Dünbük Ahmet, namı diğer "Sakarlığın Sultanı," bizim köyün en sevilen, en beceriksiz insanıydı. Şöyle bir bakınca sevimli, toplu, yanakları elma kurusu gibi kızarmış, güler yüzlü bir adamdı. Ama ona bir iş verin, olay çıkarın derler ya, tam da o cinstendi. Ahmet'in hikayesi, köyümüzün en büyük eğlencesiydi.
Bir gün, köyün ağası, Ahmet'e dedi ki: "Ahmet, oğlum, şu tarlaya bir çit çek de, hayvanlar bahçeye girmesin." Ahmet, "Baş üstüne ağam," dedi, göğsünü kabarttı. Tarlaya gitti, kazıkları çaktı. Ama kazıkların boyları bir kısa, bir uzun, sanki dalgalı deniz gibiydi. Sonra tel çekmeye başladı. Tel bir yukarı, bir aşağı, bir sağa, bir sola, adeta kıvrak dans eder gibiydi. Ağanın tarlası, çit değil, sanki garip bir heykel gibi olmuştu. Ağanın tarlasına bakanlar kahkahalarına engel olamıyordu.
Ağanın kahkahalarını duyan Ahmet, bu defa daha da heveslendi. Bu çit işini yapacaktım deyip hırs yaptı. Daha sıkı çalışmaya başladı. Bu sefer, çit tellerini o kadar sıkı çekti ki, kazıklar topraktan fırladı. Çit, bir anda kendini toparladı ve yılan gibi bir köşeye kıvrıldı. Köy kahvesi bu manzara ile kahkahaya boğuldu.
Ahmet pes etmedi. Bu sefer köyün en bilgini olan İmam Efendiye danışmaya gitti. İmam Efendi, biraz düşündü, "Ahmet," dedi, "Sen çit çekmeyi bırak da, bari şu köyün su işine yardım et." Ahmet, "Olur imam efendi, emrin olur," dedi.
Köyün su kaynağı, dağdan akan bir çeşmeydi. Çeşmeden köyün ortasına kadar bir boru döşenecekti. Ahmet, boruları aldı, başladı döşemeye. Ama boruları öyle bir döşedi ki, su bir yukarı, bir aşağı, bazen sola, bazen sağa gitmeye başladı. Sanki su, bir eğlence parkında hız trenine binmiş gibiydi. Su şarıl şarıl akıyordu fakat köye gelmiyordu.
Ahmet, bu sefer de kahkahaların odağı oldu. Köylüler, Ahmet'i görünce gülmekten karnına ağrılar giriyordu. Ahmet, moralini bozmadan yeni bir iş aramaya başladı.
Bir gün köyün en güzel kızı Ayşe Hanım’ın annesi, Ahmet’e dedi ki: “Ahmet, kızım için bir çeyiz sandığı yap.” Ahmet bu sefer kendine o kadar çok güveniyordu ki “Tabi teyzeciğim, en alasını yaparım ben” dedi.
Ahmet, aldı keresteleri, başladı yontmaya. Sandık bir yamuk, bir çarpık, sanki deprem geçirmiş gibiydi. Üstüne bir de kırmızı boyayla boyadı, ama boya her yere bulaşmış, sandık rengarenk bir hal almıştı. Ayşe Hanım'ın annesi sandığı görünce önce ağladı, sonra gülmeye başladı. "Ah Ahmet'im," dedi, "Senin gibi bir adam bir daha gelmez."
Ahmet, bu sefer biraz üzülmüştü ama pes etmek yoktu. Bu sefer kendini kanıtlamak istiyordu. Köyün ağası, "Ahmet, oğlum, bari sen de köyün hayrına bir iş yap, şu caminin minaresini tamir et." dedi. Ahmet, "Tamam ağam," dedi, merdivenleri kaptı, çıktı minareye.
Ahmet, minarenin tepesine çıktı. Elindeki aletleri düşürdü, aşağıdakilerin kafalarına düşecek diye korkudan ne yapacağını şaşırdı. Bir yandan da minarenin alemine bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ahmet, bir an dengesini kaybetti ve merdivenden aşağıya kaymaya başladı. Köylüler, "Ahmet, dikkat et!" diye bağırmaya başladı. Ama Ahmet, hızla aşağıya doğru kayarken, şans eseri bir ağacın dalına tutundu.
Ahmet, ağaçta sallanırken, köylüler kahkahalarla gülmeye devam etti. Ahmet, ağaçtan indi ve herkese baktı. "Biliyor musunuz," dedi, "Ben bu köyün en eğlenceli insanıyım!"
Köylüler, Ahmet'e hak verdi. Çünkü Dünbük Ahmet, sakarlıklarıyla herkesi güldürse de, herkesin en sevdiği insan olmuştu. Onun hikayeleri, köyün dilinden düşmez, her anlatıldığında kahkahalarla hatırlanırdı. Ve Dünbük Ahmet, her seferinde yeni bir sakarlık yaparak, köyün neşesi olmaya devam ederdi.
Aradan birkaç hafta geçti. Dünbük Ahmet, artık köyün "resmi sakarı" ilan edilmişti. Köylüler, onun etrafta olduğunu anladıklarında, olası komik olaylara karşı kendilerini hazırlardı. Ama Ahmet, hala yeni işler denemekten geri durmuyordu.
Bir gün, köyün muhtarı, "Ahmet, oğlum," dedi, "şu köy düğünlerinde kullanılan davulu tamir et de, düğünlerde şenlik olsun." Ahmet, "Merak etme muhtarım, o iş bende," dedi. Aldı davulu, başladı tamir etmeye. Davulun derisini öyle bir gerdi ki, davulun göbeği şişti, sanki hamile bir davul gibi oldu. Sonra davula vurmaya başladı. Ama davuldan tomtom yerine, sanki karnından gaz çıkaran bir filin sesi geliyordu. Köylüler, düğünde davul sesi yerine kahkahalarla eğlenmeye başladı. Davuldan çıkan ses o kadar komikti ki, düğünler daha da şenlikli oluyordu.
Ahmet, davul tamir işinden sonra köyün bakkalına taktı kafayı. "Bakkalda da ben çalışırım" diye tutturdu. Bakkal amca, Ahmet'in sakarlıklarını bilse de kıramadı, "Peki Ahmet, gel çalış bakalım," dedi. Ahmet, bakkalda çalışmaya başladı. Ama her şey alt üst oldu. Şekerler tuzla karıştı, unlar pirinçle, sular gazozlarla. Bir de Ahmet, yanlışlıkla peynirleri kucağına düşürdü. Kucağı peynir kokuyordu, herkes ondan kaçmaya başladı. Bakkal amca, sonunda "Ahmet, oğlum, sen en iyisi biraz dinlen," diyerek onu dükkandan yolladı.
Ahmet bu sefer de köyün postacısına yardım etmeye karar verdi. "Posta işini ben hallederim" dedi. Postacı amca, "Ahmet, sen beni öldüreceksin," dediyse de, Ahmet'i durduramadı. Ahmet, mektupları aldı, başladı dağıtmaya. Ama mektupları öyle bir dağıttı ki, bir köydeki mektupları diğer köye, komşunun mektubunu kayınvalideye teslim etti. Köyde bir mektup karmaşası yaşandı, herkes birbirinin mektubunu okumaya başladı. Sonra herkes bir araya gelip olayı gülerek anlattılar. Postacı amca, bu karmaşanın sonunda “Bir daha bana yardım etme” diye tembihledi.
Ahmet, bu sefer de köyün berberine taktı kafayı. "Ben de berber olurum" dedi. Köylüler, "Ahmet, ne olur yapma" dedilerse de, dinletemediler. Ahmet, aldı eline makası, başladı saç kesmeye. Ama saçları öyle bir kesti ki, kafalar yamuk yumuk, saçlar bir uzun bir kısa kaldı. Sanki saçlar, yılan gibi kıvrılmıştı. Köylüler, aynaya bakınca gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Berber amca, "Ahmet, Allah seni ne yapmasın," dedi.
Ahmet, köyün berberinden sonra hayvanlara yöneldi. "Ben de çoban olurum," dedi. Köyün çobanı, "Ahmet, ne olur yapma" dediyse de dinlemedi. Ahmet, aldı hayvanları, başladı otlatmaya. Ama hayvanları öyle bir otlattı ki, bir sürü koyun bahçeye girdi, diğer sürü tarlaya. Bir de bir tanesi göle atladı. Köyde hayvanlar karmaşası yaşandı, herkes hayvanlarını aramaya başladı. Çoban, Ahmet'i o kadar kovaladı ki, Ahmet yorulup yere oturdu. Köylüler ona gülerken çoban hala nefes nefese kalmıştı.
Ahmet, bu sefer de kendini aşçı olarak denemeye karar verdi. Köyün kadınları, "Ahmet, aman ha," dedilerse de dinletemediler. Ahmet, mutfağa girdi, başladı yemek yapmaya. Ama öyle bir yemek yaptı ki, tenceredeki yemekler yandı, mutfak duman altı oldu. Bir de yanlışlıkla biber yerine tarçın koydu. Köylüler, yemeği yiyince yüzlerini buruşturup gülmeye başladılar. Kadınlar, "Ahmet, sen en iyisi mutfağa bir daha girme," dediler.
Ahmet, bu kadar sakarlığa rağmen hala neşeliydi. Çünkü o, sakarlıklarıyla herkesi güldürüyor, köyün neşe kaynağı oluyordu. Köylüler, Ahmet'e "Dünbük Ahmet" demeye devam ettiler ama onu çok seviyorlardı. Çünkü Ahmet olmasa, köyde bu kadar eğlence olmazdı.
Ahmet, bir gün köyün meydanına çıktı ve "Biliyorsunuz ki, ben sakarım ama kalbim çok güzel" dedi ve herkes kahkahalara boğuldu. Ahmet kendi sakarlıklarıyla herkesi güldürmeye devam etti.
Bir gün, köyün ağası, Ahmet'e dedi ki: "Ahmet, oğlum, şu tarlaya bir çit çek de, hayvanlar bahçeye girmesin." Ahmet, "Baş üstüne ağam," dedi, göğsünü kabarttı. Tarlaya gitti, kazıkları çaktı. Ama kazıkların boyları bir kısa, bir uzun, sanki dalgalı deniz gibiydi. Sonra tel çekmeye başladı. Tel bir yukarı, bir aşağı, bir sağa, bir sola, adeta kıvrak dans eder gibiydi. Ağanın tarlası, çit değil, sanki garip bir heykel gibi olmuştu. Ağanın tarlasına bakanlar kahkahalarına engel olamıyordu.
Ağanın kahkahalarını duyan Ahmet, bu defa daha da heveslendi. Bu çit işini yapacaktım deyip hırs yaptı. Daha sıkı çalışmaya başladı. Bu sefer, çit tellerini o kadar sıkı çekti ki, kazıklar topraktan fırladı. Çit, bir anda kendini toparladı ve yılan gibi bir köşeye kıvrıldı. Köy kahvesi bu manzara ile kahkahaya boğuldu.
Ahmet pes etmedi. Bu sefer köyün en bilgini olan İmam Efendiye danışmaya gitti. İmam Efendi, biraz düşündü, "Ahmet," dedi, "Sen çit çekmeyi bırak da, bari şu köyün su işine yardım et." Ahmet, "Olur imam efendi, emrin olur," dedi.
Köyün su kaynağı, dağdan akan bir çeşmeydi. Çeşmeden köyün ortasına kadar bir boru döşenecekti. Ahmet, boruları aldı, başladı döşemeye. Ama boruları öyle bir döşedi ki, su bir yukarı, bir aşağı, bazen sola, bazen sağa gitmeye başladı. Sanki su, bir eğlence parkında hız trenine binmiş gibiydi. Su şarıl şarıl akıyordu fakat köye gelmiyordu.
Ahmet, bu sefer de kahkahaların odağı oldu. Köylüler, Ahmet'i görünce gülmekten karnına ağrılar giriyordu. Ahmet, moralini bozmadan yeni bir iş aramaya başladı.
Bir gün köyün en güzel kızı Ayşe Hanım’ın annesi, Ahmet’e dedi ki: “Ahmet, kızım için bir çeyiz sandığı yap.” Ahmet bu sefer kendine o kadar çok güveniyordu ki “Tabi teyzeciğim, en alasını yaparım ben” dedi.
Ahmet, aldı keresteleri, başladı yontmaya. Sandık bir yamuk, bir çarpık, sanki deprem geçirmiş gibiydi. Üstüne bir de kırmızı boyayla boyadı, ama boya her yere bulaşmış, sandık rengarenk bir hal almıştı. Ayşe Hanım'ın annesi sandığı görünce önce ağladı, sonra gülmeye başladı. "Ah Ahmet'im," dedi, "Senin gibi bir adam bir daha gelmez."
Ahmet, bu sefer biraz üzülmüştü ama pes etmek yoktu. Bu sefer kendini kanıtlamak istiyordu. Köyün ağası, "Ahmet, oğlum, bari sen de köyün hayrına bir iş yap, şu caminin minaresini tamir et." dedi. Ahmet, "Tamam ağam," dedi, merdivenleri kaptı, çıktı minareye.
Ahmet, minarenin tepesine çıktı. Elindeki aletleri düşürdü, aşağıdakilerin kafalarına düşecek diye korkudan ne yapacağını şaşırdı. Bir yandan da minarenin alemine bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ahmet, bir an dengesini kaybetti ve merdivenden aşağıya kaymaya başladı. Köylüler, "Ahmet, dikkat et!" diye bağırmaya başladı. Ama Ahmet, hızla aşağıya doğru kayarken, şans eseri bir ağacın dalına tutundu.
Ahmet, ağaçta sallanırken, köylüler kahkahalarla gülmeye devam etti. Ahmet, ağaçtan indi ve herkese baktı. "Biliyor musunuz," dedi, "Ben bu köyün en eğlenceli insanıyım!"
Köylüler, Ahmet'e hak verdi. Çünkü Dünbük Ahmet, sakarlıklarıyla herkesi güldürse de, herkesin en sevdiği insan olmuştu. Onun hikayeleri, köyün dilinden düşmez, her anlatıldığında kahkahalarla hatırlanırdı. Ve Dünbük Ahmet, her seferinde yeni bir sakarlık yaparak, köyün neşesi olmaya devam ederdi.
Aradan birkaç hafta geçti. Dünbük Ahmet, artık köyün "resmi sakarı" ilan edilmişti. Köylüler, onun etrafta olduğunu anladıklarında, olası komik olaylara karşı kendilerini hazırlardı. Ama Ahmet, hala yeni işler denemekten geri durmuyordu.
Bir gün, köyün muhtarı, "Ahmet, oğlum," dedi, "şu köy düğünlerinde kullanılan davulu tamir et de, düğünlerde şenlik olsun." Ahmet, "Merak etme muhtarım, o iş bende," dedi. Aldı davulu, başladı tamir etmeye. Davulun derisini öyle bir gerdi ki, davulun göbeği şişti, sanki hamile bir davul gibi oldu. Sonra davula vurmaya başladı. Ama davuldan tomtom yerine, sanki karnından gaz çıkaran bir filin sesi geliyordu. Köylüler, düğünde davul sesi yerine kahkahalarla eğlenmeye başladı. Davuldan çıkan ses o kadar komikti ki, düğünler daha da şenlikli oluyordu.
Ahmet, davul tamir işinden sonra köyün bakkalına taktı kafayı. "Bakkalda da ben çalışırım" diye tutturdu. Bakkal amca, Ahmet'in sakarlıklarını bilse de kıramadı, "Peki Ahmet, gel çalış bakalım," dedi. Ahmet, bakkalda çalışmaya başladı. Ama her şey alt üst oldu. Şekerler tuzla karıştı, unlar pirinçle, sular gazozlarla. Bir de Ahmet, yanlışlıkla peynirleri kucağına düşürdü. Kucağı peynir kokuyordu, herkes ondan kaçmaya başladı. Bakkal amca, sonunda "Ahmet, oğlum, sen en iyisi biraz dinlen," diyerek onu dükkandan yolladı.
Ahmet bu sefer de köyün postacısına yardım etmeye karar verdi. "Posta işini ben hallederim" dedi. Postacı amca, "Ahmet, sen beni öldüreceksin," dediyse de, Ahmet'i durduramadı. Ahmet, mektupları aldı, başladı dağıtmaya. Ama mektupları öyle bir dağıttı ki, bir köydeki mektupları diğer köye, komşunun mektubunu kayınvalideye teslim etti. Köyde bir mektup karmaşası yaşandı, herkes birbirinin mektubunu okumaya başladı. Sonra herkes bir araya gelip olayı gülerek anlattılar. Postacı amca, bu karmaşanın sonunda “Bir daha bana yardım etme” diye tembihledi.
Ahmet, bu sefer de köyün berberine taktı kafayı. "Ben de berber olurum" dedi. Köylüler, "Ahmet, ne olur yapma" dedilerse de, dinletemediler. Ahmet, aldı eline makası, başladı saç kesmeye. Ama saçları öyle bir kesti ki, kafalar yamuk yumuk, saçlar bir uzun bir kısa kaldı. Sanki saçlar, yılan gibi kıvrılmıştı. Köylüler, aynaya bakınca gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Berber amca, "Ahmet, Allah seni ne yapmasın," dedi.
Ahmet, köyün berberinden sonra hayvanlara yöneldi. "Ben de çoban olurum," dedi. Köyün çobanı, "Ahmet, ne olur yapma" dediyse de dinlemedi. Ahmet, aldı hayvanları, başladı otlatmaya. Ama hayvanları öyle bir otlattı ki, bir sürü koyun bahçeye girdi, diğer sürü tarlaya. Bir de bir tanesi göle atladı. Köyde hayvanlar karmaşası yaşandı, herkes hayvanlarını aramaya başladı. Çoban, Ahmet'i o kadar kovaladı ki, Ahmet yorulup yere oturdu. Köylüler ona gülerken çoban hala nefes nefese kalmıştı.
Ahmet, bu sefer de kendini aşçı olarak denemeye karar verdi. Köyün kadınları, "Ahmet, aman ha," dedilerse de dinletemediler. Ahmet, mutfağa girdi, başladı yemek yapmaya. Ama öyle bir yemek yaptı ki, tenceredeki yemekler yandı, mutfak duman altı oldu. Bir de yanlışlıkla biber yerine tarçın koydu. Köylüler, yemeği yiyince yüzlerini buruşturup gülmeye başladılar. Kadınlar, "Ahmet, sen en iyisi mutfağa bir daha girme," dediler.
Ahmet, bu kadar sakarlığa rağmen hala neşeliydi. Çünkü o, sakarlıklarıyla herkesi güldürüyor, köyün neşe kaynağı oluyordu. Köylüler, Ahmet'e "Dünbük Ahmet" demeye devam ettiler ama onu çok seviyorlardı. Çünkü Ahmet olmasa, köyde bu kadar eğlence olmazdı.
Ahmet, bir gün köyün meydanına çıktı ve "Biliyorsunuz ki, ben sakarım ama kalbim çok güzel" dedi ve herkes kahkahalara boğuldu. Ahmet kendi sakarlıklarıyla herkesi güldürmeye devam etti.