Değirmenden Mektuplar - Alphonse Daudet
Kitabın Adı: Değirmenden Mektuplar
Yazarı: Alphonse Daudet
Tür: Roman - Dünya Klasikleri
Kitabın Dili: Türkçe ( Çeviri )
Kitaptan Bir Bölüm:Ben de derhal kontratosunu yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki methali ile birlikte, onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına kadar açık, etraf günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alplerin zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak. uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence manzarası, ancak ışıkla can buluyor.
KONUSU: Şehrin kalabalığından ve insanların tutarsız davranışlarından kaçıp kırlara sığman yazarın, bulunduğu çevredeki gözlemlerini anlatmaktadır.
[/float_r]Beaucaire Postası: Buraya gelirken, dolmuş görevi yapan bir posta arabasına binmiştim. Arabadaki insanlar çok konuşkan ve şakacı idiler. Hepsi birbirini tanıyordu. Sürekli, aynı arabada bulunan kasketlinin kaçıp kaçıp geri gelen karısından bahsediyorlardı. Kasketli, “Yeter artık, yalvarırım kesin artık” dediyse de dinlemediler. Diğerleri inmiş, ikimiz kalmıştık. Bana dedi ki: “Bana iyi bak arkadaş! Bir gün buralarda bir cinayet olduğunu duyarsan, hiç tereddüt etmeden ‘katilin kim olduğunu biliyorum’ diyebilirsin.”
Yüzü, küçücük solgun gözleriyle ne kadar sönük ve üzgündü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu ses kin doluydu. Kin, zayıfların hiddeti!… Karısının yerinde olsam ondan korkar ve uzak dururdum.
Cornille Usta’nın Esrarı: İhtiyar klarnetçi, Francet geçen akşam, bir köy faciasını anlattı: “Ah efendim, bu memleket eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden değirmencilik burada öyle işlek bir meslekti ki, çift on fersahlık yerden öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyün çevresindeki tepeler yel değirmenlerîyle kaplıydı. Buralarda hem eğlenilir, hem de çalışılırdı. Değirmenler bizim memleketin neşesi ve zenginliğiydi.
Ama ne yazık ki, Parisli birkaç iş adamı, bu bölgeye bir un fabrikası kurdular. Ondan sonra, yel değirmenleri işsiz kaldı. Tabii ki ne zenginlik kaldı, ne de neşe. Bu bozgun havasına bir tek altmış yaşlarındaki Cornılle Usta ve onun değirmeni direndi. ‘Sakın fabrikaya gitmeyin. O buharla çalışıyor. Buhar şeytan nefesidir. Benim değirmenim ise Allah’ın nefesi olan rüzgârla çalışıyor’ diyordu. Ancak, kimse ona İnanmıyordu.
Cornille Usta, içine kapandı. Öyleki, çok sevdiği torununu bile yanma yaklaştırmadı. Yalınayak, başı kabak bir halde dolaşmaya başladı. Yine de, akşamları onu eşeği un yüklü olarak görüyor ve işin sırrını çözemiyorduk.
Birbirlerini çok seven Oğlumla torunu, bir akşam Cornille Us-ta’nın değirmenine gittiklerinde, dışarda unuttuğu merdivenle içeri girip her tarafın boş olduğunu görünce işin aslı anlaşıldı. Meğer, dolu çuvalların içindeki un değil, kireç ve molozmuş. Çocuklar gördüklerini bana ağlayarak ani attılar.Bütün komşulara haber verdim. Hepimiz buğday yükleyerek değirmene koştuk. Cornille Usta döndüğünde sırrının anlaşıldığını anlamıştı.
‘Hakiki buğday bunlar’ diyerek hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O günden beri Cornille Usta’yı bir daha boş bırakmadık.”
Yıldızlar: Luberon dağlarında çobanlık yapıyordum. Haftalarca dağlarda kalırdım. On beş günde bir Norade Teyze yiyeceğimi getirir, havadisleri anlatırdı. En çok bizim efendinin kızının maceraları ilgimi çekerdi. Bir gün yiyecek beklerken, baktım katırın üzerinde bizim matmazel. Bütün gün benimle konuştu. Bense onun etkisi altında olduğumdan bir çift laf dahi edemiyordum.
Akşama doğru döndü. Birkaç saat sonra sırılsıklam bir vaziyette geri geldi. Taşan ırmaktan geçmek isteyince olanlar olmuş. Hemen ilgilendim, ağıla yatması için postumu serdim. Ancak, uyumayıp yaktığım ateşin başına geldi. Ben de ona gökteki yıldızlan anlatmaya başladım: Geldi, başını omzuma koyup uyudu. Hayatımın en mesut günüydü.
Arlesli Kız: Bir gün köyden değirmenime dönerken, siyahlar giyinmiş bir kadınla küçük bir çocuk gördüm. Merakımı görenler anlatmaya başladılar. Jan İsminde bir oğulları varmış. Aries’de boğa güreşi meydanında gördüğü bir kıza aşık olmuştu. “Ölürüm de başkasıyla evlenmem” diyordu. Çaresiz evlendirmeye karar verdiler. Düğün günü, bir adam geldi ve o kızın iki yıldan beri kendi metresi olduğunu söyledi. Tabii ki düğün yapılamadı. Oğlan o günden beri hep içine attı. Kimseyle bir şey konuşmadı. Ve bir gün, annesi kapıyı açtığında oğlunun asılı cesedi ile karşılaştı.
Papanın Katırı:Burada iki lafın başında bir “Papanın katırı gibi” vb. diye konuşulunca ben de merak ediyordum. Cevabını kütüphaneden bulabileceğimi söylediler. Gittim, araştırdım ve öğrendim.
Papalar zamanında burası çok canlı bir şehirmiş. Her tarafta, dinî konular anlatan rahipler dolaşıyormuş. Bu dönemde yaşayan Bonfice isimli bir papacık da varmış. Her pazar ayinden çıktıktan sonra, üç kilometre ötedeki bağına gider, kafayı çeker geri dö-nermiş. Bütün halk, onun bu şen ve şakrak halini çok severmiş.
Papa, bağından sonra en çok katırını severmiş. Sadece papa değil, bütün kent halkı da katın severdi. Bİr gün, papa yine katırı ile gezerken, sokak çocuğu Piset, yanlarına gelip katıra övücü sözlerle hitap edince, Papa çocuğu evlatlık olarak evine almış. Çocuk artık bir asilzade gibi yaşamaya başlamış. Bir müddet sonra da yaşlı papacık bazı görevlerini üstlenmiş. Bu görevleri yaparken katıra çok eziyet ediyormuş. Öyle ki, bir gün katırı kilisenin çan kulesine bile zorla çıkartmış. Tabii bütün millet bu durumu seyredİyormuş. Neyse, katırı oradan zorla indirmişler. Papacık, oğlanın katırını çok sevdiğini zannederek, mükafat olarak, saraya eğitime göndermiş. Aradan yedi yıl sonra oğlan gelmiş ve papacıktan kendisine “Hardalctbaşılık görevini vermesini” istemiş. Papaak da kabul etmiş.
Katır da, aradan yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, oğlanın kendisine yaptığı eziyetleri unutmamışmış. Bu yüzden, durmadan çifte atma talimi yapıyormuş.
Ertesi gün, tören zamanı, herkesin gözü yeni Hardalcıbaşı’ndaymış. O da, maşallah çok cazibeli görünüyor-muş. Herkese sevimli gülücükler atıyormuş. Bu arada katır da, orada sundurmanın altında duruyormuş. Bizim ki sevimli halini sürdürerek katırın yanma kadar sokulmuş. Katır, “Al sana hınzır, tam yedi yıldır bu anı bekliyordum” diyerek öyle bir çifte atmış ki, dumanı ta uzak şehirlerden gözükmüş. O günden beri de zavalh delikanlıyı gören olmamış.
Cucugnan Papazı: Her yıl dini bayramda, Avignon’da şairler güzel şiirler ve zarif hikâyelerle yüklü küçük ve neşeli bîr kitap yayınlarlar. İşte size bu kitaptan güzel bir hikâye:
Rahip Martin, Cucughan şehri papazıydı. Halkının çok seven altın gibi bir adamdı. Ancak, halkın kiliseye karşı ilgisizliğinden şikâyetçiydi. Bir gün bir toplantı anında, “Dün gece bir rüya gördüm” deyip anlatmaya başladı: “Dün gece rüyamda cennete gittim. Ordakİ görevlilere sordum, cennette Cucughan halkından kaç kişi var diye? Defteri açıp gösterdiler. Ne yazık kî, bizim sayfamız bomboştu. Bir tane dahi isim yazılı değildi. İnanamadım, Araf a gittim. Orada da bekleyen bir tane dahi Cucugnanh yoktu. Bu sefer de cehenneme gittim. Bütün Cucugnan halkının orada olduğunu görünce beynimden vurulmuşa döndüm.
Siz de görüyorsunuz ki kardeşlerim, bu böyle devam edemez. Ben sizleri yuvarlanmakta olduğunuz uçurumdan kurtarmak istiyorum. Yarın pazartesi, kadın erkek yaşlıların günahım çıkaracağım. Salı günü çocukları alacağım. Çarşamba delikanlılarla genç kızların, perşembe erkeklerin, cuma kadınların, cumartesi sıra değirmencinindir. Bence tek başına ona bir gün ayırmak az bile.”
Bu meşhur pazar gününden beri günahlarından kurtulan Cucugnan’ın faziletleri uzak yerlerden dahi duyulmaya başladı. Rahip Martin’de o günden beri pek mutlu ve neşeli oldu…
Yaşlılar: Parisli bir arkadaşım, yazdığı mektupta, bulunduğum yerden üç beş fersah uzaklıkta yaşayan, anne ve babasını ziyaret etmemi isteyince, mecburen yollara düştüm. Araya araya evlerini buldum. İki tane sevimli ihtiyarctk. Yanlarında onlara yardımcı olan iki de küçük çocuk var. Beni görünce çok sevindiler. Saatlerce sohbet ettik. Bildiklerimi anlattım. Bilmediklerimi rahatlıkla uydurdum. Bana yemek ve likör ikram ettiler. Hepsini tek başına, silip süpürdüm. Sonra da, ayrılık vakti geldiğinde, yaşlı adam koluma girip, beni köy meydanına kadar uğurladı.
Kışla Özlemi: Henüz şafak sökerken, korkunç bir davul gürültüsüyle u-yandım. Hemen kapıyı açtım, kimse yok. Meğer, Pistolet isimli, 31.alayın trompetçisi, geldiği izinde, kışlayı özleyince başlıyormuş çalmaya.
Sen çalmana devam et. Seni gülünç bulmaya hakkım yok benim. Sen kışlana özlem duyuyorsun, ben de Paris’ime. Ah Paris!… Canım Paris!…
Kitabın Adı: Değirmenden Mektuplar
Yazarı: Alphonse Daudet
Tür: Roman - Dünya Klasikleri
Kitabın Dili: Türkçe ( Çeviri )
Kitaptan Bir Bölüm:Ben de derhal kontratosunu yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki methali ile birlikte, onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına kadar açık, etraf günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alplerin zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak. uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence manzarası, ancak ışıkla can buluyor.
KONUSU: Şehrin kalabalığından ve insanların tutarsız davranışlarından kaçıp kırlara sığman yazarın, bulunduğu çevredeki gözlemlerini anlatmaktadır.
[/float_r]Beaucaire Postası: Buraya gelirken, dolmuş görevi yapan bir posta arabasına binmiştim. Arabadaki insanlar çok konuşkan ve şakacı idiler. Hepsi birbirini tanıyordu. Sürekli, aynı arabada bulunan kasketlinin kaçıp kaçıp geri gelen karısından bahsediyorlardı. Kasketli, “Yeter artık, yalvarırım kesin artık” dediyse de dinlemediler. Diğerleri inmiş, ikimiz kalmıştık. Bana dedi ki: “Bana iyi bak arkadaş! Bir gün buralarda bir cinayet olduğunu duyarsan, hiç tereddüt etmeden ‘katilin kim olduğunu biliyorum’ diyebilirsin.”
Yüzü, küçücük solgun gözleriyle ne kadar sönük ve üzgündü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu ses kin doluydu. Kin, zayıfların hiddeti!… Karısının yerinde olsam ondan korkar ve uzak dururdum.
Cornille Usta’nın Esrarı: İhtiyar klarnetçi, Francet geçen akşam, bir köy faciasını anlattı: “Ah efendim, bu memleket eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden değirmencilik burada öyle işlek bir meslekti ki, çift on fersahlık yerden öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyün çevresindeki tepeler yel değirmenlerîyle kaplıydı. Buralarda hem eğlenilir, hem de çalışılırdı. Değirmenler bizim memleketin neşesi ve zenginliğiydi.
Ama ne yazık ki, Parisli birkaç iş adamı, bu bölgeye bir un fabrikası kurdular. Ondan sonra, yel değirmenleri işsiz kaldı. Tabii ki ne zenginlik kaldı, ne de neşe. Bu bozgun havasına bir tek altmış yaşlarındaki Cornılle Usta ve onun değirmeni direndi. ‘Sakın fabrikaya gitmeyin. O buharla çalışıyor. Buhar şeytan nefesidir. Benim değirmenim ise Allah’ın nefesi olan rüzgârla çalışıyor’ diyordu. Ancak, kimse ona İnanmıyordu.
Cornille Usta, içine kapandı. Öyleki, çok sevdiği torununu bile yanma yaklaştırmadı. Yalınayak, başı kabak bir halde dolaşmaya başladı. Yine de, akşamları onu eşeği un yüklü olarak görüyor ve işin sırrını çözemiyorduk.
Birbirlerini çok seven Oğlumla torunu, bir akşam Cornille Us-ta’nın değirmenine gittiklerinde, dışarda unuttuğu merdivenle içeri girip her tarafın boş olduğunu görünce işin aslı anlaşıldı. Meğer, dolu çuvalların içindeki un değil, kireç ve molozmuş. Çocuklar gördüklerini bana ağlayarak ani attılar.Bütün komşulara haber verdim. Hepimiz buğday yükleyerek değirmene koştuk. Cornille Usta döndüğünde sırrının anlaşıldığını anlamıştı.
‘Hakiki buğday bunlar’ diyerek hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O günden beri Cornille Usta’yı bir daha boş bırakmadık.”
Yıldızlar: Luberon dağlarında çobanlık yapıyordum. Haftalarca dağlarda kalırdım. On beş günde bir Norade Teyze yiyeceğimi getirir, havadisleri anlatırdı. En çok bizim efendinin kızının maceraları ilgimi çekerdi. Bir gün yiyecek beklerken, baktım katırın üzerinde bizim matmazel. Bütün gün benimle konuştu. Bense onun etkisi altında olduğumdan bir çift laf dahi edemiyordum.
Akşama doğru döndü. Birkaç saat sonra sırılsıklam bir vaziyette geri geldi. Taşan ırmaktan geçmek isteyince olanlar olmuş. Hemen ilgilendim, ağıla yatması için postumu serdim. Ancak, uyumayıp yaktığım ateşin başına geldi. Ben de ona gökteki yıldızlan anlatmaya başladım: Geldi, başını omzuma koyup uyudu. Hayatımın en mesut günüydü.
Arlesli Kız: Bir gün köyden değirmenime dönerken, siyahlar giyinmiş bir kadınla küçük bir çocuk gördüm. Merakımı görenler anlatmaya başladılar. Jan İsminde bir oğulları varmış. Aries’de boğa güreşi meydanında gördüğü bir kıza aşık olmuştu. “Ölürüm de başkasıyla evlenmem” diyordu. Çaresiz evlendirmeye karar verdiler. Düğün günü, bir adam geldi ve o kızın iki yıldan beri kendi metresi olduğunu söyledi. Tabii ki düğün yapılamadı. Oğlan o günden beri hep içine attı. Kimseyle bir şey konuşmadı. Ve bir gün, annesi kapıyı açtığında oğlunun asılı cesedi ile karşılaştı.
Papanın Katırı:Burada iki lafın başında bir “Papanın katırı gibi” vb. diye konuşulunca ben de merak ediyordum. Cevabını kütüphaneden bulabileceğimi söylediler. Gittim, araştırdım ve öğrendim.
Papalar zamanında burası çok canlı bir şehirmiş. Her tarafta, dinî konular anlatan rahipler dolaşıyormuş. Bu dönemde yaşayan Bonfice isimli bir papacık da varmış. Her pazar ayinden çıktıktan sonra, üç kilometre ötedeki bağına gider, kafayı çeker geri dö-nermiş. Bütün halk, onun bu şen ve şakrak halini çok severmiş.
Papa, bağından sonra en çok katırını severmiş. Sadece papa değil, bütün kent halkı da katın severdi. Bİr gün, papa yine katırı ile gezerken, sokak çocuğu Piset, yanlarına gelip katıra övücü sözlerle hitap edince, Papa çocuğu evlatlık olarak evine almış. Çocuk artık bir asilzade gibi yaşamaya başlamış. Bir müddet sonra da yaşlı papacık bazı görevlerini üstlenmiş. Bu görevleri yaparken katıra çok eziyet ediyormuş. Öyle ki, bir gün katırı kilisenin çan kulesine bile zorla çıkartmış. Tabii bütün millet bu durumu seyredİyormuş. Neyse, katırı oradan zorla indirmişler. Papacık, oğlanın katırını çok sevdiğini zannederek, mükafat olarak, saraya eğitime göndermiş. Aradan yedi yıl sonra oğlan gelmiş ve papacıktan kendisine “Hardalctbaşılık görevini vermesini” istemiş. Papaak da kabul etmiş.
Katır da, aradan yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, oğlanın kendisine yaptığı eziyetleri unutmamışmış. Bu yüzden, durmadan çifte atma talimi yapıyormuş.
Ertesi gün, tören zamanı, herkesin gözü yeni Hardalcıbaşı’ndaymış. O da, maşallah çok cazibeli görünüyor-muş. Herkese sevimli gülücükler atıyormuş. Bu arada katır da, orada sundurmanın altında duruyormuş. Bizim ki sevimli halini sürdürerek katırın yanma kadar sokulmuş. Katır, “Al sana hınzır, tam yedi yıldır bu anı bekliyordum” diyerek öyle bir çifte atmış ki, dumanı ta uzak şehirlerden gözükmüş. O günden beri de zavalh delikanlıyı gören olmamış.
Cucugnan Papazı: Her yıl dini bayramda, Avignon’da şairler güzel şiirler ve zarif hikâyelerle yüklü küçük ve neşeli bîr kitap yayınlarlar. İşte size bu kitaptan güzel bir hikâye:
Rahip Martin, Cucughan şehri papazıydı. Halkının çok seven altın gibi bir adamdı. Ancak, halkın kiliseye karşı ilgisizliğinden şikâyetçiydi. Bir gün bir toplantı anında, “Dün gece bir rüya gördüm” deyip anlatmaya başladı: “Dün gece rüyamda cennete gittim. Ordakİ görevlilere sordum, cennette Cucughan halkından kaç kişi var diye? Defteri açıp gösterdiler. Ne yazık kî, bizim sayfamız bomboştu. Bir tane dahi isim yazılı değildi. İnanamadım, Araf a gittim. Orada da bekleyen bir tane dahi Cucugnanh yoktu. Bu sefer de cehenneme gittim. Bütün Cucugnan halkının orada olduğunu görünce beynimden vurulmuşa döndüm.
Siz de görüyorsunuz ki kardeşlerim, bu böyle devam edemez. Ben sizleri yuvarlanmakta olduğunuz uçurumdan kurtarmak istiyorum. Yarın pazartesi, kadın erkek yaşlıların günahım çıkaracağım. Salı günü çocukları alacağım. Çarşamba delikanlılarla genç kızların, perşembe erkeklerin, cuma kadınların, cumartesi sıra değirmencinindir. Bence tek başına ona bir gün ayırmak az bile.”
Bu meşhur pazar gününden beri günahlarından kurtulan Cucugnan’ın faziletleri uzak yerlerden dahi duyulmaya başladı. Rahip Martin’de o günden beri pek mutlu ve neşeli oldu…
Yaşlılar: Parisli bir arkadaşım, yazdığı mektupta, bulunduğum yerden üç beş fersah uzaklıkta yaşayan, anne ve babasını ziyaret etmemi isteyince, mecburen yollara düştüm. Araya araya evlerini buldum. İki tane sevimli ihtiyarctk. Yanlarında onlara yardımcı olan iki de küçük çocuk var. Beni görünce çok sevindiler. Saatlerce sohbet ettik. Bildiklerimi anlattım. Bilmediklerimi rahatlıkla uydurdum. Bana yemek ve likör ikram ettiler. Hepsini tek başına, silip süpürdüm. Sonra da, ayrılık vakti geldiğinde, yaşlı adam koluma girip, beni köy meydanına kadar uğurladı.
Kışla Özlemi: Henüz şafak sökerken, korkunç bir davul gürültüsüyle u-yandım. Hemen kapıyı açtım, kimse yok. Meğer, Pistolet isimli, 31.alayın trompetçisi, geldiği izinde, kışlayı özleyince başlıyormuş çalmaya.
Sen çalmana devam et. Seni gülünç bulmaya hakkım yok benim. Sen kışlana özlem duyuyorsun, ben de Paris’ime. Ah Paris!… Canım Paris!…