Baharın tatlı tebessümlerinin insanları tabiatla baş başa kalmaya davet ettiği güzel günlerden birinde, şehrin büyük parklarından birinde oturuyordum. Dikkatimi az ilerideki kalabalık çekti. Etrafı çeşitli ağaçlarla süslenmiş 'yürüyüş yolu'nda iki genç, birkaç dakikalığına kendileriyle konuşmaya ikna edebildikleri insanlara sorular soruyordu. Kalabalığa karışıp konuşulanlara kulak verdim. İki soru soruyorlardı:
1- "İki insan arasında karşılıklı sataşmayla başlayan, sonra da fiilî şiddetle devam eden kaç kavgaya şahit oldunuz?"
2- "İki insan arasında karşılıklı kavganın bıçak veya tabanca gibi bir âletle yaralama veya öldürmeyle neticelenmesine şahit oldunuz mu?"
Birinci soruya muhataplar biraz düşündükten sonra; "Bir veya birkaç defa şahit olduk." şeklinde cevap verirken, ikinci soruya; "Hayır olmadık, Allah korusun, olmak da istemeyiz." şeklinde cevaplar veriyordu. Meraklanmıştım. Bir müddet bu gençleri izledim. Etrafları biraz sakinleşince yanlarına yaklaştım. Konuşma teklifimi memnuniyetle kabul ettiler. Kısa bir tanışma faslından sonra, bir araştırma yaptıklarını öğrendim. Akademisyen olmam sebebiyle meseleye ilgim daha da artmıştı. Biraz sonra parkın çay bahçesinde derin bir sohbete daldık.
Gençler; bizi sürekli esareti altında tutan, ferdî ve ailevî hayatımızı içten içe çürüten "televizyon müptelâlığı" üzerine bir araştırma yapıyorlardı. Ellerindeki araştırma neticelerinden bahsettiklerinde, meselenin vahim boyutlarını daha iyi anladım. Az önce kendilerine yöneltilen sorulara "Görmedim." veya "Çok az gördüm." diyen insanlar, aslında bu tür şiddet hâdiselerinin yüzlercesine, televizyonda her gün şahit olmaktaydılar. Bir araştırmaya göre; televizyondan, yaşadığımız mekânlara akan kötü örnek oluşturabilecek görüntü sayısı, hafta boyunca 2.000 ile 4.000 arasında değişmektedir. Yüzlerce kanalı bünyesinde bulunduran uydu yayınları da hesaba katılınca, bu rakamın daha da artacağı şüphesizdir. Haber bültenlerinde haftada ortalama 8001.000 civarında şiddet (karşılıklı yumruklaşma, bıçakla, tabancayla yaralama, öldürme, trafik terörü) sahnesi ekranlarda akarken, defalarca yapılan tekrarlar sayesinde, bu görüntülerin sayısı iki üç katına çıkmaktadır. İnsanlarımız bu sahneleri bazen yemek yerken, bazen ailece oturup konuşurken, sıradan hâdiselermiş gibi seyretmekte, bu görüntülerin özellikle çocukların şuuraltında ciddi tahribatlara sebep olduğunun farkına bile varmamaktadır.
Araştırma yapan gençlerdeki bilgiye göre, evlerimizin % 80'inde iki veya daha fazla televizyon bulunmaktadır. Bu televizyonlardan birisi ortak kullanılan mekânda başköşede kuruluyken, diğeri ya mutfakta veya diğer bir odada her türlü kontrolden uzak şekilde seyredilmektedir. Netice olarak, aile fertleri arasında var olması gereken ve ailenin temel harçlarından biri olan karşılıklı iletişim, ya tamamen ortadan kalkmış veya zarurî ihtiyaçları karşılayacak seviyeye inmiştir. Aile fertleri, birbiriyle ancak reklâmlar sırasında konuşabilmektedir.
Pek çok evde, özellikle de çalışan annelerin çocuklarının bakıldığı evlerde, çocuk dadılığı televizyonların tekelinde bulunmaktadır. Çocuk bakma adına yapılan en kolay şey, çocuğun televizyon karşısında oyalanmasını sağlamaktır.
Aile içinde böyle olduğu gibi, toplum içinde de insanlar arasındaki münasebetler, büyük ölçüde televizyonun yönlendirdiği istikamette cereyan etmektedir. İnsanlar birbirlerinin dert ve sıkıntılarını paylaşma yerine, dizi kahramanlarının kurmaca hayatlarını paylaşmakta ve tartışmaktadır. Dizi çekim mekânları, ziyaretçi akınına uğramakta, kahramanların giysileri, takıları çarşı pazarlarda kapış kapış satılmakta, cep telefonlarından dizi müziklerinin, jeneriklerinin sesleri yankılanmaktadır. Çocukların yatak odaları, kullandıkları eşyaları, okul araç gereçleri, hiç de masum olmayan dizi ve çizgi film kahramanlarının karakterleriyle dolup taşmaktadır. Çocuğun tertemiz masum dünyası, ilerideki hayatında kendisine yön verecek şuuraltı şimdiden karartılmakta, önü alınmaz tehlikelere davetiye çıkarılmaktadır.
Tüketim alışkanlıklarımızı da, televizyon ve diziler sayesinde esir alan üreticiler, karşımıza sundukları sanal karakterleri, sadece ekranla sınırlı bırakmayıp, günlük eşyalara, yiyecek ve içecek piyasasına, bilgisayar oyunları gibi farklı tüketim alanlarına da kaydırarak kazançlarına kazanç katmaktadırlar.
Gençlerin elindeki araştırmanın bir başka bölümü de, insanın karşı karşıya bulunduğu tehlikenin bir başka boyutuna dikkat çekmekteydi. Dizi kahramanları, genellikle "iyi bir gaye" için her türlü şiddeti kullanabilen karakterler olarak sunulmaktadır. Bu yüzden de akla hayale gelmedik şiddet tabloları, genellikle bu "iyi gaye" şemsiyesinin altına sığınmaktadır. Çocukların yarısından fazlası, bu dizi karakterlerini "güçlü, yardımsever ve iyi" olarak tanımlamaktadır. Bu olumlu kanaatler de, onların taklit edilebilme, model alınabilme ihtimalini artırmaktadır. Anne babalar da, en çok çocuklarının dizi kahramanlarını taklit etmelerinden ve kendilerini onlarla özdeşleştirmelerinden dert yanmaktadır. Çocukların genellikle kendi çıkarları için şiddete başvuran kötü adamı değil de, toplumun iyiliği için kötüleri cezalandıran kahramanı taklit etme eğilimde oldukları gözlemlenmiştir. Dizilerdeki iyi kahramanlar gibi problemleri çözmek için şiddet ve saldırgan davranışlar sergilenmesi, bu kahramanın hep haklı olması, hep el üstünde tutulması, tenkit edilip kınanmaması bu tür davranışların iyi kabul edilip yayılmasına yol açmaktadır. Dizilerdeki iyi kahramanların ne tür şiddete başvurursa vursun, hiçbir zaman hâkim, savcı veya polisle muhatap olmaması da, çocukların zihninde bu şiddetin masum ve kabul edilebilir bir şey olduğu kanaatini yerleştirmektedir. Bunun neticesi olarak, çocuklar da, tıpkı dizi ve filmlerdeki rol model kahramanlar gibi, saldırganlık ve şiddet yoluyla problemleri çözebileceklerine inanmışlar ve gerçek hayatta buna uygun davranmaya başlamışlardır.
Günlük televizyon seyretme süresi arttıkça, kaygı-endişe, depresyon, post-travmatik stres bozukluğu gibi etkilerin de arttığı görülmüştür. Ülkemizde, insanların ortalama 8 saatini uykuda geçirdikleri hesaba katılarak yapılan bir araştırmada kişilerin hafta içi günlerinde ortalama 34 saatini, hafta sonu ise günlük ortalama 5 saatini televizyon karşısında geçirdiği görülmektedir. Bu süre, yıl olarak hesaplandığında, bir öğrencinin okulda geçirdiği bir yıllık süreden daha fazladır. 36 yaşları arasında okul öncesi dönemindeki bir çocuğun, günün 6 saatini televizyon karşısında geçirdiği düşünülürse, bu çocuk, haftada 107,5, yılda 5.590 dolayında şiddet, ölüm, intihar ve pek çoğu öldürmek üzere plânlanmış bıçakla, silâhla veya döverek yaralama görüntüsü izlemiş olur. 1117 yaş çocuklarında ise bu rakam haftada 53,6, yılda 2.787 olumsuz görüntü olarak karşımıza çıkar. Bu araştırma neticelerinden yola çıkıldığında, 3 yaşından 17 yaşına kadar bir çocuğun toplam 59.594 cinayet, yaralama ve ölüm görüntüsü izlediği gerçeği ile yüz yüze geliriz. Bu neticelerin ışığında, evde ebeveynlerin, okulda öğretmenlerin ve genelde bütün toplumun şikâyet ettiği gençlerdeki şiddet eğiliminin ve agresifliğin temel sebepleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda görülen ve onların ruh sağlığını ciddi bir şekilde etkileyen birçok korkunun, seyrettikleri dizi ve filmlerdeki şiddet ve dehşet sahnelerinin neticesi olduğu da bilinen bir gerçektir.
Başka araştırmada da, televizyondaki olumsuz görüntülerin algılanmasına yönelik çok çarpıcı neticeler ortaya çıkmıştır. Televizyonun ses ve görüntülü uyaran olarak şiddet davranışının algılanması ve öğrenilmesine tesirinin deneylerle incelenmesinde; 18:0022:00 saatleri arasında yayımlanan haber, dizi, film gibi programlardan kesitler alınarak, bunlar çocuklara önce sadece ses olarak dinlettirilmiş, sonra sadece görüntü olarak izlettirilmiştir. Son olarak ses-görüntü birlikte verilerek çocuklardan algıladıklarının resmini yapmaları istenmiştir. Çocukların % 74'ü sadece ses duymalarına rağmen, resimlerinde karşılıklı dövüş, yaralama, öldürme, ateşli, kesici, delici âletle yaralama, öldürme, ferde veya gruba yönelik silâhlı çatışma, bombalama, havaya uçurma, yetişkin veya çocuğa yönelik kötü muamele, fiilî saldırı, soygun ve soygun girişimi, kaza-tabiî âfet, kötü alışkanlıklar, karşılıklı dövüş, bir araç yardımıyla karşılıklı dövüş, döverek yaralama, döverek öldürme gibi olumsuz davranışlara resimlerinde yer vermiştir. Bu oran sadece görüntü seyredenlerde % 61,5, ses-görüntü birlikte seyredenlerde ise % 86 olarak bulunmuştur. Hiç uyaran verilmemiş grupta ise bu oran % 30,5'e düşmüştür. Bu rakamlar, televizyondaki olumsuz görüntülerin algılanmasına yönelik çok çarpıcı bir neticedir.
Son yıllarda ülkemizde de uygulamaya konulan "akıllı işaretler sistemi", her ne kadar çocuk ve gençleri şiddetten korumak için olumlu bir başlangıç olsa da yeterli değildir. Zîrâ araştırma verilerine göre, ebeveyn 7+ veya 13+ işaretini görüp çocuğunu televizyon bulunan mekândan uzaklaştırsa dahi, kendileri televizyonu seyretmeye devam ederse ve çocuk da televizyondan gelen sesleri duyarsa, şiddeti ve diğer olumsuz davranışları algılamaya devam edecektir.
Meselenin ciddiyetini kavramış, toplumun bu onulmaz yarasını teşhis edip tedavi yollarını aramaya çalışan bu gençleri dinlerken zihnimde Bediüzzaman Hazretleri'nin, "iman kalesinin maruz kaldığı tehlike" karşısında ifade ettiği sözler canlandı. Üstad, gözümüzün önündeki manzarayı şöyle tasvir ediyordu: "Bana ızdırap veren, yalnız İslâm'ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur." Görünen o ki, maalesef cemiyetimiz de gövdenin içine giren kurt misâli, evlerimizin başköşesine kurulan yeni efendinin televizyonun- tahribatını sezememekte, en büyük hasmını dost zannetmektedir.
Genç araştırmacılarla bir yandan sohbet edip bir yandan da çaylarımızı yudumlarken, sıra, çarenin ne olduğunu sormaya gelmişti. Netice itibarıyla, pek çok araştırmacı televizyondaki şiddet görüntülerinin insan davranışını etkilediği hususunda hemfikirdi. Dolayısıyla, aileyi ve toplumu koruma reflekslerimizi bu açık tehlikeye karşı uyanık tutmak zorunda olduğumuz apaçık bir gerçekti. Öncelikle yapılması gereken şey, bizim dışımızdaki resmî veya gayri resmî kurum ve kuruluşlardan bizleri korumalarını beklemek yerine, özellikle aile içerisinde televizyon seyretme alışkanlığımızı yeniden gözden geçirmektir. Adı ve muhtevası ahlâksızlık ve fuhuş tedaisi yapan bir dizinin baş aktörünün dediği klişe lâf, bu meselenin çözümü için asla geçerli değildir. Bu kişi şöyle diyordu: "Efendim kimseye zorla seyrettirmiyoruz. Uzaktan kumanda diye bir âlet var, beğenmeyen başka bir kanala geçer." Ne zaman böyle klişe bir lâf duysam, aklıma gelen sahneyi arkadaşlarla paylaşırım. Düşünün ki; bir lisenin çıkış kapısının önünde talebelerin görebilecekleri ve rahatlıkla alabilecekleri bir şekilde muhtelif renklerde, cazip ambalajlarda uyuşturucu paketleri, müstehcen yayınlar vs. sergilenmektedir. Bunları kapış kapış alan talebelerin durumunu görüp "Ne yapıyorsunuz kardeşim!" diye müdahale edildiğinde, satıcıların "Ne yapalım, zorla mı satıyoruz, almasın öğrenci, bilmiyor mu bunların zararlı olduğunu?" demesi, yukarıdaki sözleri söyleyen aktörün ifadelerinden netice itibariyle bir farklılık taşımaz.
Bu meselenin çözümünde, genç araştırmacılarla hemfikir olduğumuz bir diğer husus da, müspet yayın yapan kanalların artması, iyi, doğru ve güzeli yansıtacak yapımların teşvik edilmesiydi.
1- "İki insan arasında karşılıklı sataşmayla başlayan, sonra da fiilî şiddetle devam eden kaç kavgaya şahit oldunuz?"
2- "İki insan arasında karşılıklı kavganın bıçak veya tabanca gibi bir âletle yaralama veya öldürmeyle neticelenmesine şahit oldunuz mu?"
Birinci soruya muhataplar biraz düşündükten sonra; "Bir veya birkaç defa şahit olduk." şeklinde cevap verirken, ikinci soruya; "Hayır olmadık, Allah korusun, olmak da istemeyiz." şeklinde cevaplar veriyordu. Meraklanmıştım. Bir müddet bu gençleri izledim. Etrafları biraz sakinleşince yanlarına yaklaştım. Konuşma teklifimi memnuniyetle kabul ettiler. Kısa bir tanışma faslından sonra, bir araştırma yaptıklarını öğrendim. Akademisyen olmam sebebiyle meseleye ilgim daha da artmıştı. Biraz sonra parkın çay bahçesinde derin bir sohbete daldık.
Gençler; bizi sürekli esareti altında tutan, ferdî ve ailevî hayatımızı içten içe çürüten "televizyon müptelâlığı" üzerine bir araştırma yapıyorlardı. Ellerindeki araştırma neticelerinden bahsettiklerinde, meselenin vahim boyutlarını daha iyi anladım. Az önce kendilerine yöneltilen sorulara "Görmedim." veya "Çok az gördüm." diyen insanlar, aslında bu tür şiddet hâdiselerinin yüzlercesine, televizyonda her gün şahit olmaktaydılar. Bir araştırmaya göre; televizyondan, yaşadığımız mekânlara akan kötü örnek oluşturabilecek görüntü sayısı, hafta boyunca 2.000 ile 4.000 arasında değişmektedir. Yüzlerce kanalı bünyesinde bulunduran uydu yayınları da hesaba katılınca, bu rakamın daha da artacağı şüphesizdir. Haber bültenlerinde haftada ortalama 8001.000 civarında şiddet (karşılıklı yumruklaşma, bıçakla, tabancayla yaralama, öldürme, trafik terörü) sahnesi ekranlarda akarken, defalarca yapılan tekrarlar sayesinde, bu görüntülerin sayısı iki üç katına çıkmaktadır. İnsanlarımız bu sahneleri bazen yemek yerken, bazen ailece oturup konuşurken, sıradan hâdiselermiş gibi seyretmekte, bu görüntülerin özellikle çocukların şuuraltında ciddi tahribatlara sebep olduğunun farkına bile varmamaktadır.
Araştırma yapan gençlerdeki bilgiye göre, evlerimizin % 80'inde iki veya daha fazla televizyon bulunmaktadır. Bu televizyonlardan birisi ortak kullanılan mekânda başköşede kuruluyken, diğeri ya mutfakta veya diğer bir odada her türlü kontrolden uzak şekilde seyredilmektedir. Netice olarak, aile fertleri arasında var olması gereken ve ailenin temel harçlarından biri olan karşılıklı iletişim, ya tamamen ortadan kalkmış veya zarurî ihtiyaçları karşılayacak seviyeye inmiştir. Aile fertleri, birbiriyle ancak reklâmlar sırasında konuşabilmektedir.
Pek çok evde, özellikle de çalışan annelerin çocuklarının bakıldığı evlerde, çocuk dadılığı televizyonların tekelinde bulunmaktadır. Çocuk bakma adına yapılan en kolay şey, çocuğun televizyon karşısında oyalanmasını sağlamaktır.
Aile içinde böyle olduğu gibi, toplum içinde de insanlar arasındaki münasebetler, büyük ölçüde televizyonun yönlendirdiği istikamette cereyan etmektedir. İnsanlar birbirlerinin dert ve sıkıntılarını paylaşma yerine, dizi kahramanlarının kurmaca hayatlarını paylaşmakta ve tartışmaktadır. Dizi çekim mekânları, ziyaretçi akınına uğramakta, kahramanların giysileri, takıları çarşı pazarlarda kapış kapış satılmakta, cep telefonlarından dizi müziklerinin, jeneriklerinin sesleri yankılanmaktadır. Çocukların yatak odaları, kullandıkları eşyaları, okul araç gereçleri, hiç de masum olmayan dizi ve çizgi film kahramanlarının karakterleriyle dolup taşmaktadır. Çocuğun tertemiz masum dünyası, ilerideki hayatında kendisine yön verecek şuuraltı şimdiden karartılmakta, önü alınmaz tehlikelere davetiye çıkarılmaktadır.
Tüketim alışkanlıklarımızı da, televizyon ve diziler sayesinde esir alan üreticiler, karşımıza sundukları sanal karakterleri, sadece ekranla sınırlı bırakmayıp, günlük eşyalara, yiyecek ve içecek piyasasına, bilgisayar oyunları gibi farklı tüketim alanlarına da kaydırarak kazançlarına kazanç katmaktadırlar.
Gençlerin elindeki araştırmanın bir başka bölümü de, insanın karşı karşıya bulunduğu tehlikenin bir başka boyutuna dikkat çekmekteydi. Dizi kahramanları, genellikle "iyi bir gaye" için her türlü şiddeti kullanabilen karakterler olarak sunulmaktadır. Bu yüzden de akla hayale gelmedik şiddet tabloları, genellikle bu "iyi gaye" şemsiyesinin altına sığınmaktadır. Çocukların yarısından fazlası, bu dizi karakterlerini "güçlü, yardımsever ve iyi" olarak tanımlamaktadır. Bu olumlu kanaatler de, onların taklit edilebilme, model alınabilme ihtimalini artırmaktadır. Anne babalar da, en çok çocuklarının dizi kahramanlarını taklit etmelerinden ve kendilerini onlarla özdeşleştirmelerinden dert yanmaktadır. Çocukların genellikle kendi çıkarları için şiddete başvuran kötü adamı değil de, toplumun iyiliği için kötüleri cezalandıran kahramanı taklit etme eğilimde oldukları gözlemlenmiştir. Dizilerdeki iyi kahramanlar gibi problemleri çözmek için şiddet ve saldırgan davranışlar sergilenmesi, bu kahramanın hep haklı olması, hep el üstünde tutulması, tenkit edilip kınanmaması bu tür davranışların iyi kabul edilip yayılmasına yol açmaktadır. Dizilerdeki iyi kahramanların ne tür şiddete başvurursa vursun, hiçbir zaman hâkim, savcı veya polisle muhatap olmaması da, çocukların zihninde bu şiddetin masum ve kabul edilebilir bir şey olduğu kanaatini yerleştirmektedir. Bunun neticesi olarak, çocuklar da, tıpkı dizi ve filmlerdeki rol model kahramanlar gibi, saldırganlık ve şiddet yoluyla problemleri çözebileceklerine inanmışlar ve gerçek hayatta buna uygun davranmaya başlamışlardır.
Günlük televizyon seyretme süresi arttıkça, kaygı-endişe, depresyon, post-travmatik stres bozukluğu gibi etkilerin de arttığı görülmüştür. Ülkemizde, insanların ortalama 8 saatini uykuda geçirdikleri hesaba katılarak yapılan bir araştırmada kişilerin hafta içi günlerinde ortalama 34 saatini, hafta sonu ise günlük ortalama 5 saatini televizyon karşısında geçirdiği görülmektedir. Bu süre, yıl olarak hesaplandığında, bir öğrencinin okulda geçirdiği bir yıllık süreden daha fazladır. 36 yaşları arasında okul öncesi dönemindeki bir çocuğun, günün 6 saatini televizyon karşısında geçirdiği düşünülürse, bu çocuk, haftada 107,5, yılda 5.590 dolayında şiddet, ölüm, intihar ve pek çoğu öldürmek üzere plânlanmış bıçakla, silâhla veya döverek yaralama görüntüsü izlemiş olur. 1117 yaş çocuklarında ise bu rakam haftada 53,6, yılda 2.787 olumsuz görüntü olarak karşımıza çıkar. Bu araştırma neticelerinden yola çıkıldığında, 3 yaşından 17 yaşına kadar bir çocuğun toplam 59.594 cinayet, yaralama ve ölüm görüntüsü izlediği gerçeği ile yüz yüze geliriz. Bu neticelerin ışığında, evde ebeveynlerin, okulda öğretmenlerin ve genelde bütün toplumun şikâyet ettiği gençlerdeki şiddet eğiliminin ve agresifliğin temel sebepleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda görülen ve onların ruh sağlığını ciddi bir şekilde etkileyen birçok korkunun, seyrettikleri dizi ve filmlerdeki şiddet ve dehşet sahnelerinin neticesi olduğu da bilinen bir gerçektir.
Başka araştırmada da, televizyondaki olumsuz görüntülerin algılanmasına yönelik çok çarpıcı neticeler ortaya çıkmıştır. Televizyonun ses ve görüntülü uyaran olarak şiddet davranışının algılanması ve öğrenilmesine tesirinin deneylerle incelenmesinde; 18:0022:00 saatleri arasında yayımlanan haber, dizi, film gibi programlardan kesitler alınarak, bunlar çocuklara önce sadece ses olarak dinlettirilmiş, sonra sadece görüntü olarak izlettirilmiştir. Son olarak ses-görüntü birlikte verilerek çocuklardan algıladıklarının resmini yapmaları istenmiştir. Çocukların % 74'ü sadece ses duymalarına rağmen, resimlerinde karşılıklı dövüş, yaralama, öldürme, ateşli, kesici, delici âletle yaralama, öldürme, ferde veya gruba yönelik silâhlı çatışma, bombalama, havaya uçurma, yetişkin veya çocuğa yönelik kötü muamele, fiilî saldırı, soygun ve soygun girişimi, kaza-tabiî âfet, kötü alışkanlıklar, karşılıklı dövüş, bir araç yardımıyla karşılıklı dövüş, döverek yaralama, döverek öldürme gibi olumsuz davranışlara resimlerinde yer vermiştir. Bu oran sadece görüntü seyredenlerde % 61,5, ses-görüntü birlikte seyredenlerde ise % 86 olarak bulunmuştur. Hiç uyaran verilmemiş grupta ise bu oran % 30,5'e düşmüştür. Bu rakamlar, televizyondaki olumsuz görüntülerin algılanmasına yönelik çok çarpıcı bir neticedir.
Son yıllarda ülkemizde de uygulamaya konulan "akıllı işaretler sistemi", her ne kadar çocuk ve gençleri şiddetten korumak için olumlu bir başlangıç olsa da yeterli değildir. Zîrâ araştırma verilerine göre, ebeveyn 7+ veya 13+ işaretini görüp çocuğunu televizyon bulunan mekândan uzaklaştırsa dahi, kendileri televizyonu seyretmeye devam ederse ve çocuk da televizyondan gelen sesleri duyarsa, şiddeti ve diğer olumsuz davranışları algılamaya devam edecektir.
Meselenin ciddiyetini kavramış, toplumun bu onulmaz yarasını teşhis edip tedavi yollarını aramaya çalışan bu gençleri dinlerken zihnimde Bediüzzaman Hazretleri'nin, "iman kalesinin maruz kaldığı tehlike" karşısında ifade ettiği sözler canlandı. Üstad, gözümüzün önündeki manzarayı şöyle tasvir ediyordu: "Bana ızdırap veren, yalnız İslâm'ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur." Görünen o ki, maalesef cemiyetimiz de gövdenin içine giren kurt misâli, evlerimizin başköşesine kurulan yeni efendinin televizyonun- tahribatını sezememekte, en büyük hasmını dost zannetmektedir.
Genç araştırmacılarla bir yandan sohbet edip bir yandan da çaylarımızı yudumlarken, sıra, çarenin ne olduğunu sormaya gelmişti. Netice itibarıyla, pek çok araştırmacı televizyondaki şiddet görüntülerinin insan davranışını etkilediği hususunda hemfikirdi. Dolayısıyla, aileyi ve toplumu koruma reflekslerimizi bu açık tehlikeye karşı uyanık tutmak zorunda olduğumuz apaçık bir gerçekti. Öncelikle yapılması gereken şey, bizim dışımızdaki resmî veya gayri resmî kurum ve kuruluşlardan bizleri korumalarını beklemek yerine, özellikle aile içerisinde televizyon seyretme alışkanlığımızı yeniden gözden geçirmektir. Adı ve muhtevası ahlâksızlık ve fuhuş tedaisi yapan bir dizinin baş aktörünün dediği klişe lâf, bu meselenin çözümü için asla geçerli değildir. Bu kişi şöyle diyordu: "Efendim kimseye zorla seyrettirmiyoruz. Uzaktan kumanda diye bir âlet var, beğenmeyen başka bir kanala geçer." Ne zaman böyle klişe bir lâf duysam, aklıma gelen sahneyi arkadaşlarla paylaşırım. Düşünün ki; bir lisenin çıkış kapısının önünde talebelerin görebilecekleri ve rahatlıkla alabilecekleri bir şekilde muhtelif renklerde, cazip ambalajlarda uyuşturucu paketleri, müstehcen yayınlar vs. sergilenmektedir. Bunları kapış kapış alan talebelerin durumunu görüp "Ne yapıyorsunuz kardeşim!" diye müdahale edildiğinde, satıcıların "Ne yapalım, zorla mı satıyoruz, almasın öğrenci, bilmiyor mu bunların zararlı olduğunu?" demesi, yukarıdaki sözleri söyleyen aktörün ifadelerinden netice itibariyle bir farklılık taşımaz.
Bu meselenin çözümünde, genç araştırmacılarla hemfikir olduğumuz bir diğer husus da, müspet yayın yapan kanalların artması, iyi, doğru ve güzeli yansıtacak yapımların teşvik edilmesiydi.