muhsin iyi
Katılımcı
Bu dünya ceza ve ödül yurdu değildir. Bir imtihan yeridir. Her şey Allah’ın (c.c.) ezeli bilgisi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaleti ile belirlenmiştir. Örneğin bir insanın özürlü olarak dünyaya gelmesi, yoksul bir ailenin ferdi olması, şu veya bu cinsiyette bulunması, mensup olduğu ırkı, ulusu hep ilahi kaderle tespit edilmiştir. Kişiye düşen, kaderine rıza gösterip teslim olması, bunun altında yatan hikmeti ve hayrı düşünmesidir. Allah’a (c.c.) bunun için şükürde bulunmasıdır. Kadere rıza göstermemek ve kaderi eleştirmek Allah’a (c.c.) isyan etmektir.
Kader Allah’ın (c.c.) bir sırrıdır. Kim kadere isyan ederse başını bir örse çarpmış gibi olur. Kendi zarar görür. Allah’a (c.c.) kimse zarar veremez. İnsanın da kadere isyan etmeye hakkı yoktur. Çünkü yaratıcımız Allah (c.c.) olduğuna göre O’nun bizim için seçtiği her şey, güzeldir ve yerindedir. Allah (c.c.) sadece bizim hayrımız için hükümde bulunur. Her kuluna da anne ve babasından daha merhametlidir. Bundan dolayı kadere isyan eden birisi, hem dünyada hem de ahirette zarar görmeye mahkumdur.
Allah (c.c.) kader sırrı ile kimi insanı kimi insandan çeşitli yönleriyle üstün kılmış, kimini de geri bırakmıştır: Kimi kuluna devasız hastalık vermiş, kimi kulu verdiği varlıkla toplumda itibar sahibi kılmıştır. Kimine fiziksel açıdan güç, kudret verip öne çıkarmış, kimini de zayıf, dermansız, hasta kılarak bu konuda geri bırakmıştır. Kimi güzel kimi çirkin yaratılmıştır. Kimi insan şan ve şöhretle dünyaya gelmiş, kiminin de yaşadığını ancak onlarca kişi bilebilmiştir.
İnsanların her bir özelliği o kadar birbirinden farklı ki, Allah (c.c.) bütün bunları insanın yararına olmak üzere ezeli ilmi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaletiyle belirlemiştir. Tabii bu yararı bir imtihan yurdu olan bu dünyada tam olarak anlayamamaktayız. Her şey ahirette apaçık meydana çıkacaktır. O zaman belki de dünyada iken haline şükreden yoksul insan, şayet varlıklı kılınsaydı isyan halinde olacağını, ibadetinde geri kalacağını görerek, yüce yaratıcısına şükürde bulunacaktır. Yine zihnen özürlü kişi, kendisine bakanlara yardımcı olarak ebedi hayatlarının kurtuluşlarına vesile olduğunu görüp dünyadaki haline rıza gösterebilecektir.
Kuşkusuz bazı konularda ileri gitmek ve geri kalmak bizim fiili ve sözlü dualarımıza bırakılmıştır. Örneğin Allah’tan (c.c.) hidayet isteyip O’nun emir, yasakları ve rızası yönünde gayret gösteren birisinin bu dünyada iman gibi büyük bir nimete erdiği anlaşılır. Elbette öyle birisi gözlerini dünyaya dikmiş, Allah’tan (c.c.) yalnız bu dünyanın güzelliklerini ve zevkini isteyen birisine göre takvada ileri geçmiştir.
Kısacası Allah’ın (c.c.) insanları bazı konularda ileri kılması, bazı konularda geri bırakması hikmeti bu dünyada anlaşılamayacak önemli bir kader sırrıdır. İnsana düşen görev, bu konudaki nimetlere şükretmek, sıkıntılara sabretmektir. Takvada öne geçmeye çalışmaktır.
Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hiç kimse bu konuda nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye ve kâmile gibi üst makamlara çıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kötülüğü emreden nefis) düzeyinde yaratılmış olup mutlaka içerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şükrü kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.
Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun üzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz döndüğünce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şükürde bulunmaktır. Her Elhamdülillah tespihi bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlar. Büyük kısım ibadetlerin özü, özellikle zikrin ruhu şükürdür.
Bir insan içindeki bütün olumsuzluklarına rağmen dili şükretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gösterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Üzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu büyük bir huzur duyar. Nefis üst makamlara doğru terakki eder.
Şükür, insanın bütün melekeleriyle olursa daha makbuldür. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şükürde birbiriyle kaynaşmalı, bu biçimde Allah’a ulaşmalıdır.
Zikir ruhun gıdası ise şükür de suyu gibidir. Ruh şükürle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.
Şükrün bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şükre muhtaç değildir. Kul muhtaçtır. Bunu özellikle bilmek gerekir. Yaptığı şükürle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şükre de şükürle karşılık vermeye çalışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şükürden önce kulun diğer insanlarla ilişkilerine büyük önem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkür etmek de çok önemli bir konudur. Öyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankör insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında önemli bir adım olan şükrü nasip etmemektedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana büyük uyarıdır. Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir.
Bazı insanlara teşekkür etmek adeta üzerimizde bulunan bir borçtur, kul hakkıdır: Anne-babalar, öğretmenler, akrabalar, bizlerin büyümesinde ve yetişmesinde emeği geçen nice kişiler… Kuşkusuz çoğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkür etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkür etmek dilden ziyade yürekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak güzel dualar, onlara edilebilecek en güzel teşekkürlerin yerine geçecektir.
Allah (c.c.) asıl kendisine teşekkür edilecek en yüce varlıktır. O’na şükürde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan geçen her an boşa geçmiştir. O’na şükür etmek bile büyük bir nimettir. Bu nimetin de şükrü gerekir. Yani şükre de şükretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın…(Sebe suresi, ayet 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yüce Allah (c.c.) ona şöyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”
İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şükrün imkânsız olduğunu bildiğinde daimi bir şükür haline girebilir.
İçinde bulunduğumuz Batı medeniyetinin temeli maddi refaha dayanmaktadır. İnsanlar birbirlerine zenginliklerine, toplumda işgal ettiği mevki ve makamlarına göre muamelede bulunmaktadırlar. Yoksul ve zayıf insanlar genellikle hor görülüyor ve küçümseniyor. Böyle bir ortamda her insanın nefsi de bu atmosferden nasibini alıyor. Ben “Elhamdülillah Müslüman’ım.” diyen bir kişi de bu olumsuz koşullardan etkilenmekte, o da havaya uyarak inancında büyük bir erozyona uğramaktadır. Bu yüzden pek çok Müslüman, insanları değerlendirirken bu yanlış ölçütleri kullanabilmektedir.
Çağımızın en büyük manevi sıkıntıları stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankolidir. Toplumun önemli bir kesimi bu tür ruhsal rahatsızlıklardan etkilenmekte ve tedavi için doktorlara gidip ilaç kullanmaktadırlar. Bu ilaçların isimleri ne olursa olsun kişiye iki türde etki yapmalarına göre sınıflandırılabilir: Ya kişiyi uyutmakta ya da içki ve uyuşturucu maddelerde olduğu gibi kişiye geçici bir neşe vermektedir. Madde ile gelen bu şeyler, birkaç saat süren bir etkiye sahiptirler. Sonra kişi eski haline dönmektedir. İlaçla gelen bu görünüşte olumlu kısa etki bağımlılığa yol açtığı gibi her geçen ay da kişide ilgili ilacın kullanım dozunu artırmakta ve sürecini de kısaltmaktadır. Hasta öyle bir hale düşmekte ki artık ilaçsız bir an bile duramamaktadır. Aslında manevi dünyasında yani itikadında ve inancında çeşitli hastalıkları bulunan insanları yukarıda sıraladığımız bir kısım psikolojik hastalık isimleri altında ilaçla tedavi etmek öncelikle bu tür hastalıkların mahiyetine ters düşmektedir. Çünkü ruhsal, manevi olan bir hastalık ancak kendisi gibi ruhsal ve manevi olan bir yöntemle iyileştirilebilir. Aynen bunun gibi bedensel, maddi bir hastalığa da tıbbi ve cerrahi bir yolla müdahale edilebilir. Bu açıdan çağımızın yaygın ruhsal ve manevi hastalıklarından olan stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankoli gibi psikolojik rahatsızlıkların tedavisi de mahiyetlerine uygun olmak zorundadır.
Bu tür ruhsal hastalıkların ilacı sabır ve şükür kavramlarında bulunmaktadır. Çağımızın yaygın bu psikolojik rahatsızlıkları ya sabır ya da şükür yokluğundan meydana gelmektedir.
Konumuz dışında olduğu için sabrı bir kenara bırakarak şükür hakkında biraz yoğunlaşmaya çalışacağız. İnsan nefsinin doyumsuzluğu için güzel benzetmeler yapılır: Bir erkek köyündeki bütün kadınları nikâhı altına alır. Sadece bir yaşlı kadın kendi halindedir, bu erkeğin nikahı altında değildir. O erkek bu kadını da nikâhı altına almak ister. İnsan nefsi bu benzetmede olduğu gibi şehvette hiçbir sınırı kabul etmediği gibi liderlik, baş olma sevdasında da böyledir. Şayet Allah (c.c.) tüm evreni bir insanla paylaşsa o insan diğer yarısını da almak için çaba gösterecektir. İnsan mal ve para biriktirmede de aynı açgözlü tutumunu sürdürür. Bir altın dağa sahip olsa bir başkasını da ister. Peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifte bildirdiği gibi insanın gözünü ancak toprak doyurur. Böyle bir nefsin elindeki ile yetinmesini sağlayıp yaratıcısına şükrettirmek gerçekten çok güç bir şeydir. İşte her birimiz bu özellikleri taşıyan birer nefse sahibiz.
İnsanın yediği bir ekmek parçasının şükrünü eda etmesi bile büyük bir meseledir. O ekmeğin soframıza gelinceye kadar kaç işlemden geçtiğini, ne kadar insanın emeği ile o hale geldiğini düşündüğümüzde tüm insanlara ve özellikle yüce Allah’a (c.c.) karşı içimizde bir teşekkür etme isteği ve şükür duygusu uyanmaya başlar. İş bununla da bitmemektedir. Bu ekmek Allah’ın (c.c.) yoktan yarattığı organlar, dokular, hücreler sayesinde hayata, yaşam enerjisine dönüşüyor. Böyle büyük bir iş ve emekle gerçekleşen bir hayatı kim stresle, kaygıyla, depresyonla, panik atakla, melankoli ile nefsin ve şeytanın oyuncağı haline dönüştürebilir veya onun böyle bir duruma düşmesine seyirci kalabilir? İnsanca ve Müslümanca bir yaşamın tek hedefi Allah’a (c.c.) içten bir teşekkür, daimi bir şükür halinden başka ne olabilir?
Allah’ın Eş-Şekûr (asıl kendisine teşekkür edilecek yüce varlık) güzel ismi ile kula düşen görev şöyledir: Şükür nimetlerin aslını Allah’tan (c.c.) bilip insanlarla paylaşmaktır. Kuşkusuz dil ile yapılan şükrün de büyük bir ecri vardır. Ama gerçek şükür sadece dil ile yapılmaz. Eylemle tamamlanır. Bu bakımdan her şeyin bir şükrü vardır: Öğrendiklerini başkaları ile paylaşmak bilginin şükrüdür. Bir hastaya kan vermek sağlığın, yoksula yardım etmek sahip olduğun mal ve mülkün, insanlara selam verip onların hal hatırını sorman dilin ve içerisinde bulunduğun huzurun ve afiyetin şükürleridir… Şükür çeşitlerini saymak bile başlı başına bir konudur.
Gerçek anlamıyla yapılan şükür nimetin artmasına vesiledir. Allah (c.c.) rızası ve O’na şükür için maddi olanakları başkalarıyla paylaşmak bunların çoğalmasını sağlar. Şu ayet-i kerimede buna işaret vardır: “And olsun, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, azabım çok şiddetlidir (İbrahim suresi, ayet 7).”
Allah, bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip eylesin ve bunun için bizleri şükreden kullarından eylesin. Amin.
Muhsin İyi
Kader Allah’ın (c.c.) bir sırrıdır. Kim kadere isyan ederse başını bir örse çarpmış gibi olur. Kendi zarar görür. Allah’a (c.c.) kimse zarar veremez. İnsanın da kadere isyan etmeye hakkı yoktur. Çünkü yaratıcımız Allah (c.c.) olduğuna göre O’nun bizim için seçtiği her şey, güzeldir ve yerindedir. Allah (c.c.) sadece bizim hayrımız için hükümde bulunur. Her kuluna da anne ve babasından daha merhametlidir. Bundan dolayı kadere isyan eden birisi, hem dünyada hem de ahirette zarar görmeye mahkumdur.
Allah (c.c.) kader sırrı ile kimi insanı kimi insandan çeşitli yönleriyle üstün kılmış, kimini de geri bırakmıştır: Kimi kuluna devasız hastalık vermiş, kimi kulu verdiği varlıkla toplumda itibar sahibi kılmıştır. Kimine fiziksel açıdan güç, kudret verip öne çıkarmış, kimini de zayıf, dermansız, hasta kılarak bu konuda geri bırakmıştır. Kimi güzel kimi çirkin yaratılmıştır. Kimi insan şan ve şöhretle dünyaya gelmiş, kiminin de yaşadığını ancak onlarca kişi bilebilmiştir.
İnsanların her bir özelliği o kadar birbirinden farklı ki, Allah (c.c.) bütün bunları insanın yararına olmak üzere ezeli ilmi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaletiyle belirlemiştir. Tabii bu yararı bir imtihan yurdu olan bu dünyada tam olarak anlayamamaktayız. Her şey ahirette apaçık meydana çıkacaktır. O zaman belki de dünyada iken haline şükreden yoksul insan, şayet varlıklı kılınsaydı isyan halinde olacağını, ibadetinde geri kalacağını görerek, yüce yaratıcısına şükürde bulunacaktır. Yine zihnen özürlü kişi, kendisine bakanlara yardımcı olarak ebedi hayatlarının kurtuluşlarına vesile olduğunu görüp dünyadaki haline rıza gösterebilecektir.
Kuşkusuz bazı konularda ileri gitmek ve geri kalmak bizim fiili ve sözlü dualarımıza bırakılmıştır. Örneğin Allah’tan (c.c.) hidayet isteyip O’nun emir, yasakları ve rızası yönünde gayret gösteren birisinin bu dünyada iman gibi büyük bir nimete erdiği anlaşılır. Elbette öyle birisi gözlerini dünyaya dikmiş, Allah’tan (c.c.) yalnız bu dünyanın güzelliklerini ve zevkini isteyen birisine göre takvada ileri geçmiştir.
Kısacası Allah’ın (c.c.) insanları bazı konularda ileri kılması, bazı konularda geri bırakması hikmeti bu dünyada anlaşılamayacak önemli bir kader sırrıdır. İnsana düşen görev, bu konudaki nimetlere şükretmek, sıkıntılara sabretmektir. Takvada öne geçmeye çalışmaktır.
Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hiç kimse bu konuda nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye ve kâmile gibi üst makamlara çıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kötülüğü emreden nefis) düzeyinde yaratılmış olup mutlaka içerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şükrü kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.
Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun üzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz döndüğünce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şükürde bulunmaktır. Her Elhamdülillah tespihi bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlar. Büyük kısım ibadetlerin özü, özellikle zikrin ruhu şükürdür.
Bir insan içindeki bütün olumsuzluklarına rağmen dili şükretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gösterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Üzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu büyük bir huzur duyar. Nefis üst makamlara doğru terakki eder.
Şükür, insanın bütün melekeleriyle olursa daha makbuldür. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şükürde birbiriyle kaynaşmalı, bu biçimde Allah’a ulaşmalıdır.
Zikir ruhun gıdası ise şükür de suyu gibidir. Ruh şükürle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.
Şükrün bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şükre muhtaç değildir. Kul muhtaçtır. Bunu özellikle bilmek gerekir. Yaptığı şükürle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şükre de şükürle karşılık vermeye çalışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şükürden önce kulun diğer insanlarla ilişkilerine büyük önem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkür etmek de çok önemli bir konudur. Öyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankör insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında önemli bir adım olan şükrü nasip etmemektedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana büyük uyarıdır. Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir.
Bazı insanlara teşekkür etmek adeta üzerimizde bulunan bir borçtur, kul hakkıdır: Anne-babalar, öğretmenler, akrabalar, bizlerin büyümesinde ve yetişmesinde emeği geçen nice kişiler… Kuşkusuz çoğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkür etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkür etmek dilden ziyade yürekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak güzel dualar, onlara edilebilecek en güzel teşekkürlerin yerine geçecektir.
Allah (c.c.) asıl kendisine teşekkür edilecek en yüce varlıktır. O’na şükürde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan geçen her an boşa geçmiştir. O’na şükür etmek bile büyük bir nimettir. Bu nimetin de şükrü gerekir. Yani şükre de şükretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın…(Sebe suresi, ayet 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yüce Allah (c.c.) ona şöyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”
İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şükrün imkânsız olduğunu bildiğinde daimi bir şükür haline girebilir.
İçinde bulunduğumuz Batı medeniyetinin temeli maddi refaha dayanmaktadır. İnsanlar birbirlerine zenginliklerine, toplumda işgal ettiği mevki ve makamlarına göre muamelede bulunmaktadırlar. Yoksul ve zayıf insanlar genellikle hor görülüyor ve küçümseniyor. Böyle bir ortamda her insanın nefsi de bu atmosferden nasibini alıyor. Ben “Elhamdülillah Müslüman’ım.” diyen bir kişi de bu olumsuz koşullardan etkilenmekte, o da havaya uyarak inancında büyük bir erozyona uğramaktadır. Bu yüzden pek çok Müslüman, insanları değerlendirirken bu yanlış ölçütleri kullanabilmektedir.
Çağımızın en büyük manevi sıkıntıları stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankolidir. Toplumun önemli bir kesimi bu tür ruhsal rahatsızlıklardan etkilenmekte ve tedavi için doktorlara gidip ilaç kullanmaktadırlar. Bu ilaçların isimleri ne olursa olsun kişiye iki türde etki yapmalarına göre sınıflandırılabilir: Ya kişiyi uyutmakta ya da içki ve uyuşturucu maddelerde olduğu gibi kişiye geçici bir neşe vermektedir. Madde ile gelen bu şeyler, birkaç saat süren bir etkiye sahiptirler. Sonra kişi eski haline dönmektedir. İlaçla gelen bu görünüşte olumlu kısa etki bağımlılığa yol açtığı gibi her geçen ay da kişide ilgili ilacın kullanım dozunu artırmakta ve sürecini de kısaltmaktadır. Hasta öyle bir hale düşmekte ki artık ilaçsız bir an bile duramamaktadır. Aslında manevi dünyasında yani itikadında ve inancında çeşitli hastalıkları bulunan insanları yukarıda sıraladığımız bir kısım psikolojik hastalık isimleri altında ilaçla tedavi etmek öncelikle bu tür hastalıkların mahiyetine ters düşmektedir. Çünkü ruhsal, manevi olan bir hastalık ancak kendisi gibi ruhsal ve manevi olan bir yöntemle iyileştirilebilir. Aynen bunun gibi bedensel, maddi bir hastalığa da tıbbi ve cerrahi bir yolla müdahale edilebilir. Bu açıdan çağımızın yaygın ruhsal ve manevi hastalıklarından olan stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankoli gibi psikolojik rahatsızlıkların tedavisi de mahiyetlerine uygun olmak zorundadır.
Bu tür ruhsal hastalıkların ilacı sabır ve şükür kavramlarında bulunmaktadır. Çağımızın yaygın bu psikolojik rahatsızlıkları ya sabır ya da şükür yokluğundan meydana gelmektedir.
Konumuz dışında olduğu için sabrı bir kenara bırakarak şükür hakkında biraz yoğunlaşmaya çalışacağız. İnsan nefsinin doyumsuzluğu için güzel benzetmeler yapılır: Bir erkek köyündeki bütün kadınları nikâhı altına alır. Sadece bir yaşlı kadın kendi halindedir, bu erkeğin nikahı altında değildir. O erkek bu kadını da nikâhı altına almak ister. İnsan nefsi bu benzetmede olduğu gibi şehvette hiçbir sınırı kabul etmediği gibi liderlik, baş olma sevdasında da böyledir. Şayet Allah (c.c.) tüm evreni bir insanla paylaşsa o insan diğer yarısını da almak için çaba gösterecektir. İnsan mal ve para biriktirmede de aynı açgözlü tutumunu sürdürür. Bir altın dağa sahip olsa bir başkasını da ister. Peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifte bildirdiği gibi insanın gözünü ancak toprak doyurur. Böyle bir nefsin elindeki ile yetinmesini sağlayıp yaratıcısına şükrettirmek gerçekten çok güç bir şeydir. İşte her birimiz bu özellikleri taşıyan birer nefse sahibiz.
İnsanın yediği bir ekmek parçasının şükrünü eda etmesi bile büyük bir meseledir. O ekmeğin soframıza gelinceye kadar kaç işlemden geçtiğini, ne kadar insanın emeği ile o hale geldiğini düşündüğümüzde tüm insanlara ve özellikle yüce Allah’a (c.c.) karşı içimizde bir teşekkür etme isteği ve şükür duygusu uyanmaya başlar. İş bununla da bitmemektedir. Bu ekmek Allah’ın (c.c.) yoktan yarattığı organlar, dokular, hücreler sayesinde hayata, yaşam enerjisine dönüşüyor. Böyle büyük bir iş ve emekle gerçekleşen bir hayatı kim stresle, kaygıyla, depresyonla, panik atakla, melankoli ile nefsin ve şeytanın oyuncağı haline dönüştürebilir veya onun böyle bir duruma düşmesine seyirci kalabilir? İnsanca ve Müslümanca bir yaşamın tek hedefi Allah’a (c.c.) içten bir teşekkür, daimi bir şükür halinden başka ne olabilir?
Allah’ın Eş-Şekûr (asıl kendisine teşekkür edilecek yüce varlık) güzel ismi ile kula düşen görev şöyledir: Şükür nimetlerin aslını Allah’tan (c.c.) bilip insanlarla paylaşmaktır. Kuşkusuz dil ile yapılan şükrün de büyük bir ecri vardır. Ama gerçek şükür sadece dil ile yapılmaz. Eylemle tamamlanır. Bu bakımdan her şeyin bir şükrü vardır: Öğrendiklerini başkaları ile paylaşmak bilginin şükrüdür. Bir hastaya kan vermek sağlığın, yoksula yardım etmek sahip olduğun mal ve mülkün, insanlara selam verip onların hal hatırını sorman dilin ve içerisinde bulunduğun huzurun ve afiyetin şükürleridir… Şükür çeşitlerini saymak bile başlı başına bir konudur.
Gerçek anlamıyla yapılan şükür nimetin artmasına vesiledir. Allah (c.c.) rızası ve O’na şükür için maddi olanakları başkalarıyla paylaşmak bunların çoğalmasını sağlar. Şu ayet-i kerimede buna işaret vardır: “And olsun, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, azabım çok şiddetlidir (İbrahim suresi, ayet 7).”
Allah, bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip eylesin ve bunun için bizleri şükreden kullarından eylesin. Amin.
Muhsin İyi