Hayvan haklarını koruma iddiasındaki çeşitli kurumlar karşı görüşlerini ısrarla savunsalar da Nobel tarihinde tıp alanındaki tüm ödüllerin %70’i deney hayvanları kullanılarak yapılan araştırmalara verilmiş durumda
Modern tıbbın gelişiminde hayvan deneyleri önemli yer tutmaktadır. Hayvan hakları savunucuları günümüzde artık gelişmiş teknikler, bilgisayar teknolojisi ve simülatörler sayesinde bu tarz deneylere ihtiyaç olmadığını savunadursunlar, 1901 yılından bu yana dağıtılan Nobel tıp ödüllerinin büyük bölümü buluşlarını deney hayvanları üzerinde yapmış oldukları çalışmalarda gerçekleştiren bilim adamlarına verilmiştir.
Aslında bilim adamları Nobel ödülleri dağıtılmaya başlanmadan çok önceleri hayvan deneyleri yapıyor ve tıbbın temelleri bu deneylerde elde edilen bulguların üzerinde atılıyordu. Örneğin günümüz tıbbının ve fizyoloji bilimin öncüleri arasında yer alan William Harvey (1578–1657) daha 17.yy’da fareler ile yapmış olduğu çalışmalarda dolaşım sistemi hakkında önemli buluşlara imza atmıştı. Oksijenin kâşifi olarak bilinen Joseph Priestley (1733–1804) ise yine farelerle yapmış olduğu deneylerde yeşil yapraklı bitkilerin oksijen ürettiğini ortaya koymuştu. Bu amaçla kurduğu deney düzeneğinde bir fanusun içine bir bitkiyle birlikte koyduğu farenin, tek başına koyduğu fareye göre daha uzun süre hayatta kaldığını göstermişti.
Deneysel amaçlarla kullanımda başı çeken hayvanları toplam içerisindeki %56’lık oran ile fare ve bunu %24 ile takip eden sıçan oluşturuyor. Bu türlerin toplam 3 haftalık gebelik süreleri sonunda bir defada 8–12 yavru sahibi olmaları, bu yavruların 3 hafta sonra sütten kesilmeleriyle birlikte annelerinin yeniden doğurganlığına kavuşması üretim için önemli bir avantaj sağlıyor. Bunun yanında yeni doğan fare ve sıçan yavruları da en geç 3–4 ay içerisinde üretken hale geliyor ve üremek için de belli bir mevsimi gözetme gibi bir dezavantaj da taşımıyorlar.
Beslenme ve üreme koşulları biraz daha zahmetli olsa da gerbil (çöl faresi), hamster (cırlak sıçan), tavşan ve kobay da kullanılagelen deney hayvanları arasında yer almaktadır. Halk arasında ‘denek’ anlamında tüm deney hayvanları ‘kobay’ olarak bilindiği için kobay ismi belki şaşırtıcı gelebilir. Ama aslında Türkçe’ye kobay diye çevrilmiş olan bu hayvan da bağımsız bir türü oluşturmakta. Latince sınıflamada Cavia aperea porcellus, İngilizce’de ise ‘guinea pig’ olarak adlandırılan bu hayvanın anavatanı ise Güney Amerika olup İngilizce’de kullanılan Gine ile de hiçbir ilgisinin olmaması ayrıca enteresan bir özellik olarak göze çarpıyor. Daha nadir olarak ise domuz, inek, koyun, maymun, kedi, köpek, balık, kurbağa, yılan ve kuşlar da deney hayvanı olarak kullanılmaktadır.
Elbette bilimsel amaçla dahi olsa deney hayvanı kullanımı rasgele yapılabilecek bir şey de değil. İlk kez 1964 yılında yayınlanan ve daha sonra da birkaç yıl ara ile çok sayıda ek düzenlemeden geçen Helsinki Bildirgesi’nde insan çalışmalarının yanı sıra hayvan deneyleri de çeşitli etik değerlere bağlanmıştır. Genel olarak hayvan deneylerinin uluslar arası kabul görmesi için bu bildirgenin öngördüğü şartlara uygunluk da bir zorunluluk olarak kabul edilmiş, çoğu ülke ve üniversitede toplanan etik kurullar da yapılan ve yapılacak araştırmaları bu yönden denetlemektedir. Bu kurallar ile deney hayvanlarının gereksiz yere zarar görmesi, acı çekmesi ve deney sonunda öldürülmesi kaçınılmaz ise en uygun yöntemin hangileri olabileceği en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiştir.
Daha çarpıcı bir ifade olması açısından somut bir şekilde örneklendirmek gerekirse:
Tıp ilminin bugünkü noktasına ulaşması için çok şey borçlu olduğumuz hayvan deneyleri şayet yapılmamış ve yasaklanmış olmasaydı şu an;
-kuduz, difteri ve çocuk felci gibi önemli hastalıklar için halen bir aşımız olmaz, çok sayıda insan bu hastalıklardan ölmüş ya da ömür boyu sakat yaşamaya mahkum kalmış olurdu,
-tüm antibiyotiklerin öncüsü olan penisilin keşfedilememiş olacağından basit mikroorganizmaların yol açtığı hastalıklar karşısında çaresiz kalırdık,
-insüline bağımlı diyabet diye bir hastalık tanımlanamazdı çünkü insülin keşfedilememiş olacağı için bu hastalar erken yaşta ölüp giderdi,
-kronik böbrek yetmezliği hastaları için hayat kurtarıcı olan diyaliz yöntemleri ve böbrek nakli halen yapılamamış olurdu,
-yine açık kalp ameliyatları da belki halen yapılamamış olurdu…
Modern tıbbın gelişiminde hayvan deneyleri önemli yer tutmaktadır. Hayvan hakları savunucuları günümüzde artık gelişmiş teknikler, bilgisayar teknolojisi ve simülatörler sayesinde bu tarz deneylere ihtiyaç olmadığını savunadursunlar, 1901 yılından bu yana dağıtılan Nobel tıp ödüllerinin büyük bölümü buluşlarını deney hayvanları üzerinde yapmış oldukları çalışmalarda gerçekleştiren bilim adamlarına verilmiştir.
Aslında bilim adamları Nobel ödülleri dağıtılmaya başlanmadan çok önceleri hayvan deneyleri yapıyor ve tıbbın temelleri bu deneylerde elde edilen bulguların üzerinde atılıyordu. Örneğin günümüz tıbbının ve fizyoloji bilimin öncüleri arasında yer alan William Harvey (1578–1657) daha 17.yy’da fareler ile yapmış olduğu çalışmalarda dolaşım sistemi hakkında önemli buluşlara imza atmıştı. Oksijenin kâşifi olarak bilinen Joseph Priestley (1733–1804) ise yine farelerle yapmış olduğu deneylerde yeşil yapraklı bitkilerin oksijen ürettiğini ortaya koymuştu. Bu amaçla kurduğu deney düzeneğinde bir fanusun içine bir bitkiyle birlikte koyduğu farenin, tek başına koyduğu fareye göre daha uzun süre hayatta kaldığını göstermişti.
Deneysel amaçlarla kullanımda başı çeken hayvanları toplam içerisindeki %56’lık oran ile fare ve bunu %24 ile takip eden sıçan oluşturuyor. Bu türlerin toplam 3 haftalık gebelik süreleri sonunda bir defada 8–12 yavru sahibi olmaları, bu yavruların 3 hafta sonra sütten kesilmeleriyle birlikte annelerinin yeniden doğurganlığına kavuşması üretim için önemli bir avantaj sağlıyor. Bunun yanında yeni doğan fare ve sıçan yavruları da en geç 3–4 ay içerisinde üretken hale geliyor ve üremek için de belli bir mevsimi gözetme gibi bir dezavantaj da taşımıyorlar.
Beslenme ve üreme koşulları biraz daha zahmetli olsa da gerbil (çöl faresi), hamster (cırlak sıçan), tavşan ve kobay da kullanılagelen deney hayvanları arasında yer almaktadır. Halk arasında ‘denek’ anlamında tüm deney hayvanları ‘kobay’ olarak bilindiği için kobay ismi belki şaşırtıcı gelebilir. Ama aslında Türkçe’ye kobay diye çevrilmiş olan bu hayvan da bağımsız bir türü oluşturmakta. Latince sınıflamada Cavia aperea porcellus, İngilizce’de ise ‘guinea pig’ olarak adlandırılan bu hayvanın anavatanı ise Güney Amerika olup İngilizce’de kullanılan Gine ile de hiçbir ilgisinin olmaması ayrıca enteresan bir özellik olarak göze çarpıyor. Daha nadir olarak ise domuz, inek, koyun, maymun, kedi, köpek, balık, kurbağa, yılan ve kuşlar da deney hayvanı olarak kullanılmaktadır.
Elbette bilimsel amaçla dahi olsa deney hayvanı kullanımı rasgele yapılabilecek bir şey de değil. İlk kez 1964 yılında yayınlanan ve daha sonra da birkaç yıl ara ile çok sayıda ek düzenlemeden geçen Helsinki Bildirgesi’nde insan çalışmalarının yanı sıra hayvan deneyleri de çeşitli etik değerlere bağlanmıştır. Genel olarak hayvan deneylerinin uluslar arası kabul görmesi için bu bildirgenin öngördüğü şartlara uygunluk da bir zorunluluk olarak kabul edilmiş, çoğu ülke ve üniversitede toplanan etik kurullar da yapılan ve yapılacak araştırmaları bu yönden denetlemektedir. Bu kurallar ile deney hayvanlarının gereksiz yere zarar görmesi, acı çekmesi ve deney sonunda öldürülmesi kaçınılmaz ise en uygun yöntemin hangileri olabileceği en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiştir.
Daha çarpıcı bir ifade olması açısından somut bir şekilde örneklendirmek gerekirse:
Tıp ilminin bugünkü noktasına ulaşması için çok şey borçlu olduğumuz hayvan deneyleri şayet yapılmamış ve yasaklanmış olmasaydı şu an;
-kuduz, difteri ve çocuk felci gibi önemli hastalıklar için halen bir aşımız olmaz, çok sayıda insan bu hastalıklardan ölmüş ya da ömür boyu sakat yaşamaya mahkum kalmış olurdu,
-tüm antibiyotiklerin öncüsü olan penisilin keşfedilememiş olacağından basit mikroorganizmaların yol açtığı hastalıklar karşısında çaresiz kalırdık,
-insüline bağımlı diyabet diye bir hastalık tanımlanamazdı çünkü insülin keşfedilememiş olacağı için bu hastalar erken yaşta ölüp giderdi,
-kronik böbrek yetmezliği hastaları için hayat kurtarıcı olan diyaliz yöntemleri ve böbrek nakli halen yapılamamış olurdu,
-yine açık kalp ameliyatları da belki halen yapılamamış olurdu…