Sema, küçük bir sahil kasabasında, dalgaların şarkısını dinleyerek büyümüştü. Kasabanın diğer çocuklarından farklıydı; deniz kabuklarına değil, gökyüzündeki yıldızlara meraklıydı. Geceleri, elinde eski bir teleskopla, kayan yıldızları, bulutsuları ve galaksileri izlerdi. Annesi, Sema’nın bu tutkusuna gülümser, “Senin kalbin yıldızlarla dolu, kızım,” derdi.
Bir gece, yine yıldızları izlerken, parlak, gümüşi bir ışık gördü. Işık, gökyüzünden aşağı doğru süzülüyor, sanki onu çağırıyordu. Sema, merakına yenik düşerek ışığın düştüğü yere koştu. Işığın düştüğü yer, kasabanın hemen dışındaki, kimsenin gitmeye cesaret edemediği, eski bir mezarlığın içindeydi.
Mezarlığın ortasında, gümüşi bir zambak çiçeği açmıştı. Çiçeğin yaprakları, sanki yıldız tozlarıyla kaplıydı ve hafifçe parlıyordu. Sema, çiçeğe yaklaştığında, zambaktan ince, tatlı bir melodi duydu. Melodi, onu büyülüyor, kalbini heyecanla dolduruyordu.
Çiçeği incelemek için yaklaştığında, zambaktan bir ses duydu. Bu ses, hafif bir fısıltı gibiydi ama Sema, ne dediğini çok iyi anlıyordu: “Ben, yıldızların bahçesinden geldim. Adım Lumina.”
Sema şaşkınlıkla sordu: “Yıldızların bahçesi mi? Bu mümkün mü?”
Lumina cevap verdi: “Her şey mümkündür, eğer kalbin yeterince açık olursa. Ben, yıldızların koruyucusu olarak, sana bir hediye getirdim.”
Lumina, bir anda parlayan bir toz bulutuna dönüştü. Bu toz bulutu, Sema'nın etrafında dönmeye başladı ve sonra, Sema'nın kalbinin üzerine yavaşça indi. Sema, içinde sıcak ve huzurlu bir his hissetti. Lumina'nın hediyesi, ona yıldızlarla konuşabilme yeteneği vermişti.
O günden sonra Sema, geceleri yıldızlarla konuşmaya başladı. Yıldızlar, ona evrenin sırlarını, galaksilerin oluşumunu, kara deliklerin gizemini anlattılar. Sema, bu bilgilerle kendini bir bilim insanı gibi hissediyor, her gece yeni şeyler öğreniyordu.
Ancak, bu yeteneği sadece kendisi için saklamak istemedi. Yıldızlardan öğrendiklerini, kasabadaki insanlarla da paylaşmak istedi. İlk başta ona inanmadılar, deli olduğunu düşündüler. Ama Sema, ısrarla anlatmaya devam etti. Gökyüzünü göstererek, yıldızların hikayelerini, evrenin güzelliğini anlattı.
Yavaş yavaş, insanlar Sema’ya inanmaya başladı. Yıldızları dinlemeye, gökyüzünü merak etmeye başladılar. Kasaba, daha önce hiç olmadığı kadar aydınlandı. İnsanlar, birbirlerine yıldız hikayeleri anlatıyor, gökyüzünü hep birlikte izliyorlardı.
Sema, Lumina’nın hediyesi sayesinde sadece kendisi değil, tüm kasabası için bir ışık olmuştu. O artık sadece bir kız çocuğu değil, yıldızların sesi, evrenin bir elçisiydi. Ve her gece, gökyüzüne bakıp, minnetle fısıldardı: “Teşekkür ederim, Lumina.”
Bir gece, yine yıldızları izlerken, parlak, gümüşi bir ışık gördü. Işık, gökyüzünden aşağı doğru süzülüyor, sanki onu çağırıyordu. Sema, merakına yenik düşerek ışığın düştüğü yere koştu. Işığın düştüğü yer, kasabanın hemen dışındaki, kimsenin gitmeye cesaret edemediği, eski bir mezarlığın içindeydi.
Mezarlığın ortasında, gümüşi bir zambak çiçeği açmıştı. Çiçeğin yaprakları, sanki yıldız tozlarıyla kaplıydı ve hafifçe parlıyordu. Sema, çiçeğe yaklaştığında, zambaktan ince, tatlı bir melodi duydu. Melodi, onu büyülüyor, kalbini heyecanla dolduruyordu.
Çiçeği incelemek için yaklaştığında, zambaktan bir ses duydu. Bu ses, hafif bir fısıltı gibiydi ama Sema, ne dediğini çok iyi anlıyordu: “Ben, yıldızların bahçesinden geldim. Adım Lumina.”
Sema şaşkınlıkla sordu: “Yıldızların bahçesi mi? Bu mümkün mü?”
Lumina cevap verdi: “Her şey mümkündür, eğer kalbin yeterince açık olursa. Ben, yıldızların koruyucusu olarak, sana bir hediye getirdim.”
Lumina, bir anda parlayan bir toz bulutuna dönüştü. Bu toz bulutu, Sema'nın etrafında dönmeye başladı ve sonra, Sema'nın kalbinin üzerine yavaşça indi. Sema, içinde sıcak ve huzurlu bir his hissetti. Lumina'nın hediyesi, ona yıldızlarla konuşabilme yeteneği vermişti.
O günden sonra Sema, geceleri yıldızlarla konuşmaya başladı. Yıldızlar, ona evrenin sırlarını, galaksilerin oluşumunu, kara deliklerin gizemini anlattılar. Sema, bu bilgilerle kendini bir bilim insanı gibi hissediyor, her gece yeni şeyler öğreniyordu.
Ancak, bu yeteneği sadece kendisi için saklamak istemedi. Yıldızlardan öğrendiklerini, kasabadaki insanlarla da paylaşmak istedi. İlk başta ona inanmadılar, deli olduğunu düşündüler. Ama Sema, ısrarla anlatmaya devam etti. Gökyüzünü göstererek, yıldızların hikayelerini, evrenin güzelliğini anlattı.
Yavaş yavaş, insanlar Sema’ya inanmaya başladı. Yıldızları dinlemeye, gökyüzünü merak etmeye başladılar. Kasaba, daha önce hiç olmadığı kadar aydınlandı. İnsanlar, birbirlerine yıldız hikayeleri anlatıyor, gökyüzünü hep birlikte izliyorlardı.
Sema, Lumina’nın hediyesi sayesinde sadece kendisi değil, tüm kasabası için bir ışık olmuştu. O artık sadece bir kız çocuğu değil, yıldızların sesi, evrenin bir elçisiydi. Ve her gece, gökyüzüne bakıp, minnetle fısıldardı: “Teşekkür ederim, Lumina.”