Gilles Deleuze
18 Ocak 1925- 4 Kasım 1995)
yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir filozoftur.
18 Ocak 1925- 4 Kasım 1995)
yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir filozoftur.
Kendi özgün düşüncesini oluştururken Spinoza, Leibniz, Hume, Kant, Nietzsche, Bergson ve Foucault üzerine monograflar yayımlamış, bu filozofların geleneksel felsefe tarihi izleğindeki konumlarına ve bu izlek dahilinde yorumlanma biçimlerine radikal eleştiriler getirmiştir. Çalışmalarında güzel sanatlar, edebiyat, matematik ve doğa bilimleri arasında çapraz geçişlerle bu farklı alanları birbirine indirgemeksizin yeni bir düşünme tarzının önünü açmıştır. Gerek kişisel çalışmalarında gerek 1969’da tanışıp uzun süre beraber çalıştığı psikanalist Félix Guattari ile birlikte rizom, çokluk, fark, olay, oluş, savaş-makinası, organsız beden, içkinlik, virtüel/aktüel, minör edebiyat, duygulam, göçebebilim gibi kavramlarla yirminci yüzyıl kıta felsefesi içerisinde yaygın düşünce hatlarının dışında özgün bir siyaset felsefesi ve etik ortaya koymuştur. Üstünde durduğu fark metafiziğinin felsefe tarihinin süregelen varsayımlarıyla olan ilişkisini tartıştığı Fark ve Yineleme (1968) ile anlamın ortaya çıkışını, biçimlerini ve yapısını incelediği Anlamın Mantığı (1969) yayımlandıkları dönemde ciddi bir yankı uyandırmış ve Michel Foucault, Anlamın Mantığı kitabını değerlendirdiği bir yazısında yirminci yüzyılın birgün Deleuzecü bir yüzyıl olarak anılacağını ifade etmiştir (Deleuze bir röportajında bu yakıştırmayı Foucault’nun kimilerini gülümsetmek kimilerini de kızdırmak amacıyla yaptığı ince bir espri olarak değerlendirecektir). Félix Guattari ile birlikte kaleme aldıkları çalışmalardan Anti-Oidipus (1972) ve Bin Yayla (1980) başlıklarıyla iki cilt halinde yayımladıkları Kapitalizm ve Şizofreni, psikanaliz, ekonomi, linguistik, antropoloji, ontoloji, etoloji, siyaset felsefesi, metalürji gibi çok geniş bir yelpazeye yayılan argümanları ve referanslarıyla yirminci yüzyılın en önemli çalışmaları arasında sayılabilir.
Hayatı
Deleuze, 1925 yılında orta sınıf muhafazakar bir ailenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelmiştir. Paris’te bir devlet okulunda başladığı eğitimine Almanların Fransa işgali üzerine Normandiya’da devam etmiş, işgal sona erdikten sonra seyehat etmek için bile olsa artık pek ayrılmayacağı Paris’e yeniden dönerek hayatı boyunca çalışmalarını burada sürdürmüştür. Söz konusu işgal sırasında Deleuze’ün erkek kardeşi çeşitli muhalif faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle Nazilerce tutuklanmış ve daha sonra Auschwitz’e gönderilirken trende yaşamını yitirmiştir.
Deleuze, 1944 yılında Sorbonne’da üniversite öğrenimine başlamış, burada önde gelen felsefe tarihi profesörleri Jean Hyppolite, Georges Canguilhem, Ferdinand Alquié ve Maurice de Gandillac’ın öğrencisi olmuş ve hocalarından çalışmalarının ilk ilhamlarını almıştır. Deleuze bir röportajında öğrencilik yıllarından bahsederken akademi dışından bir figür olarak Sartre’ın düşüncelerinin de bu dönemde boğucu bir biçimde Husserl ve Heidegger’in düşünceleri etrafında dönen Fransız akademisi içinde ferah bir nefes gibi geldiğini belirtir. 1948 yılında agrégation derecesini aldıktan sonra 1956 yılına kadar uzun bir dönem çeşitli liselerde öğretmenlik yapmıştır. Bir çevirmen olan eşi Denise Paul “Fanny” Grandjouan ile 1956 yılında evlenmiştir. Lisede öğretmenlik yaptığı bu dönemde Hume’un amprizmine yoğunlaştığı Ampirizm ve Öznellik (1953) kitabını yayımlamıştır.
1957 yılında Sorbonne’da ders vermeye başlamış ve on iki yıl boyunca Paris’te değişik eğtim kurumlarında çalışmıştır. Üniversitelerde ders verdiği bu dönemde yayınlarına Nietszche çalışmalarına yeni bir soluk getirecek olan Nietzsche ve Felsefe (1962) ve kısa aralarla Kant’ın Eleştirel Felsefesi (1963), Proust ve Göstergeler (1964) ve Bergsonculuk (1966) ile devam etmiştir. 1968 yılında doktora derecesi için tamamladığı iki tez çalışmasını, Fark ve Yineleme (1968) ile Spinoza ve İfade Problemi (1968) kitaplarını yayımlamıştır. Deleuze’ün uzun yıllar sürecek olan akciğerleriyle alakalı rahatsızlığının başlangıcı da bu döneme rastlar.
Deleuze 1969 yılında bir eğitim reformunun denendiği dönemde Vincennes’te bulunan Paris VIII’de kalıcı olarak öğretim görevlisi pozisyonunda çalışmaya başlamıştır. Burada daha önceden tanıdığı Michel Foucault ile arkadaşlığı perçinlenecek ve Félix Guattari ile tanışacaktır. Deleuze 1987 yılında emekli olana kadar bu üniversitede çeşiti dersler ve seminerler vermiştir. Burada verdiği derslerin bir bölümü Richard Pinhas ve bazı diğer öğrencilerinin inisiyatifiyle kaydedilmiş, yazıya dökülmüş ve internet üzerinden paylaşıma açılmıştır.
Deleuze Paris VIII’de çalışmaya başladığı yıl Anlamın Mantığı (1969) isimli çalışmasını yayımlamıştır. Félix Guattari’yle uzun yıllar sürecek olan beraber çalışmaları da bu kitabın yayımlanması sonrasına rastlamış ve ortak çalışmalarının ilk ürünü üç yıl sonra yayımlanacak olan Anti-Oedipus (1972) olmuştur. Deleuze daha sonra Anlamın Mantığı’nın İtalyanca baskısı için kaleme aldığı sunuş yazısında bu kitabının kendisi için bir dönüm noktası teşkil ettiğini ifade ederken kimi psikanalitik kavramları yeterince eleştirel ele almadığını dile getirecek ve bu noktada Anti-Oidipus’ta ortaya koyacakları yeni kavramlarda Félix Guattari’nin dönüştürücü etkisinin altını çizecektir.
Kapitalizm ve Şizofreni başlığı altında topladıkları iki ciltlik çalışmalarının ilk kısmı olan Anti-Oidipus (1972) Mayıs 68 atmosferi içerisinde siyasalın yeniden düşünüldüğü bir çalışma olarak öne çıkar. 1975’te yine Guattari ile birlikte kaleme aldıkları Kafka: Minör Bir Edebiyata Doğru çalışmalarının ardından toplam sekiz yıllık bir aradan sonra Kapitalizm ve Şizofreni çalışmalarının ikinci kısmı olan Bin Yayla'yı (1980) yayımlamışlardır. Bin Yayla’nın, Anti-Oidipus’ta çok temel önem arz eden bazı kavramlara neredeyse hiç değinmeden yeni problematikler, yeni sorular ve yeni kavramlar gündeme getirerek, kavramların durağan ve kopuk bir düzen arz ettiği kapalı bir sistemden ziyade farklı soruların ve bu soruların başlangıç, bitiş ve kesişme noktalarının durmadan yeniden tasarlandığı, bir bakıma tam da mevzubahis çalışmanın altını çizmeye çalıştığı şekliyle, “rizomatik” bir yazma ve düşünme şeklini hayata geçirdiği söylenebilir.
80li yıllarda Francis Bacon’un resimlerini değerlendirdiği Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı’nı (1981), iki ciltten oluşan sinema çalışması Hareket-İmaj (1983) ve Zaman-İmaj’ı (1985) ve Leibniz monografı Kıvrım: Leibniz ve Barok (1988) çalışmalarını yayımlamıştır. Yine bu dönemde kaybettiği arkadaşı Foucault’nun ilerleme ve kırılmalarıyla düşünsel güzergahını inceleyip zaman zaman yeniden formüle edeceği Foucault (1986) monografını yayımlamıştır. Deleuze, Foucault’nun ölümünün ardından verdiği çeşitli röportajlarda Foucault’nun çalışmalarının ne denli ufuk açıcı olduğunu vurgulamış ve bir röportajında Foucault’ya onun kendisine duyduğu ihtiyaçtan çok daha fazla ihtiyaç duyduğunu ifade ederek Foucault’nun çalışmalarına duyduğu ilgi ve hayranlığı mütevazı bir şekilde dile getirmiştir.
1991’de Guattari ile son ortak çalışmaları olan Felsefe Nedir?’in (1991) yayımlamışlar ve bu yayından bir yıl sonra Guattari yaşamını yitirmiştir. Bu yıllarda Deleuze’ün akciğer rahatsızlığı da ağır ve çalışmalarını engelleyecek bir şekilde seyretmeye başlamış ve çoğunlukla edebi metinler üzerine değerlendirmelerinden oluşan Kritik ve Klinik (1993) kitabının yayımlanmasından iki yıl sonra Deleuze, 4 Kasım 1995’te evinde intihar ederek yaşamına son vermiştir.
Deleuze ölümünden kısa bir süre önce Claire Parnet ile birlikte Arte Channel için alfabe formatında kaydettikleri uzun bir söyleşi yapmış ve İçkinlik: Bir Hayat başlıklı kısa bir yazı yayımlamıştır. Yaşamının son yıllarında Deleuze’ün Marx’ın İhtişamı başlıklı bir Marx monografı üzerine çalıştığı bilinmektedir.
Deleuze’ün ölümünün ardından çağdaşları Deleuze’ün felsefe tarihini yorumlayışının ve kendi felsefesinin özgünlüğünü vurgulayan yas yazıları kaleme almışlardır. Bu yazılar arasında kuşkusuz en dikkat çekenlerden biri Jacques Derrida’nın Deleuze’ün çalışmalarıyla kendi çalışmaları arasında jestlerdeki aşikar uzaklığa rağmen tezlerde önemli bir yakınlık gözlemlediğini ve Deleuze’ün ardında tamamıyla kendisine özgü ve mukayeseye gelmeyen biz iz bıraktığını ifade ettiği 7 Kasım 1995’te Libération’da yayımlanan yas yazısıdır.
Felsefesi
Gilles Deleuze’ün düşüncesinin kavramsal bir haritasını çıkarmak için öncelikle Deleuze’ün felsefenin yaratıcı bir etkinlik olduğunu vurgulayan yaklaşımına ve özgün kavram kayrayışına başvurmak gerekir. Deleuze, felsefeyi bir tefekkür etkinliğinden ziyade kavram yaratımı olarak tanımladığından bütün çalışmalarında yeni kavramlar ortaya koymuştur. Felsefenin yaratıcı bir faaliyet olarak tanımlanması öncelikle özdeşlikten ziyade farkı, kapalılıktan ziyade çoklu bağlantıları ve mutlak kararlılık ya da keskinlik gözeten bir tespitten çok kararsızlıklık ve belirsizlikleri kucaklayan bir açık uçluluğa dayanan yeni bir yaklaşımı gerektirdiğinden ne çalışmalarında ortaya koyduğu kavramlar ne de bu kavramlar arasındaki ilişkiler bir sabitlik arz eder. Deleuze’e göre hiçbir kavram tek bir parçadan, tek bir öğeden oluşmaz bu yüzden her kavram komplekstir ve bir çokluk belirtir. Bu parçalar hem birbirlerinden ayrıdır hem de birbilerine temas ettikleri ya da birbirlerini kestikleri sahalar söz konusudur. Bu ayırtedilemezlik eşikleri en nihayetinde ayrı birer konsept ifade edecek olan çokluklar arasında da mevcuttur. Kavramlar dahili tutarlılıklarını parçalarının örtüştüp içiçe geçtiği bu sahalardan, dışsal tutarlılıklarını da diğer kavramların aynı düzlemde oluşturdukları bağlantılardan alırlar. Deleuze’ün kavram kavramının diğer bir önemli özelliği de kavramın bir şeyin özünü ifade etmekten ya da zamansal-mekansal bir eksende konumlandırmaktan ziyade bir yeğinlik ekseni boyunca dizilim ifade etmesidir. Bu yeğinlik ekseninde kavramların bu parçalı yapısı ve bu parçaların çakışma, örtüşme ve kesişme ilişkileri bir yapbozun parçaları gibi birleştirilince ortaya bir bütün çıkaracak bir dağılım arz etmez. Kavramları birbirine bağlayan köprüler her zaman için hareketli köprülerdir.
Deleuze’ün diğer filozoflar üzerine yaptığı çalışmalar kavramların bu parçalı ve değişken yapısının açıkça görülebileceği bir saha çalışması gibidir. Felsefe tarihinin en önemli kavramları farklı bir şekilde titreştirilerek yahut bu kavramlar arasındaki köprülerin yerleri değiştirilerek mevcut kavramsal ilişkiler incelikli bir şekilde altüst edilir. Bu, bir yazısında Deleuze’ün belirttiği gibi söz konusu filozoflarla reddedemeyecekleri bir canavar çocuk yapan bir arkadan yaklaşma (enculage) etkinliğidir.
Deleuze’ün yirmi sekiz yaşında yayımladığı ilk çalışması Ampirizm ve Öznellik özellikle Fransa’da yoğun bir şekilde çalışılan Heidegger ve Husserl’in çalışmalarının aksine yüzünü İngiliz ampirizmine ve bu geleneğin en önemli filozoflarından Hume’a dönmüştür. Deleuze bu kitabında felsefenin en önemli sorunsallarından birini, ampirizm ve usçuluk gelenekleri arasındaki ilişkiyi, tamamıyla faklı bir düzlemde kurgulayacaktır. Deleuze’ün Hume’da özellikle dikkatini çeken birleştirici herhangi bir üst unsura dayanmadan ortaya konan kendilik ve öznellik anlayışıdır, diğer bir deyişle, Deleuze Hume’da aşkınsal mekanizmalara gerek duymadan ortaya konacak bir öznellik anlayışının izlerini sürer. Hume’un zihnin çalışma biçimlerini açıklarken ortaya koyduğu çağrışım (association) nosyonunun yanı sıra inanç ve ilişkilerin dışsallığı fikri sadece öznellik açısından değil toplumsallık kavrayışı açısından da Deleuze’ün içkinlik felsefesinin önemli kaynaklarından bir olacaktır.
Nietzsche ve Felsefe çalışmasında ise Heidegger’in yorumunun hakim olduğu Nietzsche çalışmalarına yeni bir bakış açısı getirecek ve Nietzsche çalışmalarını radikal bir şekilde değiştirecektir. Deleuze bu kitabında öncelikle Nietzsche’deki aktif ve reaktif kuvvetlerin ilişkisine eğilerek neden reaktif kuvvetler tarih boyunca aktif kuvvetlere üstün çıkageldiği sorusuna yoğunlaşır. Bu çalışmasında vurgulayacağı diğer hususlardan biri Nietzsche’nin olumlayıcı felsefesidir. Olumlama herşeye evet demek demek değil, evet ve hayır arasında Hegelci olmayan bir karşıtlık kurmak anlamına gelecektir. Reaktif kuvvetler kendilerini bir çifte olumsuzlama ile tanımlamak durumundayken aktif kuvvet için başlangıç noktası hep bir olumlama olacaktır. Deleuze’e göre Nietzsche’deki güç istenci de güç istemek demek değil olumlanan herşeyin “üssü n” biçiminde olumlanması demektir. Bu yüzden Deleuze için Bengi Dönüş aynılığın geri dönmesinden ziyade bir test ifade eder ve bu testten sadece aktif kuvvetler ve olumlama geçebilir. Deleuze Nietzche’nin felsefesini yaşamı başka aşkın değerler karşısında değersizleştimenin, yani yaşamın değerini sıfıra indiregeyen nihilizmin karşısında yaşamı olumlayan içkinci bir çalışma olarak sunar. Nietzsche’nin iyinin ve kötünün ötesinde kurmaya çalıştığı etik böylece daha önce kötü kabulen herşeyin artık makbul sayılacağı bir yerde değil, iyinin ve kötünün birtakım aşkınsal değerlerden ziyade içkin kriterlere göre değerlendirileceği bir düzlemde cereyan eder.
Kant’ın Eleştirel Felsefesi kitabında da gerek Hume monografında öznellik teması etrafında gerekse Nietzsche’nin ahlak eleştirisi çerçevesinde öne çıkan aşkınsallık eleştirisini bu kez aşkınsallığın en önemli adreslerinden birinde, Kant’ın usun eleştiri çalışmalarını değerlendirerek yeniden formüle edecektir. Bu çalışmayı Deleuze’ün en özgün “arkadan yaklaşma”larından biri olarak değerlendirmek mümkündür zira Deleuze bu monografında Kant’ın aşkınlıksal hareketlerinin güzergahlarını ortaya koymaktansa Kant düşüncesinin içkinlik hatlarının bir haritasını çıkarır. Deleuze için Kant’ın dehası bir noktada usun içkin bir eleştirisini sunmasında yatmaktadır zira Kant’ın aşkınsal yanılsama kavramı kaynağını dış dünyadan değil bizzat usun kategorilerinin gayrımeşru kullanımından alır. Kant’a göre aşkınsal illüzyon, usun kategorilerinin Tanrı, Ruh, Kozmoz gibi deneyim alanında dahil olmayan antitelere uygulanmaya çalışılmasından ileri gelir oysaki bu antiteler usun birtakım tasım dizilerininin boşluklarını doldurmak üzere ürettiği tamponlardan başka bir şey değildir. Yani usun meşru işleyişi içkin bir işleyişe bağlı kılınmıştır. Ne var ki Kant’ın bilinç için kurduğu bu içkinlik düzlemi en nihayetinde bu düzlemin dışarısında tasarlanan aşkın bir özneye endekslenecek ve böylece usun eleştirisi içkin bir güzergahtan uzaklaşacaktır. Bu sebeple Deleuze için Kant’ın mümkün deneyimin koşullarını ortaya koymaya çalışan aşkınsal felsefesini gerçek deneyimin genetik koşullarını ortaya koymaya çalışan bir düşünceye dönüştürmeye girişecektir. Kant’ın açtığı bu usun içkin eleştiri güzergahı, daha sonra Guattari ile birlikte kaleme alacakları Anti-Oidipus için en temel temalardan birini teşkil edecektir. Kant’ın eleştirel felsefesi kitabında öne çıkarılan problemlerden biri de Kant’taki usun yetilerinin birbiriyle uyumu ve ilişkisi sorunsalıdır. Deleuze Kant’ın bir anlamda bu ilişki problemini ele aldığı ve yargı yetisine yoğunlaştığı son kritiğini yetilerin uyumundan sorumlu aşkınsal bir mekanizma ortaya koymamasından dolayı olumlayacaktır.
1964’te yayımlanan Proust ve Göstergeler çalışması Deleuze’ün edebiyata etraflıca yöneldiği ilk çalışmasıdır. Dönemin ''Kayıp Zamanın İzinde'' serisini yaygın ele alış izleğinin aksine Deleuze bu çalışmayı hafızaya dair fenemonolojik bir deneme olarak okumayı reddecek ve bu “izinde olma” (recherche) halini çeşitli göstergelerin anlamını idrak etmeye çalışmaya dair bir çıraklık olarak ele alacaktır. Deleuze, Marcel’in keşfetmeye giriştiği bu göstergeleri dünyevi göstergeler, aşk göstergeleri, duyusal deneyim göstergeleri ve sanat göstergeleri olarak dörde ayırır. Deleuze bu kitaplar husunda sıklıkla öne çıkarılan “istemsiz hafıza”yı da duyusal deneyim göstergelerine dahil eder fakat Deleuze için istemsiz hafıza bu seri için ayrıcalıklı bir konum sahibi olmaktan uzaktır zira sadece sanat göstergeleri özlere ve zamana dair etraflı bir kavrayış sunabilir. Bu özler, değişmeyen nitelikler olarak hakikatlerine ulaşılacak kapalılıklara değil bir karşılaşma serisi içinde sürekli varyasyon halinde olan bir üretime işaret eder. Bu üretim geçmişe endeksli bir aynılıktan ziyade yalnızca farklılığığın tekrarlandığı yaratıcı bir zamansallık prensibiyle çalışır.
Bergsonculuk (1966), Proust ve Göstergeler’de ön plana çıkan geçmiş ve hafıza konusundaki incelemenin yeni bir bağlamda detaylıca ele alınacağı bir çalışmadır. Bu bağlam kaynağını öncelikle Bergson’un sezgi metodundan alır. Deleuze Bergson’un felsefesini süre, hafıza ve élan vital olmak üzere üç basamakta inceleyecek ve sezgi metodunu bunları çaprazlamasına kesen bir kavram olarak öne çıkaracaktır.Deleuze’e göre sezginin üç temel faaliyeti vardır: sorunsallar yaratır, niteliksel farkları keşfeder ve gerçek zamanın kavranmasını sağlar. Bergson’un yanlış problemler kavramı Deleuze’ün sezgi tartışmasında önemli bir yer tutar. Yanlış kategorisini sorunsala uygulamayı tercih eden bu Bergsoncu manevra iki çeşit yanlış problem tanımlar. Bunlardan ilki, olmayan problemlere ilişkindir, diğer bir değişle, bu problemler bir yanılsamadan ibarettir. Gerçek ve olası, varlık ve hiçlik, düzen ve kaos kavramları değerlendirilirken bu ikililerden ilk terime ikinci terimin sahip olmadığı bir ayrıcalık tanıyıp ikinci terimi tekrar bu yoksunluk üzerinden tanımlamak olmayan probleme örnektir. Söz gelimi olası kavramı gerçekleşmeyi bekleyen olarak yani gerçekleşmiş olmaktan mahrum olmak özelliğiyle karakterize edilir ve zamansal ölçekte böylece gerçeğin öncesine yerleştirilir. Deleuze, virtüel kavramını Bergson’un işaret ettiği bu yanlış problemi gözeterek kurgular zira Deleuze’de virtüel olan gerçek olanın zıddı değildir. Virtüel, en az gerçek kadar gerçektir bu yüzden gerçekleştirilmeyi beklemez. Aktüel olan ise virtüel olandan gerçeklik ölçeğinde değil yeğinlik ölçeğinde farklılaşır. Yani virtüelin, aktüel ile genetik bir ilişkisi olsa da aktüelizasyon bir benzerlik ilşkisine dayanmaz. Deleuze bu farklılaşmayı da Bergson’un işaret ettiği bir diğer yanlış sorunsal fikrini gözeterek tasarlar. Bergson’a göre niteliksel olarak birbirinden farklı terimleri aynı gruba dahil etmek bozuk ifade edilmiş sorunsalların karakteridir. Zeno paradoksu zaman ve uzamı an şeklinde bir üçüncü kategoride buluşturup aynı şekilde parçalamaya çalıştığı için bozuk ifade edilmiş sorunsala bir örnektir. Aktüel ve virtüel arasındaki fark da niceliksel değil niteliksel bir fark ifade eder.
Yine Deleuze’ün en çokyüzlü ve girift kavramlarından biri olan çokluk da Deleuze’ün Bergson okumasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Çünkü çokluk Bergson’un vurguladığı türden niteliksel bir farkı yüzeye taşır ve diferansiyel bir düzlem öngörür. Bergson uzayı uzamsal nümerik çokluklara zamanı ise yeğinliksel sürekli çokluklara dahil ederek ilk kategorinin nitelikte herhangi bir değişiklik olmadan bölünebileceğini fakat ikinci türden çoklukların yani yeğinliksel sürekli çoklukların bölünmesinin ise bu çoklukların niteliğinin bütünüyle değişmesi anlamına geleceğini ifade eder. Deleuze’ün hem aktüel hem de virtüel kavrayışı için Bergson’un nicelikten çok niteliksel bir toplamın altını çizen Bergsoncu çokluğun sunduğu bu diferansiyel düzlem elzemdir.
1968 yılında yayımlanan Fark ve Yineleme kitabında Deleuze yeni bir fark kavramı ortaya koymaya çalışır. Bu girişimin odağında farkı özdeşliğin türevi yani iki özdeşlik arasındaki bir ilişki olarak değil de hiçbir dolayıma başvurmaksızın kendinde fark olarak kavramak yatar. Deleuze özellikle Platon, Aristo, Descartes, Hegel ve Heidegger’in farkı ele alış biçimlerini detaylıca değerlendirir ve Platon’un simulakrayı bir modele bağımlı ve ikincil kıldığı, farkı temelde bir olumsuzlamaya endeksleyen düşünce güzergahının tam tersi yönünde bir manevrayla kendinde fark kavramını ortaya koyar. Bu anti-Platonik fark kavrayışı, özdeşliği kendinden her daim farklılaşan bir farka ardıl kılar ve soyutlamayı değil farklılaşmayı vurgulayan yeni bir İdealar kuramının hatlarını çizer. Bu yeni anlayışa göre İdealar modelden ziyade bir problem belirtir.
Bu yeni fark kavrayışı beraberinde yeni bir yineleme kavrayışını da getirecektir zira farkı özdeşliğe indiregeyen en temel manevralardan biri tekrarın varsaydığı zamansal dağılıma ilişkindir. Bu noktada Deleuze dairesel ve Kantçı olmak üzere iki farklı zaman kavrayışına eğilir. Deleuze’e göre dairesel zamanın işaret ettiği teleoloji ve Kantçı zamanın dönüşü olanaksız kılan doğrusal dağılımı yinelemeyi özdeşliğe mahkûm etmektedir. Deleuze’ün yineleme anlayışı ise Nietzsche’nin olumlamayı esas alan Bengi Dönüş’ü gibi aynılığın değil sadece farkın geri dönüp ve tekrarlanabildiği seçici bir zamansallığa dayanır. Deleuze’ün tarih anlayışı için Hegelci diyalektikte olduğu gibi olumsuzlama değil farkların olumlanması esastır.
Deleuze çizdiği bu özgün fark metafiziği çerçevesi içerisinde fark ontolojisinin de kavramlarını ortaya koyar ve ''Bergsonculuk'' çalışmasındaki zaman ve çokluk tartışmasını bu fark ontolojisine eklemler. Platon’un idea ve görüngü arasında belirlediği ilişkinin aksine aktüel virtüeli model alarak taklit ediyor değildir; aktüellikler, çeşitli yeğinliksel süreçler sonucunda farklılaşarak ortaya çıkar. Virtüel aktüeli dışardan koşullayıp kontrol ettiği aşkınsal bir düzlem değil, içkin bir ilişki ortaya koyar.
Fark ve Yineleme kitabındaki “dogmatik düşünce imajı” tartışması da Deleuze’ün felsefe tarihiyle hesaplaşması açısından önemli izleklerden birini ortaya koyar. Deleuze’e göre Descartes’ın bütün varsayımların öncesinde hakiki bir başlangıç noktası için ''cogito''ya gitmesi esasında çok temel bir varsayıma yaslanmaktadır: herkes düşünmenin ne demek olduğunu bilir. Bu varsayıma düşünme faaliyetinin hakikatla hep çok yakın bir ilişki içerisinde olması zaruriyeti eklemlenince Deleuze hakiki başlangıç aslında düşünme etkinliğinin aklıselime geri dönmesi yani aklıselimi tasdik edecek bir an bulunması probleminden ibaret olduğunu belirtir. Öbür yandan Deleuze için düşünmek dogmatik düşünce imajının öngördüğü gibi dünyayla etkileşimin azaldığı, meditatif bir etkinlik belirtmez. Tam tersine dünyayla birebir ilişki içerisinde, bir uyumsuzluk sonucunda ve bir zaruriyet olarak ortaya çıkar.
Deleuze dogmatik düşünce imajı tartışmasında “yanılgı”ya yönelik çeşitli kavrayışların da çoğu kez aklıselimi tasdik etmekten öteye gidemediğini ortaya koyar. Zira dogmatik düşünce imajı için önermelerin iki boyutu vardır: anlatım(expression) ve adlandırma(designation). Bu iki boyutlu düzlemde anlam anlatım düzlemine ait kılınır ve bir önermenin doğruluğu veya yanlışlığı anlamın adlandırdığı objeye bakılarak tasdik edilir. Yani doğruluk ve yanlışlık anlamla değil adlandırmayla ilişkili kılınır zira yanlış önermelerin de belirli bir anlamı olacaktır. Anlam böylece doğruluğu ve yanlışlığı koşullayan fakat hiçbir şekilde ondan etkilenmeyen bir satıhta tanımlanır. Deleuze ise anlamın adlandırmaya ve adlandırmanın sonuçlarına kayıtsız bir düzlemde şekillendirilmesine karşı çıkar ve önerme ile adlandırma arasındaki ilişkiyi anlam düzlemine taşır. Böylelikle anlam önermeye ait bir yüklem olmaktan ziyade önermenin içkin koşullarını ortaya koyan bir problematik halini alır.
Deleuze de öteki postyapısalcı düşünürler gibi, genel felsefe tarihinin eleştirisiyle çalışır, ve onu yeniden kurgular. Bu girişim, bilinen anlamda Felsefe tarihi anlayışının yerlebir edilmesi anlamına gelir. Sabit bir varlık fikrini sorgular Deleuze ve özne-nesne ilişkileri üzerine kurulu kuramları devirmeyi amaçlar. Bir tür Ayrım Felsefesi’dir Deleuze’un istedigi diyebiliriz. Başka bir değişle ise olay ya da oluş felsefesi sözkonusdur burada. Bu yepyeni bir düşünmenin temelendirilmeye çalışılmasıdır.
Félix Guatari ile birlikte yaptıkları çalışmalarda kök-sap (rizom) kavramının ortaya çıktığı ve belirleyici bir rol oynamaya başladığı görülür. Kök-saplar birlik ve bütünlügü olmayan çokluklardır, ki Deleuze'un felsefesinde çokluk önemli bir kavramdır. Sabit bir düzenleri sözkonusu degildir bu kök-sapların, ancak kök-sapın belli bir noktası başka bir nokta ile ilişkili olabilir. Şu ya da bu noktada kopmalar olabilir, kesintiler olabilir. Kök-saplar belli bir yapıya ya da köke bağlanmazlar Deleuze'un düsüncesinde. Dolayısıyla kök-sap, gerçekliğin temellük edilmesi anlamında bir model degildir, yalnızca belirli karşılaşmaların (olayların ya da oluşların) bilgisine dayalı bir düşünme girişimidir.
Felsefe tarihi içinde Deleuze’un ilgisini çeken düşünürler ilginc bir seyir gösterir.Örneğin başlıca olarak şunlar: Stoacılar, David Hume, Henri Bergson, Friedrich Nietzsche, Leibniz ve belirgin olarak da Spinoza. Bunların aralarında çok az düşünsel bağlantı noktaları vardır, buna rağmen Deleuze’un üzerinde değişik yönlerden etkileri sözkonusudur. Her biri belirli şekillerde felsefe yapmayı sorun etmiş kişilerdir bunalr ve felsefe dışına doğru çaba göstermişlerdir. Felsefe yapmanın eleştirisi Deleuze’un ilgisini çeken noktadır, cünkü o soyut kuramlardan daha çok oluşun yaratıcılıgının düşünülmesinden yanadır. Dolayısıyla Immanuel Kant gibi filozoflar yoğun bir eleştirellikle değerlendirilir.
Deleuze, özgül terimler ve kavramlar üretir.Bunların her biri yine bağlamları itibariyle de özgül konumlara sahiptirler; bu bakımdan öteki postyapısalcılar gibi ve belki de çok daha fazla onun yazılarını anlamanın zorlukları vardır. Bir yanda Kant türü bir ussalcılığın eleştirisi bir yanda kuramsal bir donukluk anlamına gelen Hegelciliğin reddedilmesi Deleuzecu düşüncenin özelliklerini gösterir. " Bergsonculuk " kitabında Hegel karşıtlığının çerçevesi görülür.
Deleuze’e göre bedenler ve olaylar her zaman şimdide (şimdiki-an'da) varolurlar ve bu nedenle Deleuze bir tür oluş felsefesi geliştirmeye çalışır. Her eylem sonsuz bir oluşun parcasıdır, asla dil yoluyla belli bir özneyle bağlantılandırılabilecek bir nitelik arz etmezler. Özne degil ama beden kavramı Deleuzecu felsefede temel öneme sahiptir. Spinoza da gerçek anlamda bedenin ne oldugunu kavramış bir düşünür olarak kabul edildiği için Deleuze tarafından hayli önemsenir.
Deleuze 1969 yılında psikanalizci ve siyasal eylemci Félix Guattari ile tanışır.Bu tanışma onun düşüncesinde önemli bir uğrak olarak kabul edilmektedir.İkili bu andan itibaren birlikte derinlikli ve etkili ortak çalışmalara imza atmışlardır.
Felsefe Nedir? başlıklı kitap ikilinin Felsefe hakkındaki fikirlerini vermektedir açık olarak.Buna göre felsefe bilimden ayrı olarak, kavramlar yaratmaktır, ama öyle ki ancak dışsal bir gönderme düzlemine ya da aşkın bir doğruluk mantığına dayanmaksızın.
Deleuze, felsefenin ötesinde sanat alanlarının pek çoğu üzerinede çalışmalar yapmıştır. Marquis de Sade, Franz Kafka ve Marcel Proust üzerine bilinen çalışmalarının ve Michel Tournier'a yönelik göstedigi ilginin ötesinde müzik, resim, roman ve öykülere dair birçok makalesi sözkosudur. Deleuze’un geleneksel felsefeye karşı köksüz ve merkezsiz düşüncelerini en iyi ve açık olarak anlatacak kavramlar, yine kendi eseri olan " yersizyurtsuzluk " ve " göçebe düşünceler " kavramlarıdır.