• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Hermann Hesse

  • Konuyu açan Konuyu açan Suskun
  • Açılış tarihi Açılış tarihi

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hermann_Hesse_1925_Photo_Gret_Widmann.jpeg

Hermann Karl Hesse
takma adı: Emil Sinclair;
2 Temmuz 1877, Calw; 9 Ağustos 1962, Montagnola, İsviçre
Almanyada doğmuş bir isviçreli yazar ve ressam.​
20. yüzyılın en önemli yazarlarından biridir. İlk şiirini yirmi beş yaşında yazmıştır. 1904'te serbest yazarlığa başlamış olup romanları, öyküleri, denemeleri, şiirleri, politik makaleleri ve kültür alanındaki eleştirel yazılarıyla tüm dünyada 100 milyonu aşkın okura ulaşmıştır. Kendini kanıtlama, kendi olma, yazarın kendini yansıtması, bireyin kendini aşması gibi temaları içeren Bozkırkurdu, Siddharta, Peter Camenzind, Demian, Narziss ve Goldmund, Çarklar Arasında ve Boncuk Oyunu romanları yazarın en tanınan edebi eserleridir.

1946’da Nobel Edebiyat Ödülü olmak üzere 1954’te de bilim ve sanat alanında Pour le merite Ödülü’nü almıştır.
 
1877’de Almanya’nin Calw Kasabasi’nda dogdu. Ilk siirini yirmi beş yaşında yazdı. Ardından Peter Camenzind, Çarklar Arasında, Gertrud, Rosshalde, Demian ve diğer romanları geldi. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman militarizmini protesto etmek için İsviçre’ye yerleşti. Ikinci Dünya Savasi’nda hem Naziler, hem de antifaşistler tarafindan sert şekilde eleştirildi. Bu eleştiriler, ayrıca sorunlu aile yaşamı ve savaş esirlerine yardım konusundaki yogun çalışmasının sonucu ağır bir bunalım geçirdi. Jung’un ögrencisi Lang ona psikanaliz tedavisi uyguladı. Lang ile dostluğu ruhbilime ve Jung’a duydugu ilgiyi körükleyerek şiirsel iç dünyasını zenginleştirdi. Insancıllığı, barışseverliği ve insan yasamını irdeleyen felsefesi, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund ve Siddhartha adlı romanlarında özellikle belirgindir. Boncuk Oyunu adlı romanından sonra 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü aldı. Doğu edebiyatina ve mistisizmine düskünlüğü, ayrıca bireysel bunalımlara çözümü Doğu felsefesinde arayışı, 1960 yıllarında canlanan Budizm ve Zen Budizmi akımlarının da yardımıyla özellikle Amerikan hippi gençliği arasında en çok okunan yazarlar arasına girmesine neden oldu. 1962 yılında Isviçre’nin Montagnola Kasabası’nda yaşamını yitirdi.

Yapı Kredi Yanınları'ndan çıkan "Bozkırkurdu" isimli kitabından bazı alıntılar ise;

"İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez. " Ne anlamlı bir söz, değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, yüzmek için değil. Ve düşünmek istememeleri doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur. " (s. 17)

"Bu acımasızlıklar gerçekte acımasızlık değildir. Ortaçağ'ın bir insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirir, tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı! Her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek kendine özgü bir üslubu içerir, kedisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri, güzellikleri ve acımasızlıkları barındırır kendisinde, kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri sabırla sineye çeker. Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ'da yaşayacak antik dünyanın insanı havasızlıktan içler acısı bir şekilde boğulup giderdi, bizim uygarlık ortamında bir ilkelin havasızlıktan boğulup gideceği gibi tıpkı. Öyle çağlar vardır ki, bütün bir kuşağın insanları iki çağ, iki ayrı yaşam üslubu arasında sıkışıp kalır, her türlü doğallık, her türlü gelenek ve görenek, her türlü korunmuşluk ve suçsuzluk duygusu çıkıp gider elden. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz. Nietzsche gibi biri bugünkü sefaleti bir kuşaktan çok daha fazla süre önce yaşamak zorunda kaldı; onu tek başına, hiç anlaşılmadan yaşadığını bugün binlerce insan yaşamakta. " (s. 23)

"Yazıklanacak bir şey yoktu, geçip gitmiş hiçbir şeye yazıklanmamak gerekiyordu. Yazıklanılacak tek şey şimdi'ydi, bugün'dü, yitirdiğim, sadece edilgen bir tutumla katlandığım, bana ne armağanlar sunmuş, ne beni fazla sarsmış bu sayısız saatler ve günlerde. " (s. 28)

"Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocamana stadlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir aklım almıyor bir türlü. İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapılarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış bu insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan. " (s. 29-30)

Hermann Hesse "Bozkırkurdu" romanıyla ilgili şöyle der;

"Okurlarıma romanımı, nasıl anlamaları gerektiğini ne anlatabilirim ne de böyle bir şeye kalkışmak isterim. Yeter ki bu kitabı okuyan herkes, içinde kendinden bir şeyler bulsun ve bundan yararlansın. Gene de, Bozkırkurdu'nun öyküsünün insanı kemiren bir hastalıktan ve bunalımdan söz ettiğini ama tüm bunların ölüme ve yok olmaya değil, tersine iyileşmeye yönelik olduğunu anlarsa kendimi mutlu hissedeceğim. "

Sıradışı bir yaşamın öyküsü olan Bozkırkurdu, Hermann Hesse'nin en çok otobiyografik özellik taşıyan romanı olmasıyla ayrıcalıklı bir eseri. Romanın kahramanı Harri Haller yani Bozkırkurdu önemli, nadir, sıradan olmayan ve olağanüstü bir adam.

Düşüncesiyle ilgili her şeyde hırstan, göze çarpmaktan, başkalarına düşüncelerini "zorla" kabul ettirmekten ve her zaman "doğruyu bildiğini" varsaymaktan sakınan "gerçek bir aydına özgü niteliklere, durgun bir nesnelliğe, düşünce ve bilgideki kesinliğe sahip sürü dışı bir karakter. Kendine özgü doğallığı ile çizdiği öz benliğiyle özgür ruhu yakalamış aydın ötesi bir karakter.

Herman Hesse, Bozkırkurdu'nun yaşamını hikaye ederken karakteristik dağınıklığı içerisindeki kendine özgü düzenini nasıl tesis ettiğini, toplum dışı soyutluğunun biçimi içerisindeki gizli kabulünü, ıssızlığına rağmen toplum nazarındaki saygın yerini de çok dengeli ve usta bir sanatsallıkla dile getiriyor bu öyküsünde.

Bozkırkurdu'nun tüm dağınık yaşamına rağmen düzenli hayatın çekiciliğine bilinç-altı özlem duyduğu gerçeği ise kaldığı evlerin seçiminde kendisini ortaya koyar. Cilalı parkeler, evin temizliği ve düzeni, pencere kenarındaki süs bitkilerinin ruhuna sağladığı ferahlığı anlatırken, ideallerle subjektifleştirilen yalnız hayatların gene de düzenli hayata dayandırılması gerektiğinin vurgusu yapılır. Amaç uğruna yaşayan insanın iç huzurunu ve ideal yaşamının sürekli kılınmasını sağlayan, yok sayılamayacak bir gerekliliktir bu aynı zamanda.

Hesse yüksek ülkülerle günlük dünya arasında sıkışıp kalmanın hikayesini, bir aşamadan sonra kendini tanıma çabalarını, öze inmenin gerekliliğini ve zorluğunu bu zorluğun getirdiği açmazı bilmesine karşın kendini bundan alamamıştır.

Bozkırkurdu'nun hikayesi. Aydın geçinenlerin, bildikleriyle büyüklenenleri, bilmediklerini küçümseyenlerin, bunu yaparken -bilinçli ya da bilinçsiz- yasamı kaçıranların yüzüne inen bir tokat. Son olarak bu kitabla ilgili diyorki Thomas Mann "Bozkırkurdu'nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses'ten asağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana. "

Okumak gerek diye düşünüyorum. (Sezai Ozumut)

ESERLERİ

# 1904 - Peter Camenzind 1910 - Gertrud

# 1914 - Rosshalde

# 1915 - Knulp

# 1919 - Demian

# 1922 - Siddhartha

# 1927 - Bozkır Kurdu (Der Steppenwolf)

# 1930 - Narkis ve Goldmund (Narziss und Goldmund)

# 1943 - Boncuk Oyunu (Das Glasperlenspiel


Boncuk Oyunu

Geçtiğimiz günlerde yeniden yayınlanan romanlarından “Boncuk Oyunu”, Herman Hesse’in yazarlık kariyerinde ayrıcalık bir yerdedir. 1943 tarihli bu romanını II.Dünya Savaşı sürerken yazan Hesse, simgesel bir dille de olsa totaliter bir iktidarın insanlığın geleceğini nasıl bir karabasana çevireceğini anlatmayı ve aydın kesimin olup bitenler karşısındaki duyarsızlığını eleştirmeyi amaçlamıştır. En parlak ürünleri Goethe tarafından verilen Bildungsroman türünde yazılan “Boncuk Oyunu”, günümüzden çok sonra ki bir zaman diliminde yaşayan büyük boncuk ustası Joseph Knecht’in hayali yaşamöyküsü üzerine kuruludur. Alman edebiyatina özgü bir tür olan Bildungsroman’larda, adından da anlaşılacağı gibi maddi ve manevi anlamda bir kişilik inşası, bireyin aydınlanma, kültürlenme süreci anlatılır. Ne var ki Herman Hesse’in kahramanı Knecht ile Goethe’nin William Meister’in kişilik inşaları farklıdır birbirinden. Knecht’in gelişimindeki her aşama, içinde yaşadığı toplumun us’u fetişleştiren, elitist ama amaçsız dünyasından bir kopuşun habercisidir. Çocukluk çağında girdiği Kastalian tarikatında dış dünyadan bütünüyle kopuk olarak yetişen ve eğitilen Knecht, yetenekleri sayesinde bir tür ermişlik payesi olan “magister ludi” seviyesine dek yükselir. Ancak sadece bir oyun ustası değildir o; oyunun iç mantığını da sorgulayacak, oyunun ruhuna asıl uygun olanın dış dünya ile bir senteze varmak olduğunun farkına varacak ve düşündüğünü kendi hayatına geçirecek bir aydındır aynı zamanda...

Hesse’in kendine kapalı bir amaca dönüşen entelektüel etkinliği simgelemek için tasarladığı bu karmaşık oyun, yani boncuk oyunu, pek çok bilim ve sanat dalının, ama hepsinden çok matematik ve müziğin çıkar gözetmeksizin bir araya getirilmesine dayalıdır. Bu aynı zamanda bireysel bir doyumun, yaşanılan kültürün giderek insansızlaşmasının ironik bir tasviridir(Hesse’in romanından sonra Almanya’da somut bir amacı olmayan düşünsel, sanatsal ve edebi faaliyetlerin -“Boncuk Oyunu” anlamına gelen- “Glasperlenspier” sözcüğü ile anıldığını da eklemeliyim). İngiliz İlim Akademisi'nin, Lagoda Yüksek İlimler Akademisi'ndeki anlamsız teorik çalışmalar aracılığıyla hicvedildiği Swift’in “Gulliver’in Gezileri”ndekine benzer bir ironiyle, hem kilise kurallarının hem de akademik hiyerarşinin var olduğu hayali Kastalya’sında kilise ile akademiyi bir çatı altında toplamış, geleceğin dinini işaret etmiştir Hesse.

Joseph Knecht’in kişiliğini daha net görmemizi sağlamak için romana kattığı iki öğrenci tipinden Tegularis, Kastalya kurallarına sıkı sıkıya bağlı muhafazakar bir genç, Designori ise tarikata dışarıdan gelen, varlıklı bir ailesi ve diş dünyada bir geleceği olan biri. Ancak her ikisi de seçtikleri hayatı tek boyutuyla yaşayabiliyorlar. İşte Knecht üzerinden bu tek yanlı hayatı aşmaya çabalıyor yazar; tıpkı duygu ve akıl, doğu ve batı çiftlerindeki tek yanlılıkları açmayı düşlediği gibi...

Geçmişten bugüne uzanan eleştiri

“Boncuk Oyunu”, oldukça hacimli, geleceğe taşınan kurgusunda yazıldığı dönemin pek çok akıl ve duygu dışı görüntüsünü simgelerle yansıtan ve bu nedenle kısa bir yazı içerisinde bütün öğeleri ile incelenmesi zor bir roman. Üstelik günümüzden yaklaşık altmış yıl önce yazılmasına rağmen, ele aldığı temaları evrenselleştirmedeki başarısıyla güncelliğini de koruyor hala. Biçimsel anlamda ise bugünün postmodern metinlerine benzer bir kurgusu var. Mesela anlatıcı, geçmişi hayali bir tarihçinin - Plinius Ziegennhalss’ın- metnine dayandırıyor. Ancak bana göre günümüze kadar uzanan en çarpıcı eleştiri medya yönelmiş; Herman Hesse, gelecekte bireyselliğin kamusallık adına reddedilerek “saf” bilginin ve klasizmin yüceltilmesinin nedenini, -hayali bir geçmişte yaşanan- “föyton çağı”na bağlıyor; “Bu çağ us gücünden gereği gibi yaralanmasını bilememiş, daha doğrusu yaşamda ve devlet ekonomisinde us’u kendisine uygun bir yer ve işlevle donatmayı başaramamıştır. Föytönler günlük basın malzemesinin pek sevilen bir bölümüydü, milyonlarca sayıda üretilip kültür edinme gereksinimini duyan okuyucuların başlıca besinini oluşturmakta, bilim kapsamına giren binlerce konudan haber vermekte, daha doğrusu bu konularda “boşboğazlık etmekteydi”. Ve anlaşıldığına göre föyton yazarlarının akıllıları kendi çalışmalarını alaya almaktaydı. Seri halinde ele alınan bu yazılar bir sürü alayı ve yazarlarının kendi kendileriyle eğlenmesini içeriyor, bunların anlaşılmasını sağlayacak anahtarın ise ayrıca ele alınması gerekiyordu. Bu oyunsu gevezelikleri kaleme alanların bir bölümü gazetelerin yazı kurullarında çalışanlar, bir bölümü de “serbest” yazarlar, hatta çokluk şair diye nitelenen kişilerdi”.

İki dünya savaşı görmüş, savaşın yıkımını yaşamış biriydi Heman Hesse. Bu nedenle Nazizmin gelişmesini engelleyecek bir güç olarak gördüğü aydınların umursamazlığına öfkeliydi. “Föyton Çağı” tasviri de 1930’ların kültürel iklimini canlandırıyordu aslında; “Burada yadırgatıcı olan şey, bunları her tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerin pek geniş kapsamlı tüketimine, “tüketelim” parolasıyla ön ayak olmasıdır. Ne var ki bu insanlar hiç de kendi halinde çocuklar ya da bir masal dünyasında yaşayan Phaiakia’lılar değillerdi, daha çok politik, ekonomik ve ahlaksal çalkantı ve sarsıntılar ortasında, korkuyla yaşamını sürdüren kimselerdi, bir sürü savaşa girip çıkmış, pek çok iç savaşa katılmışlardı; kültür sahibi olmaya yönelik oyunları yalnızca sevimli, anlamsız çocukluklar değildi, söz konusu oyunlar, gözlerini kapayıp çözüme kavuşturulamamış sorunlardan ve kıyametin kopacağına ilişkin korkulu önsezilerden kaçıp olabildiğince masum bir hayaller dünyasına sığınmak gibi güçlü bir gereksinimi karşılıyordu”.

İnternet tutkumuz “Boncuk Oyunu”na, medya dünyamız “Föyton Çağı”na benzemiyor mu biraz? Herman Hesse, parçalanmış hayatı doğunun mistisizminin birleştireceğini düşlemişti, “doğu”nun ötekileştirildiği yekpare bir dünyada peki ya biz neyi hayal edeceğiz?

A. Ömer Türkeş
 
Geri
Top