• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Gazi Safiye Hemsire

wien06

V.I.P
V.I.P
Fedakar SAFİYE HÜSEYİN (ELBİ) KİMDİR? (1881-1964)

Safiye Hüseyin İngiltere’de deniz ateşeliği hizmetinde bulunan Ahmet Paşa’nın kızıdır. Öğrenimini Avrupa’da yapmıştır. Batı kültürüyle yetişen bu ilk hemşiremiz, saltanat döneminde Almanya ve İsviçre’de düzenlenen milletlerarası kongrelere katıldı. İlk defa ulusumuzu bu alanda temsil etti. Yabancı devletlerden iftihar ve takdir nişanları aldı. Cumhuriyetin ilanından sonra da tüm hayır kurumlarında ve derneklerde üstün bir feragatle çalıştı. hemşirelik mesleğiyle ilgili hayli yazılar yazdı ve konferanslar verdi. Ömrünün son gününe kadar mesleğinin tutkusu içerisinde yaşamını sürdüren ilk hemşiremiz Safiye Hüseyin, 1964 Temmuz’unda 83 yaşında, yetiştirdiği hemşirelerin kucağında gözlerini kapadı.

Safiye Elbi Çanakkale Savaşı’nda

Çanakkale Savaşı başladığında Safiye Hüseyin gönüllü hastabakıcı olarak yazılmış; Balkan Muharebelerinde de hastabakıcı olarak görev aldığı için Reşit Paşa Hastane gemisine baş hastabakıcısı olarak verilmişti. Çanakkale Savaşları başladığında birçok vapur hastane gemisine dönüştürülmüştü. Reşit Paşa da bu vapurlardandı. Hastane gemileri Akbaş veya Kilya iskelesinden yaralıları alıp İstanbul hastanelerine, Hilal-i Ahmer ve Vatan hastanelerine yaralı sevk ediyorlardı.
Reşit Paşa vapuru, Akbaş İskelesi’nde, gelen yaralılara ilk müdahalelerin yapılması için demirli vaziyette tutuluyordu. Gemiye sürekli yaralı taşınmakta, yüzlerce yaralı Mehmetçik deniz üzerinde günlerce acılar içinde kıvranmaktaydı. Gemi dolunca da bu alınan yaralılar Hilal-i Ahmer hastanelerine taşınmaktaydı. İstanbul’dan dönerken asker ve mühimmat taşıma görevini de üstlenen Reşit Paşa vapuru, bu nedenle yaralı taşıma işlemini yaparken de birçok defa rahatsız edilmişti.

Çanakkale Müstahkem Mevki Mayın Grup Komutanı Binbaşı Nazmi Bey, günlüğünde Reşit Paşa vapuru hakkında şöyle diyordu:

“27 Nisan 1915

Reşit Paşa vapuru İstanbul’dan asker yüklü olarak geldi. Nara Burnu’nda durduğu sırada düşman ateşine maruz kalmış ve yanındaki Üsküdar vapuru beş dakika içinde batmıştır. Bir çarkçı ve iki er şehit olmuştur. Diğerlerinde hamdolsun bir zarar olmamıştır…”


Çanakkale Savaşları’nı Safiye Hüseyin şöyle anlatmıştı:

“Evet savaşa da iştirak ettim Çanakkale’de uzun müddet kaldım. Çanakkale’de savaş başladığında Alman Salibiahmer (Alman Kızılhaçı) ile bizim Hilal-i Ahmer Cemiyeti birleşmiş, Reşit Paşa vapurunu hastane gemisi yapmıştık. Ben bu geminin hasta bakıcısı olmuştum. Reşit Paşa Çanakkale’ye gidecek, orada yaralıları tedavi edecek, yarası ağır olanları alıp İstanbul’a getirecekti. ….Vaziyet tehlikeli dediler… Ne vapuru olursa olsun… İster hastane vapuru ister Kızılay ister Salibiahmer, İngilizler —- tutuyorlar. Ben aldırış etmedim. Zaten umumi harp başladığı zaman ben hastabakıcılık için gönüllü yazılmıştım. Gönüllü olarak gidiyordum… Peşinen şunu söyleyeyim ki hayatımda hiçbir zaman ölümden korkmuş değilim.

Reşit Paşa’ya bindik. Çanakkale’ye geldik, Akbaş Mevkii’nde demirledik. Hastaları, yaralıları toplamaya başladık. Ne yaralılar, ne yaralılar. Şu parmakları görüyor musunuz? Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere kapattım. Kaç delikanlının…”

“Yaralıkları aldık, dönüyorduk… Birdenbire tepemizde bir uçak belirdi, güverteye çıktık. Süvari müthiş bir haber verdi:

- İngiliz uçağı…

Mamafih zerre kadar korkmuyorduk. Reşit Paşa gemisinin bir tarafında kızıl bir ay, bir tarafına da kızıl bir salip (haç) vardı. Belli ki hastane vapuru… İçimizden “dünyada bize ateş edemezler” diyorduk. Uçaktan kırmızı bir ışık yükseldi, ve üstümüze dehşetli gürlemeler oldu…

Yine bir gün yaralıları aldık dönüyorduk. Etrafımızda müthiş gürlemeler oldu dehşetli gülle yağmurunun altında kaldık. Reşit Paşa ‘nın sağına soluna gülleler yağıyordu, o zaman anladık ki bize ateş ediyorlar. Attıkları gülle bize o derece yakın düşüyordu ki tasavvur edemezsiniz.

Yaralı gaziler vapurlara taşınırken…

Fakat bütün bu tehlikelere rağmen korkmak için vaktimiz olmadı. Çünkü hastalar bizi bekliyorlardı. Ameliyat edecek, yaraları sarılacak yüzlerce hasta vardı. Bunlardan biz kendimiz için korkacak vakit bulamıyorduk.

Bundan sonra düşman adet edinmişti. Ne zaman Reşit Paşa vapurunu görseler tepemize İngiliz işaretli bir tayyare dikiliyor, düşman topçusuna bizim bulunduğumuz yeri işaret ediyor. Bundan sonra o dehşetli gülle yağmuru başlıyordu. Her defasında ölüm tehlikesi geçiriyorduk.

Hele bir keresinde müthiş bir bombardımana tutulmuştuk. İstanbul’a “Reşit Paşa vapuru battı” diye haberler gitmiş. İstanbul’a döndük ki, herkes vapur batmış zannediyordu. Akrabam matem içinde, İstanbul’a adeta ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten dönüş faslı vardır.”

En tesirli kelime: Su, su…

“Bir gün bir İngiliz yaralısı bulduk, gemiye getirdik. Zavallı çiçek gibi bir delikanlıydı. Başından aldığı bir yara ile gözlerini kaybetmişti. Gözlerinin üstüne siyah uzun bir sargı sarmıştık. Ağzına damla damla su akıttık. Yaralıların sayıkladıkları en tesirli kelimelerden biri de budur. Su…

Hiçbir ağır yaralının susuz ölmemesine son derce dikkat ederdik. Bir İngiliz yaralısının da ağzına su akıttık. Çok üzgündü, İngilizce mütemadiyen “öleceğim” diyor, arkasından nişanlısının ismini söylüyordu. Ölüm halinde bulunan adama son vazifemi düşündüm… Ve onun düşman askeri olduğunu bir an için aklıma getirmeyerek kendisini İngilizce, kendi ana dili ile teselli ettim:

- Katiyen ölmeyeceksin, yaşayacaksın… Bütün bu korkulu günler geçecek. İyi olup memleketine gideceksin, nişanlına kavuşacaksın…

Bu İngilizce teselli onun öyle hoşuna gitti ki, bir müddet sonra yüzünde müsterih, hatta memnun çizgiler peydahlandı ve öldü…

Biz öleceğini bildiğimiz bütün umutsuz hastaları böyle teselli ederdik.

Ölmeyeceksin daha çok yaşayacaksın diye diye kendilerini bazen buna inandırırdık. Adeta yaşayacaklarına inanmış oldukları halde ölürlerdi.

Gördüğüm en müthiş yaralılar gözlerini kaybedenler. Bunların halleri pek feci oluyor. İçin için eriyorlar… Günden güne sönüyorlar.

Gözlerinin yarası iyi olmak ihtimali bile olsa kendilerini kurtulamıyorlar… Ölüyorlar. Gözlerini kaybedenlerin hali kadar feci bir şey yoktur.

Biz bu Reşit Paşa hastane gemisinin ne kahırlarını çektik. Bazen haftalarca savaş boylarında kalıyorduk. Hele bir keresinde aç kaldık, bite boğulduk. Kömürümüz bitti. Soğukta kaldık.”

Son sözleri: Anne !!!

“Yüzlerce yaralının önümde öldüğünü gördüm hemen hemen hepsi de aynı kelimeyi, bu sözü sayıklayarak, “Anne ” diyerek öldüler.

Vapurda muhtelif milletlere mensup yaralılar vardı. Almanlar, Avustralyalılar, cepheden topladığımız İngiliz yaralılar ve bizim yaralılarımız… Hepsi kendi dilleri ile ekseriya tek bir kelime sayıklardı,

- Anne !…”

Bir hastabakıcı arkadaşım…

“Bir Alman doktor vardı. Genç karısı Avusturyalı iyi bir hastabakıcı kadın. Bir gün Reşit Paşa vapurunun üstüne gülle yağmuru yağarken:

- Beni deniz tutuyor, dedi. Hastanede çalışmak istiyorum.

Kendisini cepheden biraz gerideki hastaneye tayin ettirdi. Bu küçük bir cephe hastaneydi. Bir müddet sonra haber aldık ki, hastane büyük bir uçak bombardımanına tutulmuş, tahrip edilmişti. Arkadaşım bombaların altında can vermişti. Bizden de 8 şehit vardı.

İşte bu benim en acı hatırlarımdan biridir. Bu hastaneye ben de gitmek istemiştim. Hatta gönderiyorlardı da… Gitseydim muhakkak ki bugün bulunamayacaktım.”

Bekir Çavuş: Kumandanım emrinizi yapamadım!…

“Reşit Paşa vapuruna bir gün Bekir Çavuş isminde bir ağır yaralı getirdik. Onun cephenin ön saflarında bulmuştuk. Bir ayağı kangren olmuştu. Hemen Reşit Paşa vapurunda ameliyat masasına yatırdık.

Ayağını kestik. Bir tek ayağı ile kalmıştı ama vaziyeti çok tehlikeli idi. Kangren çok ilerlemişti. Aynı zamanda pek fazla kan kaybetmişti. Adeta ölmesini bekliyorduk.

O gece sabaha karşı kamaramın kapısı hızlı hızlı vuruldu. Kalktım dışarıda bir ses:

Çanakkale Menzil Hastanesi’ndeki Türk yarılaları…

- Başhemşire… Başhemşire… diye bağırıyordu….

Hemen giyinip fırladım, genç bir Alman hastabakıcısı:

- Hani ayağını kestiğimiz yaralı yok mu?

- Bekir Çavuş mu?

- Evet.

- Ne oldu peki?

- Kendisine bir hal geldi hemşire, tek bacağıyla ayağa kalktı. Odanın içinde dolaşmak istiyor.

Hemen koştum. Bekir Çavuş yaralarından kanlar aka aka ayağa kalkmıştı. Yanına koştum. Bileğinden tuttum, müthiş ateşi vardı.

- Aman Bekir Çavuş dedim, Ne yapıyorsun? Bu hal ile ayağa kalkılır mı?

Bekir Çavuş kendini kaybetmiş bir halde idi.

- Aman dedi, Ne diyorsun? Emir geldi, emri yerine getirmek lazım.. Tabii kalkacağım.

Ve sabaha karşı Bekir Çavuş kollarımız arasında dünyaya gözlerini büsbütün kapadı. Bu adamcağız son dakikasına kadar kumandanın emrini, kendisine verilen vatan vazifesini yapmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Son dakikasında bile ne annesini ne sevdiğini düşünüyordu.

Kansız beyaz dudaklarından çıkan en son cümle:

- Emri yapamadım, oldu.

Fakat ben ona kani idim ki Bekir Çavuş vazifesini son derece yapmıştı.”


Safiye Hüseyin Anafartalar’da…

“… Maydos’a (Eceabat) gittim. Sonra Anafartalar’a doğru ilerledik. Tepemize iki düşman tayyaresi peydahlandı. Bize adım attırmıyorlar, mütemadiyen bombaları yağdırıyorlardı. Üç saat yürümüş, fena halde yorulmuştuk.

Ölüm muhakkaktı. Tayyareler adamakıllı alçalıp bizi bombardıman etmeye başlayınca gözümün iliştiği bir sıçan deliğine girdik. Üzerimizde epey dolaştıktan sonra gittiler. Biz de karargâha geldik. Tepeden düşman donanması çanak gibi görünüyor. O zaman geçirdiğim bütün tehlikeleri unuttum. Bir kadın için işte bu görülebilmesine ihtimal olmayan bir manzara idi…”

 
Ismail Bilgin'in CANAKKALENIN KADIN KAHRAMANI adli kitabindan alinmis Safiye Hemsire ile ilgili anilar:

CANAKKALENIN KADIN KAHRAMANI

Yazar : İsmail Bilgin

Yayınevi : Timaş Yayınları

Basım Tarihi : Mart 2008

Sayfa:218

Özet:

Tarihin en kanlı savaşlarından birinde, Çanakkale’de kahraman askerlerimizin yanında görev yapan bir Türk kadını, ilk Türk Hemşiresi Safiye Hüseyin.
Bu memleketin evlâtları, vatan için hiç sakınmadan en onulmaz yaraları alırken, onlara var gücüyle destek olan bir kadın kahraman doğuyor; Safiye Hüseyin… Gözlerini kırpmadan cepheye koşan kahraman Mehmetlere, Beki Çavuşlara cephe gerisinde destek olan yüce gönüllü kadınlarımızdan biri. Bir an bile tereddüt etmeden vatan uğruna toprağa düşmeyi göze alan, vazifelerini yerine getirmeyi her şeyden aziz bilen cengâverlerin, yaralı yiğitlerin özlediği anne şefkati Safiye Hüseyin’in inanç dolu yüreğinde cisimleşiyor.

Osmanlı’nın İngiltere Deniz Ataşesi Ahmet Paşa’nın son derece iyi bir eğitim almış kızı Safiye Hüseyin, ilk olarak Balkan Harbi’nde gözünü kırpmadan cepheye gidip askerlerimizin yarasını sarmıştı. Tarihin en kanlı savaşlarından biri olan Çanakkale Muhabereleri yaşanırken de, cepheden uzak kalamazdı. İstanbul’dan kalkan Reşitpaşa vapuruyla Mehmetçiklerin yaralarını sarmaya koştu.

“Besim Ömer Paşam, yiğitlerimizin yarasını sarmak gibi bir ulvi görevi yerine getirme saadetini tecrübe etmeme izin veriniz. İyileştirdiğim her yara benim için küçük bir madalya olacak… Bu hizmete koşarken hiçbir ödül beklemediğimi açık ve kesin bir dille ifade etmek isterim. Görevimiz efendim... Görevden de hangi şartlar altında olursa olsun kaçmam. Kaçamam. Canlarını sakınmayan bunca yiğidin yarasını sarmak için gitmekten ben neden imtina edeyim? Yolumuzda denizaltılar olsa bile. Ne fark eder? Ne gam ki Besim Ömer Paşam?.. Şunu iyi biliniz Paşam, içime doğmaktadır ki, Rabbim bizi bu görevimizin aciliyetinden, öneminden dolayı inşallah koruyacak ve esirgeyecektir. Gözetecektir. Oraya sağ salim gideceğiz ve yaralılarımızı alıp İstanbul’a yine sağ salim döneceğiz…”

İngiliz genci Tommy, vurulan arkadaşı John’un başında yaşananları anlamaya çalışıyormuş. Askerin boynunda ki künyesini koparıp, tüm o mermi ve patlayan havan topları arasında onun cansız bedenini sırtına alıp sahile götürmeye karar vermiş.Ölen arkadaşının en azından ismi olan bir mezarda yatmayı hak ettiğini düşünüyormuş.Tommy sırtındaki arkadaşı ile birlikte uzun süre yürüyünce, daha fazla dayanamamış ve olduğu yere yığılmış.O sırada yaralı ve ölen askerleri taşıyan sedyeciler gelmiş.Arkadaşını alıp koşar adımlarla Tommy’nin yanından uzaklaşmışlar.Yanı başında patlayan bombayla irkilmiş, taze barut ve kan kokusu tüm alanı sarmış.Kendisini hemen bir sipere atmış.Ortalık toz duman içindeymiş.Neler olduğunu anlamak için başını siperden çıkarır çıkarmaz, bir mermi onu sıyırarak toprağa saplanmış.Tommy iyi bir keskin nişancıymış.Kendisine ateş eden de onun gibi keskin nişancı bir Türk askeriymiş.Tommy uzun süre siperde beklemiş.Türk nişancısı en ufak hareketinde ona ateş ediyor, kaçmasına izin vermiyormuş.Çevresinde patlayan bombaların toz bulutları sayesinde nişancının elinden kurtulmuş.Akşamın olmasıyla hemen sahile yönelmiş.Sahilde taze mezarlara haç dikildiğini görmüş.Orada hemen John’un mezarını aramaya başlamış.Bir papaz john’un mezarının başında incilden bölümler okuyormuş.Gece yarısını geçerken Tommy sevgilisi Anna’ya mektup yazmaya başlamış.Mektupta; yaşadıklarını kelimelerle anlatamayacağını, yalnızca emanet ettiği kardeşi John’un artık yaşamadığını evinden uzak bu topraklara gömüldüğünü yazmış.Tommy kendisinin de bu topraklarda ölürse asla unutmamasını, tüm ölen askerler gibi ancak böğle huzur bulacağını yazmış.
Cephenin diğer tarafında sai, tüm erlere mektup ve emanetlerini ulaştırırmış. Hepsinin isimlerini söyleyerek emanetlerini tek tek verir, verdikçe yükü hafiflermiş. Veremediği emanetlerin sahiplerinin şehit olduğunu anlar, onların künyelerini ailelerine geri götürmek için alırmış. Sıra Bekir Çavuş’un emanetini vermeye gelmiş.Bekir Çavuş keskin nişancı bir ermiş.Savaş alanında elinden kaçırdığı İngiliz keskin nişancısını düşünüp üzülüyor, bir dahaki sefere onu mutlaka öldürürüm deyip hırslanıyormuş.Ali Efe (Sai) onun adını söyleyip emanetini vermiş.Bekir Çavuş anne ve babasının iyi haberini alınca mutlu olmuş.Ali Efe o sırada Bekir Çavuşa yavuklusunun emaneti olan zarfı da vermiş.Bekir Çavuş elleri titriye titriye zarfı açmış.Zarfın içinden, yavuklusunun bir tutam sarı saçı ucu yakılmış bir halde çıkmış. Bekir Çavuş bunun anlamını bildiği için içi rahatlamış.Ucu yakılmış saç; Ölene dek yalnızca onu sevip bekleyeceğini başka kimseyle evlenmeyeceği anlamına gelmekteymiş.Bir yanda cephede yaşadıklarını bir yandan da yavuklusu Emine’yi düşünüyormuş.

İstanbul’dan Çanakkale’ye gönderilmek üzere bir gemi hazırlanmaktaymış.Geminin her yanına kızıl haç işareti yapılıp düşman uçak ve gemilerinden gizlenmek isteniyormuş.Zira geminin yükü çok önemliymiş.Gemi Türk askerlerine yardımcı olmak için malzeme, doktor ve hemşireleri taşıyormuş.
Besim Ömer Paşa, Safiye Hüseyi'nin Çanakkale’ye gidecek gönüllüler arasında yer aldığını öğrenince saygı duymuş.Ne var ki bu yolculuğun çok tehlikeli olacağını, gittiği cephenin zorlu bir cephe olduğunu da biliyormuş. Bunun üzerine Safiye Hüseyin’i ikna etmek için bir hayli uğraşmış.Safiye bunun üzerine; Kararlı olduğunu mutlaka cepheye gideceğini anlatmış.Safiye çok iyi İngilizce, Almanca ve Fransızca biliyormuş.Üstelik bir çok erkeğin bile bakmaya katlanamadığı ameliyatlara girmiş.Besim Ömer Paşa’ya "Şu an canımızı değil, vatanımızı düşünme zamanıdır" diyerek gitmesi gerektiğine ikna etmiş.
Gemi Marmara’dan ayrılıp Çanakkale’ye doğru yol almaya başlamış.Safiye’nin içinde hüzünle karışık sevinç varmış.Yiğitlerin yarasını sarmak, su isteyene su vermek, yazamayanın mektubunu yazmak, ümitsiz de olsa, imkansız da olsa “İyileşeceksiniz” demek ve onlara umut aşılamak için bu zorlu yola çıkmış.Gemi ilerledikçe İstanbul geride kalıyor, kimse kimseye belli etmese de ilerledikçe tedirginlik artıyormuş.Denizdeki en ufak karaltı bile tedirginliğin artmasına yetiyormuş.Boğazın daralmaya başlaması ile Gelibolu’ya varmışlar.Safiye güverteye çıktığı anda gemi sarsılmaya başlamış.Parmaklıklara tutunan Safiye, yerde bir hemşirenin çığlıklar içinde korkudan ağladığını görmüş.Yerden hemen kalkmazsa üzerine doğru gelen sandığın altında kalacağını söylese de hemşire onu duymuyormuş.Safiye son anda hemşireyi ezilmekten kurtarmış.Hemşire Alman’mış, eşi de Çanakkale de görevini sürdüren Dr. Yüzbaşı Ragıb beymiş. Safiye Alman hemşire ile birlikte gemiden inmiş.Gemiden iner inmez gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüş.Her yerde yaralı askerler varmış.En yakın tepenin eteklerine iki ameliyathane kurulmuş, ameliyathanelerin kuzeyinde ise kabristan varmış.Toprağa verdikleri her eri toprağa değil de, cennete gönderdiklerini düşünüp teselli buluyorlarmış.
Ameliyathanenin oraya geldiklerinde; Safiye ağacın altında yatan ağır yaralı askeri görmüş.Asker Safiye’den su istemiş.Safiye askerin son nefesini vermek üzere olduğunu anlamış.Gözleri dolu dolu olmuş, ere hemen bir bardak su vermiş.O sırada doktorun ameliyathaneden sinirli bir şekilde söylediklerini duymuş “Hanım evlatlarını buraya niye gönderirler” diye bağırıyormuş.Safiye hemen ameliyathaneye koşmuş, doktora yardım etmeye başlamış.Doktor öfkeli bir şekilde Safiye’ye kana dayanamayacaksa baştan gitmesini söylemiş.Safiye sorun olmadığını ameliyata gireceğini söylemiş.Bunun üzerine doktor kolu kesmeye başlamış, kol kesildikçe etrafa ağır bir koku yayılmış.Kolu kesip damarları diken doktor, Safiye’den diktiği bölgeyi sarmasını istemiş.Ameliyatı bitiren Safiye dışarıya çıktığında, ağacın altının boş olduğunu görmüş.Oradan geçen bir askere, erin nereye götürüldüğünü sormuş.Asker ona kabristanı işaret etmiş, o an Safiye’nin içini derin bir hüzün kaplamış.
Orada kurulan ameliyathaneler ve kasabada ki hastaneler gelen yaralılara yetmez olmuş.Her geçen gün yaralı sayısı artıyor, imkansızlıklar içinde herkesle ilgilenmeye çalışıyorlarmış.Yaralı erler isimleri ne olursa olsun kendilerine “Gazi” denilmesini istiyorlarmış.Askerler kendilerine madalya verilse de verilmese de bu isim zaten yüreklerinde madalya gibi asılı duruyormuş.Gaziler vatanın kurtuluşunun şahitleridir.Kendilerini vuranı bile bağışlaya bilirler, ama unutanı unutanları asla bağışlamazlar…..

Ali Çavuş bir ağacın altına oturmuş dinleniyormuş.Hemen çevresine yaralı erler oturmuş.Yaralı erler Ali Çavuş’dan savaşta yaşadıklarını anlatmasını istemişler.Uzun süren ısrarlar üzerine Ali Çavuş yaşadıklarını anlatmaya başlamış, erler onu dikkatle dinliyormuş.”27. Alayın askerleri susuz kalan aslan gibi düşmanla çarpışıyordu” diye anlatmaya başlamış.Mustafa Kemal’in “Ben size ölmeyi emrediyorum.Düşmanı denize kadar kovalayın” sözleriyle nasıl ordunun şahlandığını, düşman askerlerinin arkalarına bile bakmadan kaçtığını anlatmış.Daha sonra Alay imamı Hasan Fehmi’nin sesini duydum “Ölürseniz şehit, kalırsanız gazisiniz” dedikten sonra hain bir düşman kurşunuyla nasıl şehit olduğunu anlatmış.Omuz omuza çarpıştığı komutanların, arkadaşlarının şehit olduklarını görüp onları tektek toprağa nasıl verdiğini, savaşın tüm çirkinliğini anlatmaya devam etmiş.Ali Çavuş yaşlı gözlerle yaşadıklarını erlere anlattıkça çevresinde derin bir hüzün ve sessizlik oluşmuş.


--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Gün dünkü yorgunluğun üzerine doğarken, akbaş sargı yerindeki her ayrıntıyı, çöken karanlığın elinden çekip almıştı. Yeni gün, yaralılar için yeni ümitleri elinden tutup getiren bir müjdeci gibiydi.
Safiye Hüseyin kendisine tahsis edilen yatakta sağa sola dönüp duruyor bir türlü uyuyamıyordu.kulaklarında sürekli askerlerin ‘’ah ‘’ diye inlemeleri ve ‘su’ diye yalvaran sesleri vardı. Sonunda dayanamayıp kalktı. Dışarı çıkınca temiz hava kendine getirdi.
Sedyeciler bir neferi taşıyorlardı.nefer ise kendisini bırakmalarını istiyor arkadaşlarının kendisi ile dalga geçeceklerini söylüyordu. Safiye erin yanına yaklaşıp neyi olduğuna baktı. Er baldırından bir kurşun almıştı.hemen orada kurşunu çıkarıp sardı. Ve ameliyathanenin olduğu çadıra doğru yürüdü. İçeri girdiğinde o ağır kokuyla karşılaştı. Demek ki saatlerce bu ağır kokunun içinde çalışıyoruz diye düşündü. Kurşunu çıkarmak için kullandığı aletleri ve makası masanın üstüne bırakıp dışarı çıktı.
Hasip beyde tam kapının önündeydi ve ona artık görevine maydosta devem edeceğini bildirdi.kendisi ile beraber gelen yalova’da askeri doktor olarak görev yapan ragıp beyin eşi erika’nın ise orada kalacağını söyledi. Safiye Hüseyin hemen tahta valizini alıp faytona bildi ve maydos’a doğru yola koyuldu. Yolda cepheden dönen yaralı askerleri ve güle oynaya adeta düğüne gider gibi savaşa giden erleri gördü. Yaralılara hemen orada yardım etmek istiyor fakat hemen maydos’a gitmesi gerektiğinden acele ediyordu. Yolda birden bir gürültü ve telaş oldu. Faytoncu düşman uçağının geçtiğini çivi bombası yada el bombası atabileceklerini faytonun dışına çıkmamasını söyledi. Safiye olduğu yere iyice çömeldi fakat birden bir şey oldu ve araba savrulmaya at deli gibi koşturmaya başladı. Safiye başını çıkarıp dışarı baktığında atılan bombanın bir parçası faytoncuya gelmişti. Atın yuları adamın boynuna dolandığından adam yerde sürükleniyor ürken at ise dört nala koşturuyordu. Safiye bir şeyler yapmalı ve adamın boynundan ipi kurtarıp atı durdurmalıydı. Uğraşlarının sonunda adamın boynundan ipi kurtarmış ve atın dizginlerini eline geçirmişti. Artık faytoncuda olmadığından arabayı kendi sürerek maydos’a vardı.
Maydos’a vardığında 30 yatağın sığabileceği büyüklükte bir hastane çadırında çalışmaya başladı. Askerler sadece kurşun yarası veya şarapnel parçasıyla yaralanmış bir şekilde gelmiyordu. Bazıları uzun süre meyve ve sebze yememekten iskorpit hastalığına tutulmuşlar dişleri tuz gibi dağılıyordu. Bir ara doktor münip bey ‘’ yeteri kadar çalıştık gel hem hastaları dolaşalım hemde biraz hava almış oluruz,’’ dedi. Ve hastaları dolaşmaya başladılar. İçlerinden biri vardı ki hikayesi dinlenmeye değerdi. Anlatmak istememesine rağmen hemşirenin ısrarları ve doktor münip beyi bu bir emirdir demesinin karşılığında anlatmaya başladı muzaffer.
Savaştalardı ve çok kanlıydı. Artık silahlar susmuş süngüler konuşuyordu. Muzaffer annesiz, babasız büyümüş bir erdi. Göğsünde büyük bir yara almış ve yere düşmüştü. Yanında bir anzak askerinin yattığını fark etti. Oda göğsünden vurulmuştu ve yarası ağırdı. Askerin elinde annesinin resmi vardı. O ölse savaştan geri dönmese onu bekleyen biri yoktu. Düşmanda olsa o askeri bekleyen birileri vardı. Yanında taşıdığı sargı bezlerini çıkarıp onun yarasına bastırdı kendi yarasına ise yerden aldığı bir avuç kumu bastırdı. Matarasında ki suyu da paylaştı muzaffer. Sonra mı sonrasını hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında hastane çadırındaydı ve o anzak askeride yanındaydı. şimdi beraber iyileşmeyi bekliyorlardı.
Bekir çavuş arka siperlerde, artık toprak kokusunu kaybetmiş siperin duvarına sırtını dayamış, elinde tuttuğu saçlara hasretle bakıyordu. İçinden, tesbih tanelerini bir bir çekercesine ‘emine’ diye sayıklıyordu. Ne tuhaftı savaşın, kanın, barutun ortasında onu düşünmekten bir an geri durmuyor ve ona bu düşünce güç veriyordu sanki. Belki birazdan öleceğim diye düşündü ve ucu yakılmış sarı saçları son kez koklayıp ceketinin göğüs cebine yerleştirdi.kalkıp mangasına baktı.hepsi siperlerde biraz tedirgin ama artık buna alışmış bir vaziyette duruyorlardı ve hepsi çok gençtiler. Onları köylerinde bekleyen kim bilir kaç emine var diye düşündü Bekir çavuş. bu arada vadide bir parıltı gördü ve ses duydu. İyice bakınca orada bir yüzbaşı ve peşinde birkaç askerin olduğunu gördü ama yerini belli etmemek için sadece yüzbaşıya hedef aldı. Ve sadece bir ah sesi duyuldu. Başları ölünce ne yapacaklarını bilemeyen askerler hemen geri döndüler. Bu günlük bitirmişlerdi ama yarın ne olacaktı. İşte bu sorunun cevabını bir türlü veremiyordu ve günlerdir takipte olduğu keskin nişancılarını bir yerde karşısına çıkarsın diye mevlaya dua ediyordu. Eli tekrar göğsünün üzerine gitti orada sevdiğinin saçları vardı. İçini çekti ve mevzilerine geri dönmek için askerlerine emir verdi.

Düşman askerinin keskin nişancısı tommy’de bir periskop bulmuş. Ertesi gün onunla bir yerde mevzilenip savaşın başından beri kendilerine bir sürü kayıp verdiren nişancıyı vurma hayalleri kuruyordu.

Bekir çavuşun o günkü görevi makineliyi susturmaktı. Kendisi ve askerleri mevzilerine yerleştiler ve beklemeye başladılar. Sanki rüzgar bile esmiyordu çimenlerde bir kıpırtı yoktu ama ileride bir şey parıldıyordu. Bekir çavuş biraz sabırlı olmalıyım ateş edersem yerimizi belli ederim diye düşündü. Bu sırada orada olan tommy’de keskin nişancının yerini elinde ki periskopla bulacağını ümit ederek etrafa bakıyordu. Tam periskoptan uzaklaşmıştı ki bir el ateş edildi ve periskop parçalandı. Kurşun periskopun bir tarafından girip diğer tarafından çıkmıştı. Tommy dahada bir ürktü ve hiç kıpırdamadan akşamı bekledi.
Bekir çavuş sonunda dayanamayıp ateş etmişti. Ama karşılığını alamayınca boşa ateş ettiğini düşünüp bir daha ateş etmemiş ve geri çekilmişti.


--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yüzbaşı Bekir Çavuşu çağırmış ve ona makineliyi susturması için bir görev vermişti. Görevin zamanı yaklaşmıştı. Bunun üzerine Bekir Çavuş Mangasını hazırladı gece boyunca planlarını yaptı sabah erkenden sis varken çıkılacaktı yola. Bekir Çavuş uyuyamadı zaman gelince mangasındaki askerleri uyandırdı. Hazırlardı Bekir Çavuş önce Mıstık arkasında devam ediyorlardı.

Diğer tarafta Tommy için de makineliyi koruma görevi verilmişti. Artık Türklerin saldırabilecegi söylendi ve bununla birlikte Tommy de yanında 5 askerle makineliyi savunacaktı uzaktan. Diğer 5 asker Tommy nin yerinin belli olmaması içindi. Makineliyi biraz öne alacaklardı. Hepsi yerlerine yerleşmişti zamanı gelince.

Bekir Çavuş ve askerleri yerlerini almıştı ama o sırada mıstık yere yıgıldı. Sonra biri daha biri daha derken Bekir Çavuş Emri verdi askerlere makineli ve keskin nişancı onları biçiyordu sanki. Bekir Çavuç ateşin nerden geldiğini gördü ve sonunda keskin nişancıyı susturdu. Askerlerinin öldüğünü ve başarısız olduklarını görünce "hayırr" diyerek oda koşmaya başladı kasıgından kurşun yiyerek oraya yıgıldı.

SAfiye Hüseyinde görev yerinden ayrılıp ulaşmıştı vapura. Her yer yaralı askerlerle,ameliyathane diye ayrılan bölmeler ameliyat olmayı bekleyen askerlerle doluydu. Hemen işe başladı bir taraftanda askerler yaralıları hala vapura taşıyordu. Etraftakiler "anne" diye feryad ettikçe Safiye Hüseyinde üzülüyordu. Vapurda tanıdık biride vardı Hemşire Erika konuştup tekrar işlerine döndüler. Erikayı deniz tutuyordu ve rahat görev yapamazdı bunun için Safiye Hüseyinde Hasip Beyle konuştu ve ertesi gün Erika eşinin yanına Dr. RAgıp beyin yanına yalovaya gönderildi.

Hasip Bey üzgün olarak vapurda dolaşırken Safiye Hüseyin yanına gidip neyinin oldugunu sordu ve Hemşire Erika ve Dr. RAgıp Beyin bulundugu hastane tayyareler tarafından bombalanmıştı. Hasip bey Erikayı kendisinin gönderdiğini düşünüp onun ölümüne onun sebeb oldugunu düşünüp üzülüyordu.

Safiye Hüseyin görevinin başına dönüp Bekir Çavuşu yeni gelen doktora gösterdi. Ayağı kesildi kangren olmuştu artık dönüşü yoktu. Safiye Hüseyin kendi bacağı kesilmişçesine üzüldü. Çavuşa iyi olacaksın sevdigine kavuşacaksın demek isterdi. Bekir ÇAvuş arada krizler geçiriyor görevinin başına gitmesi gerektigini söylüyordu.

Safiye Hüseyin hemen ordaki Tommy yede baktırdı doktora ve gözlerinin artık görmeyecegini ve durumunun kötü oldugnu söyledi doktor. SAfiye Hüseyin onu teselli ediyor ama Tommy durumunun kötü oldugunun farkındaydı.

Bekir ÇAvuş tek ayagı ile vapurda ordan oraya yürümeye başlamış kimse onu tuttamıyordu. Görevine gitmesi gerektigini söylüyordu. Safiye Hüseyin yetişti ama o sırada atılan bombalarla vapur sarsılmaya başladı bekir çavuş bir oraya bir buraya sürükleniyordu Safiye Hüseyin ona ulaşmaya çalışıyordu sonunda Bekir Çavuşu tuttu ama o hala bağırıyordu "makineli makineli" bu sesten ve makineli deyişinden Tommy onu tanımıştı gözlerini kaybetmesine sebeb olan nişancıydı evet oydu Tommy ona bagırıyordu ama Bekir Çavuş sukut etti. Safiye Hüseyin Bekir Çavuşa döndü ve onu sarsmaya başladı "bekir çavuş bekir çavuşş " Bekir Çavuş hayatını kaybetmişti. Bekir ÇAvuşun defnedilme işlemi bittiginde vapurdan sedye ile bir asker daha götürülüyordu askerler "anna" diye sayıklarken öldüğünü söylediler..

Ertesi Gün vapur Çanakkaleden İStanbula doğru yol alıyordu.
Safiye Hüseyin
"EY ÇANAKKALE" dedi "SON KALEMİZ.SON ÜMİDİMİZ.TUTUNACAK SON DALIMIZ. SENİN GAZİ EVLATLARINI,DÜŞMESİN DİYE ÖLÜME KOŞTUKLARI İSTANBUL'A GÖTÜRÜYORUZ. GİDİŞİMİZ TEKRAR GELMEK İÇİNDİR.."
 
Geri
Top