KUR’ÂN’LA ŞU veya bu düzeyde hemhal olan her mü’min, “Vallâhu lâ yehdî’l...” veya “İnnellâhe lâ yehdî’l...” diye başlayan Kur’ân cümlelerinden muhakkak haberdardır. Kur’ân’ı okurken, defaatle karşımıza çıkan bu âyetler, âlemler Rabbinin insanlar hakkındaki bir sünnetini bize haber verir. hidayet Allah’tandır; ve Allah, bazılarını asla hidayete erdirmeyeceğini ferman buyurmaktadır. İnsanın içini titreten bu ilâhî kanuna biraz daha dikkatle bakıldığında, âyetlerin Allah’ın asla hidayete erdirmeyeceğini ferman buyurduğu bu insanların üç vasfa sahip olduğu görülür: kâfirler, zâlimler ve fâsıklar.
Nitekim, belki en ziyade celâl yüklü sûre olarak Tevbe sûresi, 37"(Haram ayları) Ertelemek ancak küfürde ileri gitmektir Bununla kâfirler şaşırtılıp-saptırılır Allah'ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar Böylelikle Allah'ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar Yaptıklarının kötülüğü kendilerine 'çekici ve süslü' gösterilmiştir Allah, kâfir kimseleri hidayete erdirmez" (Tevbe-37) [vallahu ... kâfirîn]. âyetiyle kafirler topluluğunu, 24. ve 80.
"De ki: 'Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, Resulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin Allah, fasık kimselere hidayet vermez " (Tevbe-24)
"Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz Bu, gerçekten onların Allah'a ve elçisine küfretmeleri dolayısıyladır Allah fasık kimselere hidayet vermez" (Tevbe-80)
âyetiyle de fâsıklar topluluğunu Allah’ın asla hidayete erdirmeyeceğini beyan etmektedir.
Maide sûresi ise, 51. " Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları veliler edinmeyin; onlar birbirlerinin velisidirler Sizden onları kim veli edinirse, kuşkusuz o, onlardandır Şüphesiz Allah, zalimlere hidayet vermez " (Maide-51) [innellahe lâ yehdi’l-kavme’z-zâlimîn]
âyetiyle zalimler topluluğunun, 67" Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun mesajlarını tebliğ etmemiş olursun Allah seni insanlardan koruyacaktır Şüphesiz, Allah, kâfir olan kimseleri hidayete erdirmez " (Maide-67) [kavme’l-kâfirîn]. âyetiyle kâfirler topluluğunun asla hidayete erdirilmeyeceğini bildirir bize.
Saff sûresi ise, 5"Hani Musa, kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, gerçekten benim sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?' İşte onlar eğrilip-sapınca Allah da onların kalplerini eğriltip saptırmış oldu Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez" (Saff-5). âyetiyle fâsıklar topluluğunun, 7. âyetiyle ise zalimler topluluğunun asla hidayete erişemeyeceğinin haberini vermektedir.
Allah’ın kâfirler, zalimler ve fâsıklar topluluğunu asla hidayete erdirmeyeceğini bildirin başkaca âyetler de vardır.
Meselâ Bakara’nın 258."Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim(as): 'Benim Rabbim diriltir ve öldürür' demişti; o da: 'Ben de öldürür ve diriltirim' demişti (O zaman) İbrahim: 'Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir' deyince, o inkârcı böylece şaşırıp kalmıştı Allah, zalim kimseleri hidayete erdirmez " (Bakara-258) [kavme’z-zâlimîn] ,
Âl-i İmran’ın 86." Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahit oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zalimleri hidayete erdirmez " (Ali imran -86) [vallahu lâ yehdî’l-kavme’z-zâlimîn]
, Ahkâf’ın 10"De ki: 'Gördünüz mü?; eğer (bu Kur'an,) Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz ve İsrail oğullarından bir şahit bunun bir benzerine şahitlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)? Şüphesiz Allah, zalim olan kimseleri hidayete erdirmez " (Ahkaf - 10) [kavme’z-zalimin].,
Cum’a’nın 5. âyetleri" Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yerine getirmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir Allah'ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür Allah, zalim kimseleri hidayete erdirmez" (Cuma-5), ‘
Allah zalimler topluluğunu asla hidayete erdirmez” fermanını tekraren teyid etmektedir. Aynı şekilde, Nahl sûresinin 107." Kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç-küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlara büyük bir azap vardır . Bu, onların dünya hayatını ahrete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da kâfir kimseleri hidayete erdirmemesi nedeniyledir" (Nahl-106 107) [ve ennellahe... kavmel...] âyeti, kâfirler topluluğunun hidayete erdirilmeyeceğini bir kez daha bildirmektedir.
Küfrün, zulmün ve fıskın gadab-ı ilâhîyi celbeden ve rahmet kapılarının kapanmasına sebebiyet veren mahiyeti karşısında insanları dikkate sevkeden bu âyetleri iç dünyasına indirdiğinde, insanın aklına peşinen gelen bir soru vardır oysa: Bu âyetlerin bildirdiği ‘sünnetullah’ insanı teyakkuza sevkederken, öte yandan meselâ Ömer b. Hattab, meselâ Halid b. Velid, meselâ Süheyl b. Amr, meselâ İkrime b. Ebu Cehil, meselâ Safvan b. Ümeyye gibi insanları akla getirir.
Bu isimler, hayatlarının epeyce bir dönemini sımsıkı bir küfür, zulüm ve/veya fısk hali üzere yaşamış; ama sonra imanla ve ‘sahabe’den olmakla, hatta bazıları açısından bir de şehadetle şereflenmişlerdir.
Allah zalimler, fâsıklar ve kâfirler güruhunu hidayete erdirmemeyi üzerine yazmış iken, böylesi nice ismin hidayeti nasıl açıklanabilir? Hz. Ebu Bekir, Said b. Zeyd gibi az sayıda hanîf kişi hariç, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın ashâbı olmak gibi erişilmez bir şerefe erişen ilk mü’minlerin büyük kısmı Mekke’nin veya Medine’nin müşrikleri değil midir?
Bu soru zihne geldiğinde, zâlimler, kâfirler ve fâsıklar ile ilgili bütün bu âyetlerin bir ortak noktası çıkar karşımıza. İlgili âyetler, “Allah kâfirleri hidayete erdirmez” veya “Allah fâsıkları ve zalimleri hidayete erdirmez” dememektedir. Bu âyetlerin hepsinde ortak olan bir nokta, ‘kavm’ ibaresidir: “Vallâhu lâ yehdî’l-kâfirîn.” “Vallâhu lâ yehdî’l-kavme’z-zâlimîn.” “Vallâhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsıkîn.” Yani, Allah kâfirleri, zalimleri ve fâsıkları değil; kâfirler topluluğunu, fâsıklar topluluğunu, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
Nitekim, yukarıda sözünü ettiğimiz isimler dahil, küfürden imana, şirkten tevhide, zulümden adalete, fısktan amel-i salihe ve ahlâk-ı kâmileye avdet edip Cahiliye’den Asr-ı Saadet’e hicret eden bütün bu isimler, ‘topluluk’ ile aralarına bir mesafe koyabildikleri ölçüde hidayet bulabilmişlerdir.
Buna karşılık, Velid b. Muğire gibi, Utbe b. Ebi Rebia gibi isimler, Mekke devrinde Efendimiz aleyhissalâtu vesselamla birebir muhatap olduklarında kalbleri imana yaklaştığı halde ‘kâfirler topluluğu’ arasına döndüklerinde yine küfre meyledip küfürde kalmış ve küfür içinde ölmüşlerdir.
Açıkçası, en başta İslâm’ın ilk yıllarının belgelediği üzere, Allah evvelce ister kâfir, ister fâsık, ister zalim; ister üçünü birden aynı anda üzerinde taşır halde olsun, ‘ihtida eden,’ yani hidayeti arayan, hidayet yolunda yürüyen, hidayete talip olan her kuluna hidayet eder.
Ama küfür, zulüm ve fıskın kişinin el’an içine düştüğü bir hal olmaktan öte bir ‘topluluk psikolojisi’ içerisinde sistemleştirildiği, pekiştirildiği, korunup geliştirildiği durumlarda bu ‘ihtida’nın önü kesilmekte, hidayeti arama sürecine girilmemekte, velev ki bir an için girilmiş olsun kolayca ve hızlıca geri dönülmektedir.
Küfür, zulüm ve fısk üzere olan bir insanın hidayete erişebilmesinin ilk şartı, küfrü, zulmü ve/veya fıskı ayırıcı vasfı haline getirmiş topluluktan kendisini ayırması; bu ‘kavm’ ile arasına bir mesafe koyabilmeyi başarmasıdır.
Mekke müşriklerinin önde gelenleri arasında gelen Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, Osman b. Ebi Talha’nın Medine yolunda kesişen yolculukları öncesinde, birbirinden habersiz şekilde ‘Mekke müşrikleri’ arasından sıyrılarak bir ‘içe dönüş,’ bir ‘muhasebe’ dönemi yaşamış olmaları bu açıdan manidardır.
Hz. Ömer’in belki iki saatlik bir zaman dilimi içinde gerçekleşiveren hidayet sürecinde dahi, ‘kâfirler kavmi’yle beraber olarak değil, tek başına yola koyulmasının, yanında başka bir kâfirin dahli olmaksızın Kur’ân’la ilk defa birebir temas kurabilmesinin, mü’minler ile yanında başka kâfirler olmaksızın muhatap olabilmesinin rolü vardır.
İkrime, Mekke’nin fethinden sonra müşrikler topluluğundan ayrılıp Habeşistan’a doğru kendi başına yol almaya çalışırken kalbini İslâm’a karşı yumuşar halde bulmuştur.
Hidayet kendisine nasip olmayanlara ait bu ‘kavmiyet’ niteliği; yani küfür, zulüm ve fıskın şahsî bir mesele olmaktan çıkıp sosyalleştirilip sistemleştirildiği zeminlerde hidayet imkânının yitip gidişi, yaşadığımız için de çok şey söylüyor bize.
En başta, derdimiz eğer hidayet ise, ‘birebir’ temasın önemine; tebliğin küfür, zulüm ve fıskla temayüz etmiş topluluk içinde ve topluluğa karşı değil, hidayeti murad olunan kişiyi bu topluluktan ayrı tutmamız gereğine işaret ediyor.
Öte yandan, birilerinin üç nesil sonra ‘Allah’ diyen hiç kimsenin kalmadığı bir toplum yapısı kurgulayıp bunun mühendisliğine giriştikleri bir zeminde Allah diyenlerin sayısı arttıkça, o ‘birilerinin’ uygulamaya başladığı taktiğin arkaplanını da deşifre ediyor.
İmanın el’an küfür üzere olan kalblere dahi nüfuzunu engellemek için, küfrün elebaşıları gerilimi tırmandırarak ‘safları sıklaştırma’ yoluna başvuruyorsa, bunu kasden ve amden, bilerek ve tam da böyle isteyerek yapıyor. Çünkü, ancak bu takdirde, hidayet yoluna baş koyacak ‘kayıp kuzular’ı hidayet ülkesinin uzağında tutulabiliyor.
Ve durum eğer bu ise, mü’minlerin ise, kalbi hidayete kapalı olmayanların hidayetle buluşabilmeleri için, el’an küfür, zulüm ve fısk üzere görünen herkesi ‘tek parça’ görmekten uzak olmaları gerekiyor.
Bediüzzaman’ın ‘küfr-ü inadî/küfr-ü meşkuk’ ayrımını, diğer bir ifadeyle ‘ademi kabul edenler’ ile iman sözkonusu olduğunda ‘adem-i kabul’ noktasında olanları ayırabilmesini, yahut şu zamanda ‘bataklığı misk ü anber zannedenler/bataklığı fark ettiği halde çıkamayan mütehayyirler’ arasındaki farka dikkat çekmesini de, herhalde Kur’ân’ın bu ‘kavm’ vurgusu ışığında, dikkatle ve rikkatle irdelemek gerekiyor...
Nitekim, belki en ziyade celâl yüklü sûre olarak Tevbe sûresi, 37"(Haram ayları) Ertelemek ancak küfürde ileri gitmektir Bununla kâfirler şaşırtılıp-saptırılır Allah'ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar Böylelikle Allah'ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar Yaptıklarının kötülüğü kendilerine 'çekici ve süslü' gösterilmiştir Allah, kâfir kimseleri hidayete erdirmez" (Tevbe-37) [vallahu ... kâfirîn]. âyetiyle kafirler topluluğunu, 24. ve 80.
"De ki: 'Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, Resulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin Allah, fasık kimselere hidayet vermez " (Tevbe-24)
"Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz Bu, gerçekten onların Allah'a ve elçisine küfretmeleri dolayısıyladır Allah fasık kimselere hidayet vermez" (Tevbe-80)
âyetiyle de fâsıklar topluluğunu Allah’ın asla hidayete erdirmeyeceğini beyan etmektedir.
Maide sûresi ise, 51. " Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları veliler edinmeyin; onlar birbirlerinin velisidirler Sizden onları kim veli edinirse, kuşkusuz o, onlardandır Şüphesiz Allah, zalimlere hidayet vermez " (Maide-51) [innellahe lâ yehdi’l-kavme’z-zâlimîn]
âyetiyle zalimler topluluğunun, 67" Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun mesajlarını tebliğ etmemiş olursun Allah seni insanlardan koruyacaktır Şüphesiz, Allah, kâfir olan kimseleri hidayete erdirmez " (Maide-67) [kavme’l-kâfirîn]. âyetiyle kâfirler topluluğunun asla hidayete erdirilmeyeceğini bildirir bize.
Saff sûresi ise, 5"Hani Musa, kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, gerçekten benim sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?' İşte onlar eğrilip-sapınca Allah da onların kalplerini eğriltip saptırmış oldu Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez" (Saff-5). âyetiyle fâsıklar topluluğunun, 7. âyetiyle ise zalimler topluluğunun asla hidayete erişemeyeceğinin haberini vermektedir.
Allah’ın kâfirler, zalimler ve fâsıklar topluluğunu asla hidayete erdirmeyeceğini bildirin başkaca âyetler de vardır.
Meselâ Bakara’nın 258."Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim(as): 'Benim Rabbim diriltir ve öldürür' demişti; o da: 'Ben de öldürür ve diriltirim' demişti (O zaman) İbrahim: 'Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir' deyince, o inkârcı böylece şaşırıp kalmıştı Allah, zalim kimseleri hidayete erdirmez " (Bakara-258) [kavme’z-zâlimîn] ,
Âl-i İmran’ın 86." Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahit oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zalimleri hidayete erdirmez " (Ali imran -86) [vallahu lâ yehdî’l-kavme’z-zâlimîn]
, Ahkâf’ın 10"De ki: 'Gördünüz mü?; eğer (bu Kur'an,) Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz ve İsrail oğullarından bir şahit bunun bir benzerine şahitlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)? Şüphesiz Allah, zalim olan kimseleri hidayete erdirmez " (Ahkaf - 10) [kavme’z-zalimin].,
Cum’a’nın 5. âyetleri" Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yerine getirmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir Allah'ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür Allah, zalim kimseleri hidayete erdirmez" (Cuma-5), ‘
Allah zalimler topluluğunu asla hidayete erdirmez” fermanını tekraren teyid etmektedir. Aynı şekilde, Nahl sûresinin 107." Kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç-küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlara büyük bir azap vardır . Bu, onların dünya hayatını ahrete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da kâfir kimseleri hidayete erdirmemesi nedeniyledir" (Nahl-106 107) [ve ennellahe... kavmel...] âyeti, kâfirler topluluğunun hidayete erdirilmeyeceğini bir kez daha bildirmektedir.
Küfrün, zulmün ve fıskın gadab-ı ilâhîyi celbeden ve rahmet kapılarının kapanmasına sebebiyet veren mahiyeti karşısında insanları dikkate sevkeden bu âyetleri iç dünyasına indirdiğinde, insanın aklına peşinen gelen bir soru vardır oysa: Bu âyetlerin bildirdiği ‘sünnetullah’ insanı teyakkuza sevkederken, öte yandan meselâ Ömer b. Hattab, meselâ Halid b. Velid, meselâ Süheyl b. Amr, meselâ İkrime b. Ebu Cehil, meselâ Safvan b. Ümeyye gibi insanları akla getirir.
Bu isimler, hayatlarının epeyce bir dönemini sımsıkı bir küfür, zulüm ve/veya fısk hali üzere yaşamış; ama sonra imanla ve ‘sahabe’den olmakla, hatta bazıları açısından bir de şehadetle şereflenmişlerdir.
Allah zalimler, fâsıklar ve kâfirler güruhunu hidayete erdirmemeyi üzerine yazmış iken, böylesi nice ismin hidayeti nasıl açıklanabilir? Hz. Ebu Bekir, Said b. Zeyd gibi az sayıda hanîf kişi hariç, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın ashâbı olmak gibi erişilmez bir şerefe erişen ilk mü’minlerin büyük kısmı Mekke’nin veya Medine’nin müşrikleri değil midir?
Bu soru zihne geldiğinde, zâlimler, kâfirler ve fâsıklar ile ilgili bütün bu âyetlerin bir ortak noktası çıkar karşımıza. İlgili âyetler, “Allah kâfirleri hidayete erdirmez” veya “Allah fâsıkları ve zalimleri hidayete erdirmez” dememektedir. Bu âyetlerin hepsinde ortak olan bir nokta, ‘kavm’ ibaresidir: “Vallâhu lâ yehdî’l-kâfirîn.” “Vallâhu lâ yehdî’l-kavme’z-zâlimîn.” “Vallâhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsıkîn.” Yani, Allah kâfirleri, zalimleri ve fâsıkları değil; kâfirler topluluğunu, fâsıklar topluluğunu, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
Nitekim, yukarıda sözünü ettiğimiz isimler dahil, küfürden imana, şirkten tevhide, zulümden adalete, fısktan amel-i salihe ve ahlâk-ı kâmileye avdet edip Cahiliye’den Asr-ı Saadet’e hicret eden bütün bu isimler, ‘topluluk’ ile aralarına bir mesafe koyabildikleri ölçüde hidayet bulabilmişlerdir.
Buna karşılık, Velid b. Muğire gibi, Utbe b. Ebi Rebia gibi isimler, Mekke devrinde Efendimiz aleyhissalâtu vesselamla birebir muhatap olduklarında kalbleri imana yaklaştığı halde ‘kâfirler topluluğu’ arasına döndüklerinde yine küfre meyledip küfürde kalmış ve küfür içinde ölmüşlerdir.
Açıkçası, en başta İslâm’ın ilk yıllarının belgelediği üzere, Allah evvelce ister kâfir, ister fâsık, ister zalim; ister üçünü birden aynı anda üzerinde taşır halde olsun, ‘ihtida eden,’ yani hidayeti arayan, hidayet yolunda yürüyen, hidayete talip olan her kuluna hidayet eder.
Ama küfür, zulüm ve fıskın kişinin el’an içine düştüğü bir hal olmaktan öte bir ‘topluluk psikolojisi’ içerisinde sistemleştirildiği, pekiştirildiği, korunup geliştirildiği durumlarda bu ‘ihtida’nın önü kesilmekte, hidayeti arama sürecine girilmemekte, velev ki bir an için girilmiş olsun kolayca ve hızlıca geri dönülmektedir.
Küfür, zulüm ve fısk üzere olan bir insanın hidayete erişebilmesinin ilk şartı, küfrü, zulmü ve/veya fıskı ayırıcı vasfı haline getirmiş topluluktan kendisini ayırması; bu ‘kavm’ ile arasına bir mesafe koyabilmeyi başarmasıdır.
Mekke müşriklerinin önde gelenleri arasında gelen Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, Osman b. Ebi Talha’nın Medine yolunda kesişen yolculukları öncesinde, birbirinden habersiz şekilde ‘Mekke müşrikleri’ arasından sıyrılarak bir ‘içe dönüş,’ bir ‘muhasebe’ dönemi yaşamış olmaları bu açıdan manidardır.
Hz. Ömer’in belki iki saatlik bir zaman dilimi içinde gerçekleşiveren hidayet sürecinde dahi, ‘kâfirler kavmi’yle beraber olarak değil, tek başına yola koyulmasının, yanında başka bir kâfirin dahli olmaksızın Kur’ân’la ilk defa birebir temas kurabilmesinin, mü’minler ile yanında başka kâfirler olmaksızın muhatap olabilmesinin rolü vardır.
İkrime, Mekke’nin fethinden sonra müşrikler topluluğundan ayrılıp Habeşistan’a doğru kendi başına yol almaya çalışırken kalbini İslâm’a karşı yumuşar halde bulmuştur.
Hidayet kendisine nasip olmayanlara ait bu ‘kavmiyet’ niteliği; yani küfür, zulüm ve fıskın şahsî bir mesele olmaktan çıkıp sosyalleştirilip sistemleştirildiği zeminlerde hidayet imkânının yitip gidişi, yaşadığımız için de çok şey söylüyor bize.
En başta, derdimiz eğer hidayet ise, ‘birebir’ temasın önemine; tebliğin küfür, zulüm ve fıskla temayüz etmiş topluluk içinde ve topluluğa karşı değil, hidayeti murad olunan kişiyi bu topluluktan ayrı tutmamız gereğine işaret ediyor.
Öte yandan, birilerinin üç nesil sonra ‘Allah’ diyen hiç kimsenin kalmadığı bir toplum yapısı kurgulayıp bunun mühendisliğine giriştikleri bir zeminde Allah diyenlerin sayısı arttıkça, o ‘birilerinin’ uygulamaya başladığı taktiğin arkaplanını da deşifre ediyor.
İmanın el’an küfür üzere olan kalblere dahi nüfuzunu engellemek için, küfrün elebaşıları gerilimi tırmandırarak ‘safları sıklaştırma’ yoluna başvuruyorsa, bunu kasden ve amden, bilerek ve tam da böyle isteyerek yapıyor. Çünkü, ancak bu takdirde, hidayet yoluna baş koyacak ‘kayıp kuzular’ı hidayet ülkesinin uzağında tutulabiliyor.
Ve durum eğer bu ise, mü’minlerin ise, kalbi hidayete kapalı olmayanların hidayetle buluşabilmeleri için, el’an küfür, zulüm ve fısk üzere görünen herkesi ‘tek parça’ görmekten uzak olmaları gerekiyor.
Bediüzzaman’ın ‘küfr-ü inadî/küfr-ü meşkuk’ ayrımını, diğer bir ifadeyle ‘ademi kabul edenler’ ile iman sözkonusu olduğunda ‘adem-i kabul’ noktasında olanları ayırabilmesini, yahut şu zamanda ‘bataklığı misk ü anber zannedenler/bataklığı fark ettiği halde çıkamayan mütehayyirler’ arasındaki farka dikkat çekmesini de, herhalde Kur’ân’ın bu ‘kavm’ vurgusu ışığında, dikkatle ve rikkatle irdelemek gerekiyor...