Yine bir kış gecesi… Uzun, soğuk, yabancı.. Ürpertiyordu kadını. Yabancıydı evet!. Kendini hep yaza ait hissetmisti. Hiç görmediği halde tenine deniz kokusu bulaşmış, saçlarına okyanus rüzgarı değmiş, ayaklarına kumlar bulaşmış, yüreği güneşin sıcağıyla ısınmış; mavi, kelebekli, tül elbiseli kadındı o.. Seviyordu işte yazı. Serin denizi, sessiz kumsalları, gökyüzünün mavi, turkuaz, kızıl ve beyaz benekli kara renklerini seviyordu. Bir yaz kadınıydı o! Meltemle sohbet etmeyi seven..
Kış, kış öncesi ve kış sonrası derken hiç bitmez görünürdü bu mevsim. Ve aslında kadının yüreğını buz tutturan, gözlerini bulutlandıran suçlu tabiatın doğal denge akışında dönegelen kış değil, insanın içindeki, yüreğinin taa derininde yaşadığı sıcaklığın olmamasıydı. O kıvılcım herkeste doğuştan vardı ve başka gönüllerle sürtüşse ondan hemen bir alev oluşurdu. Asıl mesele ateş yanıyorken onu içte tutabilmekti yalnız.. her ne kadar yakan ve söndüren hep başka insanlar olsa da..
O öyle bir alevdir ki, insanın içini ısıtan; kimileri için ana sevgisi, kimine aşk, kimine hayat sevinci olur çıkar. Kış bambaşka görünür bu yüreklere. Kar diz boyu dahi olsa içinde görülecek ne güzellikler saklıdır! İşte.. kimi için adam gibi yapılabilecek kardanadamlar var o karın içinde, kimi için romantik manzaralar, kimi için de şükür kaynağıdır; çünkü Rabb’inden ne gelse morali bozulmaz.
Yeter ki kaybetmeyin bir gün o ışığı, o alevi içinizden! Birdenbire kendinizi nerede bulduğunuzu şaşırırsınız. İkinci bir kez asla yanmayacaktır çünkü ateş o denli..
O da, yani kendine maviye alisik olan yaz kadını yakıştırmasını yapan, ismi mavi renkli anlamina gelen Nilgün; öykünün tek ve başkahramanı, yüreğindeki ışığı söndürmüş, karanlıkta yol bulamaz hale gelmişti. Güneşin bir zaman ısıtıp aydınlattığı yürek şimdi karanlıkta kalmış, çaresizlikten bir mum yakmıstı…..
Mum.. Alevi titrek, güzel ama cüzi aydınlık veren, insanı aman sönmesin diye korkutan, nazik alevine el tuttuğumuz mum..
Kadın güneşe o kadar alışmıstı ki, güneş onu öylesine şımartmış, sinesinde okşamıstı ki, birden batıp gittiğinde ne yapacağını bilememişti. Bir mum yakmış, ne yapacağını bilememişti. Bir mum yakmış, söndürmüş; ardından bir tane daha.. bunu da bu kez başkası söndürmüş. Sırayla elinde tuttuğu mumları yakıp duruyordu; müsrifçe kullanıyordu onları..
Şaşkınlığı ve çaresizliği onu son mumu kullanmaya kadar getirdi nihayet ve kadın anladı ki artık ellerini kullanması gerekiyordu. Çünkü o mum da sönerse güneş bir daha doğana kadar karanlıkta kalacaktı. Ağlayacaktı.. Çaresiz oturup, hiç bir şey yapmadan sabahı bekleyecekti.. Ya da zoru seçip, pes etmeyip kalkıp el yordamıyla bir mum daha arayacaktı. Uzaklardan.. Yaşadığı, kendine kurduğu sevimli evinden çıkıp yabancı yerlerde, baska kapılarda mum soracaktı. Düşe kalka ilerleyecek, yaralar açılacaktı vücudunda ve her suratına kapatılan kapı istenmediğini tekrar tekrar yüzüne vurup, yürekteki yaraları da sızlatacaktı; bitkin bırakacaktı nazik bedenini.. Simdi bir gözyaşıyla son mumu da söndürerek pes etmek mi, yoksa başkalarına muhtaç yollara düşmek mi diye düşündü… Ve kadın böylece yüreğindeki mum ışığına odaklandı ve nereden bir rüzgar esecek olsa orayı korudu, kolladı. Nefesini bile tutmuş, o zayıf, çelimsiz mum ışığının kendine verdiği umudu seyrediyordu..
Elbette ki, hiç bir şey güneşin yerini tutmuyordu, tutamazdı ve yaz kadını ona herşeyden ve diğer herkesten daha cok alışıktı. Ama zaman ona güneşin batımının ardından bir gece, yalnız bir gece, olması zorunluluğunu kabul ettiriyordu.
Yüreği kırıktı ama sonuçta güneşten de gerçek ve mutlak ve sıcak başka bir şey daha vardı. İbrahim misali O’nu hatırladı ve güneşi ne kadar cok özlese ve sevse de bunun O’nun isteği olduğunu biliyordu.
Güneşi beklerken O’na doğru yöneldi…
Kış, kış öncesi ve kış sonrası derken hiç bitmez görünürdü bu mevsim. Ve aslında kadının yüreğını buz tutturan, gözlerini bulutlandıran suçlu tabiatın doğal denge akışında dönegelen kış değil, insanın içindeki, yüreğinin taa derininde yaşadığı sıcaklığın olmamasıydı. O kıvılcım herkeste doğuştan vardı ve başka gönüllerle sürtüşse ondan hemen bir alev oluşurdu. Asıl mesele ateş yanıyorken onu içte tutabilmekti yalnız.. her ne kadar yakan ve söndüren hep başka insanlar olsa da..
O öyle bir alevdir ki, insanın içini ısıtan; kimileri için ana sevgisi, kimine aşk, kimine hayat sevinci olur çıkar. Kış bambaşka görünür bu yüreklere. Kar diz boyu dahi olsa içinde görülecek ne güzellikler saklıdır! İşte.. kimi için adam gibi yapılabilecek kardanadamlar var o karın içinde, kimi için romantik manzaralar, kimi için de şükür kaynağıdır; çünkü Rabb’inden ne gelse morali bozulmaz.
Yeter ki kaybetmeyin bir gün o ışığı, o alevi içinizden! Birdenbire kendinizi nerede bulduğunuzu şaşırırsınız. İkinci bir kez asla yanmayacaktır çünkü ateş o denli..
O da, yani kendine maviye alisik olan yaz kadını yakıştırmasını yapan, ismi mavi renkli anlamina gelen Nilgün; öykünün tek ve başkahramanı, yüreğindeki ışığı söndürmüş, karanlıkta yol bulamaz hale gelmişti. Güneşin bir zaman ısıtıp aydınlattığı yürek şimdi karanlıkta kalmış, çaresizlikten bir mum yakmıstı…..
Mum.. Alevi titrek, güzel ama cüzi aydınlık veren, insanı aman sönmesin diye korkutan, nazik alevine el tuttuğumuz mum..
Kadın güneşe o kadar alışmıstı ki, güneş onu öylesine şımartmış, sinesinde okşamıstı ki, birden batıp gittiğinde ne yapacağını bilememişti. Bir mum yakmış, ne yapacağını bilememişti. Bir mum yakmış, söndürmüş; ardından bir tane daha.. bunu da bu kez başkası söndürmüş. Sırayla elinde tuttuğu mumları yakıp duruyordu; müsrifçe kullanıyordu onları..
Şaşkınlığı ve çaresizliği onu son mumu kullanmaya kadar getirdi nihayet ve kadın anladı ki artık ellerini kullanması gerekiyordu. Çünkü o mum da sönerse güneş bir daha doğana kadar karanlıkta kalacaktı. Ağlayacaktı.. Çaresiz oturup, hiç bir şey yapmadan sabahı bekleyecekti.. Ya da zoru seçip, pes etmeyip kalkıp el yordamıyla bir mum daha arayacaktı. Uzaklardan.. Yaşadığı, kendine kurduğu sevimli evinden çıkıp yabancı yerlerde, baska kapılarda mum soracaktı. Düşe kalka ilerleyecek, yaralar açılacaktı vücudunda ve her suratına kapatılan kapı istenmediğini tekrar tekrar yüzüne vurup, yürekteki yaraları da sızlatacaktı; bitkin bırakacaktı nazik bedenini.. Simdi bir gözyaşıyla son mumu da söndürerek pes etmek mi, yoksa başkalarına muhtaç yollara düşmek mi diye düşündü… Ve kadın böylece yüreğindeki mum ışığına odaklandı ve nereden bir rüzgar esecek olsa orayı korudu, kolladı. Nefesini bile tutmuş, o zayıf, çelimsiz mum ışığının kendine verdiği umudu seyrediyordu..
Elbette ki, hiç bir şey güneşin yerini tutmuyordu, tutamazdı ve yaz kadını ona herşeyden ve diğer herkesten daha cok alışıktı. Ama zaman ona güneşin batımının ardından bir gece, yalnız bir gece, olması zorunluluğunu kabul ettiriyordu.
Yüreği kırıktı ama sonuçta güneşten de gerçek ve mutlak ve sıcak başka bir şey daha vardı. İbrahim misali O’nu hatırladı ve güneşi ne kadar cok özlese ve sevse de bunun O’nun isteği olduğunu biliyordu.
Güneşi beklerken O’na doğru yöneldi…
-alıntı-