SiLueT
Üye
Geçenlerde katıldığım bir yemekte laf Seymen Ağa'dan açıldı.
Sofradaki kadınlar, pazartesi geceleri sokağa çıkmadıklarını, telefonları kapattıklarını anlattılar.
"Çünkü o gece Asmalı Konak vardı ve hayranlıkla Seymen Ağa'yı seyrediyorlardı. Hepsi de yönetici pozisyonda, iyi kazanan, okumuş kadınlardı.
"Nesini beğeniyorsunuz Seymen Ağa'nın" diye sordum.
Yanıt kısa ama vurucuydu: "Maço!.."
Düne kadar kentli kadınların küfür niyetine kullandığı bu sıfat, ne zamandan beri iltifat oldu? Nasıl oldu da bir "maço"nun TV dizisi 50 hafta bir numara kalmayı başardı? Her yönüyle bir sosyolojik incelemeyi hak eden dizi, birinci yılını doldurup finale yaklaşırken bu soruları biraz deşmek ve özellikle de - geçen hafta sırf meraktan gidip bir konserini izlediğim - Özcan Deniz'in "maço"luğu üzerinde durmak istiyorum.
Yıllar önce, Hollywood'da Zsa Zsa Gabor'la Atatürk'le ilişkisi üzerine bir söyleşi yapmıştım. 80 yaşında ondan söz ederken hala gözleri parlıyordu. "Atatürk'ü bir erkek olarak nasıl tanımlarsınız" sorumu, üç sözcükle yanıtlamıştı: "Maço... maço... maço!.."
Bizim kuşağın dedeleri maçoydu ve kadınlar öyle erkeklerden hoşlanırdı:
Kararlı, sert tabiatlı, mütehakkim... Kadını ortalık yerde sevmez, sevdi mi de ihya ederdi. Kollayıcıydı. O, evin üstüne kartal gibi kanat gerer, kadın da yanında emin ellerde olduğunu hissederdi. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarına dek böyle gitti bu... Sonra savaş bitti. Dünya canlandı. Tek maaş eve yetmez oldu. Kadın işe girdi. Sokağa çıktı, hayata karıştı. Eskiden "sokak yasak" diyen babalar, kocalar işsiz kalınca pencerede karısının, kızının işten dönüşünü bekler oldu. Geciktiğinde dayılanacak olsa
"Ama eve ekmeği ben getiriyorum" cevabıyla karşılaştı; şaştı.
O mütehakkim erkek, mülayimleşmişti.
Süngüsü düşmüş, iktidarı sönmüştü artık.
Kadın hareketi 1980'lerde tavan yaptı. Artık kendi işleri, hayatları, idealleri, idolleri vardı."Maçoların tüy dökme mevsimi"ydi bu...
Çoğu erkek, cinsiyetinin biricik simgesi bıyığını o yıllarda kesti; kadın dergilerinden sevgilisine nasıl ilan - ı aşk edeceğini, onu yemeğe nereye götüreceğini ve daha nelere dikkat edeceğini öğrendi. Bebek bezi bağlamaya, yeri gelince ağlamaya alıştı.
"Kılıbıklaştı.
Ne yalan söylemeli, bu süreçte erkek örselendiği kadar rahatladı da...
Çünkü "Karına laf atanı döv, kızını kaçıranı vur, sen abisin dik dur, erkeksin ağlama, karı gibi gülme, namusunu koru, vatanını koru, evini koru, bacını koru, karını koru, kızını koru, para kazan" filan derken çok yorulmuştu. "Bizimki kendi işini kendi görür" demek işine geldi. Bu süreçte kentli kadın da ilgisini erkeğinden kendine ve işine çevirmiş, yükselmişti. Çamaşırla, ütüyle vakit öldürmüyor, cinselliğini keşfediyor, "Vücudum bozulur" diye, "işim ne olur" diye çocuk bile doğurmuyordu. Kimseyi çekecek halde değildi artık... Boşanmalar patladı. Yalnızlığın çağı açıldı.
Fakat heyhat! Yüzyıl biterken işler yine karıştı. Çünkü tüyleri yolunup uysallaştırılmış bu yeni erkek acayip sıkıcıydı. Kadın dergilerinde "10 derste nasıl..." başlıklı yazılar okumaktan kuklaya dönmüş, kibarlıktan kırılmaya yüz tutmuştu. Kimisi tüy dökme işini hepten abartıp epilasyon salonlarına düşmüş, kimisi kendi cinsini, karşı cinse yeğ tutmuştu. Kadınlar onlardan "iyi adam" diye söz eder olmuştu; "adam gibi adam" değillerdi yani... Tamam ter kokmasın, tokat atmasın, caka satmasın istemişlerdi, ama hepten erkeklikten çıksın istememişlerdi ki...
Sonunda her iki cins de kendini derin bir yalnızlığın girdabında buldu. İşte özgürlerdi artık; anlı şanlı rollerden soyunmuşlardı, ama hala küçük bir sorun vardı: Mutsuzlardı. Erkekler artık kadına ulaşamadığını fark etti; kadınlar ise en beğendikleri erkeklerin "gay" çıktığını... Kadın - erkek ilişkilerinde derin bir "iktidar boşluğu" oluştu. "Yeni çağın erkeği" için, sahneye çıkma vakti gelmişti artık.
Can DÜNDAR
Sofradaki kadınlar, pazartesi geceleri sokağa çıkmadıklarını, telefonları kapattıklarını anlattılar.
"Çünkü o gece Asmalı Konak vardı ve hayranlıkla Seymen Ağa'yı seyrediyorlardı. Hepsi de yönetici pozisyonda, iyi kazanan, okumuş kadınlardı.
"Nesini beğeniyorsunuz Seymen Ağa'nın" diye sordum.
Yanıt kısa ama vurucuydu: "Maço!.."
Düne kadar kentli kadınların küfür niyetine kullandığı bu sıfat, ne zamandan beri iltifat oldu? Nasıl oldu da bir "maço"nun TV dizisi 50 hafta bir numara kalmayı başardı? Her yönüyle bir sosyolojik incelemeyi hak eden dizi, birinci yılını doldurup finale yaklaşırken bu soruları biraz deşmek ve özellikle de - geçen hafta sırf meraktan gidip bir konserini izlediğim - Özcan Deniz'in "maço"luğu üzerinde durmak istiyorum.
Yıllar önce, Hollywood'da Zsa Zsa Gabor'la Atatürk'le ilişkisi üzerine bir söyleşi yapmıştım. 80 yaşında ondan söz ederken hala gözleri parlıyordu. "Atatürk'ü bir erkek olarak nasıl tanımlarsınız" sorumu, üç sözcükle yanıtlamıştı: "Maço... maço... maço!.."
Bizim kuşağın dedeleri maçoydu ve kadınlar öyle erkeklerden hoşlanırdı:
Kararlı, sert tabiatlı, mütehakkim... Kadını ortalık yerde sevmez, sevdi mi de ihya ederdi. Kollayıcıydı. O, evin üstüne kartal gibi kanat gerer, kadın da yanında emin ellerde olduğunu hissederdi. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarına dek böyle gitti bu... Sonra savaş bitti. Dünya canlandı. Tek maaş eve yetmez oldu. Kadın işe girdi. Sokağa çıktı, hayata karıştı. Eskiden "sokak yasak" diyen babalar, kocalar işsiz kalınca pencerede karısının, kızının işten dönüşünü bekler oldu. Geciktiğinde dayılanacak olsa
"Ama eve ekmeği ben getiriyorum" cevabıyla karşılaştı; şaştı.
O mütehakkim erkek, mülayimleşmişti.
Süngüsü düşmüş, iktidarı sönmüştü artık.
Kadın hareketi 1980'lerde tavan yaptı. Artık kendi işleri, hayatları, idealleri, idolleri vardı."Maçoların tüy dökme mevsimi"ydi bu...
Çoğu erkek, cinsiyetinin biricik simgesi bıyığını o yıllarda kesti; kadın dergilerinden sevgilisine nasıl ilan - ı aşk edeceğini, onu yemeğe nereye götüreceğini ve daha nelere dikkat edeceğini öğrendi. Bebek bezi bağlamaya, yeri gelince ağlamaya alıştı.
"Kılıbıklaştı.
Ne yalan söylemeli, bu süreçte erkek örselendiği kadar rahatladı da...
Çünkü "Karına laf atanı döv, kızını kaçıranı vur, sen abisin dik dur, erkeksin ağlama, karı gibi gülme, namusunu koru, vatanını koru, evini koru, bacını koru, karını koru, kızını koru, para kazan" filan derken çok yorulmuştu. "Bizimki kendi işini kendi görür" demek işine geldi. Bu süreçte kentli kadın da ilgisini erkeğinden kendine ve işine çevirmiş, yükselmişti. Çamaşırla, ütüyle vakit öldürmüyor, cinselliğini keşfediyor, "Vücudum bozulur" diye, "işim ne olur" diye çocuk bile doğurmuyordu. Kimseyi çekecek halde değildi artık... Boşanmalar patladı. Yalnızlığın çağı açıldı.
Fakat heyhat! Yüzyıl biterken işler yine karıştı. Çünkü tüyleri yolunup uysallaştırılmış bu yeni erkek acayip sıkıcıydı. Kadın dergilerinde "10 derste nasıl..." başlıklı yazılar okumaktan kuklaya dönmüş, kibarlıktan kırılmaya yüz tutmuştu. Kimisi tüy dökme işini hepten abartıp epilasyon salonlarına düşmüş, kimisi kendi cinsini, karşı cinse yeğ tutmuştu. Kadınlar onlardan "iyi adam" diye söz eder olmuştu; "adam gibi adam" değillerdi yani... Tamam ter kokmasın, tokat atmasın, caka satmasın istemişlerdi, ama hepten erkeklikten çıksın istememişlerdi ki...
Sonunda her iki cins de kendini derin bir yalnızlığın girdabında buldu. İşte özgürlerdi artık; anlı şanlı rollerden soyunmuşlardı, ama hala küçük bir sorun vardı: Mutsuzlardı. Erkekler artık kadına ulaşamadığını fark etti; kadınlar ise en beğendikleri erkeklerin "gay" çıktığını... Kadın - erkek ilişkilerinde derin bir "iktidar boşluğu" oluştu. "Yeni çağın erkeği" için, sahneye çıkma vakti gelmişti artık.
Can DÜNDAR