Felsefe bilgi sevgisi, bilgi dostluğu demektir. İnsanlığın ilkçağlarından başlayarak, doğaya egemenlik kurmak, dolayısıyla bilgilenmek önemli olmuştur. İnsan, kişi, toplum, tarih, devlet, Tanrı, ahlak (etik), erdem, iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, sanat, varlık, yokluk, özgürlük, sorumluluk, bilgelik, dostluk, sevgi, evren, kozmos gibi kavramlara ilişkin soruların ardında, gerçeğe ulaşmanın yolları aranmıştır, aranmaktadır. Yol denince bir menzile varmak anlaşılmamalı. Düşünce öyle boyutlu, öyle sınırsız bir olgu ki, felsefede önemli olan yolculuktur, varmak değil; soru sormaktır, ille de yanıtlar vermek değil. İşin güzelliği de burada zaten, her zaman yanıtı olmayan, çözümü bulunamamış soru(n)ların olmasında… Ama bu durum ilerlemeyi de içeriyor. Diğer söyleyişle, içinde olunan zaman ve uzam (mekân) koşullarında, yeniliklerin ortaya çıkışına kadar birtakım çözümlerle birlikte oluşuyor yeni sorular, yeni bilinmeyenler.
İnsanlığın düşünsel serüveni çok genel olarak, metafizik ve materyalist yaklaşımlar biçiminde ayrılmıştır. Metafizik yaklaşıma göre, düşünce madde dünyasındaki ilişkiler üzerinde belirleyici etkendir. Temel olan, bütünsel anlamda, duyularla (fizik) kavranan bilginin üstünde / dışında olan, bu nedenle usla kavranan bilgidir. Materyalizm ise doğayı, olayları, olguları belirleyenin, açıklayanın maddi özellikler ve maddi ilişkiler olduğu düşüncesini benimser. Gerçekten de birey olarak düşünce eğilimimiz bu iki yaklaşımdan birine doğrudur. Ancak bu ayrım kuşku yok ki, ak-kara benzeri bir kesinlik taşımaz. Yaklaşımlardan birine yakın duran karşı uçtaki yaklaşımdan da yararlanabilir, beslenebilir. İnsanın doğası, karmaşık yapısı, çokyönlülüğü gereğidir bu durum.
Felsefe uğraşı mutlaka “yararlı” karşılığı bulunan sorularla ilgilenmez. Yaklaşık da olsa yanıtın bulunmasının şu kadar kazanç, şu kadar ürün, verim gibi sıradan bir karşılığı yoktur. Genellikle benzersiz bir hazdır elde edilen. Düşünsel arayışın, sonsuz ve özgür yolculuğun, biri diğerini türeten soruların, insanlığın düşünsel gelişiminin ulaştığı uç noktanın verdiği haz…
Düşünmek nasıl bir süreçtir? Rastgele düşünmek insanı (özne) gerçeğe götürür mü? Gerçeğe yaklaşabilmek öne sürülen önermeler arasında mantıksal ilişkilerin kurulmasını, iç tutarlılığı gerektirir. Önerme ilerleme dizgesi içinde bir öncekiyle uyumlu olmalıdır. Bunun tersi “ben yaptım oldu”dur. İşte felsefenin önemi bu noktada da ortaya çıkar. Düşünmenin yollarını, yöntemlerini öğretir, doğru analizlerle düşünülmesini sağlar.
Thales, Sokrates, Platon (Eflatun), Aristoteles, Epiktetos, Stoalılar, Sofistler, İbn-i Haldun, Machiavelli, Fârâbî, Hallac-ı Mansur, İbn Arabi, İbn-i Sina, Kopernik, İbn-i Rüşt, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Katip Çelebi, Bacon, Descartes, Pascal, Spinoza, Leibniz, Hume, Voltaire, Kant, Hegel, Comte, Marx, Nietzsche, Popper, Wittgenstein, Camus, Derrida… adları, insanın insan olma çabasındaki en erdemli uğraşın anımsattığı önemli duraklardan yalnızca birkaçıdır.
Thales’le yaşamın kaynağı, varlığın özü nedir sorusu sorulmaya başlanmıştır. Sokrates anında mantık yürütme yoluyla, konuşmalar biçiminde bilgi, erdem, ahlak üzerine düşünceler geliştirmiş, hiç kitap yazmamıştır. Konuşmalarını öğrencisi Platon kitaplaştırmıştır. Gençleri varolan toplum ve devlet yapısına ilişkin olarak kuşkuya düşürmek, gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni Tanrılar getirmeye kalkışmak gibi bir savla ölüme mahkûm edilmiş, az bir cezayla kurtulmak olanağı da varken onurundan ödün vermemiş, zehir içirilerek öldürülmüştür, ya da ölümsüzleştirilmiş. (Yani felsefe bir yerde de can pahasına yapılan bir iş.) Platon ünlü yapıtı “Devlet”te ideal toplumun ve devletin ne olması gerektiğinin kuramını yapmış, ardından gelen dönemleri çok etkileyecek “ideler” teorisini ortaya atmıştır. İbn-i Haldun ve Machiavelli devlet yönetiminin ilkelerini belirlemeye çalışmışlardır. İbn-i Sina tıp dalının, Kopernik astronominin temellerini atmışlardır. Descartes, Hume, Voltaire, Kant, Diderot Rönesans’ın düşünsel altyapısını kurmuşlardır.
Batı’sıyla, Doğu’suyla düşünce insanlığın ortak birikimidir. Felsefe evrenseldir. Çünkü kaygıları insanlığın ortak kaygıları, acıları ortak acılarıdır.
Ne var ki, sanatta olduğu gibi felsefede de gerçek etkinlik, yerel kültürle kurulan doğru bağlar yoluyla gerçekleşir. Yani felsefe anadille, öz, arı duruma kavuşturulmuş anadille, yalın bir söyleyişle yapılır. Dil ile düşünce arasındaki güçlü ilişkidir bu gerekliliğin nedeni.
Türk düşüncesi, içerdiği büyük birikimle insanlık düşüncesi içinde önemli bir alanı oluşturur. Dünyanın antik çağ Yunan felsefesine ait bildiği pekçok düşünür Anadolu kökenlidir. Dünyanın ilk filozofu olan Thales Anadoluludur. Ve diğer Anadolulular: Anaksimandros, Anaksimenes, Heraklitus… İlyada ve Odysseia’nın âma şairi, şairlerin atası, Troya’nın destancısı Homeros da Anadoluludur.
İdealist – materyalist bileşimi düşüncenin tasavvufi temellerini oluşturan Ahmet Yesevi, Simavnalı Şeyh Bedrettin, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Mevlana’yla birlikte, Orta Asya mitolojik kaynaklı Türk felsefesi, koca bir çınar benzeri, Anadolu’da kökleşmiştir.
Bu o kadar benzersiz ve sağlam bir felsefedir ki, ne tümüyle tekilcidir, ne de teknikten ibarettir. Uygarlıkların hem beşiği, hem de kavşağı olan Anadolu coğrafyasında, her uygarlığın damıtılmış olan en zarif, insancıl, güzel, erdemli, akılcı yanları birleşmiş, somut bir bütün durumuna ulaşmıştır. Olumlu nitelikteki hiçbir uygarlık katmanı buharlaşıp yok olmaz. Bir sonrakine, ya da yanıbaşındakine karışır, etkileşir, orada içten içe sürer.
Anadolu’da kök salan Türk tasavvuf felsefesi, günümüzde Batı’nın yana yana açlığını çektiği, sevgiyi, erdemi, dostluğu, barışı, insanı, dayanışmayı yüceltmiştir. Bu öyle sınırsız bir sevgidir ki, canlı – cansız her varlıkta yaratıcı bütünün izlerini görür, bulur (Vahdet-i Vücut). Allah’ın yarattığı en güzel varlığın “erdemli-gelişen (tekâmül eden)-kendine emek veren insan” olması nedeniyle, Allah’ın sevgisinin de böyle bir insan olmakla hak edilebileceği belirtilir bu felsefenin özünde. Bu nitelikleri kazanan bir insan aynı zamanda kendini de bilen, iyi tanıyan biri olacaktır. Söz konusu sürecin bir diğer sonucu da bireysel akıl yürütme, aklı önemseme, eleştirellik ve yargılama yeteneklerinin gelişmesidir ki, belirtilen sonuç bilimsel insan tipini ifade eder.
Bu noktada Alman düşünür Nietzsche’de de izleri bulunan, insanın/kişinin sorumlu kılınması düşüncesine varılabilir. Kişi, eylemlerinin sonuçlarından sorumludur. Dolayısıyla sürü insanı değil, “üstün insan” olunmalıdır.
Üstün insan olmak, grup değerlerini sorgulayabilen, gerçek anlamda “birey” olmayı da gerekli kılar. Bu nedenle, Türk felsefesi modern anlamda asıl varlık ve gelişme koşullarına Cumhuriyet’le kavuşmuştur.
Felsefe, düşüncenin, bilincin, aklın önünde engellerin olmadığı ortamlara gereksinim duyar. Aksi durumda gerçeklere yaklaşma olanağı kalmaz. Daha doğrusu yapılan iş felsefe olmaktan çıkar, başka bir şey olur.
Türkiye’de 1940’lı yıllarda Batı ve Doğu Klasiklerinin çevrilmesi Türk kültürü için büyük önem taşır. Temel yapıtların Türkçeye kazandırılmasını sağlayan bu gelişme kapsamlı bir kültür programının uygulanması sonucunda gerçekleşmiştir. Bu programın amacına ulaştığı, yüzeysel kalmadığı, o dönemde, başta gençlik olmak üzere, köydeki insanın heybesinde bile söz konusu çeviri klasiklerin çıkmasından anlaşılmaktadır.
Belirtilen kültür atağının diğer bir yanını oluşturan Köy Enstitüleri’nde de felsefe tartışmaları yapılmış, eleştirel yaklaşım benimsenmiş, halk bilgilendirmenin yolları aranmış, bununla ilişkili olarak demokratik bir okul yapısı oluşturulmuştur. Bu okullar aynı zamanda tarım ve halk eğitimi anlamında; öz gereksinimlerden, kendi dilimizden doğan ve gelişen bir felsefi yapının, ulusal yararlar doğrultusunda kararlar ve çözümler üretebildiğinin de çarpıcı bir kanıtıdır. Tersi durumda ulusal yararlar gerektiren sorunlar karşısında başkasının gözlüğüyle bakarak, çözüm adına başkasının düşüncelerinden ve ihtiyaçlarından hareket eden yöntemler kullanmak gibi bir büyük riskle yüz yüze gelinebilir.
Günümüz Türk felsefesi çok düzeyli bir noktadadır, önemli bir birikimi ifade etmektedir. Son Dünya Felsefe Kongre’si İstanbul’da yapılmış, dünyanın en etkili düşünürleri bu Kongre’de bildiri sunmuşlardır. Hilmi Ziya Ülken, İsmail Baltacıoğlu, Sabri Ülgener, İonna Kuçuradi, Arslan Kaynardağ, Nermi Uygur, Macit Gökberk, Teo Grünberg, Ahmet İnam gibi adlar, Türk düşüncesinin bu düzeyli yeri edinmesini sağlayan yüzakımız değerlerimizdir.