Ekonomik Akımlar ve Teoriler

Çağlayağmur

👪
Süper Moderatör
Aciyo Faiz Teorisi
Aciyo, İtalyanca’dan gelme bir sözcüktür. Aslı aggio’dur. Bankaların yaptıkları operasyonlar dolayısıyla müşterilerinden aldıkları ücreti ifade eder. Banka hizmetleri, zaman ve “mekan” boyutlarında olabilir.
“Mekan” boyutunda hizmete bir örnek transfer işlemleridir. Böhm – Bawerk’in Aciyo Faiz Teorisi’nde, aciyo terimi zaman boyutu açısından kullanılmıştır.
Aciyo Faiz Teorisi “zaman tercihi” kavramına dayanmaktadır. Bu teoriye göre, zaman sorunu faizin ağırlık merkezidir. İnsanlar, genellikle güncel gereksinmelerini ön planda tutarlar ve geleceği aynı ölçüde önemsemezler. Güncel gereksinmelerin ön plana alınmasının nedeni, iyimserliktir; ilerde her şeyin daha iyi olacağına beslenen inançtır. Önemli olan bugünün gereksinmesi, bugünün fırsatı olduğundan, elimizde bulunan para, yarı n elimize geçeceğini umduğumuzdan daha büyük değer taşır.
Şimdiki para, insanlara geleceğin parasından daha iyi görünür. Bugünün hazır parası ile yarının belirsiz parası arası nda, bir zaman tercihi vardır. Böhm-Bawerk de, Jean Baptiste Say gibi, paranın arz ve talep arasında bir saydam perde olduğunu düşünmüştür. Aslında malların parayla değil birbirleriyle değiştirildiklerini yazmıştır. Kredi, bugünkü malların yarınki mallarla mübadelesini sağlayan, mübadelelerle zaman boyutunu devreye sokan araçtır.
Elimizdeki paranın ya da bu parayla alacağımız malın yararı, yarının parasına ve malına üstündür. Başka bir deyişle, bugünkü malların yarınki mallarla, bugünün parası ile yarının parasını mübadele edebilmek için agio farkının giderilmesi gereklidir. Faiz, bu farkı gidermektedir.
Antagonizm Teorisi
Gelirlerin paylaşılmasında işverenle işçinin rakip durumda olduklarını iddia eden teoridir. Ricardo’ya göre, ücretle kârın kaynağı aynı olduğundan, bu gelirlerden birini artırmak diğerinin azalmasıyla mümkündür.
Paul Leroy-Beaulieu, bu teorinin statik karakterine dikkati çekerek hasılanın sabit olmayıp değiştiğini; üretimden işçi ve işverenden başka kimselerin de pay aldıklarını vurgulamış ve antagonizmin zannedildiği kadar katı olmadığını belirtmiştir.
Chicago Okulu
Chicago Üniversitesi’nde kurulan bir ekonomi okuludur. Bu okulun bir numaralı temsilcisi Milton Friedman’dır. Daha önce Chicago Okulu ifadesi üniversitenin siyaset bilimi ve sosyoloji konularında ün yapan öğretim üyeleri için kullanılıyordu.
Chicago Ekonomi Okulu’nda piyasa ekonomisinin en kuvvetli savunucuları toplanmıştır. Rekabet koşullarının muhafaza edilmesini ve monopolcü eğilimlerin önlenmesini savunmaktadır. Altın fiyatlarının serbest bırakılmasını, esnek kambiyo kurları uygulanmasını da savunmuştur. Para konusuna ağırlık veren bu okul, piyasa dengesini yalnız moneter tedbirlerle sağlamanın mümkün olduğunu savunmaktadır.
Chicago okulu ekonomik sistemin felsefesi, ekonomi siyaseti tercihleri ve kavramı ile ilgilenmiştir. Bu felsefenin en önemli özelliği, ana amaç olarak kişisel özgürlüğe ağırlık vermesidir. Bu bakımdan gelir dönüşümündeki eşitlik üzerinde duran bir çok ekonomistten ayrılmaktadır.
1928′den 1960′lı yılların sonlarına kadar Chicago Üniversitesi’nde profesörlük yapmış olan Frank Hü Knight kişisel özgürlüklere önem vermiştir. Chicago Okulu’nun ekonomi politikasını üç noktada toplamak mümkündür:
Ekonomik faaliyeti en iyi şekilde organize etmek için bu iş rekabetçi piyasalara terk edilmelidir.
Ekonominin devlet tarafından yönetiminin bir çok şekillerine karşıdırlar.
Bir ülkenin para sisteminin çok önemli olduğuna inanmaktadırlar.
Colbertizm
XVII. yüzyıl Fransa’sında, Colbert’in uyguladığı ulusal ekonomik politikaya verilen ad. Bu görüşe göre, maden kaynakları, Fransa’nın siyasal, ekonomik ve askeri gücünü etkileyecek bir öneme sahipti. Devletin elindeki maden varlığını arttırmak için, dışalıma yönelmek gerekirdi.
Dış ticaret dengesi, gerekirse savaşa ve zora başvurarak ele geçirilecek kaynaklarla kurulmalıydı. Bu görüş, devletin büyük şirketleri, yönetimi ve denetimi altında tutmasını savunuyordu. Deniz ticaretine, sömürgeciliğe önem veriyordu. Devlet, gümrük tarifelerini düzenlemeli, açtığı okullarda uzman ve teknisyen yetiştirmeliydi. Colbertizm, Fransa’da merkantilizmin özel bir uygulama biçimi olarak belirmiştir.
Doğal Ekonomi
Üretim faaliyeti sonunda ortaya çıkan ürünün, değişim konusu yapılmadan, doğrudan üretime katılanlar arasında paylaşıldığı ekonomik düzendir. Derebeylik düzeninin toprağı işleyen köleleri elde ettikleri ürünün bir kısmını toprak sahibine verir, kalanı da kendi aralarında bölüşürlerdi. Bu toplum düzeninde piyasa ve para yoktur. Dışa da kapalı olan doğal ekonomi düzeninin üç belirleyici özelliği vardır:
Tarıma dayalı bir ekonomik düzendir,
Paranın kullanılmadığı bir düzendir,
Sanayi öncesi bir toplum düzenidir.
Doğal ekonomi kavramıyla doğal düzen (natural order) kavramını karıştırmamak gerekir. “Doğal düzen”, 18. yy’ın ortalarında Fizyokratların geliştirdiği düşünce sistemi içinde yer alır. Fizyokratlara göre kaynağını Tanrı’dan alan doğal düzenin işleyişine devlet karışmamalıdır. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” özdeyişi ilk kez bu iktisatçılar tarafından ortaya atılmıştır.
Emperyalizm
Emperyalizm, imparatorluk kurma eğilimidir; bir devletin sınırlarını genişletme politikasına denir. Emperyalizm, aynı ekonomik ve sosyal bütün içinde etnik ve kültürel bakımdan farklı halkların, merkezi bir iktidarın otoriter yönetimi altında bir araya getirilmesi eğilimini ifade etmektedir.
Avrupa Ülkeleri 16. yüzyıldan itibaren özellikle merkantilist akımın etkisi ile yoğun bir sömürgecilik faaliyetine girişmişlerdir. Sanayi Devrimi, sömürgecilik ihtirasını artırmıştır.
Sömürgelerin ucuz ve devamlı hammadde temin etmeleri ve sanayi mamulleri için de sürüm alanı olması, ekonomik bakımdan emperyalist ülkelere büyük yararlar sağlamaktaydı. Bununla birlikte sömürgecilik yoluyla büyük kârların sağlanması ile Avrupalı işçilerin refah seviyesi artmakta, işsizlik ihtimalleri azalmaktaydı.
Modern çağların ürünü olan ekonomik emperyalizm, hammadde ve ticari sürüm alanlarının aranmasından doğmuş, merkantilist ve kapitalist çağla beraber ortaya çıkmıştır. Her imparatorluk ve her emperyalizm sömürgeci olmasa bile, imparatorluk yani emperyalizm olayı ile sömürgecilik arasında sık sık rastlanan bir bağ vardır. Nitekim 19. yüzyıldan beri Avrupa Ülkelerinin ekonomik gelişmesinde sömürgeciliğin önemli bir rol oynadığı gerçektir. Ancak kapitalist sistemin ayakta durmasını sağlayan tek unsur sömürgecilik olmamıştır. Bunu, daha çok bilim-teknoloji ve bu alanlardan yararlanma, sağlamıştır.
 
Fizyokrasi
Fizyokrasi, insan toplumlarının tabii kanunla yönetilmesi demektir. Tabii kanun felsefesinin düşünce dünyasına egemen olduğu 18. yüzyılda, Fransa’da gelişen bir okul da bu adla anılmaktadır. Okul mensupları, “fizyokratlar” diye tanımlanır. Okulun önde gelen temsilcisi Dr. F. Quesnay’nın eserlerinden biri, Droit Naturel, yani “Tabi Kanun” başlığını taşımaktadır.
Çağlarında çok kısa bir süre etkili olmakla beraber, Fizyokratlar, iktisadi düşünce biçimlerine getirdikleri yeniliklerle bugün de anılırlar. İktisadi düzenin işleyişini, soyutlama yöntemi ile kurdukları bir model çerçevesinde anlama çabaları, toplumu işlevlerine göre birbirinden ayırmaları, servetin kaynağını mübadele değil üretim sürecinde aramaları, tarım üretimini düşünce sistemlerinin merkezi yapmaları, başlıca özellikleri arasında sayılabilir.
Fizyokratlar, anlaşma, girişim ve ticaret özgürlüğü ya da özel mülkiyet gibi, liberal anlayışın temel ilkelerini savunurken, bu savlarını tabii kanun felsefesinden çıkarıyorlardı. Bu reformcu fikirleri ile de, 1789 Fransız İhtilâli arifesinde, monarşiye ve merkantilist politikanın Fransa’da yarattığı olumsuz etkilere karşı çıkmış oluyorlardı.
Kurdukları soyut modelden çıkardıkları vergi politikası önerileri özellikle önemliydi; çünkü, dönemin Fransa’sındaki büyük toprak sahiplerinin vergi ödemesi gereken tek toplum sınıfı olması gerektiği sonucuna varıyorlardı. Oysa, gerçekte kral, kilise ve soylular gibi büyük toprak sahipleri de hiç vergi ödemezken, kiracı çiftçiler ve köylüler ağır vergi ödemek zorunda bulunmaktaydılar.
Fizyokratların düşünce sisteminin açıklanmasında bir tıp doktoru olan Dr. F. Quesnay’nın (1694-1774) “Tableau Economique” adlı eserinin özel bir yeri vardır. Ayrıca, bu eserin günümüzde kullanılan girdi-çıktı tablosunun öncüsü sayılması, esere bir diğer açıdan da önem kazandırmaktadır.
Tableau Economique, temelde üç toplum sınıfına dayanır:
Toprak sahipleri, (dönemin Fransa’sında kral, kilise ve soylulardan oluşur)
Toprakları birincilerden kiralayarak işleyen girişimci çiftçiler
Kısır sınıf, (hem zanaatkârları hem de tüccarlar ve mali sermaye sahiplerini içerir).
Tableau’ya göre, gerçek anlamda üretken sınıf, bunlardan ikincisi, yani girişimci çiftçilerdir; çünkü, çiftçiler yarattıkları net (safi hasıla) ile kendi geçimlerini sağladıkları gibi, toprak mülkiyetini elde tutanların (ya da bunların gelirine dayanarak yaşayanlar) ve kısır sınıfın geçimini de sağlayabilirler. Oysa, kısır sınıf, produit net yaratmazlar. Bu sınıfın bir bölümü olan zanaatkârlar, produit net yaratmasalar da, üretim sürecinde kullandıkları hammaddelere emekleri ile bir değer eklerler. Bu değer, kendi gelirlerine eşittir ve tümüyle çitfçilere ödenen tüketim maddelerine gider. Bu sınıf, ayrıca, tarım ürünlerine iyi bir fiyat sağlamak için gereklidir.
Kısır sınıfın diğer bölümü olan tüccarlar ve mali sermaye sahipleri, hiçbir değer eklemedikleri için, geliriyle produit net’ten bir azalmaya yol açarlar. Toprak sahipleri ise, tarımın yarattığı produit net’i toprak rantı olarak ele geçirirler.
Produit net, bu modelde toplum sınıfları arasında dolaşan bir çevresel akımla tanımlanırken, paranın rolü hiç küçümsenmemiştir. Paranın sadece mübadele aracı oluşu değil, aynı zamanda iktisadi faaliyet üzerindeki rolü de göz önünde tutulmuştur. Bu bakımdan Fizyokratların, Merkantilistlerle Klasik Okul arasında bir köprü oluşturdukları söylenebilir.
Fizyokratlar, bu soyut modelden, kendi açılarından önemli olan bir de vergi politikası önlemi çıkarmışlardır. Bu, verginin tek olması ve sadece toprak rantı üzerinden ödenmesidir. Düşünce sistemlerinde tek üretken kesim tarım, tarımda yaratılan produit net’i ele toprak rantı olarak geçirenler de toprak sahipleridir.
Produit net, tüketimden arta kalan pay olarak tanımlanmaktadır. Öyleyse, diğer toplum sınıfları değil, toprak sahipleri ele geçirdikleri rant üzerinden vergi ödemelidir. Bu sav, daha sonraki birçok iktisatçı tarafından tekrarlanmıştır. Diğer yandan, Fizyokratlar, serbest dış ticareti de savunmuşlardır. Ancak, bu savları bir teoriye değil de tabii düzen anlayışlarına dayanmıştır. Dönemin Fransa’sında, Merkantilist dış ticaret müdahalelerinin tarım ürünlerinin iyi bir fiyat sağlamasını engellediğini anlamışlardır.
Okulun diğer önde gelen kişisi R. J. Turgot’dur; görüşlerini “Reşexions sur la formation et distribution des richesses” (1766) adlı eserinde açıklamıştır. Turgot, azalan gelir kanunu, toprak rantının doğuşu ve kapital birikiminin kaynağı olarak, rantın önemi gibi, iktisatçıların daha sonra uzun boylu inceledikleri konulara eğilmiştir.
Fizyokratlar, dönemlerinde çok kısa bir süre etkili olsalar ve tabii kanun gibi pek soyut bir kavramdan yola çıksalar da, iktisat teorisinin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır
 
Görünmeyen El Mekanizması
Serbest piyasa mekanizmasını ifade eden bu kavram, Adam Smith tarafından ortaya atılmıştır. İktisadi hayatta düzeni sağlayan ve hangi malların, kimler için, ne miktarlarda üretileceği gibi temel ekonomik sorunları çözümleyen bir görünmez el (serbest fiyat mekanizması) vardır. O nedenle hükümetler ekonomik hayata müdahale etmemelidirler görüşü, Görünmeyen El Mekanizması’nın savunucusu konumundaki Neo-Klasik iktisatçılar tarafından hararetle savunulmuştur.
Görünmeyen El Mekanizması sayesinde, ekonomide oluşan arz veya talep fazlalığı erir ve piyasa tekrar denge noktasına geri döner. Görünmeyen El Mekanizması talebin tamamiyle kırıldığı 1929 Büyük Buhranı esnasında, piyasaları dengesizlikten kurtarmaya yetmemiştir, bir mekanizma olarak çalışamamıştır.
Karma Ekonomi
Karma ekonomi, iki evrensel ekonomik sistem olan “kapitalizm” ve “sosyalizm” arasında yer alan, fakat özü itibariyle kapitalist sistemin özelliklerini taşıyan bir ekonomik düzendir. Karma ekonomi düzeninin çağdaş kapitalizmin uygulamada vardığı yeni bir aşama değil, tamamen bağımsız üçüncü bir sistem olduğunu savunan görüşler de vardır.
Karma ekonomi düzenini benimseyenlere göre kapitalist düzen liberalizme dayanmaktadır. Bu toplumsal görüşte kişinin hakları ve çıkarları her şeyin üstünde tutulduğundan toplumun çıkarları ihmal edilmektedir. Kapitalizmin karşısında yer alan “sosyalizm”de ise, toplumun çıkarları her türlü kişisel çıkarın üstünde tutulmaktadır. Oysa “karma ekonomi” düzeninde, anılan iki sistemin taşıdığı temel çelişkiler çözülmüş, yani kamu yararıyla kişisel çıkar bağdaştırılmıştır.
Buna göre, kişi ne her şeyin üstünde tutulmakta, ne de topluma feda edilmektedir. Ancak kişilerin çıkarlarıyla toplumun çıkarlarının çatışması halinde toplumun çıkarları öncelik kazanmakta ve kişinin bazı temel hakları kısıtlanmaktadır. Örneğin, kişinin mülkiyet ve miras hakları, bazı durumlarda kamu yararı nedeniyle yasalarla sınırlandırılmaktadır.
Karma ekonomi düzeninde hangi malların ne miktarda üretileceği, yani kaynak dağılımı sorununun çözümünde, tüketici tercihleri esas alınmaktadır. Fakat, kaynakların etkin kullanımı açısından, birçok alanda piyasa fiyatlarının bu tercihleri doğru olarak temsil etmediği görülmektedir. Bu durumlarda devlet, “toplum tercihlerine uygun üretimi sağlamak gayesiyle piyasa mekanizmasını düzeltici” önlemler almaktadır. Böylece, tekelleşmeyi önlemek, herkese çalışma olanağı sağlamak, gelir dağılımındaki dengesizliği azaltmak, işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek gibi temel hedeflere yönelik önlemlerle, ekonominin istikrar içinde büyümesini sağlama görevini yüklenmiş bulunmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde sermaye, teknik bilgi, girişimci ve yetişmiş işgücü kıtlığının yarattığı darboğazların kısa sürede aşılması için, “planlı bir karma ekonomi” düzenine ihtiyaç duyulmaktadır. Kaynakların israfını önlemek ve sosyal adalet içinde hızlı kalkınmayı başarmak için başvurulan bu planlama, kamu kesimi için emredici, özel sektör içinse yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.
Örneğin, 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 166. maddesi, “ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak” görevini devlete vermiştir.
Türkiye’de uygulanan bu “planlı karma ekonomi” düzeninde, özel mülkiyet ve girişim serbestisi, kişinin temel hakları olarak Anayasa’da yeralmaktadır. Ancak devlet, kişi haklarını Anayasa ve bağlı yasalar çerçevesinde, kamu yararı nedeniyle sınırlama yetkisine sahiptir.
Karma ekonomi doktrini, büyük ölçüde çeşitli ülkelerdeki uygulamaların sonucunda ortaya çıkmış bir sentezdir. Tarihi gelişim içinde önce “karma ekonomi” anlayışının farklı uygulamaları yaşanmış, daha sonra bu düzenin düşünce sistemi gelişmeye başlamıştır. XX. yy’ın sonuna yaklaşılırken, Türkiye dahil, dünya ülkelerinin çoğunda “karma ekonomi sistemi” benimsenmiştir. Ancak, her ülkede düzeni belirleyen kurumların yeri ve önemi değiştiğinden, sistemin “saf” şekline uyan örneğe rastlanmadığı söylenebilir.
 
Komünist Manifesto
Komünist manifesto, Karl Marx ve Friedrich Engels’in birlikte yazdıkları ve bilimsel sosyalizmin temel ilkelerini sistemli olarak ortaya koydukları broşüre denir. Uluslar arası Emekçiler Birliği’nin ve daha sonraki sosyalist ve komünist partilerin programlarının temelini oluşturmuştur.
Marx ile Engels’in materyalist tarih anlayışını dile getiren Komünist Manifesto’da bütün sınıflı toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri, tarihi olduğu anlatılmak istenir. Burjuvalar ve Proleterler başlıklı I. bölümde toplumsal gelişme yasaları ele alınarak, kapitalist düzenin yerini sosyalist topluma bırakacağı ve bu tarihsel rolün proleteryaya düştüğü belirtilir.
Proleterler ve Komünistler başlıklı II. bölümde proleterya iktidarı, kapitalizmin sosyalizme geçiş, mülkiyet, aile ve ulus konuları çözümlenir. III. bölüm olan Sosyalist ve Komünist Literatür’de çeşitli küçük burjuva akımlarının kapsamlı bir eleştirisinin yanı sıra tutucu ve ütopyacı sosyalist ve komünist akımlar irdelenir. Komünistlerin Bugünkü Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Tutumu adlı IV. bölümde öbür muhalefet partileri ile komünistler arasındaki ayrımlar belirlenir.
“Avrupa’da bir hayalet kol geziyor: komünizm hayaleti sözleriyle başlayan manifesto, ünlü; Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yoktur. Oysa, kazanacakları koskoca bir dünya vardır; bütün ülkelerin işçileri birleşin! Sözü ile sona erer.”
Liberalizm
Liberalizm, dini inançların söz konusu olduğu hallerde, politik faaliyette ve ekonomik yaşamda endividualizmi, özgürlüğü ve toleransı benimsemiş akımları belirten genel terimdir. Dini sorunlarda, liberalizm vicdan özgürlüğünü savunmuş, bağnazlığa karşı çıkmış, mezhep ayrılıklarının alevlendirdiği sosyal gerginlikleri onaylamamış ve kişisel inançlara saygı gösterilmesini istemiştir.
Liberalizm, politikada demokrasi ilkelerini desteklemiştir. İnsan haklarının savunuculuğunu yapmıştır. Liberaller, köleliğin kaldırılmasını, bireylerin baskı altında yaşamaktan kurtarılmasını, vatandaşların kanun önünde eşit olmalarını, genel oy hakkının kutsallığını ve hükümetlerin halka sorumlu tutulmasını istemişlerdir. Liberalizm, halk içinden çıkmış, halkla beraber olan ve halk için çalışan, anayasal iktidar düzenlerini benimsemiş bir doktrindir.
İktisadi liberalizm, dışalım serbestliğini, gümrük vergilerinin indirilmesini, serbest rekabeti savunmuş ve devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkmıştır. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler sözü, iktisadi liberalizmin sloganıdır.
İktisadi Liberalizm, Büyük Sanayi Devrimi çağında İngiltere’de doğmuştur. İngiliz liberalleri, fizyokratlardan Vincent de Gournay’ın “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü, iktisat politikasına ana ilke olarak benimsemişlerdir. İktisadi Liberalizm’in öncülüğünü yapmş ilk iktisatçılar: Adam Smith, Ricardo, Jeremy Bentham, Richard Cobden, John Bright ve John Sturat Mill’dir.
 
Manchester Okulu
1838 yılında Manchesterlı iki işadamının Hububat Kanunu’na (Corn Law) karşı kurmuş oldukları derneğin üyelerine verilen addır. Klasik İngiliz ekonomistleri serbest ticaret taraftarı idiler; İngiltere’de tarımın hububat kanunlarıyla himaye edilmesine karşı çıkıyorlardı.
Sanayi Devrimi sırasında her yıl parlamentoya serbest ticaret lehinde kanun teklifleri yapılmaktaydı. Bu hareket, 1838 yılında Hububat Kanunu’na karşı kurulmuş olan dernekle kuvvet kazanmıştır.
Dernek, Richard Cobden ve John Bright adlarında kendi kendilerini yetiştirmiş iki Manchesterlı işadamı tarafından, toplu hareketi siyasi bir baskı aracı olarak kullanmak üzere kurulmuştu. Bir taraftan bu derneğin üyelerinin faaliyeti, diğer taraftan İngiltere’de tarımdan az ürün elde edilmesi ve İrlanda’da açlığın başgöstermesi sonucu, muhafazakâr hükümet 1846 yılında hububat kanunlarını kaldırmıştı.
Uzun süren parlamento tartışmalarında muhalefet lideri Disraeli, hububat kanunlarının kaldırılmasını savunanlara karşı “Manchester Okulu” terimini kullanmıştıü Bu ifade ile, Muhafazakâr Parti’nin Manchester ve dolayındaki pamuk imalatçılarının etkisi altında kaldığını vurgulamak istemişti.
Daha sonra Manchester Okulu terimi, fabrikalara ve işçi sendikalarına cephe alan İngiliz klasik ekonomi okulunu karikatürize etmek için kullanılmıştır. Gerçekte klasik ekonomistler bu kadar aşırı fikirleri benimsemiş değillerdi. Bu nedenle, bir Manchester ekonomi okulundan çok, bir Manchester işadamları ve politikacılar okulundan söz etmek daha yerinde olur.
Marjinalizm
Değerin emekle değil, marjinal fayda ile açıklanmasını öngören yazarların oluşturduğu düşünce eğilimine verilen addır. “Marjinalist devrim” olarak da adlandırılan bu oluşum, Menger’in Grudstze (1871), Jevons’un Theory (1871) ve üç yıl sonra Walras’ın Elçments adlı kitaplarıyla gerçekleşmiştir.
Bu üç ekonomist, birbirlerinden habersiz olarak yazdıkları kitaplarda, sübjektif zevki, nispi fiyatların açıklanmasında temel nokta olarak kabul etmişler ve emekdeğer teorisinin yerine marjinal fayda değer teorisini benimsemişlerdir.
Aslında “marjinal fayda” kavramı çok daha eskilere gitmektedir. 1830′lu yıllarda Senior, Lloyd ve Longfield tarafından kavram olarak sözü edilmiş, 1844′te Dupuit, 1854′te Gossen ve 1855′te Jennings, tüketici davranışını açıklamak için yine bu kavramı kullanmışlardır.
Marjinal fayda teorisinin önemi, maksimum etki ile dağılım sorununun çözüm şeklini vermesiydi. Nitekim aynı yaklaşım hanehalkından firmaya, tüketim teorisinden üretim teorisine kadar çeşitli alanlarda uygulanmıştır. Klasik teoriden modern teoriye geçişte de marjinal analizin bir bütün olarak kabulü rol oynamıştır. Marjinal fayda teorisinin doğmasıyla ilgili dört açıklama öne sürülmüştür:
Ekonomi disiplini içinde otonom bir entellektüel harekettir,
Felsefi akımların bür ürünüdür,
Ekonomide belirli kurumsal değişmelerin ürüüdür,
Sosyalizme karşı, özellikle marksist sosyalizme karşı bir harekettir.
Aslında birinci açıklama tarzı daha fazla ağırlık taşımaktadır. 1850′lerde ve 1860′larda klasik ekonomi iflâs etmiş ve dağılmıştır. John Stuart Mill, Principles adlı kitabında emek-değer teorisini terketmiş, ücret fonu teorisini tekrar ortaya atmıştır. İngiltere’deki tartışmalar da Jevons’un marjinalist düşünce tarzını büyük çapta etkilemiştir.
 
Marxist Ekonomi
Karl Marx’ın kapitalist ekonomilerdeki süreçleri inceleyen ve eleştiren “ekonomist” yanıdır. Marx özellikle, değer fiyat ve kâr gibi ekonomik olaylar üzerinde durmuştur. Marx’ın ekonomik olayları ele alıp incelemesindeki amacı, modern herhangi bir ekonomistin amacından farklı değildir: Belirli bir tarih dönemindeki ekonomik olayları ele alarak bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini tarafsız ve tutarlı bir şekilde ortaya çıkarmak, tıpkı modern iktisatçıların değer, ücret ve kâr kuramlarında ortaya koyduğu tümdengelimci mantık düzeni ve bazı dağınık tümevarımlı verileri ile Marx, hiç değilse sunuş açısından, modern ekonomi kuramına son derece yaklaşmaktadır.
Marx, kapitalist ekonomilerde faaliyette bulunan değer belirleyici kuvvetleri incelerken iki değer biçimi arasında kesin bir ayrım yapar: “Kullanım değeri” ve “mübadele değeri.” İlki, yani kullanım değeri, bir nesnenin mal sahibi için ne kadar kullanışlı olduğunu ya da kullanılmasından mal sahibinin ne kadar yararlandığını, tatmin olduğunu, zevk aldığını gösterir.
Kullanım değeri, bir soyutlamadır. Tamamen içsel bir kavramdır. Kullanım değeri yönünden bir nesnenin niceliğini yalnız ve yalnız onu kullanan ya da kullanacak olan kimse belirleyebilir. O zaman bile, kullanım değeri olan bir başka birime kıyasla, sahibinin nazarında artı ya da eksi nicelikte olabilir.
Marx’ın mübadele değeri teriminden kastı, mübadele sırasında bir birimin diğer bütün birimlere hakim olabilme derecesidir. Bunu daha açık bir şekilde ifade edersek, bir malın “mübadele değeri”, o malın hangi orantılı niceliklerde diğer mallarla mübadele edildiğidir.
Marx’ın sürekli olarak kullandığı değer terimi, aslında mübadele değeri anlamına gelmektedir ve bu bakımdan modern ekonomideki “değer” teriminden hiç de farklı değildir; “kullanım değeri” olmadan “mübadele değeri”nin olamayacağını söyler.
Bütün iktisatçılar gibi Marx da, değişik “mübadele değeri” biçimleri olduğunu belirtmiştir. Doğal değerler (ve onun yanı sıra “doğal fiyatlar”) ile piyasa değerleri (ve onun yanı sıra “piyasa fiyatları”) arasında kesin bir ayrım yapmıştır.
Marx, zaman zaman “doğal değer” ile eşanlamda “gerçek değer” terimini de kullanmaktadır. Marx’ın doğal ya da gerçek değer kavramı ile modern ekonomi biliminin normal değeri arasında hiçbir fark yoktur. “Doğal değer”, bir malın uzun dönemdeki ortalama değer düzeyidir. O malın kısa dönem değerleri, bu düzeyin çevresinde dalgalanır.
Marx’a göre, gerçek değerden sapmalar olmasının tek nedeni, piyasadaki arz ve talep kuvvetleridir. Arz ve talebin noksansız dengesi sırasında, gerçek değer ile piyasa değeri birbirine eşittir. Gerçek değerden sapmalara nasıl arz ve talep kuvvetleri sebep oluyorsa, gerçek değerin oluşumunu da başka bir kuvvet belirlemektedir.
Marx, piyasa değer ve fiyatlarının gerçek değer ve fiyatlara uymadığından sık sık söz eder. Emekteki ortak unsur, süre unsurudur. Yani diyebiliriz ki, tüm mallardaki ortak değer-yaratıcı ve değer-belirleyici unsur, emek süresidir.
Değer kuramını iyice anlayıp özümleyebilmek için birçok noktanın sürekli olarak akılda tutulması gerekir. Marx, “bir maldaki emek miktarı” derken, yalnız ve yalnız üretim sürecinin son aşamasındaki ya da malın “mübadele edilebilir” hale gelmesi için son biçimsel değişmeleri geçirdiği andaki emeği kastetmediğini kesinlikle belirtmiştir.
Bir malın değerini belirleyen emek miktarı, gerekli hammadde, enerji ve makinelerin üretildiği andan başlayarak, o malın bütün üretim aşamlarındaki bütün emeği kapsamına alır. Malın üretimi sırasında aşınan makinelerin onarımında kullanılan emek de, o malın değerini belirleyen emek miktarına dahildir. Aynı şekilde, bir malın hammadde makine yapısı ise, o hammaddenin yapımı sırasında aşınan makinenin onarımına harcanan emek de “o maldaki emek miktarı”na dahildir. Böylelikle her “mal” üretilmesi için değişik zamanlarda, değişik üretim birimlerinde ve değişik biçimlerde kullanılmış olan toplam emeğin bir “maddi zarfı”, bir “kabı”ndan başka bir şey değildir.
Değer kuramı, ürünü ne olursa olsun, ne kadar verimsiz kullanılırsa kullanılsın, her emeğin değer yarattığını kesinlikle öne sürmemiştir. Marx, “bir üründeki emek miktarı ne kadar fazla olursa, o ürünün değeri de o kadar artar” şeklinde bir tartışma geliştirmemiştir. Demek ki “değer-yaratıcısı” olan emek değil, sosyal emektir.
Ücret kuramını ekonomik olaylara uygularken, Marx’ın karşısına iki güçlük çıkmıştır. Gerçek ücret ya da emeğin üretim maliyeti, emekçinin en basit şekli ile maddi yaşamını sürdürmesi için gerekli bir miktar ise, kuram baştan, bazı edimsel ücret durumları ile çelişkiye düşmektedir. Bu görüş kabul edilecek olursa, kapitalist sistem içinde ücretleri arttırmak için girişilecek teşebbüslerin başarısız olacağı da varsayılmaktadır.
Buna karşılık, işçiden gelecek birtakım istek ve çabalarla işgücünün üretim maliyetini genişletmek mümkün olsa, kapitalist sistem içinde işçilerin ücretlerini artırmayı başarmaları olanağı da doğacaktır. Marx, bu iki şıktan birini tam olarak kabul etmeye yanaşmamıştır. Zaman zaman işgücü maliyetinin ücret-belirleyiciliğini asgari maddi geçim açısından ele almakta, zaman zaman ise “asgari geçim” kavramını daha geniş bir kapsam içinde yorumlamaktadır.
Soyut biçimi ile Marx’ın ücretler kuramı, son derece açıktır. Ancak, “işgücü’nün asgari” geçimi kavramının kapsamına nelerin girip nelerin girmediğini ortaya koymak gerekince, bu açıklık kaybolmaktadır. Bu noktadaki ayrımlar, berrak suya bulanıklık getirmiştir. Bazı hallerde “asgari geçim”, beden sağlığının korunması için gerekli araç ve gereçler gibi sınırlamalara sokulmakta, bazı hallerde ise, işçinin geçmişini ve günlük toplumsal çevresini kapsamına alacak şekilde genişletilmektedir.
Marksist kuramları bir bütün olarak düşündüğümüz takdirde, ücretlerin, asgari maddi geçim düzeyi ile sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu görürüz. Asgari maddi geçim düzeyinin bu “çekiş”ine karşıt eğilimler varsa, bu eğilimler ya geçicidir ya da son derece yavaş işlemektedir. Dolayısıyla önemsenecek bir etkileri yoktur ve kapitalist düzende faaliyette bulunan temel kuvvetler arasında sınıflandırılamazlar.
Marx, ücretlerin asgari maddi geçim düzeyini önemli bir şekilde aşmasını önleyen kuvvetlerin kapitalist düzenlerde faaliyette olduğunu söylemiştir. Marx’ın bir “ortalamalar” kavramı yolu ile temel değer kuramında yaptığı değişiklikler yeni bir durum yaratmamıştır.
Değer-belirleme olayının özü yine ilk kuramdır. Aynı şekilde, “asgari geçim” kavramındaki belirli bazı değişiklikler ve ayrıcalıklar sonucu etkilememektedir. İşgücü üretim maliyetinin değer-belirleyici niteliği, yine “asgari maddi geçim”e dayanmaktadır.
Marx, siyasi ekonomistlerin şu yoldaki bazı görüşlerine yabancı değildi: Kapitalistler, ellerine geçen fonları üretim süreçlerinde daha çok işçi istihdam etmek için kullanırken “tasarruf” olmadan sermaye birikimi olayının meydana gelemeyeceğini, bu sebepten, en az işgücü kadar, “tasarruf”un da önemli olduğunu ve pay alması gerektiğini savunmaktaydılar.
Bu görüşlere Marx iki cevap birden vermiştir. İlk cevabı şudur: İlk sermaye fonları, topraklarından koparılıp alınan toprak işçilerinden sağlanmıştır. Modern kapitalistlerin “tasarruf” ettiği iddia edilen fonlar da, ilk sermaye fonları gibi, çalınmıştır. Aradaki fark, hırsızlığın değişik biçimde yapılmasıdır; zira yeni fonlar artık değerden sağlanmaktadır.
Marx’a göre kapitalist düzenin temeli, değer ve ücretleri belirleyen süreçler ile sermaye birikimi olayıdır. Marx, bu süreçleri ve birikim olayını suçlamamıştır. Bunlar kapitalist düzenin parçalarıdır. Ayrılmaz parçalar olarak ne onlar kapitalist düzenin dışında varolabilir ve ne de kapitalist düzen onlarsız yaşayabilir. Tek başlarına bu süreç ve olayları “ahlâksız” diye kötülemek mümkün değildir. Bunları “ahlâk” ve “insanlık” dışı kılan nedenler, kapitalist düzenin ayrılmaz parçaları olarak, insan refahının ve iyiliğinin aksi yönde çalışmalarıdır. Bunlar içsel tutarsızlık ve çelişmeler içindedirler.
Emekçilerin kendilerini sömürmeye çalışan kapitalistin bu çabalarına engel olduklarını ya da kârlılık yüzdesinin aşağı yukarı sabit kaldığını kabul etsek bile, artık değerin varlığı ve ücretlerin geçim düzeyine adeta yapışık olması, kapitalist sistem içinde yeni bir çelişmenin doğmasına sebep olacaktır.
Buhran (depresyon), kapitalist düzene özgü kuvvetlerin kaçınılmaz bir ürünüdür. Marx ve Engels’e göre çöküntü ya da buhranların sebebi şudur: “Bir fabrikadaki üretim sürecinin toplumsal örgütlenişi öylesine bir gelişme noktasına ulaşmıştır ki, toplumdaki üretim anarşisi ile bağdaşmayacak durumdadır.”
Yeni makineler kullanmak ve sanayi bireyinin çıktısını arttırmak için, kapitalist işverenin üzerinde rekabet koşullarının yarattığı sürekli bir baskı vardır. Adı geçen bireyin karar verme yetkisi yalnızca kendisine ait olduğu için de, yeni makineler alabilecek durumdadır. Emek, istihdam şekillerini de değiştirebilir ve değiştirir. Böylelikle sanayi bireyindeki sürecin bütün unsurlarını eşgüdümleyerek (koordine ederek), ürünlerin daha büyük hacimde çıktısını sağlar.
Bütün kapitalist işverenler aynı baskıya açık olduklarından, hepsi de böyle bir politika izlerler. Bu durum, tek tek düşünüldükleri takdirde, bütün sanayi bireyleri için son derece akılcı ve doğru bir yöntemdir. Toplumdaki tüm sanayii bir bütün olarak düşünürsek, toplam çıktı ve toplam piyasa alış gücü arasında eşgüdümü sağlayacak unsurların bulunmaması sebebiyle, sanayinin içinde bulunduğu koşullar hızla “anarşi”ye döner.
Marx’a göre, kapitalist sanayi bireyleri arasında gitgide kızışan rekabet, “mali sermaye” ve “kapitalist emperyalizm” e yol açacaktır. “Sermaye tekelleri, üretimin tümünün prangaya vurulmasından başka bir şey değildir.”
Marx ayrıca, merkezileşme ve birçok sermayedarın birkaç sermayedar tarafından yutulması olayının ayrılmaz bir parçası olarak, “insanların, dünya pazarlarının ağına düşmesi” ve “kapitalist rejimlerin enternasyonalist (uluslararası) çehresinin oluşması”nı görmektedir.
Mali sermayenin kapitalist bir ülkenin sınırlarından taşarak bir başka ülkeye sıçraması anından itibaren, kapitalist emperyalizm aşamasından söz edilebilmektedir. Mali sermayenin egemenliği, işte tam anlamı ile ve köklü bir şekilde kurulmadan, yani sermaye bir ülkeden diğer bir ülkeye kolaylıkla taşınabileceği “para” ya da “kredi” biçimlerini almadan, kapitalist emperyalizm aşamasının başlama olanağı yoktur.
Kapitalist emperyalizm “tartışılmayacak bir şekilde, kapitalist gelişmenin özel bir aşamasını oluşturmaktadır. Ama emperyalizmin ne zaman başlayacağı üzerinde tahminlerde bulunarak fikir yürütmek saçmalıktır.”
Emperyalizmin değişik kapitalist “mali sermaye” ile ve kapitalist ülkelerde değişik zamanlarda başlaması olağandır. Zira, kapitalist koşullar altında değişik teşebbüslerin, tröstlerin, sanayi kollarının ve ülkelerin eş ve koşut bir gelişme göstermesi olanaksızdır.
Kapitalist emperyalizm aşama özelliklerini, pazarların ve mali sermaye için kârlı yatırım alanlarının bulunup korunması amacına yönelmiş emperyalist bir mücadeleden almaktadır. Kapitalist üretimin bu aşamasında gelişmenin kesintili ve zaman zaman tutarsız olmasına rağmen, 1916 yılında Lenin, “bu aşamanın bazı ülkelerde başladığını” söylemiştir.
Marksist kurama göre, kapitalist üretimin yarattığı çelişkiler varolduğu ülkeden taşarak bütün dünya üzerinde genişleme ve gelişme olanaklarına kavuşursa, ortaya kapitalist emperyalizm çıkar. Ulusal sınırları aşan mali sermaye ve tekeller, özgürlük için değil, birbiri üzerinde egemenlik kurmak için mücadele ederler.
Marksist kurama göre, kapitalist emperyalizmin hem yaratıcısı ve hem de varlığını sürdürdüğü alan durumunda bulunan kapitalist üretim sürecini parçalayacak yıkıcı kuvvetler, emperyalist savaş ya da savaşlar tarafından harekete getirilip geliştirilecektir.
 
Geri
Top