’ın sürekli savaş yaptıkları kâfir düşman sureti oluşmuştur.
Tarihin derinliklerinden gelen ve Türk yaşantısının adeta aynası olarak şekillenen Dede Korkut, Türklüğün özünü, maneviyatını, ruhunu, milli zevkini, insani değerlerini, geleneklerini, kahramanlık, şeref ve onur anlayışlarını, sade, açık ve ihtişamlı dille aksettirmektedir. Bir kültür ve tarih varlığına dönüşmüş bu beşeri eser, günümüz sanat ve bilim adamları için ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.
Dede korkut Kitabında karşımıza çıkan konular Türk sanatının vazgeçilmez konuları olmuş ve en eken çağlardan günümüze dek seve seve çalışılmışlar. Farklı dönemlerde, çeşitli üsluplarda, değişik malzeme kullanarak Türk sanatçıları bunları yeniden biçimlendirip farklı düzeyde yaşatmışlar. Her sanatçı mensup olduğu halkın manevi dünyasını yansıtmaktadır. Bu manada sözlü ve yazılı gelenek ile plastik sanatlar arasında bazen göze gözükmeğe bilen, fakat alt mana veya arka plan şeklinde nitelendire bileceğimiz, kan ve ruh mertebesinde gerçekleşen, yoğun bir bağlantı söz konusudur.
Dede Korkut’un plastik sanatlara yansımasını iki şekilde nitelendirmemiz mümkündür. Birinci hal, farklı farklı hikayelerde sürekli karşımıza çıkan hayvan sembolizmi, av geleneği, renk sembolizmi, Türk kültüründe ve yaşamında atın yeri, kamlık geleneği gibi konuların ayrı ayrı veya grup şeklinde görsel sanat örneklerinde çalışılması. Bu türde örnekler tarih açısından Dede Korkut Kitab’ı ile paralellik arz edebilir veya daha erken ya da daha geç dönemlerde yapılmış olabilirler.
Diğer yansıma ise daha çok illüstrasyon (resimleme) niteliği taşımaktadır ve Kitap’ın kendisinin bir bütün halde ele alınarak çalışılmasıdır. Bu gruba ait edebileceğimiz eserlerin yaranması daha çok, hikâyelerin sözlü gelenekten, yazılı geleneğe aktarılmasından sonraki dönemlere isabet etmektedir. Daha erken çağlarda yapılmış bu türde örneklerin bulunması bile, konularının saptanması açısından zorluk teşkil ede bilir.
Dede Korkut’ta Hayvan Sembolizmi
Bir gün Ulaş oğlu, yırtıcı kuşun yavrusu ..
Amit suyunun aslanı,, Karacuğun kaplanı, yağız al atın sahibi…
Kahraman koç yiğitler…
Kurt yüzü mübarektir…
Bu sırada yiğitler meydanının aslanı, pehlivanların kaplanı boz oğlan yetişti
Alaca ejder sivrisi mızrağımı sakladım bugün için
Kanatlarının ucu kırılmasın.
Anamın adını dersen kükremiş aslan.
Aslan soyu sultan kızı.
İnsan oğlunun ejderhası Deli Dumrul.
Koç yiğidim şah yiğidim.
Bir bölük kaza şahin girmiş gibi kafire at sürdü.
Yedi bayırın kurduna benzerdi yiğitleri…
Altay ve Tanrı Dağları çevresinde milattan önce birinci bin yılda ortaya çıkan “hayvan üslubu” paralelinde hayvan sembolizmini de oluşturmuştur. Hayatlarını avcılık ve hayvancılıkla geçiren insanlar doğada bulunan tüm canlı ve cansız varlıkların ruhları olduğuna inanır ve onları kendi lehine davranmaya, en azı etkisizleştirmeye çalışırlardı. Bu karmaşık sistemde kendi yerini belirlemeğe çalışan insanoğlu, zor doğa şartlarına en iyi şekilde uyum sağlaya bilen hayvanların yaşamını yakından izleyebiliyor, onlara korku karışık hayranlıkla bakıyordu. Dikkatli gözlem sonucu farklı hayvanların doğadaki davranışlarını, yaşam tarzlarını ve karakterlerini öğrenen insan, bu canlı varlıklara sembolik manalar yüklemeye başlamıştır. Zamanla bu düşünceler gelişerek kalıplaşmış biçim almışlar. Böylece, aslan kuvveti ve kudreti, kartal gökleri simgelemekte, kurt o coğrafi mekânda en korkulan hayvan olduğundan yol gösteren, türeyiş destanlarında ata kültü ile ilintili simge haline gelmiş, beyaz geyik göklerin ruhunu yerde yaşatan canlı, ejder bereket, sağlık ve uzun ömürlük, kaplumbağa bilginlik ve uzun ömürlülük simgesine dönüşmüşler. Türk hayvan sembolizminde karşımıza gerçekçi (kartal, geyik, aslan, at, kurt, yılan, balık) ve hayali yaratıklar (siren, grifon, ejder, melek) çıkmaktadır. Bu canlıların her birinin sözlü, yazılı gelenekte ve görsel sanatlarda belirgin simgesel anlamları, kozmolojik ve mitolojik boyutları vardır.
İslam öncesi Türk sanatında hayvan üslubunu Türklerin kullandığı tüm eşyalar üzerinde görebiliriz. Gündelik hayatta istifade ettikleri kap kaçak, halı, kilim, süs eşyaları ve takılar, elbiseler, at koşum takımları, mobilya üzerinde ve hatta vücutlarında hayvan betimlemeleri ile karşılaşıyoruz.
Azerbaycan’ın Gazah bölgesinde bulunmuş tunç kemer. Üzerinde kurt ve balık tasvirleri dövülerek yapılmışlar.
“Kurt yüzü mübarektir“
Süslü eğer kenarı. Kemikten yapılmış bu mezar armağanı Doğu Altay’da bir kurganda bulunmuş ve 6-7. yüzyıllara tarihlenmektedir.
(h=22,5 cm. Detay.)
İslam’ın getirdiği kısıtlamalara rağmen Türkler hayvan üslubundan vazgeçemiyorlardı. Selçuklu dönemine ait aslan-boğa kabartması.
Diyarbakır Ulucami
Dede Korkut’ta ve Türk yaşamında atın yeri.
Beyreğin atını övmesi:
Açık açık meydana benzer senin alıncığın
İki gece ışık saçan taşa benzer senin gözceğizin
İbrişime benzer senin yeleciğin İki çift kardeşe bezer senin kulacığı
Eri muradına yetiştirir senin arkacığın
At demem sana kardeş derim kardeşimden daha iyi
Başıma iş geldi arkadaş derim arkadaşlarımdan daha iyi.
“At Türkün kanadıdır.” Kaşgarlı Mahmud
Çin kaynaklarında Türkler hakkında şöyle yazılmıştır: “Türklerin hayatı atlarına bağlıdır”.(Esin,2004,s.258) Gerçekten de At Türk toplumlarında bir binek hayvanı niteliğinden çıkarak Türkün simgesi haline gelmiştir. Türkü atsız düşünmek mümkün değildi. Hun’larda erkek çocuk doğur doğmaz çadırın önüne atını bağlarlardı ki hayatta kala bilsin. Çünkü Oğuz destanlarında “yaya erin umudu olmaz” denilmekteydi. Bu çocuklar yürümekle at binmeği aynı anda öğrenir ve gelecekte tüm hayatları at üzerinde geçer, yer, uyur, çeşitli binicilik oyunları oynarlardı. At üstünde dinlenme pozisyonu da, cirit oyunu, at üzerinde koşarak geriye ok atmak da o zamanların buluşlarıdır.(Esin,2004)Ordu-Devlet şeklinde oluşan Türk idari sisteminde oturmuş at kültürü vardı. Çin kaynakları Türk süvarilerinin çok iyi binici olduklarını ve hatta sarhoş halde bile attan düşmelerinin mümkün olmadığını yazmaktadırlar. Hunlarda kadınlar da iyi at biner, çocuklarını at sırtında emzirir ve beşiklerini eğer üzerinde taşırdılar.(Duru,1998,s.8)
Orhun yazıtlarında savaş atının cesareti takdir edilir, at Türk beylerinin dostu olarak gösterilmektedir. At, sahibi öldüğünde, onu öbür dünyaya takip ederdi.
Gök Türk döneminde süvariler savaşa giderken, veya defin merasiminde atlarının kuyruklarını düğümlerdiler ve bu durumun ciddiliğinin simgesi haline gelmişti. Bir kahramanın akıbeti bilinmiyorsa ve ölmüş olduğuna karar veriliyorsa, aygırı kurban edilip kuyruğu bir direğe asılırdı.(Esin,2004,s.258)
Geleneksel olarak Türk toplumlarında at, hükümdarın gücünün bir simgesi olmuş ve çeşitli dönemlerde süvari tasvirli sikkeler basılmıştı.
İbn Bibi at üstünde hükümdarı yükselen güneşe benzetmişti.(Esin,2004)
Türklerde Osmanlı dönemlerine kadar devam etmiş diğer gelenek, önemli bir göreve atanma sırasında ata binme ayinin icrası olmuştur. Tarihte Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın yaptığı böyle bir tören yine İbn Bibi tarafından kaleme alınarak, Türklerde hükümdarlık kavramının at sembolizmi ile bağlantısına ışık tutmaktadır. Beyler, sultana bağlılıklarını sunup kabul edildikten sonra hükümdarı, siyah beyaz benekli, zamanın en azılı atını saltanat kevkebesiyle (bir sırığın ucuna bağlanmış madeni disk) süslemek üzere davet etmişlerdi. Aynı zamanda ata binme töreni müneccimlerin tespit ettiği uğurlu bir anda başlamıştı.( Esin,2004 )
Türk toplumunda, ülkenin güvenliğini sağlamasından dolayı, ata, üzerindeki savaşçıya gösterilen kadar ilgi ve saygı gösterilmiştir. Dede Korkut’ta Kazan Han şöyle demektedir: At işlemese er övünmez, hüner atındır.
Daha geç İslam dönemlerinde ise din uğrunda savaşan atın çevresinde meleklerin uçuştuğuna inanılırdı.
Selçuklu Sultanları haralarında en az on bin at besledikleri bilinmektedir. Türk ordusunun esas vurucu gücünü atlılar teşkil etmekteydiler ve savaş zamanı Selçuklu ordusunun ortalama iki yüz bin at çıkarabildiği düşünülür. Bu dönemde bir beyin serveti, sahip olduğu at ve koşum sayısı ile ölçülmekteydi.(Sumer,1988)
Türklerde ata olan sevgi ve bağlılık dilde de aksini tapmıştır. Türkce’de yeni doğmuş atın yavrusuna kulun, iki yaşına kadar olanlara tay, damızlıkta kullanılan ata aygır, dişi ata kısrak, burulmuş erkek ata iğdiş deniliyordu. Ayrıca arabaya koşulan erkek atları ise beygir adlandırmaktaydılar. Türk dili at donunun renginin ifadesinde de çok zengindir, kara ata yağız, kızılı kahve ata al, gövdesi kahve, yelesi ve kuyruğu kara olan ata doru, gövdesi koyu sarı, kuyruğu ve yelesi kara olanlara kula, kılları koyu karışık beyaz olanlara kır, al don üzerine ak kılları olanlara ise boz denilirdi.
Atın ayaklarındaki beyaz lekelere seki, alnındaki ak lekeye kartopu, alından burna doğru inen beyaz lekelere ise akıtma adı verilmiştir.(Duru,1998,s.10-11)
Osmanlı’da at kültürünün devam etmesini ve daha da gelişmesini görüyoruz. Burada at Saltanatın kuvvetinin, kudretinin ve ihtişamının simgesi haline gelmişti. Örneğin, IV.Mehmed 1672′de Edirne’de bayram namazı için Selimiye Camisi’ne geldiğinde dokuz yedek atından üçünde incili örtü, üçünde ağır altın işlemeli örtü ve diğer üçünde de murassa olduğu yabancı elçiler tarafından hayranlıkla kaydedilmişti.
Osmanlı padişahlarının törenlerde kır ata, savaşta ise yağız ata binmek gibi bir geleneği vardı. At hediyesi ise en değerli hediye sayılırdı, ve bu atlar özel hazırlanmış eyerleriyle birlikte armağan edilirlerdi. Ayrıca, bayrak ve erk simgesi olan ve çok eski dönemlere dayanan atkuyruğundan yapılmış tuğ kullanma geleneği, Osmanlı Sarayında sürdürülmeğe devam ediyordu.
İslamın getirdiği bazı kısıtlamalara rağmen Türklerde ata olan bağlılık ve sevgi hep kendini göstermiştir. Çanakkale Boğazı’nı ilk olarak geçen Alaeddin Paşa atlarıyla birlikte gömülmüştü, IV. Murad’ın cenazesinde kendi atları, eyerleri ters yerleştirilerek yürütülmüş, II. Osman çok sevdiği Sisli Kır adlı atını,Üsküdar Sarayı’nın bahçesindeki türbeye yalnız olarak gömülmesini emir etmiş, Lala Şahin Paşa ise Karacaahmet’te kendi mezarı yanına atları için mezar kazdırmıştı.(Duru,1998,12)
AV GELENEĞİ
“Sen gideli hanım çapraz yatan alaca dağların avlanmamıştır, ava bin gönlün açılsın.Ünümü anlayın beyler, sözümü dinleyin beyler, yata yata yanımız ağrıdı, dura dura belimiz kurudu, yürüyelim beyler, av avlayalım, kuş kuşlayalım, yabani geyik yıkalım, dönelim otağımıza, yiyelim içelim hoş geçelim.…gel şimdi seninle ava çıkalım, eğer senin atın benim atımı geçerse onun atını da geçersin, hem seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçersin ve hem seninle güreşelim, beni yenersen onu da yenersin dedi.
Oğlandır ne bilsin, geyiği kovalıyordu, getiriyordu, babasının önüne vuruyordu. Babam at koşturuşuma baksın kıvansın, ok atışıma baksın güvensin, kılıç çalışıma baksın sevinsin diyordu.”
Av ve avlanma erken devir insanının yaşantısında çok büyük yeri ve önemi olan olaylardı. Mağara resimlerinden anlaşıldığı gibi, av öncesi yapılan bir takım törenlerin amacı, avın başarılı geçmesini sağlamak olmuştur. Aynı zamanda bu bir nevi av denemesi, antremanı da sayılabilirdi. Bu en eski geleneklerin Türk bozkır kültüründe Gök Tanrı inancı ile harmanlaşarak zenginleşmesi ve simgesel hal alması bilinmektedir.Çok arkaik düşünceye göre avlandığın hayvanı yemek, onun gücünü ve becerilerini benimsemek demektir. Aynı şekilde hayvan kılığına girmek, onun gibi hareket etmek, o hayvanın kuvvetine kavuşmak anlamına geliyordu. Günümüz Türk halk oyunlarında bu eski inancın izlerini hala taşıyorlar. Bu açıdan baktığımızda, av arkaik toplumlar için sadece geçim kaynağı değil, aynı zamanda bir ritüeldir, yaşamın devamını ve sonsuzluğunu temin eden ve paralelinde çok sayıda sembolik anlamlar taşıyan uygulamaları gerektiren bir ayindir.
Bu toplumlarında ava gitmeden önce yapılan işlemler arasında temizliğe büyük önem verilir, avcı karısıyla ilişkide bulunmaz, büyü bozulmasın diye kimse ile konuşmaz, av dönüşüne kadar ailesinde oyun, eğlence yapılmazdı. Altay Türkleri orman ve ağaç ruhlarının avın verimli geçmesinde büyük payı olduğuna inanıyorlardı. Şor Türklerinde ise orman ruhlarının hikâye dinlemeyi sevdiklerine inanılıyor ve ruhları memnun etmek için ava, avdan eşit pay alan usta hikâyecini götürüyorlardı.
Türk mitolojisinde yeraltı dünyadan gelen kötü ruhlarla av zamanı karşılanma konusu da geçmektedir. Bu ruhları taşıyan veya onlara hizmet eden hayvanlar avcıyı yeraltı dünyasına, yani ölüme sürüklerler.(Sibirya masalları) Bazen de tam tersi, avcıya yol gösteren, onu zor durundan kurtaran av hayvanları motifi karşımıza çıkar, örneğin Oğuz Kağan destanındaki boz kurt gibi.
Erken dönemlerden başlayarak avlar teşkilatlı şekilde tüm kabilenin katılımıyla gerçekleşiyordu. Hunların zamanında ise artık avlar devlet avı ve halk avı olarak bölünmüştür.
Daha geç dönemlerde av, Türkler için geçim kaynağı olmaktan çıkmış, daha çok diğer önemli manalarla yüklü uygulama olmuştur. Av bir savaş antrenmanı, hüner ve kahramanlık meydanı, aynı zamanda bir spordu. Dede Korkut Destanı’nda birkaç yerde geçen ilk av hadisesi Türklerde bir yiğitlik göstergesi, yetişkinlik simgesi olarak vurgulanmaktadır. Bu tür avlar tüm kabilenin toplanarak kutladıkları, bazen de ad verme merasimiyle sonuçlanan törenlerdi. Dirse han’ın hatunu oğlancığımın ilk avıdır diye attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi. Oğuz beylerine ziyafet vereyim dedi.
Türlerde sürek avı sevilerek yapılan bir av türü olmuştur. Cuveyni’nin Tarihi Cihankuşa adlı eserinde bu av ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır.
Sürek avı sahnesi. Kuzey Azerbaycan, Baki, Gobustan kaya üstü resimleri.
MÖ. VIII. yy. Erken Neolitik Dönem.
İslam öncesi Türk sanatında av sahneleri sık sık tasvir olunurdu. Avlanan hayvanların ve ava katılan hayvanların sembolik manaları arka plan olarak bu eserlerde karşımıza çıkmaktadır. İslamiyet sonrası dönemlerde de av ve av sahneleri sevilen konu olmağa devam etmiş.Osmanlı sarayında devlet avı, mahiyetini değişmeden, muhteşem bir törene dönüşmüştür. Savaşa hazırlık ve askeri eğitim amacıyla yapılan avlar, bazen yabancı misafirlerin ve devlet ileri gelenlerin katılımıyla bir parlak gösteriye dönüşmekte idiler ve devletin azametinin ve yenilmezliğinin simgesi olarak uygulanmaktaydılar.
Dede Korkut kitabında dört ayaklı hayvanların avı için “av avlamak”, avcı kuşlarla yapılan av için “kuş kuşlamak” tabiri kullanılmaktadır.