Reenkarnasyon veya ruh göçü ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği addır. Reenkarnasyon kavramı Asya dinlerindeki tenasüh kavramından farklı olmakla birlikte, günümüzde ruh göçüne inanan insanların sayısı bir milyarı aşmaktadır (hindular, budistler, deneysel spiritüalistler vs.) [1]
vikipedi
yani Ruhun tekrardan tekrardan bedenlesmesi söz konusu.
Yukarda Kuranda Reenkarnasyonun yer bulabilecegini söylemisler ve iki Sure adi verilmis. Bir tanesi Bakara Suresi Ayet 28, digeride Mü`min Suresi 11.
Biliyoruz ki Kurani kerimde sadece Meal ile birseyin anlasilamiyacagini ve yine biliyoruz ki bu yüzden Tefsirinde detayla okunmasin gerektigini. Sunuda söylemekte fayda vardir, Kurani anlayabilmek icin ne zaman nazil oldugu(indigi) ve o nazil oldugu zamandaki ortami ve ayni sekilde neye dayanarak o Ayetini bilmemiz gerekir.
Bundan böyle iki Sureyide ele alalim ve Mü`min Suresini gözden gecirelim:
Mü`min Suresi Kuranin 40. Suresidir
Tarihi:
Adı: Surenin adı, içinde mü'min bir kimseden bahsedilen 28. ayetten alınmıştır.
Nüzul zamanı: İbn Abbas ve Cabir b. Ziyad'a göre, bu sure Zümer Suresi'nden hemen sonra nazil olmuştur. Bu surenin Kur'an'daki tertibi, nüzul sırasıyla mutabakat halindedir.
Tarihsel arkaplan: Bu surenin ihtiva ettiği konulardan, surenin nazil olduğu zamanda, müslümanların ne gibi zorluklarla karşı karşıya bulundukları ve o dönemin şartları oldukça açık bir şekilde anlaşılıyor. Müşrikler Mekke'de, Rasûlullah'ın (s.a) davetine iki tür yöntemle karşı koyuyorlardı. Birincisi, çeşitli tartışma ortamları açmak ve yalan, iftira yoluyla Rasûlullah'ı (s.a) ve müslümanları yıpratmak. Böylece hâlâ İslâm'ı kabul etmemiş olan kimselerin kafalarında istifhamlar oluşturarak, onları tereddüde düşürmek istiyorlardı. İkincisi Hz. Peygamber'in (s.a) öldürülmesini sağlamak için şiddetli bir muhalefet havası estirerek planlar yapıyorlardı. Böylece o öldürülse bile, hiç kimse aldırmayacaktı. Hatta bir defasında Hz. peygamber'i (s.a) öldürme denemesine dahi kalkıştılar. Buhari, Abdullah bin Ömer bin As'tan şöyle bir rivayet nakleder: "Bir gün Rasûlullah (s.a) Harem-i Şerif'te namaz kılmakta idi. Aniden Ukbe bin Ebi Muayt, Rasûlullah'ın (s.a) boynuna bir bez parçası sardı ve sıkmak sureti ile onu öldürmeye kalkıştı. Tam o sırada Hz. Ebubekir (r.a) yetişerek, Ukbe'yi itti ve Rasûlullah'ı (s.a) onun elinden kurtardı."
Hz. Abdullah, Hz. Ebubekir'in (r.a) Ukbe ile mücadele ederken "Siz sadece "Benim Rabbim Allah'tır." dediği için mi bir kimseyi öldürüyorsunuz?" dediğini söyler. Aynı hadisi farklı bir şekilde İbn Hişam ve ayrıca Neseî ve İbn Ebi Hatim de nakletmişlerdir.
Konu: Surenin başında bu iki husus açıkça anlatıldıktan sonra, aynı konular çerçevesi içinde, gayet etkili ve ders verici yorumlar yapılmıştır. Kafirlerin, Hz. Peygamber'i (s.a.) öldürme planları hakkında Al-i Firavun'un kıssası (23. ayetten 55. ayete kadar) zikredilerek şu üç gruba da ayrı ayrı dersler verilmiştir.
1) Kafirlere, "Sizler Firavun'un Hz. Musa'ya (a.s) yapmak istediği aynı şeyleri Hz. Muhammed'e de yapmak istiyorsunuz" denmektedir. Sizler kendi akibetinizin, Firavun'un akibeti gibi olmasını mı istiyorsunuz?"
2) Hz. Peygamber (s.a) ve ashabına Allah, "Bu zalim ve kafirler ne kadar kuvvetli ve size karşı ne kadar üstün görünüyorlarsa da, yaymaya çalıştığınız dinin sahibi olan Allah'ın herkesten kuvvetli ve herşeye kadir olduğuna yürekten inanmalısınız." diye buyurmaktadır. Binaenaleyh, bunların tehdit ve zulümlerine karşı Allah'a sığının ve hiç korkmadan İslâm dinini yaymak için çalışmaya devam edin. Allah'a iman edenlerin her türlü tehdide karşı verdikleri cevap, Hz. Musa'nın (a.s) Firavun'a verdiği cevap gibidir: "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınıyorum." Şayet sizler önünüzdeki tehlikelerden hiç korkmadan, İslâm'ı tebliğ etmeye devam ederseniz, şüphesiz o takdirde zafer sizlerin olacaktır. Günümüzün Firavun'ları da, Mısır Firavunu'nun gördüğü gibi zaferin iman edenlerin olduğunu göreceklerdir. Zafer gelinceye değin, üzerinize adeta bir tufan gibi arka arkaya gelen her türlü zulüm ve eleştiriye, sabırla karşı koymalısınız.
3) Bu iki grubun dışında, Rasûlullah'ın (s.a) davetinin hak olduğunu anlayan ve Kureyş kafirlerinin Hz. Peygamber'e (s.a.) haksız yere ve açıkça zulmettiğini gören üçüncü bir grup daha vardır. Fakat bu kimseler buna rağmen Hak-Batıl arasında devam eden savaşa seyirci kalıyorlar. Bu yüzden Allah, "Yazıklar olsun! Hakka tecavüz edilirken sizler hâlâ seyretmektesiniz" diye buyurdu. Böyle bir durumda vicdanı tamamen kararmamış olan kimseler her türlü bahaneyi bir kenara iterek, Hakkı savunmalıdırlar. Tıpkı Firavun'un Hz. Musa'yı (a.s) öldürmek istediğinde, o ana kadar imanını gizleyen bir mü'minin "Ben işimi Allah'a bırakıyorum" diyerek, Hakkı müdafaa için ortaya çıkışı gibi. Hepinizin bildiği gibi, Firavun o mü'mine dokunmaya cesaret edememiş ve ona bir zarar da verememiştir.
Kafirlerin, Mekke'de süren, Hakkı yenilgiye uğratma mücadelesine karşılık, Allah Teâlâ, tevhid ve ahiret düşüncesi ile ilgili delilleri serdetmiştir. Zaten kafirler ile Hz. Peygamber (s.a) arasındaki ihtilafın merkez noktası burasıydı. Bu delillerle, kafirlerin Hz. Peygamber'e (s.a) karşı ortaya koydukları tavrın ilmî ve mantıkî hiçbir delile dayanmadığı isbat edilmiştir. Ayrıca Allah, Kureyş'in ileri gelenlerinin asıl itirazlarının Hz. Peygamber'in (s.a) mesajına olmayıp, bunun bir bahane olarak öne sürüldüğünü belirtmiştir. Onların asıl korkusu, iktidarın ellerinden çıkma ihtimaliydi. Bu yüzden, o kadar şiddetle Rasûlullah'a (s.a) karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla 58. ayette açıkça şöyle denilmiştir: "Sizlerin Peygambere karşı çıkmanızın nedeni tekebbürden başka bir şey değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.) davetini kabul ettiğiniz takdirde büyüklüğünüzün ortadan kalkacağını bildiğinizden dolayı, Rasûlullah'ın (a.s) davetini engellemek için elinizden gelen her hileye başvuruyorsunuz."
Bu surede aynı konular işlenerek, kafirlere tekrar tekrar "Şayet bu mücadeleden vazgeçmezseniz, akibetiniz sizden önceki toplumlar gibi olacak ve ahirette de onlardan daha beter cezalara uğrayacaksınız. İşte o vakit pişman olursunuz ama pişmanlığınızın sizlere bir yararı dokunmaz" denilmiştir.
tartisilan 11. Ayet:
11 Dediler ki: "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de dirilttin;15 biz de günahlarımızı itiraf ettik.16 Şimdi çıkış için bir yol var mı?
Tefsiri:
11- Diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Bizi iki öldürdün, iki de dirilttin, yani iki ölüm öldürdün, iki dirim dirilttin. Buradan kabir azabının varlığına delil getirilmiştir. Deniliyor ki, birinci öldürme, dünya hayatını bitiren ilk ölüm; ikinci öldürme kabirdeki birinci diriltmeyi takip eden ölüm; ikinci diriltme de ölümden sonra kıyametteki dirilmedir. Şu halde dünya hayatı dikkate alınmamıştır. Çünkü dünyada inkâr ettiklerini kabul ve itiraf ile günahlarını itiraf ediyorlar. Buna karşılık müminler Saffât Sûresi'nde "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek... değil miyiz?" (Saffât, 37/58) demişlerdi. Duhan Sûresi'nde de müttaki l er hakkında "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar." (Duhan, 44/56) buyurulacaktır. Bu münasebetle bunlardan birincinin bedene ait ölüm ve hayat, ikincinin de ruha ait ölüm ve hayat diye düşünülmesi ve değerlendirilmesi ve mümin ruhunun "Allah'ın di l edikleri kimseler müstesna" ifadesindeki zümrenin arasına dahil olarak doğrudan doğruya baki kalacağına, ölmeyeceğine işaret olması da ihtimal dahilindedir. Burada kâfirlerin sözlerindeki "iki"yi, "Sonra gözünü iki kere daha çevir." (Mülk, 67/4) âyetin d eki "ikil (tesniye) gibi sırf tekrar ve çokluk mânâsına alanlar da olmuştur, güya şöyle demişlerdir: Sen bizi kaç kereler öldürdün, kaç kereler dirilttin, bunları görüp kudretinin, büyüklüğünü ve dolayısıyla iadeyi de yapabileceğini anladık.
Şimdi günahlarımızı itiraf ettik, tanıdık, anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı? Bu ateşten, gerek dünyaya dönmek ve gerek başka bir yere gitmek yahut bir daha ölmek gibi herhangi bir şekilde olursa olsun çıkmaya bir yol var mı? Yok diye ümitsizliklerini di le getiriyorlar veya sen istersen ona da yol bulursun demek istiyorlar.
Tartisilan Bakara Sure Ayet 28:
Tarihi:
Adı: Neden Bakara?
Bakara suresi, surenin 67-73. ayetlerinde geçen inek kıssası nedeniyle bu adı almıştır. Fakat bu, surenin konusunu bildirmek amacıyla verilmiş bir isim değildir. Bu nedenle, nasıl ki Veli, Ali gibi isimler başka dillere tercüme edilemiyorsa, Bakara da "inek" veya "buzağı" diye tercüme edilemez. Çünkü o zaman, surenin konusunun "inek" olduğu zannedilebilir. Kur'an'da, bu şekilde adlandırılmış daha birçok sure vardır. Çünkü (ne kadar zengin olursa olsun) Arapça, surelerde ele alınan konunun genişliğini kapsayacak kadar şümullü kelimelere sahip değildir. Aslında bütün dillerde aynı eksiklik vardır.
Nüzul Zamanı: Medenî bir sure olmasına rağmen Bakara, Mekkî bir sure olan Fatiha'nın hemen ardından gelmektedir. Fatiha "Bizi doğru yola ilet" duasıyla bitiyordu. Bakara ise, "Bu bir kitaptır ve hidayettir" diye başlıyor.
Bakara suresinin büyük bir bölümü Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'de geçirdiği ilk iki yılda nazil olmuştur. Daha sonraki dönemde nazil olan kısa bir bölüm de, surede ele alınan konuyla yakın bağlantısı olduğu için sonradan sureye eklenmiştir. Örneğin, faizi yasaklayan ayetler Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatının son döneminde nazil olmuş; fakat, bu sureye eklenmiştir. Aynı nedenle, Medine'ye hicretten önce Mekke'de nazil olan son ayetler de (284-286) bu sureye dahil edilmiştir.
Tarihsel arka-plan: Bu surenin anlamını tamamen kavrayabilmek için tarihsel arka-planı bilmemiz gerekir:
1) Mekke'de Kur'an genellikle İslâm'ın cahilî, müşrik Kureyşlilere hitap ediyordu. Fakat Medine'de Allah'ın birliği, peygamberlik, vahiy, Ahiret ve melekler gibi inançlara aşina olan Yahudilerle de ilgilenmeye başladı. Yahudiler, Allah'ın, peygamberi Hz. Musa'ya (a.s.) indirdiği kanuna inandıklarını söylüyorlardı ve ilke olarak onların yolu Hz. Muhammed'in (s.a.) öğrettiği yolun (İslâm) aynısı idi. Fakat yüzyıllardan beri onlar bu yoldan uzaklaşmışlar ve Tevrat'ta hiç anılmayan ve bildirilmeyen birçok gayri İslâmi inançları, ibadet şekillerini ve geleneklerini benimsemişlerdi. Sadece bununla da kalmayıp, kendi tefsir ve tevillerini asıl metindenmiş gibi kabul ederek, Tevrat'ı da tahrif etmişlerdi. Hatta kitaplarının asıl metni olan Allah kelâmını bile bozmuşlar, dinin gerçek ruhunu söndürüp, süregelen donuk bir âdetler dizisi haline getirmişlerdi. Bunun sonucu inançları, ahlâkları ve davranışları bozulmanın en aşağı seviyelerine düşmüştü. En kötüsü, onlar durumlarından memnun olmakla kalmıyor, aynı zamanda böyle devam etmekten hoşlanıyordu. Bununla birlikte hiçbir düzeltme ve ıslah hareketini kabule yanaşmıyor, böyle bir girişime ilgi bile duymuyorlardı. Bu nedenle, kendilerine doğru yolu öğretmeye gelenlerin en azılı düşmanları oldular ve bu tür çabalara karşı ellerinden geleni yaptılar. Önceleri müslüman olmalarına rağmen gerçek İslâm'dan sapmış, O'nda değişikler yapıp, bidatlar çıkarmış, ayrılık tohumlarının ve kılı kırk yarmalarının kurbanı olmuşlardı. Allah'ı unutup terketmişler ve ihtiraslarının kölesi haline gelmişlerdi. Üstelik "Müslüman" adını bırakıp, kendilerine "Yahudi" adını takmışlar ve dini İsrailoğulları'nın tekeline almışlardı.
Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye gidip Yahudileri hak dine davet ettiğinde, onların dinî durumu buydu. Bu surenin üçte birinden fazlasının İsrailoğulları'na hitap etmesinin nedeni, işte budur. Surede onların tarihî, ahlâkî bozulmaları, dinden sapmaları eleştirel bir yaklaşımla ele alınır. Buna paralel olarak, bir peygamberden sonra sapan bir topluluğun ne denli bozulduğunu belirlemek, gerçek ibadet ile şekilcilik arasına ve dinin esasları ile ikinci derecedeki kuralları arasına belirleyici bir çizgi çekmek amacıyla, hak dinin ana ilkeleri ve yüce ahlâkı da gözler önüne serilmektedir.
2) Mekke'de İslâm çoğunlukla ana ilkeleri tebliğ etmek ve müminleri ahlâken eğitmekle ilgileniyordu. Fakat Hz. Peygamber'in (a.s.), müslümanların tüm Arabistan'dan gelip yerleştiği ve Ensar'ın yardımıyla küçük bir İslâm Devleti'nin kurulduğu Medine'ye hicretinden sonra, tabiî olarak Kur'an sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukukî problemlere de değinmeye başladı. Mekke'de ve Medine'de nazil olan sureler arasındaki farkın nedeni işte budur. Bu nedenle bu surenin yarıdan fazlası, toplumda kaynaşma, dayanışma ve problemlerin çözümünü sağlamaya yarayan ilke ve düzenlemelerden oluşur.
3) Medine'ye hicretten sonra Tevhid ile Şirk arasındaki çatışma da yeni bir görünüme bürünmüştü. Bundan önce İslâm'ı kendi kabile ve akrabalarına tebliğ eden müminler, İslâm düşmanlarının saldırılarına kendilerini tehlikeye atarak karşılık vermek zorundaydı. Fakat tüm Arabistan'dan müslümanların bir araya gelip bir topluluk oluşturduğu ve bağımsız bir şehir devletinin kurulduğu Medine'de şartlar değişti. Buradaki çatışma, İslâm toplumu için hayatını devam ettirme meselesi haline gelmişti; çünkü, müslüman olmayan tüm Arabistan onu ortadan kaldırmak için birleşmişti. Bu nedenle İslâm toplumunun sadece başarılı olmasını değil, aynı zamanda varlığını devam ettirmesini de sağlayan aşağıdaki talimatlar bu sureyle nazil olmuştur:
a) İslâm toplumu, ideolojisini yaymak ve kendi tarafına mümkün olduğu kadar fazla insan çekebilmek için elinden gelen tüm gücü harcamalıdır.
b) İslâm'a karşı çıkanları öylesine gözler önüne sermelidir ki, akıllı bir insanın kafasında onların yanlış yolda oldukları hakkında en ufak bir şüphe bile kalmamalıdır.
c) (Çoğunluğu fakir ve yurtsuz olan, etrafı düşmanlarla sarılmış bulunan) Üyelerini, mücadelelerinde karşılaştıkları zor durumlarda hayatî önem arzeden ve onları bu zorlukları karşılamaya hazırlayan bir cesaret ve sabırla donatmalıdır.
d) Toplum, üyelerinin inançlarını ortadan kaldırmaya yönelik muhtemel bir saldırıyı karşılamaya ve düşmanlarının sayısal ve teknik üstünlüklerine aldırmaksızın onlara saldırmaya her an hazır halde bulunmalıdır.
e) Aynı zamanda onlarda, bâtıl yolların ortadan kaldırılması ve İslâmî tarzın ortaya konulması için gerekli olan cesaret ve şevki yaratmalıdır.
Bu nedenle Allah bu surede, yukarıdaki amaçları elde etmeye yardım edecek olan birçok talimatlar indirmiştir.
4) Bu dönemde yeni bir tür "müslüman" tipi, münafikûn (iki yüzlüler) türemeye başlamıştı. Mekke'de yaşanan son dönemde iki yüzlülük alâmetleri görülmeye başlamasına rağmen bu durum, Medine'de farklı bir şekil aldı. Mekke'de, İslâm'ın hak olduğuna inandığını söyleyen, fakat bu şehadetin sonuçlarını yüklenmeye, dünyevî fayda ve ilişkilerini feda etmeye ve bu inanç kabul edildiğinde hemen ardından gelen karşı çıkışlara katlanmaya hazır olmayan bazı kimseler vardı. Fakat Medine'de, başka çeşit münafıklar türemeye başladı.
İslâm'ı içinden yıkmak için İslâm'a girenler olduğu gibi, çevreleri müslümanlar tarafından sarılan ve dünyevî çıkarlarını korumak için "müslüman" olanlar da vardı. Bu nedenle onlar düşmanlarla da ilişkilerini devam ettiriyorlardı; çünkü, düşmanlar kazandığı takdirde onların çıkarlarına bir zarar gelmeyecekti. Bazıları da İslâm'ın gerçekliğine tam kâni olmamış; fakat, kabileleriyle birlikte müslüman olmuşlardı. Son olarak da entellektüel yönden İslâm'ın hak olduğunu kabul eden, fakat, eski geleneklerinden, bâtıl inançlarından, kişisel ihtiraslarından vazgeçip İslâmî bir hayat yaşamaya ve bunun yanısıra fedekârlıklar yapmaya yetecek denli ahlâkî şecaate, yiğitliğe sahip olmayan bir grup vardı.
Bakara'nın nazil olduğu dönemde her türden münafık türemeye başlamıştı. Bu nedenle Allah, sure içerisinde münafıkların özelliklerine dikkat çekmekte, kötü özellikleri ve hileli işleri açığa çıktıkça, onlarla ilgili talimatlar indirmektedir.
ÖZET
Ana fikir: Hidayet
Bu sure Hidayet'e davettir ve kıssalar, anlatılan olaylar hep bu ana fikir etrafında döner. Bu surede özellikle Yahudilere hitap ettiği için, Hz. Peygamber'e (s.a.) indirilen Hidayet'e tâbi olmanın kendi hayırlarına olacağını göstermek üzere, tarihte yaşanmış birçok olaya değinilmiştir. Yahudiler Kur'an'ı kabul edenlerin ilki olmalıdırlar. Çünkü bu Kitap, Hz. Musa'ya (a.s.) indirilenin aynısıdır.
Konular ve Birbirleriyle İlişkisi
1-20 Bu giriş ayetleri Kur'an'ı bir Hidayet Kitabı olarak ilân eder: İman'ın temellerini, yani Allah'a, peygamberliğe, öldükten sonra dirilmeye olan inancı belirler; insanları kabul etme ve reddetme hususunda üç gruba ayırır: Müminler, kâfirler ve münafıklar.
21-29 Allah insanları Hidayet'i kabul etmeye, Alemlerin Yaratıcısı ve Rabbi olan kendisine boyun eğmeye, gönderdiği Hidayet'e, yani Kur'an'a ve öldükten sonra dirilmeye inanmaya davet eder.
30-39 Hz. Adem'in (a.s.) yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak tayin edilmesinin; onun Cennet'teki hayatının; şeytan'ın saptırmalarına kapılmasının; tövbe edip, tövbesinin kabul edilişinin hikâyesi, insanoğluna (Hz. Adem'in nesline) en doğru şeyin Hidayet'e (doğru yola) uymak olduğunu göstermek üzere anlatılmıştır. Bu hikâye aynı zamanda, İslâmî Hidayet'in Hz. Adem'e (a.s.) verilenle aynı olduğunu ve İslâm'ın insanoğlunun hakiki dini olduğunu da göstermektedir.
40-120 Bu bölümde Hidayet'e davet, özellikle İsrailoğulları'na yöneltiliyor ve onların düşüş nedenlerinin, Hidayet'ten sapmaları olduğunu göstermek üzere geçmiş ve bugünkü tutumları eleştiriliyor.
121-141 Yahudiler, ataları olarak çok değer verdikleri ve bir peygamber olarak kabul ettiklerini söyledikleri İbrahim Peygamber'e (a.s.) verilen Hidayet'in aynısını getiren O'nun torunu ve izleyicisi olan Hz. Muhammed'e (s.a.) tâbi olmaları konusunda ikaz ediliyorlar. Hz. İbrahim'in (a.s.) Kâbe'yi inşa edişinin hikâyesi, Kâbe, İslâm toplumunun kıblesi olacağı için anlatılmıştır.
142-152 Bu bölümde sanki liderliğin, daha önceden Yahudilerin yurtlarından çıkarılmalarına neden olan haddi aşmalarına karşı birçok kez uyarılan İsrailoğulları'ndan alınıp, müslümanlara verildiğini ifade edercesine, kıble'nin Mescid-i Aksa'dan (Kudüs) Kâbe'ye (Mescid-i Haram, Mekke) çevrildiği ilân ediliyor.
153-251 Bu bölümde, müslümanlara Hidayet'i tebliğ etmeleri için emanet edilen liderliğin ağır sorumluluklarını kaldırabilmeleri için pratik çözümler sunuluyor. Ümmet'i ahlâken eğitmek için namaz, oruç, zekât, hac ve cihad farz kılınıyor. Müminler ulu'l-emre itaat etme, adil olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalara sadık kalma, mallarını Allah yolunda harcama konularında teşvik ediliyorlar. Günlük hayatlarını düzenlemeleri ve ahenkli bir şekilde devam ettirebilmeleri için yine sosyal, ekonomik, politik ve uluslararası meselelerin çözümü için gerekli kanun ve düzenlemeler bildiriliyor. Diğer taraftan Ümmet'i bozulup dağılmaktan korumak üzere içki, kumar, faizle borç vermek vs. yasaklanıyor. Bunların arasında, uygun yerlerde imanın temel esasları da yerleştiriyor; çünkü, ancak bunlar, kişinin Hidayet'e bağlanmasını sağlayıp destekleyebiliyor.
252-260 Bu ayetler, faizle borç vermenin yasaklanmasına bir giriş niteliğindedir. İnsanların hesaba çekileceği gerçeğini canlı tutabilmek için Allah'a, Vahy'e ve Ahiret'e iman tekrar vurgulanıyor. Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve ölüyü diriltip ondan hesap sormaya muktedir olduğunu göstermek üzere, Hz. İbrahim (a.s.) ve yüzyıl uyuyup, sonra uyananlar hakkındaki kıssalar anlatılıyor. Bu nedenle müminler bunu gözönünde bulundurmalı ve faizle borç para vermekten kaçınmalıdırlar.
261-283 153-251. ayetlerin özetini vermiştik. Orada müminler sadece Allah'ın razı olması için O'nun yolunda infak etmeye teşvik ediliyorlardı. Buna karşılık burada, faizle borç vermenin kötülüklerine karşı uyarılıyor. Günlük alış-verişlerde dürüst davranmaları konusunda da talimatlar veriliyor.
284-286 Surenin başında olduğu gibi bu son ayetlerinde de, imanın temel ilkeleri tekrarlanıyor. Daha sonra sure, müslümanların İslâm'ı tebliğde çektikleri güçlükler nedeniyle o sırada çok ihtiyaç duydukları bir dua ile bitiyor.
Sure 28/29:
28 Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra yine sizi öldürecek, yine diriltecektir ve sonra yalnızca O'na döndürüleceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı . Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şe yi bilir.
Tefsiri:
28-Bu iki âyette bütün dünya ve ahiret ilimleri saklıdır. Hayat, hayatın akışı, hayatın gayesi gösteriliyor. İnsana ait yaratılışın, Allah katındaki kıymeti anlatılıyor. İnsanın yer ve gökyüzü, hepsinden faydalanma hakkı kaydediliyor. Yaratılışın ve yaratıcının delilleri özetleniyor. Allah'ın yaratması, acıması, lütuf ve keremi isbat olunuyor. Özet olarak beşerin ruhu, yeryüzünden gökyüzüne, hissolunandan düşünülene yükseltiliyor ve bu gerçekler karşısında küfür ve inkâra nasıl sapılabileceği bir istifhâm-ı inkârî ile soruluyor ki, bu iltifat (sözü çevirme)daki belağatın, nezahatin, ulviyetin, ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın parlaklığına ve hoşluğuna hayran olmamak mümkün değildir. Küfür ve küfrânı kötülemek ve insanları ondan uzak tutmak için b u sorudaki etkinin şiddeti ne kadar büyüktür!
Ey insanlar, insan adını taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler,
ey münafıklar, ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder de ilmî ve amelî küfür ve inkâra sapabilirsiniz? Az çok irfan ve ahlâkı olanlar için bu nasıl düşünülebilir? halbuki siz hepiniz, gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak neyiniz vardı? Şimdilik haydi ilerisi dursun, fakat en az bir toprak ve nihayet b abanızın belinde bir nutfe, bir sümük olduğunuzu hatırlarsınız ya? Gerçekten siz böyle cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp duruyordunuz. Böyle iken Allah size hayat (canlılık) verdi. Nefes alıp verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi yapar, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan kim ise, işte Allah odur. İyi düşününüz, bu hayat sizin kendinizin midir? Kendi şahsî malınız, mülkünüz müdür? Elbette değil, o kadar değil ki, bir kılınızın rengini değiştiremezsiniz. Malum ya, ne de olsa, siz hayatı seversiniz ve ona herşeyi feda etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağı n ı sandığınız kimselerin karşısında takla atarsınız. Onlara kul köle olursunuz. Halbuki kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz? Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmıyacak olsa bile hayatınızın sahibi olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız gerekir. Hem siz bu hayatı o k a dar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Şimdi diyeceksiniz ki: "İşte biz de buna kızıyor ve bundan yüz buluyoruz ya! İman ve kulluk etsek de, etmesek de verilen hayatımızın sonra elimizden alındığını görüyo r uz. Madem ki öleceğiz ve madem ki Allah verdiğini alıyor, o halde hayat elimize geçmişken iyi kötü mümkün olan ne zevki varsa görelim, diyoruz. Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri perişan eden, çocukları yetim, kadınları dul bırakan, hayatlara kıyan, hay a tları pençesinde kıvrandıran o ölüm musibeti madem ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor, artık dünyaya bir daha gelecek değiliz ya! Şu geçici hayata bütün ihtirâs (aşırı istek) ile sarılalım ve keyfimiz için ne yapabilirsek yapalım" demekten kendimizi alamıyor u z ya! Fakat bu ne kadar yanlıştır ve ne bedbaht bir zevktir! Böyle olsaydı bile, hayatın bu zevklerini böyle körü körüne ve çılgıncasına değil, meşru (dine uygun) yoluyla istifadeye çalışmak ve Allah Teâlâ'ya ihlâs ve teşekkürü en büyük bir zevk bilmek ve O'na büyük bir sevgi ve korku beslemek gerekirdi. Ve bunun o zaman hayatta da
genel ve kapsamlı faydaları görülürdü. Halbuki iş bu kadar değil, bunun ilerisi de var. O sizi öldürdükten sonra yine diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve hatta ondan daha yüksek yine bir hayat verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt (öldükten sonra dirilmek) de haktır. Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı sen kâinatta hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden, sanattan hiçbir hi s sen olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen onu bir daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftlerini bu sayede sürer, hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenlere, otomobillere, vapurlara, uçaklara bu say e de biner; onları da bu sayede yapabilirsin. Sen hayat kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir şüphe taşımazdın. O zaman sen bile bir hayat sahibi yapabilir ve onu bozduktan sonra tekrar yine yapabilirdin. Şimdi yapamıyorsan ilim ve fennin, kudret ve s anatın buna yetişmiyorsa, henüz hayat kanununu bilemediğinden, henüz maddelerin, ruhların ilk sırlarına nüfuz edemediğinden, daha esasında yaratmak, halketmek kudretine bizzat sahip olamadığındandır. Zaten sen maddenin aslını, kuvveti göremezsin. Gördüğün onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin, fennin, kudretin de bunlara uygundur. Bunların içinde düşündüğün ilk maddeyi bulsan, onların sırlarına da nüfuz etsen acaba bütün kuvvetleri, ruhları, melekleri keşfetmiş olacak mısın? Yaratma gücüne esasından sah i p olacak mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti aslından yok edecek veya meydana getirebilecek misin? Kendi kendine hayır. Fakat onları olduğu kadar alıp, Hak Teâlâ'nın verdiği ruhunla tasarruf edebileceksen ve bizzat Hak Teâlâ'ya daha hususî bir ilgi kurabil i rsen, o zaman Allah'ın izniyle yaşama ve yaşatma sırrına da vâkıf olabilirsin. Sen bunları henüz bilemiyor, yapamıyorsan hayat kanununun aslına eremiyorsan, ortada var olan yaşamayı ve yaşatmayı da inkar edemezsin ya? Gerçekte bir hayatın ve bir hayat kan u nunun akışında şüphe edemezsin ya? Ve hele bu kanunun sende, senin kendinde tatbik edilmiş bulunduğunda şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O halde bu delil ile şunu zorunlu olarak bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen bir yüksek zat vardır. Hayat ve hayat kanunu hak ve onu yapan ve bilen Hak Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu ancak Allah yapabilecektir. Nasıl ve nerede yapacağına gelince onu kendi bilir. Bize bildirdiği yapacağı ve her halde yapacağıdır. D i lerse yerde yapar, dilerse göğe çıkarır, dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette. Her halde bu bizim diğer bir halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun durumlarını açıklamaya bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret âlemidir. Onunla aramız d a geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir hayatı Cenab-ı
Hak cümlemize yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin, kâmil iman, güzel amel ile hüsn-i hâtime (güzel son) nasip etsin. Buradaki "sonra sizi diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten sonra dirilme ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla da kalmayacaktır. sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına e r eceksiniz. "Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve o zaman cennet ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Zümer, 39/75) diyec ektir.
Özet:
Reenkarnasyon olmasi icin Ruhun dünyada iken bedenlesmesi gerekir ve Kuran tefsirinde bu ayetlerin nasil anlasilmasi gerektigide aciklanmistir
Kaynak:
Reenkarnasyon- vikipedi
Tarih kismi: Tefhiu`l Kur`an, Mevdudi Tefsiri
Tefsir: Elmali Hamdi Yazir Tefsiri