Osmanlı maden sanatı, diğer sanat dallarında olduğu gibi, başlangıçta Selçuklu kültür mirasını devralır; bu nedenle imparatorluğun pek çok ülke ve ulusu birleştiren yapısına uygun bir yol çizerek, çeşitli eğilimleri kaynaştıran bir pota olmuştur. Bilhassa, Selçuklu maden sanatından tanıdığımız kakma tekniğinin 14. yüzyılda geniş şekilde uygulanması, dönemin göze çarpan özelliğidir. Kakma tekniği, daha sonraki yüzyıllarda Osmanlı maden ustalarınca bu denli yoğun biçimde uygulanmamıştır.
Özellikle altın ve gümüş madenleri açısından zengin Balkan topraklarının fethiyle Osmanlılar hem hammadde kaynaklarına, hem de köklü bir geçmişe sahip maden sanatçılarına kavuşmuşlardır. Memlûk etkisi, bu dönemin tipik bir eser grubunda, altıgen piramidal gövdeli kandillerinde görülür. Delik işi, kabartma ve kazıma teknikleriyle işlenmiş, rumî ve hatayîlerle bezenmiş bu kandillerin günümüze gelen örneklerinin sayıca çokluğu, bunların 15. yüzyılın ikinci yarısında bolca yapıldığını gösterir. Bu dönemin madeni eserleri arasında şamdanlar da önemli bir yer tutar.
Bunlardan madeni eser yapanlar kazgancıyan; her türlü kuyumculuk ve altın işi yapanlar zergeran; altın kakmacılık ve süsleme yapanlar kûftgeran ve zernişan; kıymetli taşların yontulup yerleştirilmesinde çalışanlar hakkâk adı altında toplanmaktaydı. Ehli Hiref teşkilatındaki bu bölüklerin hepsi, maden sanatı süsleme tekniğindeki çeşitlilikten ötürü rol almıştır.
Bu dönemde büyük bir gelişme gösteren taş kakma tekniği ile, madeni yüzeyler ve kılıç, hançer, kitap kapları, yeşim paftalar, doğal kristal, hatta porselen üzerine değerli taş yerleştirmek moda olmuştur. 16. yüzyılın bu gösterişli biçimiyle tezat teşkil edecek, sadece uyumlu oranları ve iyi işçilikleriyle göze çarpan sade örnekler de vardır. Gene bu döneme ait, sadece bir madalyon, kartuş veya köşebendin içinin süslendiği örnekler, iki tezat üslup arasındaki orta çizgiyi oluşturur gibidir.
Batı’ya dönük form ve motif arayışlarının yanı sıra, klasik geleneği sürdüren bir eğilim de vardır. Geç 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl maden sanatı, tümüyle Batı zevkini yansıtacak bir görünümdedir.
Hâlâ kullanılan çiçek kompozisyonları ise, devrin modası gereği, büyük fiyonklu, girlandlı gösterişli sepetlerle bir arada yapılmaktadır. 19. yüzyıl Osmanlı dünyasının değişen siyasi ve ekonomik yapısı, elbette Osmanlı sanatını da etkiler. Saraydaki Ehli Hiref teşkilatının giderek zayıflaması ve 19. yüzyılda tamamen ortadan kalkması, mali sıkıntılar, Osmanlı sanatındaki parlak evreleri sona erdirir. Devletin giderek artan bir sıklıkta Hazine’deki altın, gümüş, hatta bakır eşyayı eritmek üzere Darphane’ye yollaması, eritilerek yeniden kullanılabilen madeni malzemeye dayalı Osmanlı maden sanatından günümüze kalan eserlerin, kaynakların sözünü ettiği zenginliği yansıtamaması sonucunu doğurmuştur. Sadece çoğu türbe ve camilere vakfedildiği için elde kalan eserler ile Saray Hazinesi’nde korunabilen malzeme, Osmanlı sanatının bu dalındaki üslup ve işçilik zenginliğini göstermektedir.
FETİHLERLE GELİŞEN SANAT
Osmanlıların bir dünya devleti olma yoluna girdikleri 15. yüzyıl, özellikle İstanbul’un 1453’teki fethi, diğer pek çok alanda olduğu gibi, maden sanatında da bir dönüm noktasını oluşturur.Özellikle altın ve gümüş madenleri açısından zengin Balkan topraklarının fethiyle Osmanlılar hem hammadde kaynaklarına, hem de köklü bir geçmişe sahip maden sanatçılarına kavuşmuşlardır. Memlûk etkisi, bu dönemin tipik bir eser grubunda, altıgen piramidal gövdeli kandillerinde görülür. Delik işi, kabartma ve kazıma teknikleriyle işlenmiş, rumî ve hatayîlerle bezenmiş bu kandillerin günümüze gelen örneklerinin sayıca çokluğu, bunların 15. yüzyılın ikinci yarısında bolca yapıldığını gösterir. Bu dönemin madeni eserleri arasında şamdanlar da önemli bir yer tutar.
OSMANLI’NIN SANAT OKULU: EHLİ HİREF
Günümüze kalan Osmanlı madeni eserleri arasında Sultan II. Bayezid dönemine ait olanların fazlalığı dikkati çeker. II. Bayezid’in değerli eşya tutkusu, tarihçiler tarafından israf olarak nitelendirilse de sanata olumlu etki yaptığı; yeni eserler yaratmak, sanatçıların korunma ve teşvikinde itici bir güç oluşturduğu da bir gerçektir. Osmanlı sanatının her dalı için bir okul işlevi gören Ehli Hiref teşkilatı bu dönemde kurulur.Bunlardan madeni eser yapanlar kazgancıyan; her türlü kuyumculuk ve altın işi yapanlar zergeran; altın kakmacılık ve süsleme yapanlar kûftgeran ve zernişan; kıymetli taşların yontulup yerleştirilmesinde çalışanlar hakkâk adı altında toplanmaktaydı. Ehli Hiref teşkilatındaki bu bölüklerin hepsi, maden sanatı süsleme tekniğindeki çeşitlilikten ötürü rol almıştır.
DEĞERLİ TAŞLARIN GÖSTERİŞİ
Özellikle de Tebriz ve Mısır’ın fethi sonrası, imparatorluğun çeşitli yerlerinden farklı gelenek ve sanat anlayışlarını İstanbul’a getiren ustaların çalışma ve işbirliği sonucu, 16. yüzyılın ortalarında, belirgin etkilerden arınan Osmanlı maden sanatı, kendi özgün biçimini bulmuştur. Bu yüzyılda yapılan kazıma, kabartma, telkari, delik işi, savat, kakma ve kaplama teknikleriyle süslü eserlerin üzerinde genellikle birkaç süsleme tekniği birden uygulanmıştır. Ancak bu dönemin genel karakterini en iyi yansıtan bölüm, kuşkusuz murassa (değerli taşlarla süslü) madeni eserlerdir.Bu dönemde büyük bir gelişme gösteren taş kakma tekniği ile, madeni yüzeyler ve kılıç, hançer, kitap kapları, yeşim paftalar, doğal kristal, hatta porselen üzerine değerli taş yerleştirmek moda olmuştur. 16. yüzyılın bu gösterişli biçimiyle tezat teşkil edecek, sadece uyumlu oranları ve iyi işçilikleriyle göze çarpan sade örnekler de vardır. Gene bu döneme ait, sadece bir madalyon, kartuş veya köşebendin içinin süslendiği örnekler, iki tezat üslup arasındaki orta çizgiyi oluşturur gibidir.
DOĞANIN CANLILIĞI
17. yüzyıl süsleme motiflerinde, 16. yüzyıl klasik biçimlerinin yanı sıra, çiçekler de görülmeye başlanır. Batı etkisiyle ortaya çıkan bu motif, Türk üslubunda işlenmiş çiçek motifleriyle kompoze edilmiştir. Dönemin, çoğunlukla kazıma tekniğiyle bezenmiş bakır eserlerinde örgü frizleri, hayat ağacı, Mührü Süleyman, balık gibi geleneksel motiflerin yanı sıra, dönemin gümüş eşyasından tanıdığımız nar çiçekler, lale gibi natüralist desenlere de rastlanır. 18. yüzyılın başında kısmen geleneksel kalıplara bağlı kaldığı görülen Osmanlı maden sanatı, 17. yüzyılın natüralist üslubunu devam ettirir.Batı’ya dönük form ve motif arayışlarının yanı sıra, klasik geleneği sürdüren bir eğilim de vardır. Geç 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl maden sanatı, tümüyle Batı zevkini yansıtacak bir görünümdedir.
TÜRK ROKOKOSU
16. ve 17. yüzyılın klasik Osmanlı biçim ve motifleri, yerlerini Avrupa’dan ithal edilen Barok ve Rokoko form ve desenlerine bırakmıştır. Bu dönemde, Batı ürünlerini taklit etmeye çalışan Osmanlı maden sanatının özellikle kazıma tekniğinde başarılı olduğu ve dönemin revaçta malzemesi olan kahve takımları, ibrik, tepsi, maşrapa, ayna gibi parçalarda iyi örnekler yarattığı görülmektedir. Osmanlı maden sanatının ‘Türk Rokokosu’ doğrultusunda yarattığı eserleri incelerken, bir zevk değişimini de görürüz. Kakma eserlerde ve kuyumculukta klasik dönemin yakut, zümrüt, lâl gibi renkli taşlarının yerini yontulmuş elmas, inci almakta; minecilik rağbet bulmaktadır. Ustalık isteyen ‘kalem işi’ kabartmanın yerini, ‘kalıpla çakma’ almıştır.Hâlâ kullanılan çiçek kompozisyonları ise, devrin modası gereği, büyük fiyonklu, girlandlı gösterişli sepetlerle bir arada yapılmaktadır. 19. yüzyıl Osmanlı dünyasının değişen siyasi ve ekonomik yapısı, elbette Osmanlı sanatını da etkiler. Saraydaki Ehli Hiref teşkilatının giderek zayıflaması ve 19. yüzyılda tamamen ortadan kalkması, mali sıkıntılar, Osmanlı sanatındaki parlak evreleri sona erdirir. Devletin giderek artan bir sıklıkta Hazine’deki altın, gümüş, hatta bakır eşyayı eritmek üzere Darphane’ye yollaması, eritilerek yeniden kullanılabilen madeni malzemeye dayalı Osmanlı maden sanatından günümüze kalan eserlerin, kaynakların sözünü ettiği zenginliği yansıtamaması sonucunu doğurmuştur. Sadece çoğu türbe ve camilere vakfedildiği için elde kalan eserler ile Saray Hazinesi’nde korunabilen malzeme, Osmanlı sanatının bu dalındaki üslup ve işçilik zenginliğini göstermektedir.