İstanbul Efsaneleri
Bîr varmış, bir yokmuş... Allah’ın kulu çokmuş. 'Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; eşek mühürdar, katır silahtar iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; yaranı safa, kızıştı kafa, ak..sakal, kara sakal, berber elinden yeni çıkmış bir taze sakal... 'Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant plsam nallayamam katırı, hamama girsem sorar mıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı.
'Dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor. Şöyle ettim, böyle ettim, hanım yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık.birlikte yola, ne sağa saptık,ne sola... Az gittik.uz gittik., dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yer gitmişiz... Ne dönülür geri, ne gidilir ileri, sana bir masal söyleyeyim bari gel beri...
‘Bir varmış, bir yokmuş. 'Diyarların en güzeli, efsanelerin sultanı bir şehr-i istanbul varmış...
EFSANELERE GÖRE İSTANBUL’UN KURULUŞU
"Bu şehr-i Sitambul ki, bî misl-ü behâdır,
Bir sengine, yekpare Acem mülkü fedadır"
Şair Nedim
"Bu şehr-i Sitambul ki, bî misl-ü behâdır,
Bir sengine, yekpare Acem mülkü fedadır"
Şair Nedim
Yeryüzünde, bu kadar çok ada ve sana sahip kent çok ender bulunur. Her ulus, İstanbul'u başka bir adla andı. Ayrıca, fetihten önceki adları başkaydı, fetihten sonrakiler başka... Tarih sahnesine, Byzas, Buzis, Byse, Bysante gibi adlarla çıktı. Roma dönemine kadar da en çok Byzantion olarak anıldı. Romalılar Antoneia, Anthusa, Deutera Rome dediler. Sonra, uzun bir dönem boyunca Konstantinopolis olarak kaldı. Kuzeylilerin verdikleri adların bir lısmı kentin gücünü vurguluyordu: Tsarigrad (Slav kaynaklarında imparator kenti) ve Miklegard (Vikinglerde İmparator Mikhael’in kenti) gibi. Ruslar Tekfuriye ve Zavegorod, Macarlar Vizenduvar, Polonyalılar Kanatorya, Çekler Aylana, İsveçliler Herakliyan, Hollandalılar İstefanya, Franklar Agrandone, Portekizliler Kostiye, Araplar Konstantiniyye-i Kübra, Acemler Kayser-i Zemin, Hintliler Taht-ı Rum, Moğollar Çakduryan demişlerdi bir zamanlar.
Osmanlı'nın "Asitane"sine. Öte yandan, İstanbul'a yakıştırılan sanlar da en az kendisi kadar görkemliydi: Asitane-i Saadet (Sultan Sarayı), Dâr-ül Hilâfe (Halife'nin evi), Dârü's Saltana (Saltanatın evi), Dergâh-ı Selâtin (Sultanlar kapısı)... Ve sonunda bizim kentimiz, İstanbul. Bilinen tarihi 2600 yıldan daha eskilere uzanan bu yaşlı, ama muhteşem kent, zamanın akışı içinde büyük uygarlıkların yıkılışlarım da gördü, yenilerinin nasıl kurulduklarına da...
İmparatorlukların bu herkesi kıskandıran görkemli başkentinin köşe bucağı, birbiriyle ilgisi olmayan kültürlerin mirasıyla süslendi. Ve sonuçta, tüm üslup ve kültürler iç içe geçerek, birbirini özümseyerek, İstanbul'un anıtsal tarihini oluşturdu.
Körler ülkesinin karşısına kurulan kent
Kentin kuruluşu üzerine rivayet muhtelif. En ünlüsü ve bilineni Megaralı göçmenlerinin yolculuğu. Bir de Evliya Çelebi'nin anlattığı var ki, tadına doyum olmuyor...
Efsaneye göre, Koressa'nın oğlu, Yunanistan'ın Megara kentinden genç Byzas, yandaşlarıyla birlikte, bölgedeki baskılardan kurtulmak, yeni bir kent kurmak ve özgürlüğünü ilan etmek için yola çıktı. Her şey iyiydi de, kent nerede kurulacaktı? O çağda, bilinmeyenleri bilinir kılan birisine, Delfoi kentindeki kâhine danıştı genç adam. Delfoi kâhini gideceği yeri tarif etti; "Kentini kuracağın yer, körler ülkesinin tam karşısında olacak." Byzas yola çıktı, aradı taradı, körler ülkesi diye bir yer yoktu. Sonunda, mola verdikleri bir deniz kıyısında, karşı sahile baktı ve bağırdı: "Bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?". Delfoi kâhinini hatırladı genç adam; "Körler ülkesinin karşısında kuracaksın kentini." Körler ülkesi, günümüzün Kadıköy'üdür!
İstanbul'dan çok yıllar önce kurulmuştur "Khalkedonia", yani Kadıköy. Byzas; ordusuyla gelip soluklanmak için durduğu şimdiki Sarayburnu'nda, manzaranın muhteşem görüntüsünden adeta büyülenmişti. Khalkedonia'nın neden "Körler Ülkesi" tanımlamasını hak ettiğini anlamıştı artık. Çünkü, böyle cennet benzeri bir yer dururken, tam karşıda ve korumasız bir yerde kent kuranlar, ancak kör olabilirlerdi! Ol hikâye böyle. Temelleri Sarayburnu sırtlarında atılan kente, kurucusunun adı olan Byzas'tan dolayı, "Byzas'ın kenti" anlamında "Byzantion" dendi...
Rüyasında gördüğü Hazreti Peygamber'e "Şefaat ya Resulallah" diyeceğine, heyecanla "Seyahat ya Resulallah" dediğini anlatarak, yaşadığı zamana o güzel anlatımıyla tarih düşen Evliya Çelebi'nin, İstanbul üzerine bir rivayet anlatmaması düşünülebilir mi hiç? Ünlü "Seyahatname"sinin ilk cildinde şöyle anlatır gezgin Evliya Çelebi;
"Hazreti Süleyman, Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 yıl önce Kaftan Kafa bütün ins-ü cine, vahşi hayvanlara ve kuşlara hükmettiği, yeryüzünün her dilden anlayan tek sultanı olduğu halde; okyanus denizinde Ferenduz denilen adada padişahlık eden Saydun'a bir türlü söz geçirememiş. Bu gururlu adam Hz. Süleyman'ın önünde baş eğmek istemezmiş. Bu hale canı sıkılan Hz. Süleyman, bir gün sayısız askeri ve her cinsten hayvanlarla Saydun'un üzerine yürüdü, memleketini harap ve ahalisini esir ettikten sonra onu huzuruna getirtti, ateş saçan kılıcı ile öldürüp adsız, nişansız bıraktı."
Evliya Çelebi'nin hikâyesi uzar da uzar. Özetlersek; Hz. Süleyman Saba Melikesi Belkıs'ın ölümüyle dul kalınca, Saydun'un dünyalar güzeli kızı Alina ile evlenir. Alina'mn çok özel bir saray istemesi üzerine, adamlarını dünyanın dört bir yanına gönderip, saray yapılacak eşsiz güzellikte bir yer bulmalarını emreder. Adamları İstanbul'u söylerler. Hz. Süleyman, Sarayburnu'nda geçirdiği bir gecenin sabahında kendini dinç ve gençleşmiş hissedince, buraya büyük bir saray yaptırır, sonra da kıyamete kadar mamur kalsın diye İstanbul için hayır dua eder. Anlıyor musunuz tüm bozulmalara, yangınlara, depremlere karşın İstanbul'un nasıl dimdik ayakta kalmasının hikmetini?
Bunu biliyor muydunuz?
Antik Roma kentinin yedi tepe üzerine kurulmasının, İmparator Büyük Konstantinos'u (Constantinus) çok etkilediği, İstanbul'u da Roma ya benzetmek amacıyla, yedi rakamına yönlendirdiği anlatılır. İmparator, bu yedi sayısını uğurlu ve kutsal sayıyordu. Sarayının ana salonu, 'Hepta Likhnos" yani "yedi kandilli" adını almıştı. İmparatoru korumakla görevli, "yedi kıta dan oluşmuş bir muhafız alayı vardı. Konstantinos, kendisini, çevresinde "yedi gezegenin dönüp durduğu güneş yerine koymuştu. Çemberlitaş üzerindeki heykeli de zaten bu durumu betimlemekteydi. İstanbul'un ünlü tepelerine gelince... Birinci tepe, bugün Topkapı Sarayı ve Sultanahmet Camii'nin yer aldığı yükseklikti (Akropolis). İkinci tepe, Çemberlitaş diye bilinen, Konstantin Sütununun bulunduğu bölge ve çevresi; üçüncüsü Beyazıt ve Süleymaniye alanıydı. İstanbul'un dördüncü tepesi, derin bir vadiyle yarılmış olan Fatih, beşincisi de Fenerin üst kısımlarında, Yavuz Selim Camii’nin bulunduğu bölgeydi. Altıncı olan Mihrimah Suttan Camii’nin yer aldığı Edirnekapı Tepesi uydurma, çünkü rakamı yediye yükseltmek için uydurulmuştu. Son tepe ise Marmara Denizine bakan yükselti, yani Cerrahpaşa sırtlarıydı.
Ayasofya efsaneleri Bitmez
Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarının, hem yükseliş hem de çöküş dönemlerine tanıklık eden, tarihinin en önemli dini eserlerinden biri olan Ayasofya; gerek Bizans gerekse Türk kaynaklı pek çok efsaneye konu olmuştu. Ancak günümüzdeki Ayasofya'nın, burada yapılan ilk kilise olduğunu düşünmek bizi yanıltır.
Tarihçi Sokrates'e göre 15 Şubat 360 tarihinde burada inşa edilen ilk kilise bir bazilikaydı ve eski bir Roma tapınağı üzerine kurulmuştu. M.S. 4O4'te yanan bazilikanın yerine yapılan ikincisi, İmparator II. Theodosios döneminde 10 Ekim 415 yılında ibadete açıldı. 13 Ocak 532 yılındaki ünlü "Nika İsyanı"nda bütünüyle yanan kilisenin yerine, aynı yıl, İmparator I. Iustinianos'un (Jüstin-yen) emriyle günümüze kadar ayakta kalan Ayasofya'nın inşası başlatıldı.
Tarihçi Prokopios'a göre, Miletoslu Isidoros ve Trallesli Anthemios'un mimarlığını yaptığı kilisenin inşaatında; yüz ustabaşı, bin usta, on bin işçi çalışmış; Suriye, Mısır, Yunanistan ve Küçük Asya'dan gelen gemiler dolusu malzemeyle Ayasofya'nın inşaatı 5 yıl 10 ay ve 24 günde bitirilmişti. 27 Aralık 537'deki açılış törenine patrik Menas'la birlikte gelen imparator, yapının güzelliği karşısında şöyle demekten kendini alamamıştı: "Bana böyle bir kiliseyi yaptırma şansı verdiği için Tann'ya şükürler olsun."
Ayasofya ile ilgili Bizans efsanelerinden birinde ise, bu ünlü mabedin doğuşu gelecek kuşaklara şöyle aktarılıyordu:
"Iustinianos Ayasofya'yı yaptırmak için en ünlü mimarları İstanbul'a davet etti, yaptıracağı kilise için birer taslak çizmelerini istedi. Ancak çizilen hiçbir taslak imparatoru tatmin etmedi. Bir gece üzgün ve umutsuz uykuya dalan Iustinianos, bir rüya gördü. Ayasofya'nm kurulacağı arsada beliren nur yüzlü bir ihtiyar, sağına soluna bakınıyor, sonra da her köşede biraz durup bekliyordu. Nur yüzlü ihtiyarın yanına giden imparator, onun elindeki gümüş levhayı görünce şaşkınlığa düştü. Levhanın üzerinde çizili olan kilise resmi, onun hayalini kurduğu mabet idi.
Hemen tanrıya dua etmeye başlayan Iustinianos'un yanına gelen garip ihtiyar, elindeki gümüş levhayı imparatora uzattı ve dedi ki 'Al bu resmi Iustinianos, kiliseni bu örneğe göre yaptır!" Bizans efsanesi burada bitmez doğal olarak. İmparator, sevinçle tapınağın adını ne koyması gerektiğini sorunca, "Ayasofya" der nur yüzlü garip ihtiyar ve anında kaybolur. İmparator, sabahleyin kalkınca mimarını çağırır ve rüyasındaki mabedin resmini tarif ederek çizmelerini ister.
Efsane denilince sonu mu olurmuş? Mimarını şaşırtmak isteyen Iustinianos, onlardan aldığı cevap karşısında kendisi şaşkınlığa düşer. Rüyasında gördüğü kilisenin tıpkı çizimini kendisine uzatan mimar; o gece bir rüya gördüğünü ve rüyasında gördüğü kilisenin resmini, unutmamak için sabaha kadar çalışıp kâğıda döktüğünü söyler. Ayasofya, işte bu rüyalardaki kilisedir!
İstanbul'un Türkler tarafından fethinden sonra da pek çok efsaneye konu olmuştu bu yüce mabet. Evliya Çelebi'nin anlatılarına göre, Hazreti Muhammed'in doğduğu gece İstanbul'da büyük bir yersarsıntısı olmuş ve Ayasofya'nın kubbesi yıkılmıştı. Bir süre sonra, Buhayra adlı rahibin aracılık etmesiyle, bir rahipler kurulu Mekke'ye gitmiş, o zaman henüz küçük bir çocuk olan Hazreti Muhammed'in ağız suyundan alıp, zemzem suyu da katarak Mekke toprağı ile bir harç yaparak İstanbul'a geri dönmüşlerdi. Yıkılan kubbenin tamiri, işte bu Mekke'den getirilen harçla mümkün olmuştu.
Bunu biliyor muydunuz?
Mimar Sinan, Selimiye Camii'ni inşa ederken Ayasofya ile yarışmış mıydı? Daye-Zade Mustafa Efendi'nin 1717 yılında yazdığı esere göre, Sinan; yazdığı bir kitapta (Bu kitap bulunamamıştır), Selimiye'nin kubbesini Ayasofya'nın kubbesinden dört arşın daha büyük yaptığını ifade etmişti. Ancak yapılan ölçümler, Selimiye'nin kubbe çapının ortalama 31,305 metre, Ayasofya'nın kubbe çapının ise ortalama 33,8 metre olduğunu ortaya koymuştur. M.S. 537de tamamlanan Ayasofya'nın kubbesi, son kez 14. yüzyılda olmak üzere, dört defa kısmen veya önemli ölçüde çökmüş; her seferinde onarılarak bugünkü haline ve boyutlarına ulaştırılmıştır. Bu yıkılmalara neden olarak, ilk kubbenin aşırı yayvanlığı nedeniyle taşıyıcı filayaklarına (filpaye) yaptığı basıncın fazlalığının yanı sıra, kullanılan harcın çok yavaş sertleşmesi ve payanda duvarlarının yetersizliği vb. gösterilmektedir. Bu etkiler, kubbe çapının büyümesine, dolayısıyla çatlayıp yıkılmasına neden olmuştur.
Yapılan basit hesaplar, Ayasofya'nın kubbesinin, bu büyümelerden önceki çapının 31,612 metre olması gerektiğini göstermektedir. Bu çaptan doğan kubbe çevresi ise 99,31 metre veya 318 Bizans ayağı uzunluğundadır. 318 sayısı ise, Latin ebced hesabıyla
Hz. İsa'nın karşılığıdır. Anlaşılan, mimarlar Anthemios ve Isidoros, kubbenin çapında Hz. İsa'yı sembolize etmek istemişler.
Buna karşılık Selimiye'nin kubbe çapı 31,305 metredir; Osmanlı arşınında 24 adet olarak bulunan boğum cinsinden ifade edildiğinde, 990 boğuma eşit olduğu görülür. 990 sayısı, Osmanlı ebced hesabıyla Hz. Ali'nin karşılığı olan 110 ve Allah'ın karşılığı olan 66 sayılarını içermektedir, zira 990un karşılığı 15x66 veya 9x110'dur.
Sinan gibi bir dâhinin, Ayasofya'nın kubbesinin orijinal çapını hesaplayamamış olması düşünülemez. Çünkü, bu amaçla filayaklarının düşeyden yaptıkları sapmayı yerinde ölçerek bulması yeterli olurdu. Selimiye'nin kubbesinin, Ayasofya'nın kubbesinin orijinal çapına göre 31 cm. küçük olmasını Sinan'ın önemsemediği anlaşılıyor. Çünkü, bu önemsiz farkı isteseydi rahatça aşabilirdi. Hem aşmak hem de aynı zamanda Hz. Ali ile Allah'ı anabilmek için gerekli çap ise, ancak 41,70 metre çapında bir kubbe yapmakla mümkün olabilirdi. Bu kadar büyük bir kubbe yapmamayı göze almasını doğal karşılamak gerekiyor. Mimar Sinan sadece Allah'ın adını anmakla yetinseydi, Ayasofya'nın bugünkü çapını rahatça geçmiş olacaktı. 16x66=1056 boğum veya metre cinsinden 33,34!
Kız Kulesi,Aşk Kulesi
Kızkulesi ile ilgili bir başka efsane,
Hero ve Leandros adlı iki aşığın hazin öyküsünü dilegetirir. Efsaneye göre Hero, Afrodit Tapınağı'na bağlı bir rahibeydi ve aşk ona yasaktı.
Kızkulesi'nde yaşayan Hero'ya aşık olan Leandros, yüzerek her gece yüzerek adaya gelir, ona aşkını fısıldamış. Gece karanlığında güzel rahibenin yaktığı ateş Leandros'a yol gösterilmiş. Ancak, fırtınalı bir gecede rüzgâr meşaleyi söndürmüş ve Leandros yolunu yitirerek karanlık sularda boğulmuş. Bunu öğrenen Hero da kendisini Boğaziçi'nin soğuk sularına atıvermiş...
Bu efsanevi kule ile ilgili Osmanlı'nın da bir öyküsü olacak elbette. Bir başka efsane kahramanı olan Battal Gazi kuleyi basmış; tekfurun kızını ve hazinelerini alarak Üsküdar kıyısındaki atma atlayıp hızla oradan kaçmış. Eskiler derler ki "Atı alan Üsküdar'ı geçti" sözü buradan türemiştir...
Bunu biliyor muydunuz?
Bu kule, Bizans döneminde gözlemeyiydi ve gelen geçen ticaret gemilerinin kontrolü burada gerçekleştirilirdi. İstanbul'dan, Sarayburnu önlerinden bu adaya da bir zincir çekiliydi, tıpkı Halic'e gerildiği gibi! Türkler İstanbul'u aldıktan sonra, eski kule yıktırılıp yerine yenisi, ahşap olarak yapılmış. 1719da bu kule yanınca, bina yeni baştan ve taştan inşa edilmiş. 18. yüzyıl sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa, 1755 yılında Sultan III. Osman tarafından bu kuleye hapsedilmiş. I. Mahmut'un saray kızlarağası Beşir'in de boynu, Kızkulesi’nin. dalgaların dövdüğü kayalıklarında vurulmuş. 1839 Tanzimat Fermanının ilanından sonraki yıllarda bir süre karantina işlevi gören Kızkulesi, yakın zamanlara kadar deniz feneri görevi yaparken, günümüzde özellikle turistlere hizmet veren bir İstanbul güzelliği olarak hizmetini sürdürüyor.
Fatih’i İstanbul’a sokmayan adam
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'a yerleştikten sonra, kentteki günlük yaşam normale döndüğünde, bir gün ava çıkmak istemiş. Sultan, kentinin surları dışına çıkmış, uzaklaştıkça uzaklaşmış, avı da uzadıkça uzamış. Kente dönmeye karar verdiğinde de hava kararmaya başlamış.
İstanbul'u fetheden hükümdar, sur kapılarının önüne geldiği sırada, kapının kendisinin emrettiği şekilde kapalı olduğunu görmüş ve nöbetçi askere içeri girmek için emir vermiş. Karanlık basınca kapıların kesinlikle kapanması emrini alan nöbetçi yeniçeri, kapıyı hiçbir şekilde açmaya yanaşmamış. Sabrı taşmakta olan sultan kızmaya ve yüksek sesle bağırmaya başlamış. Yeniçeri hiç oralı olmamış, çünkü gece olduktan sonra kente kimsenin alınmayacağına dair Fatih Sultan Mehmet'in kesin emri varmış. Fatih bakmış ki bu asker laftan hiç anlamıyor, verdiği emre titizlikle uyuyor, hemen sultan başlığını ve kaftanını giyip "Şimdi tanıdın mı sultanını asker? Ben Padişah Mehmet" diye bağırmış. Asker sapsan kesilmiş ve bir koşuda kapıyı açmış büyük padişaha...
Bunu biliyor musunuz?
Size anlattığımız bu hoş öykü belki de yaşanmıştı, ne dersiniz? Bu hikâyenin sonunda Fatih askere, bu inatçı kahramanlığından ötürü, "sen ne yavuz bir ermişsin" demiş diye rivayet olunur. Bugün, Unkapanı'nın bitiminde İstanbul Manifaturacılar Çarşısına dönülürken yol kenarında bulunan ve 1455 yılında yapılan Yavuzer Sinan Camii'nin, işte bu yavuz yeniçeri tarafından yaptırıldığı söylenir. Aktarması bizden, inanıp inanmamak sizden...
Azize Eufemia Eufemia, 4. yüzyılın ilk yıllarında yaşamış bir Hıristiyan kadını. O yıllarda Hıristiyanlık henüz Doğu Roma'da resmen kabul edilmemişti ve İstanbul'da çok tanrılı inanç geçerliydi.
Günlerden bir gün, böyle bir törene katılmasını istemişler Eufemia'dan. Sırası gelmişken, bu törenin, tanrı Ares adına, şimdiki Kadıköy'de, Yeldeğirmeni dolaylarındaki bir tapınakta yapıldığının rivayet edildiğini de belirtelim.
Ancak, Pagan rimellerine inanmadığı için törene katılmayan Eufemia, dinine sadık kalmasının bedelini çok feci biçimde ödemiş. Yuvarlak ahşap bir çıkrığa, ellerinden ve ayaklarından bağlayıp, tekerleği yavaş yavaş döndürerek, acılar, feryatlar içinde kemiklerini kırmışlar Eufemia'nın.
Bunu biliyor muydunuz?
Günümüzde, Sultanahmet'teki Adliye Sarayının arka tarafında, adliye görevlilerine ait bir otopark bulunuyor. Burada, gözden ırak bir yerde, önü tel örgüyle kapatılmış bir yapı görülür, üç camsız penceresi ve bir kapısı bulunan bu yapının tel örgülerle kapatılmış pencerelerinden, biraz da zorlanarak içeriye baktığınızda, karşıdaki duvarda çok ilginç bir şey görürsünüz. Karelere bölünmüş panolar halinde, çok kötü durumda olan fresko resimler size bakar duvardan. İşte o resimlerde, azizenin tekerleğe bağlanmış halde, işkenceler içinde acı çekerek öldürülüşü betimlenmiştir. Kim yapmıştır, ne zaman yapılmıştır bir bilene sormak gerekiyor...
Süleymaniye Camii 'nin harcı
Bunlardan en ilginç olanını aktarıyoruz. Mimar Sinan, Süleymaniye Külliyesi'nin temelini attıktan sonra, bu temelin oturması ve sağlamlaşması için inşaatı durdurmuş ve bir yıl kadar beklemiş. İnşaatın ekonomik nedenlerden dolayı durduğu yolunda duyum alan ve Osmanlı ile her alanda yarış içinde olan Safevi şahı Tahmasb, fırsat bu fırsat diyerek Kanuni Sultan Süleyman'ı utandırmak istemiş ve padişaha inşaat tamamlansın diye bir sandık dolusu mücevher göndermiş. Ancak rivayet olunur ki, buna çok sinirlenen Sultan, mimarbaşı Sinan'a gereğinin yapılmasını buyurmuş ve büyük usta da bu eşsiz hazineyi, Safevi elçisinin gözü önünde, bir dibekte dövdürüp toz haline getirterek Süleymaniye'nin inşaat harcına katıvermiş... Sabahın ilk ışıklarıyla güneşin gökyüzünde parıldadığı bir gün Süleymaniye'ye dikkatli bakın, parıldadığını göreceksiniz!
Bunu biliyor muydunuz?
Süleymaniye Külliyesi'nin muhasebe defteri Topkapı Sarayında korunuyor. 164 bölüm bünyesinde, 3.000'e yakın sayfadan oluşan bir muhasebe kaydı. Büyük bir iş gücüyle, dönemin tüm ekonomik ve teknik olanakları kullanılarak inşa edilen bu muhteşem külliyenin, yalnızca yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirildiği biliniyor. Caminin ikisi avlunun ön köşesinde ve ikişer şerefeli, diğer ikisi de ana makamın köşelerinde üçer şerefeli olmak üzere dört minaresi var.
Şerefelerin toplamda 10 adet yapılmasıyla, Kanuninin 10. sultan olarak Osmanlı tahtında oturduğunun; dört minarenin ise, İstanbul'un başkent olduktan sonraki dördüncü padişah olduğunun simgesi olduğu rivayet olunur.
Rumelihisarı efsaneleri
II. Mehmet, gizlice Müslüman olan bir rahipten aldığı mektuptan esinlenir. Rahip, Boğaz'ın Rumeli yakasındaki kiliselerden birinin papazıdır. Şöyle der Osmanlı padişahına yazdığı mektupta;
"İstanbul'u fethedecek ulu emir sensin. Burada bir kale ve Akdeniz Boğazı'nda iki kale yapılıp, İstanbul'a iki taraftan zahireye benzer şeylerin girmesine müsaade olunmadığı taktirde, şehirde kıtlık ve pahalılık olması muhakkaktır. Azametle Edirne'den deniz gibi askerle bu bizim tarafı şereflendiriniz."
Genç padişah bu mektuba çok sevinir ve İmparator Kontantinos'un da iznini alarak Karadeniz'deki Terkos kalesi yöresine ava gider, ardından da İmparator Kontantinos'a avladıklarından göndererek dostluğunu gösterir. Padişah, hediye av hayvanları ile birlikte bir istekte de bulunur imparatordan. Boğaz'ın Rumeli yakasında, hisarın bugün bulunduğu yerde bir av köşkü yapmak. İmparator Konstantinos (Konstantin) bu işten kuşkulanır, ama doğrudan "hayır" cevabı verip onun düşmanlığını da kazanmak istemez. Konstantinos, padişahı bu işten vazgeçirmek için dolambaçlı bir yola başvurur, sonunda ve elçileriyle şöyle bir haber yollar; "Eğer padişah bir sığır derisinin kapladığı alanı aşmayacak kadar bir çiftlik yaparsa kabul ederim. Ama bir sığır derisinden fazla olursa iznim yoktur. Zira barışa aykırı olur bu iş." II. Mehmet imparatorun teklifini ikiletmez. Kendisine mektup yazan papazın da önerisi ile imparatorun göndermiş olduğu sığır derisini ince şeritler halinde dilim dilim güzelce kestirir, sonrasında da şeritleri uç uca ekleyerek geniş bir alanı çevirir. Sınırları belirlenen bu alan içine de Rumelihisarı'nı yaptırır. Plan o şekilde uygulanır ki, Anadoluhisan tarafından karşı sahile bakıldığında, kufi yazıyla "Mehmed" adı okunur hisarın planında. Hisar inşa edildiğini haber alan Konstantinos, "Barışa aykırı kale yaptınız" diyerek hemen elçisini yollar. Osmanlı padişahı, dilim dilim kesilmiş sığır derisini krala gönderir elçinin yanma kattığı kendi adamlarıyla.
"İşte izninizle bir sığır derisi büyüklüğünde bir bina yaptık. Fazla yaptıysak yıkalım" der. Bizans imparatorunun tüm çabalarına karşın, II. Mehmet Çanakkale Boğazı'nın iki yakasında da kale yaptırarak, Bizans'ın tüm lojistik destek kanallarım kapatmış olur. Ve Şehr-i İstanbul'un zaptı giderek yaklaşır...
Bunu biliyor muydunuz?
İstanbul'u zapt etme amacıyla, 14. yüzyıl sonlarında, Yıldırım Bayezid tarafından Asya kıyılarında yaptırılan Güzelce Hisardan (Anadolu Hisarı) sonra, 1452 yılında da Fatih Sultan Mehmet, Hermaion tepeliğinde, aynı amaçla ve sadece 4 ay 10 günde bu muazzam eseri inşa ettirdi. Hisara, "Boğazkesen" adını da bizzat Fatih vermişti.
Üç büyük kulesinin, Fatih'in üç büyük komutanının kendi paralarıyla yaptırdıkları bu dev eserin uzunluğu 250 metre, yamaçlara doğru eni de yaklaşık 125 metredir. Deniz kıyısındaki çok kenarlı büyük kule Çandarlı Halil Paşa tarafından yaptırılmış; yamaçta, Bebek yönündekini, fetihte büyük kahramanlıklar göstermiş Zağanos Paşa, kuzeyde Sarıyer tarafındaki kuleyi ise Saruca Paşa inşa ettirmiştir. Bir dönem "hapishane" olarak da kullanılan Saruca Paşa Kulesi, bu nedenle, "Karakule" olarak da anılır.
Tahta kılıcın sihri
Gerek Osmanlı gerekse Bizans toplumlarından aktörlere yer verilen bir fetih efsanesi çok ünlüdür. II. Sultan Mehmet'in saldırı üzerine saldırı tazelediği, Türk toplarının cehennemi bir ateşle surlarını dövdüğü kuşatma günlerinden bir gün, Tanrı bir meleğini Agapios adındaki bir keşişe gönderir. Melek, getirdiği tahta kılıcı Agapios'a verir ve bunu Bizans imparatoru Konstantinos Paleologos'a vermesini söyler. Bu kılıç sayesinde Türkler şehri
alamayacaklardır.
Keşiş Agapios, kendisine verilen ilahi görevi yerine getirmek üzere hemen Bizans sarayına gider ve imparatorun huzuruna çıkarak; "Yüce Tanrımız bu kılıcı size gönderdi efendimiz. Bu kılıcı alın ve onunla düşmanınız Türkleri yok edin!"
Konstantinos Paleologos kılıcı alır, ama tahtadan yapılmış olduğunu görünce müthiş öfkelenerek keşişe bağırır:
"Benim elimde şanlı Davud'un her savuruşta dört mızrak boyu uzayan olağanüstü kılıcı var.
Bu tahta kılıç ne işime yarar ki!"
Saraydan kovulan ve kalbi kınlan keşiş, o üzüntü ve kızgınlıkla doğruca genç Türk padişahının huzuruna çıkar, hikâyesini anlatarak tahta kılıcı ona sunar. Genç padişah kutsal armağanı büyük bir sevinçle kabul eder. Kısa bir süre sonra Bizans düşer, genç Türk padişahı böylece "Fatih" olur...
Bunu biliyor muydunuz?
29 Mayıs 1453 teki fetihten bir gece önce, son Bizans imparatoru 11. Konstantinos Paleologos Dragezes, bugün "Gül Camii" diye bilinen "Aya Theodosia" Kilisesinde düzenlenen ayine katılmış ve İstanbul'un kurtuluşu için, halkı ile birlikte dua etmişti. Bizanslılar kilisenin içini güllerle donatmışlardı o gece. Ertesi gün İstanbul düşüp de Osmanlılar kente girince, buraya da geldiler ve bir gül tarlasına dönüşen kiliseyi görünce şaşkınlığa uğradılar. Rivayet odur ki, işte o zaman bu kilise hemen camiye dönüştürüldü ve adı da Gül Camii oldu. Ancak, bu güzel hikâyenin gerçeklerle pek örtüşmediğini söyleyebiliriz. Çünkü minaresinde yapılan incelemelerden edinilen bilgiler, kilisenin 15. değil, 16. yüzyılda camiye çevrildiği yolunda.