Gazi, Cepheden trenle Ankara'ya dönerken geceyi Beylik Köprü istasyonunda, kompartımanda geçirmişti. Soğuk bir geceydi, üşümüştü ve yorgunluğunu üzerinden atamamıştı bir türlü. Sabahleyin yüzünden belli oluyordu yorgunluğu.
"-Uyuyamadım. Yastık, battaniye koymamışlar. Koluma dayanayım dedim, olmadı... Setremi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Velhasıl uyumak kabil olmadı."
Yahya Galip, üzgün:
"-Peki ama Paşam, niçin haber vermediniz?"
"-Hepsi benim kadar uykusuzdur, yorgundur; etrafı telaşa vermek, rahatsız etmek istemedim."
Aradan yıllar geçmiş, Cumhuriyet'in Çankayası'ndaki eski köşkteyiz. O gece Falih Rıfkı yorgun. Sofradan kalkıp hemen oracıkta bir yere uzanmak istiyor. Yemek odasını bilardo salonuna bağlayan holde kapının yanına konulmuş olan kanepe biraz kestirmek için en uygun yer. O da, öyle yapacak. Ama el yıkanacak yer de üzerine uzandığı kanepenin tam karşısına gelen merdivenin sahanlığında. Falih Rıfkı, henüz uzanmış, fakat daha uykuya dalamamış iken Gazi Mustafa Kemal Paşa, ellerini yıkamak üzere hole girecek ve Falih Rıfkı'nın kanepede uzanıp uyumakta olduğunu görecek. Falih Rıfkı, toparlanıp ayağa kalkmaya vakit bulamamış durumda. Ne yapsın? En iyisi, hiç renk vermeyerek uyuyormuş gibi davranması. Ama göz kapaklarının aralığından Gazi'ye bakmadan da edemiyor. Gazi'nin onu uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak yavaşça merdiveni çıktığını yaşamı boyunca hep gözleri yaşararak anımsayacak.
Yine Çankaya'dayız. Gazi'nin sofrasına ilk kez konuk olan bir genç, bu onurun verdiği mutluluk ve coşkuyla içkiyi fazlaca kaçırmış durumda. İçki ona dokunmuş da. Sofradan kalkmaya olanak bulamadan kusacak. Utanç ve eziklik içinde. Onu bu utanç ve ezikliğinden yine Gazi kurtaracak ve birkaç gece daha sofrasında konuk olarak ağırlayacak. Başka konuklar ise zaman zaman uygun olmayan davranışlarda bulunduklarında ve sonradan kendilerini bağışlatmak istediklerinde onlara Gazi'nin "Bir şey mi oldu? Ben hatırlamıyorum ki..." dediği sıkça rastlanan olaylardan.
Halkın arasına karıştığı gecelerden birinde Boğaziçi'ndeyiz şimdi de. Halk, Atatürk'ün kendilerine seslenmesini, konuşma yapmasını istiyor ısrarla. Kıramıyor onları. Ama tam konuşurken yaşlıca bir kişi elindeki bardağı düşürünce bir şangırtı kopacak. Herkes başını bu münasebetsiz adama çevirmiş. Adamcağız neredeyse utançtan ölmek üzere. Korkunç bir sessizlik. Derken bir şangırtı daha. Bu kere elindeki kadehi yere bırakan Atatürk! Doğal olarak tüm halkın bakışları bu kez Atatürk'e çevrilecek. Bu inceliğinin karşılığı ise halkın onun bu davranışını çılgınca alkışlaması.
Uşağı Cemal Efendi'ye kulak vermenin tam yeri: "-Koltukları düzelt... Emrini verdi.
Benim yaptığım da bundan başka bir şey miydi sanki? Koltuklardan birini sert bir hareketle ittim. Sanki 'Bu mudur yapacağım iş' gibilerden. Bendeki aptallığa, cehalete bak. Koskoca Cumhurbaşkanı'nın karşısında olduğumu unutmuşum bile...
Yerler yeni cilalı... Koltuk gitti, gitti, hızla bir başka koltuğa çarptı... Fakat Atatürk ne hikmetse kızmadı. Bu halimi hoş gördü. Yumuşak bir sesle bu kez:
-Git fıskiyeyi kıs, çok akıyor... dedi.
Bahçeye fırladım. Havuzun fıskiyesini kısıp geri geldim.
Tekrar işime başlamıştım ki, Atatürk'ün sesi kulaklarımda çınladı:
-Böyle az akar. Taşkın olmazsa daha iyi değil mi? dedi.
Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oldum. Yüzüm kıpkırmızı yanıyordu. Ne Yapmıştım ben? Hata ettiğimi anlamıştım. Fakat iş işten çoktan geçmişti. Ve Atatürk, yorgunluğun ve sinirliliğin getirdiği taşkın hareketimi, havuzun fıskiyesi örneğiyle yüzüme vuruvermişti. Bir uşağa, taşkın hareketlerden kaçınmasını, nazik bir dille hatırlatıvermişti.
O, lise sınavına giren çocuk yaştaki bir öğrenciye bile "zat-ı âliniz" ve "siz" diyen bir "insan". Kimsenin kalbini kırmak, kimseyi incitmek istemezdi. Öylesine ki, işe yaramayan, tersine işleri karıştıran hizmetçisini kalbini kırmadan, onu kendisine getiren Sabiha Gökçen'e nasıl geri göndereceğini de düşünüp duracak ve sonunda ona diyecekti ki:
"-Ayşe kadın, Gökçen Hanım'dan mektup geldi, sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi?"
Ayşe Kadın'ın verdiği yanıt rahatlatacaktı Gazi'yi: "-Bilirdim ben, bilirdim bensiz yapamayacağını, ama senin hatırını kırmak istemedim de geldim, iznin varsa varayım bari, yazık olur kızıma!"
Onun bu özelliği nedeniyledir ki, Atatürk'le görüşen Yunanlı gazeteci Yorgi Peşmezoğlu, 17 Şubat 1937 günlü Proia gazetesinde şöyle yazmış bulunuyor:
"Bütün hareketleri ile sizinle onu ayıran rütbe farkı ve mesafesini gözetmenizden memnun olmadığı intibaını veriyordu."
O, savaşın en sıcak günlerinde bile böyleydi. Örneğin, İsmail Habib, Paşa ile taşralı genç bir gazeteci olduğu sıralarda, Büyük Taarruz öncesinde, 1922 Temmuz'unun 2'sinde bir pazar günü tanışmıştı. Başkomutan:
"-Tam üçte söz vermiştim ama biraz beklettim." diyerek ve ayağa kalkarak karşılamıştı İsmail Habib'i.
"...kuytu bir memleket gazetesi muharririne, bir iki saat baş başa yanında bıraktığı halde ona kendi küçüklüğünü hatırlatmayacak ve hatta unutturacak kadar kıymet verir bir görünüşü" vardı o gün de.
Onunla tanışan, birlikte olan özellikle alt düzeyde görevlerde bulunanlar, hep aynı duyguya kapılıyorlardı. 1925 yılının Eylül ayında Gazi'yi basit bir soğuk algınlığı nedeniyle muayene eden Dr.Kâzım Arar da bunlardan biriydi. Yıllar sonra bu gerçeği şu sözlerle dile getirecektir:
"Şunu itiraf edeyim ki, kendisinin nezaketine ve benim vaziyetimde bir memura ve bir tabibe karşı gösterdiği mütevaziane iltifata hayran ve müteşekkir olmaktan kendimi alamadım. Ne büyük ve asil bir ruha sahip olduğu ilk bakışta görülüyordu."
Ölüm döşeğinde yatarken de hep aynı incelik, hep o kalp kırmamak kaygısı... Bitkin yattığı yatağından artık odadan çıkmak üzere olan Başbakan Celal Bayar'a sesleniyor:
"-Celal Bey, geçen defa Mim Kemal Bey suyu alırken benim canım yandı, ne yapsak acaba?"
"-İzin verirseniz bu defa Mehmet Kâmil Bey alsın."
"-Ya, öyle mi yapalım, iyi olur."
Ama Celal Bayar tam kapıdan çıkacakken Atatürk ona şöyle diyecek:
"-Vazgeç, yine Mim Kemal Bey alsın, gönlü kalmasın."
Biz yine Çankaya akşamlarına dönelim. Selahattin Pınar, son bestesini seslendiriyor:
"Gel, gel, gel... Gel gitme kadın
Ruhumu hicranına yakma, hicranına yakma
İnlet beni, öldür beni, ağyara bırakma
Karşında esirim, bana düşman gibi bakma
Düşman gibi bakma
Gazi'nin şarkıyı çok beğendiği hararetle alkışlamasından belli. Ama, bakın ne diyecek:
"-Selahattin Bey, şarkınız gerçekten çok güzel. Ama bir şeye itiraz edeceğiz... Şu 'kadın' kelimesi... Biraz kalın düşmüyor mu? Onun yerine, meselâ kadının inceliğini, nezaketini daha iyi anlatacak bir kelime koysasanız, olmaz mı?"
Gazi'nin kadına verdiği bu önem ve duyduğu saygı ise onun bu inceliğinin ayrı bir yönü.
Bir de Cumhuriyet'in ilk yıllarında verilen bir baloya gidelim. Gazi'nin keskin bakışları, eşi ile hiç dans etmeyen ama hep başka kadınları dansa kaldıran bir milletvekilinde. Milletvekilinin eşi şişman mı şişman. O da utanıyor olacak bu şişman eşiyle dans etmekten. Kadıncağız öylece durup duruyor bir köşede, halinden sıkılmış olduğu belli. Gazi "gidecek ve kadını kendisi dansa kaldıracak. Dans ederlerken Gazi'nin kadına dediklerini çevredekiler de duyuyor:
"-Çok güzel dans ediyorsunuz. Üstelik, çok da hafifsiniz."
Dansın bitiminde Gazi, kadını masasına kadar da götürecek... Alışılmış, görülmüş bir şey değil!...
Bundan sonrasını o milletvekilinin eşinden dinleyelim:
"Biraz sonra, kocamı Ata'nın huzurunda gördüm:
-Eyvah, dedim, galiba azarlayacak...
Ata'nın ne söylediğini duymamıştım. O, somurtarak yanıma geldi ve önümde eğilerek beni dansa kaldırdı."
Ama Mehmetçik söz konusu olduğunda inceliği sevecenliğiyle daha bir başkaydı. O Başkomutan'di, Cumhurbaşkanı'ydı, bir ulusun önderiydi ama savaş gemisinde nöbetçi deniz erinin dondurucu soğukta öylece beklediğini görünce, onu geminin salonuna çağıracak ve kendi eliyle çay verecek kadar da inceydi, sevecendi o.
KAYNAK: ÇETİN YETKİN- BENDE BİR İNSANIM
KİTABINDAN ALINTIDIR.
"-Uyuyamadım. Yastık, battaniye koymamışlar. Koluma dayanayım dedim, olmadı... Setremi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Velhasıl uyumak kabil olmadı."
Yahya Galip, üzgün:
"-Peki ama Paşam, niçin haber vermediniz?"
"-Hepsi benim kadar uykusuzdur, yorgundur; etrafı telaşa vermek, rahatsız etmek istemedim."
Aradan yıllar geçmiş, Cumhuriyet'in Çankayası'ndaki eski köşkteyiz. O gece Falih Rıfkı yorgun. Sofradan kalkıp hemen oracıkta bir yere uzanmak istiyor. Yemek odasını bilardo salonuna bağlayan holde kapının yanına konulmuş olan kanepe biraz kestirmek için en uygun yer. O da, öyle yapacak. Ama el yıkanacak yer de üzerine uzandığı kanepenin tam karşısına gelen merdivenin sahanlığında. Falih Rıfkı, henüz uzanmış, fakat daha uykuya dalamamış iken Gazi Mustafa Kemal Paşa, ellerini yıkamak üzere hole girecek ve Falih Rıfkı'nın kanepede uzanıp uyumakta olduğunu görecek. Falih Rıfkı, toparlanıp ayağa kalkmaya vakit bulamamış durumda. Ne yapsın? En iyisi, hiç renk vermeyerek uyuyormuş gibi davranması. Ama göz kapaklarının aralığından Gazi'ye bakmadan da edemiyor. Gazi'nin onu uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak yavaşça merdiveni çıktığını yaşamı boyunca hep gözleri yaşararak anımsayacak.
Yine Çankaya'dayız. Gazi'nin sofrasına ilk kez konuk olan bir genç, bu onurun verdiği mutluluk ve coşkuyla içkiyi fazlaca kaçırmış durumda. İçki ona dokunmuş da. Sofradan kalkmaya olanak bulamadan kusacak. Utanç ve eziklik içinde. Onu bu utanç ve ezikliğinden yine Gazi kurtaracak ve birkaç gece daha sofrasında konuk olarak ağırlayacak. Başka konuklar ise zaman zaman uygun olmayan davranışlarda bulunduklarında ve sonradan kendilerini bağışlatmak istediklerinde onlara Gazi'nin "Bir şey mi oldu? Ben hatırlamıyorum ki..." dediği sıkça rastlanan olaylardan.
Halkın arasına karıştığı gecelerden birinde Boğaziçi'ndeyiz şimdi de. Halk, Atatürk'ün kendilerine seslenmesini, konuşma yapmasını istiyor ısrarla. Kıramıyor onları. Ama tam konuşurken yaşlıca bir kişi elindeki bardağı düşürünce bir şangırtı kopacak. Herkes başını bu münasebetsiz adama çevirmiş. Adamcağız neredeyse utançtan ölmek üzere. Korkunç bir sessizlik. Derken bir şangırtı daha. Bu kere elindeki kadehi yere bırakan Atatürk! Doğal olarak tüm halkın bakışları bu kez Atatürk'e çevrilecek. Bu inceliğinin karşılığı ise halkın onun bu davranışını çılgınca alkışlaması.
Uşağı Cemal Efendi'ye kulak vermenin tam yeri: "-Koltukları düzelt... Emrini verdi.
Benim yaptığım da bundan başka bir şey miydi sanki? Koltuklardan birini sert bir hareketle ittim. Sanki 'Bu mudur yapacağım iş' gibilerden. Bendeki aptallığa, cehalete bak. Koskoca Cumhurbaşkanı'nın karşısında olduğumu unutmuşum bile...
Yerler yeni cilalı... Koltuk gitti, gitti, hızla bir başka koltuğa çarptı... Fakat Atatürk ne hikmetse kızmadı. Bu halimi hoş gördü. Yumuşak bir sesle bu kez:
-Git fıskiyeyi kıs, çok akıyor... dedi.
Bahçeye fırladım. Havuzun fıskiyesini kısıp geri geldim.
Tekrar işime başlamıştım ki, Atatürk'ün sesi kulaklarımda çınladı:
-Böyle az akar. Taşkın olmazsa daha iyi değil mi? dedi.
Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oldum. Yüzüm kıpkırmızı yanıyordu. Ne Yapmıştım ben? Hata ettiğimi anlamıştım. Fakat iş işten çoktan geçmişti. Ve Atatürk, yorgunluğun ve sinirliliğin getirdiği taşkın hareketimi, havuzun fıskiyesi örneğiyle yüzüme vuruvermişti. Bir uşağa, taşkın hareketlerden kaçınmasını, nazik bir dille hatırlatıvermişti.
O, lise sınavına giren çocuk yaştaki bir öğrenciye bile "zat-ı âliniz" ve "siz" diyen bir "insan". Kimsenin kalbini kırmak, kimseyi incitmek istemezdi. Öylesine ki, işe yaramayan, tersine işleri karıştıran hizmetçisini kalbini kırmadan, onu kendisine getiren Sabiha Gökçen'e nasıl geri göndereceğini de düşünüp duracak ve sonunda ona diyecekti ki:
"-Ayşe kadın, Gökçen Hanım'dan mektup geldi, sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi?"
Ayşe Kadın'ın verdiği yanıt rahatlatacaktı Gazi'yi: "-Bilirdim ben, bilirdim bensiz yapamayacağını, ama senin hatırını kırmak istemedim de geldim, iznin varsa varayım bari, yazık olur kızıma!"
Onun bu özelliği nedeniyledir ki, Atatürk'le görüşen Yunanlı gazeteci Yorgi Peşmezoğlu, 17 Şubat 1937 günlü Proia gazetesinde şöyle yazmış bulunuyor:
"Bütün hareketleri ile sizinle onu ayıran rütbe farkı ve mesafesini gözetmenizden memnun olmadığı intibaını veriyordu."
O, savaşın en sıcak günlerinde bile böyleydi. Örneğin, İsmail Habib, Paşa ile taşralı genç bir gazeteci olduğu sıralarda, Büyük Taarruz öncesinde, 1922 Temmuz'unun 2'sinde bir pazar günü tanışmıştı. Başkomutan:
"-Tam üçte söz vermiştim ama biraz beklettim." diyerek ve ayağa kalkarak karşılamıştı İsmail Habib'i.
"...kuytu bir memleket gazetesi muharririne, bir iki saat baş başa yanında bıraktığı halde ona kendi küçüklüğünü hatırlatmayacak ve hatta unutturacak kadar kıymet verir bir görünüşü" vardı o gün de.
Onunla tanışan, birlikte olan özellikle alt düzeyde görevlerde bulunanlar, hep aynı duyguya kapılıyorlardı. 1925 yılının Eylül ayında Gazi'yi basit bir soğuk algınlığı nedeniyle muayene eden Dr.Kâzım Arar da bunlardan biriydi. Yıllar sonra bu gerçeği şu sözlerle dile getirecektir:
"Şunu itiraf edeyim ki, kendisinin nezaketine ve benim vaziyetimde bir memura ve bir tabibe karşı gösterdiği mütevaziane iltifata hayran ve müteşekkir olmaktan kendimi alamadım. Ne büyük ve asil bir ruha sahip olduğu ilk bakışta görülüyordu."
Ölüm döşeğinde yatarken de hep aynı incelik, hep o kalp kırmamak kaygısı... Bitkin yattığı yatağından artık odadan çıkmak üzere olan Başbakan Celal Bayar'a sesleniyor:
"-Celal Bey, geçen defa Mim Kemal Bey suyu alırken benim canım yandı, ne yapsak acaba?"
"-İzin verirseniz bu defa Mehmet Kâmil Bey alsın."
"-Ya, öyle mi yapalım, iyi olur."
Ama Celal Bayar tam kapıdan çıkacakken Atatürk ona şöyle diyecek:
"-Vazgeç, yine Mim Kemal Bey alsın, gönlü kalmasın."
Biz yine Çankaya akşamlarına dönelim. Selahattin Pınar, son bestesini seslendiriyor:
"Gel, gel, gel... Gel gitme kadın
Ruhumu hicranına yakma, hicranına yakma
İnlet beni, öldür beni, ağyara bırakma
Karşında esirim, bana düşman gibi bakma
Düşman gibi bakma
Gazi'nin şarkıyı çok beğendiği hararetle alkışlamasından belli. Ama, bakın ne diyecek:
"-Selahattin Bey, şarkınız gerçekten çok güzel. Ama bir şeye itiraz edeceğiz... Şu 'kadın' kelimesi... Biraz kalın düşmüyor mu? Onun yerine, meselâ kadının inceliğini, nezaketini daha iyi anlatacak bir kelime koysasanız, olmaz mı?"
Gazi'nin kadına verdiği bu önem ve duyduğu saygı ise onun bu inceliğinin ayrı bir yönü.
Bir de Cumhuriyet'in ilk yıllarında verilen bir baloya gidelim. Gazi'nin keskin bakışları, eşi ile hiç dans etmeyen ama hep başka kadınları dansa kaldıran bir milletvekilinde. Milletvekilinin eşi şişman mı şişman. O da utanıyor olacak bu şişman eşiyle dans etmekten. Kadıncağız öylece durup duruyor bir köşede, halinden sıkılmış olduğu belli. Gazi "gidecek ve kadını kendisi dansa kaldıracak. Dans ederlerken Gazi'nin kadına dediklerini çevredekiler de duyuyor:
"-Çok güzel dans ediyorsunuz. Üstelik, çok da hafifsiniz."
Dansın bitiminde Gazi, kadını masasına kadar da götürecek... Alışılmış, görülmüş bir şey değil!...
Bundan sonrasını o milletvekilinin eşinden dinleyelim:
"Biraz sonra, kocamı Ata'nın huzurunda gördüm:
-Eyvah, dedim, galiba azarlayacak...
Ata'nın ne söylediğini duymamıştım. O, somurtarak yanıma geldi ve önümde eğilerek beni dansa kaldırdı."
Ama Mehmetçik söz konusu olduğunda inceliği sevecenliğiyle daha bir başkaydı. O Başkomutan'di, Cumhurbaşkanı'ydı, bir ulusun önderiydi ama savaş gemisinde nöbetçi deniz erinin dondurucu soğukta öylece beklediğini görünce, onu geminin salonuna çağıracak ve kendi eliyle çay verecek kadar da inceydi, sevecendi o.
KAYNAK: ÇETİN YETKİN- BENDE BİR İNSANIM
KİTABINDAN ALINTIDIR.