KİBRİT ALEVİ
Sıkıntılı bir düşünceden silkinerek kurtuldum. Gün sona eriyordu. Güneşin son kırıntılarını da, karanlık, teker teker yuttu. Dakikalardan beri içinde bulunduğum bu küçük bekleme kulübesi ile üstünde oturduğum tahta kanepe bana gittikçe daha sıkıntı vermeye başlamıştı. Cebimden saatimi çıkardım. Kulübenin içine, pencereden ince bir dal gibi uzanıp kalmış son güneş ışığının altında, zamanı anlamaya gayret ettim. Zahmetim işe yaramadı, saat durmuştu. Canımın sıkıntısı bir basamak daha yükseldi. Karanlık, pencerelerden dolmaya başladı, kulübeyi ağzına kadar doldurdu; hatt( kapıdan dışarı bile taştı. İskele üzerinde, ne bir çımacı, ne de bir memur... Uzaklarda ıslıkla çalınan beylik bir şarkı... Karanlıkta boğuldum. Bu renk değişmezliği bana çekilmez, dayanılmaz gelmeye başladı. İçime tahlil etmekten korktuğum hisler birikti... Ayağa kalktım. Birkaç adımda dışarıya çıktım; iskelenin yanındaki rıhtım boyunca dolaşmaya koyuldum.
Etrafta bir insan görebilmek için karanlığı gözlerimin keskinliği ile delmeye çalışıyordum. Küçük Boğaziçi köyü, durgun bir sonbahar uykusuna yatmıştı. Denizde, karanlık daha da korkunçtu. Her dalga ile sanki sarsılıyor, dalgalanıyordu. Bir ayak sesiyle başımı döndürdüm. İskele memuru... Ben ona ne soracağımı düşünürken, o hiç yürüyüşüne ara vermeden: "Son vapur kırk dakika sonra" dedi, yürüdü, gitti. Bir an bu vakti nasıl öldüreceğimi düşündüm. Sonra uzak ufuklardan kopup gelen nemli rüzg(ra göğüs gererek durdum. Tekrar bekleme yerine girdim. Pencerenin yanındaki kanepeye oturdum. Yüzümü dışarı dönerek karanlığa kendimi bıraktım. Ara sıra, uzaklardan geçip giden vapur projektörlerinin ürkek ışıkları yüzüme çarpıp geçiyordu.
Vakit, hiç ilerlemiyormuş gibiydi. Başımı içeriye çektim. Koyu karanlık içinde kulübenin bir tarafına -hiç bir şey görmediğim halde- bakmaya başladım. Karanlık, baktıkça daha koyulaşıyor, yoğun bir hal alıyordu. Dakikadan dakikaya bu renk içime doldu, taştı. Korkmaya başladım. Çünkü, o anda, beni yerimden dehşetle sıçratan bir şey oldu. Kulübenin içinde bir alev parlayıp yükseldi.
Bir kibrit çakılmıştı. Kibriti çakandan önce karanlığın perişan surette kaçışmasını gördüm. Karanlık, bir anda çözülüverdi, parça parça oldu. Küçük küçük kara parçalar, duvar diplerinde, tavan köşelerine kanepe altlarına güçlükle kendilerini attı. Her şey bir anda bambaşkaydı.
O zaman bakışlarım kibriti elinde tutan insana saldırdı. Işık titreyişleri altında bir insan yüzü, en keskin hatlariyle ortaya çıktı. Basit bir kibrit ışığı, en usta ressam gibi, üç beş çizgi, iki üç dalgalı alev, birkaç gölgeyle, bir insan yüzünün bütün gerçeğini belirtmişti. İki göz, ışık altında, iri ateş böcekleri gibi parlıyordu. Adam, sigarasını, birkaç kere aleve dokundurdu. Dumanı iyice çekti, sonra ağzından, burnundan dalga dalga çıkardı. Birden yüzünün çizgileri dağıldı; bakışı dumanlandı, yanması sona ermek üzere olan kibriti bana uzattı. Beni görmüştü herhalde.. Soluk pembe iki kalın et parçası, birbiri üzerine birkaç defa konup indi:
-Affedersiniz... Bir sigara içmez misiniz?
Eliyle paketi bana doğru uzattı, bekledi. Hiç cevap vermeden, kolum uzandı, aldığım cıgara dudaklarıma yerleşti. Sonra tükenen kibriti attı. Karanlık eskisinden daha hırslı, odaya doldu. Çok geçmeden yeni bir kibrit alevi odayı aydınlatınca; karanlık yeniden dağıldı... Adam kibriti uzattı, sönen sigaramı yaktı. Bu sefer aydınlıkta onun yüzünü daha iyi görebildim. İri bir burun gölgesi duvara vurmuştu. Kalın kaşları, hafif ışık altında iki misli büyümüştü.
Dudakları memnunlukla bükük, gözleri gülümsüyordu:
-Vapur bekliyorsunuz, değil mi?
Sesi kibrit alevini dalgalandırdı. Işık odanın tavanında sallandı, çalkalandı.
Ben, cevap vermeden, o devam etti:
-Telaşlısınız... Halinizden belli... Vapur beklemek sıkıntılıdır. Acele ediyorsunuz. Evde sizi bekliyenler olmalı. Karınız veya ananız. Her kimse, biri... Biraz geciktiğiniz için üzülüyorsunuz şu anda, değil mi? Siz hiç bir şey söylemeyin, ben tahmin etmeye çalışayım. Sevdiklerinizi özlediğinizi anlıyorum. Rica ederim, siz hiç konuşmayın! Böyle daha iyi... Hem ona lüzum da yok... Bırakın, ben istediğim gibi düşüneyim. Yanlış, doğru...
Kibrit alevi sönmüş, oda yeniden gözgözü seçemez bir hal almıştı. Karanlık arasında sadece onun sesi. Birden, nerden çıktığı anlaşılmayan bir projektör makas gibi odayı bir anda ikiye bölerek kayboldu. Adam konuşuyordu. Benimle değil, kendi kendisiyle konuşuyordu. Benim ona muhatap olmamın tek sebebi, tesadüfen karşısında bulunmamdı..
-Bir insanı seven ve bekliyen, her hareketi üzerinde düşünen başka insanların varlığı... Pencereden yolu gözleyen, sizi arıyan bakışlar... Her kelimenizden m(na çıkaran kimseler... Bu insan elbette mutludur. Ama çoğu zaman bunun değerini bilmez. Siz, belki de onlara, yani sizi sevenlere l(yık değilsiniz. Ben de bir vakitler sizin gibiydim. Beni de sevenler, arıyanlar vardı. Benim de yolum beklenirdi. Şimdi o anları düşünerek üzülmüyorum. Beni seven o insanların kayboluşlarından kederli değilim. O zaman ben, yalnız beni seven insanlara karşı sevgi duyardım. Bu, küçük, basit bir sevgiydi. Karşılıklı bir alış veriş gibi bir şey.. Şimdi o zamanki aptalca düşünüşümü hatırlayarak kendime acıyorum. Artık gerçek sevginin, büyük aşkın ne olduğunu anladım. Şimdi bütün sevgim, insanlara; tanıdık ve yabancı, daha çok yabancı insanlara ait... Ben insanı seviyorum. Seni, onu, şunu... Mutluları, mutsuzları, birbirinden ayırmıyorum. Onların ağlamaları, gülmeleri karşısında kayıtsız kalamıyorum, bütün insanları kendime yakın, ya içimde buluyorum; babam, annem, kardeşim, oğlummuşlar gibi... Kısa boyluları, kısa, uzunlarını uzun oldukları için; bıyıklılarını, bıyıksızlarını, kadınlarını kızlarını, gençlerini, çocuklarını hepsini hepsini seviyorum. Ben onlar için yaşıyor gibiyim.
Bir an sustu:
-İnsanoğlu hiç bilinmiyor, dedi. Birbirlerini de tanımıyorlar. Kimse de onları tanımıyor, anlamıyor. Büyük adam denilen kimselerin, ciltlerce kitaplar dolduran yazarların, insanların üzerine ortaya attıkları fikirler, kanaatler, hep yalan... Hepsi. İnsanların haris olduklarını, kim söylemiş... Bunlar, insanlara tepeden bakan sersemlerin l(fları... Onları tanımaya yanaşmıyan bu kimseler hiçbir zaman insanları anlıyamamışlardır. İnsanlar bütün söylenenlere rağmen çok az şeyle yetinirler. En küçük şeyler onları sevindirmeye yeter. Şu mutluluk sözünün ne boş şeylere dayandığını bilirsin. İnsanları mutlu
kılmak kadar kolay bir şey yoktur. Yalnız onlara istedikleri küçücük şeyleri verelim, onlardan bunu esirgemiyelim. Bu sözlerimi bilerek söylüyorum! Çünkü bütün insanlara sevgim var... Hepsini seviyorum.. Hepsi bana yakın... Hepsi benden... Sanki hepsi de benim...
Çok yakından geldiği belli olan bir vapur düdüğü, yalnız pencereden değil, dört duvarı yerinden sarsarak içeri girdi. Son vapur iskeleye yanaşıyordu. Projektörün ışığı odayı parçaladı. Kanepeler, karanlık, karşımda oturan garip adam, herşey birbirine karıştı. Dışarıdan tek tük sesler gelmiye başladı. Ayağa kalktım, memurun açtığı kapıya doğru ilerledim. Birden yolumu kesti, paketini, bir sigara daha almam için uzattı:
-Hiç konuşmayın dedi. Bırakınız adınızı bile bilmeyeyim. Yüzünüzü bile hatırlamayacağım. Ama siz bende, her zaman yaşıyacaksınız. Kim olduğunuzu bilmek istemem. Onu siz gittikten sonra düşünür, bulmaya çalışırım. Ardınızdan sizin için hayal kurar, sizin hesabınıza birçok şey düşünür, evde şu anda sizi bekliyenler kadar ben de üzülürüm. Bana bu yeter...
Bir kibrit çaktı, sigaramı yakmak için alevi yüzüme yaklaştırdı. Işık ikimize de dağıldı. Aynı ışıktan payımızı aldık. Ona bakarken, sanki aynada, kendimi seyrediyormuş gibiydim. Vapurun düdüğü çınladı. Alevi yüzümden uzaklaştırdı:
-Sizi hiçbir zaman unutmayacağım, dedi, hiç bir zaman... Daima düşüneceğim. Karanlık bir gecede bir vapur iskelesinin tahta kanepesinde, bütün düşüncelerimi önüne serdiğim insanı hep hatırlayacağım. Sizin hayatınızı adım adım -kendi dünyamdan- takip edeceğim. Siz bende hergün her gece var olacaksınız. Çünkü siz benim insanlarımdansınız.
Kibriti pencereden gelen rüzgara tuttu, söndürdü. Çıktı, gitti.
İskele memuru vapurun uğrayacağı bir düzine iskeleyi, kimsenin duyup duymadığına aldırmadan, bağırıyordu.
Kendimi güvertede bulduğum zaman vapur epey yol almış, iskele gerilerde sönmek üzere olan bir kibrit başı kadar küçülmüştü. Şu anda onun nerede olduğunu ve ne düşündüğünü merak etmekteydim. Doğrusu onun düşüncelerini, hayallerini kıskanıyordum.
Belki de şimdi kıyı boyunca ilerlerken, bir kibrit alevinin soluk ışığında ahbaplık ettiği insanı düşünüyordu. Hakkımda çeşitli düşünce, fikir ve hayallere ayrı ayrı yer veriyor, yanlış doğru, bunları düşünmeden hayallerini yoruyordu. O, artık istediği gibi düşünebilir, en olmaz hayalleri seçebilirdi. Bu onun elindeydi. Çünkü artık ben, dünyasındaki kahramanlardan, gece gündüz beraber yaşadığı her boyda, her yaşta çeşitli insanlardan bir tekiydim.
istediğim vakit saramıcaksam belinden gül yüzlü yari
doyasıya öpemeyeceksem
koynunda uyuyamayacaksam
onunla yeni bir güne uyanamıcaksam
VARSIN GÜNEŞ BENİM İÇİN HİÇ DOĞMASIN NE FARKEDER...
Sıkıntılı bir düşünceden silkinerek kurtuldum. Gün sona eriyordu. Güneşin son kırıntılarını da, karanlık, teker teker yuttu. Dakikalardan beri içinde bulunduğum bu küçük bekleme kulübesi ile üstünde oturduğum tahta kanepe bana gittikçe daha sıkıntı vermeye başlamıştı. Cebimden saatimi çıkardım. Kulübenin içine, pencereden ince bir dal gibi uzanıp kalmış son güneş ışığının altında, zamanı anlamaya gayret ettim. Zahmetim işe yaramadı, saat durmuştu. Canımın sıkıntısı bir basamak daha yükseldi. Karanlık, pencerelerden dolmaya başladı, kulübeyi ağzına kadar doldurdu; hatt( kapıdan dışarı bile taştı. İskele üzerinde, ne bir çımacı, ne de bir memur... Uzaklarda ıslıkla çalınan beylik bir şarkı... Karanlıkta boğuldum. Bu renk değişmezliği bana çekilmez, dayanılmaz gelmeye başladı. İçime tahlil etmekten korktuğum hisler birikti... Ayağa kalktım. Birkaç adımda dışarıya çıktım; iskelenin yanındaki rıhtım boyunca dolaşmaya koyuldum.
Etrafta bir insan görebilmek için karanlığı gözlerimin keskinliği ile delmeye çalışıyordum. Küçük Boğaziçi köyü, durgun bir sonbahar uykusuna yatmıştı. Denizde, karanlık daha da korkunçtu. Her dalga ile sanki sarsılıyor, dalgalanıyordu. Bir ayak sesiyle başımı döndürdüm. İskele memuru... Ben ona ne soracağımı düşünürken, o hiç yürüyüşüne ara vermeden: "Son vapur kırk dakika sonra" dedi, yürüdü, gitti. Bir an bu vakti nasıl öldüreceğimi düşündüm. Sonra uzak ufuklardan kopup gelen nemli rüzg(ra göğüs gererek durdum. Tekrar bekleme yerine girdim. Pencerenin yanındaki kanepeye oturdum. Yüzümü dışarı dönerek karanlığa kendimi bıraktım. Ara sıra, uzaklardan geçip giden vapur projektörlerinin ürkek ışıkları yüzüme çarpıp geçiyordu.
Vakit, hiç ilerlemiyormuş gibiydi. Başımı içeriye çektim. Koyu karanlık içinde kulübenin bir tarafına -hiç bir şey görmediğim halde- bakmaya başladım. Karanlık, baktıkça daha koyulaşıyor, yoğun bir hal alıyordu. Dakikadan dakikaya bu renk içime doldu, taştı. Korkmaya başladım. Çünkü, o anda, beni yerimden dehşetle sıçratan bir şey oldu. Kulübenin içinde bir alev parlayıp yükseldi.
Bir kibrit çakılmıştı. Kibriti çakandan önce karanlığın perişan surette kaçışmasını gördüm. Karanlık, bir anda çözülüverdi, parça parça oldu. Küçük küçük kara parçalar, duvar diplerinde, tavan köşelerine kanepe altlarına güçlükle kendilerini attı. Her şey bir anda bambaşkaydı.
O zaman bakışlarım kibriti elinde tutan insana saldırdı. Işık titreyişleri altında bir insan yüzü, en keskin hatlariyle ortaya çıktı. Basit bir kibrit ışığı, en usta ressam gibi, üç beş çizgi, iki üç dalgalı alev, birkaç gölgeyle, bir insan yüzünün bütün gerçeğini belirtmişti. İki göz, ışık altında, iri ateş böcekleri gibi parlıyordu. Adam, sigarasını, birkaç kere aleve dokundurdu. Dumanı iyice çekti, sonra ağzından, burnundan dalga dalga çıkardı. Birden yüzünün çizgileri dağıldı; bakışı dumanlandı, yanması sona ermek üzere olan kibriti bana uzattı. Beni görmüştü herhalde.. Soluk pembe iki kalın et parçası, birbiri üzerine birkaç defa konup indi:
-Affedersiniz... Bir sigara içmez misiniz?
Eliyle paketi bana doğru uzattı, bekledi. Hiç cevap vermeden, kolum uzandı, aldığım cıgara dudaklarıma yerleşti. Sonra tükenen kibriti attı. Karanlık eskisinden daha hırslı, odaya doldu. Çok geçmeden yeni bir kibrit alevi odayı aydınlatınca; karanlık yeniden dağıldı... Adam kibriti uzattı, sönen sigaramı yaktı. Bu sefer aydınlıkta onun yüzünü daha iyi görebildim. İri bir burun gölgesi duvara vurmuştu. Kalın kaşları, hafif ışık altında iki misli büyümüştü.
Dudakları memnunlukla bükük, gözleri gülümsüyordu:
-Vapur bekliyorsunuz, değil mi?
Sesi kibrit alevini dalgalandırdı. Işık odanın tavanında sallandı, çalkalandı.
Ben, cevap vermeden, o devam etti:
-Telaşlısınız... Halinizden belli... Vapur beklemek sıkıntılıdır. Acele ediyorsunuz. Evde sizi bekliyenler olmalı. Karınız veya ananız. Her kimse, biri... Biraz geciktiğiniz için üzülüyorsunuz şu anda, değil mi? Siz hiç bir şey söylemeyin, ben tahmin etmeye çalışayım. Sevdiklerinizi özlediğinizi anlıyorum. Rica ederim, siz hiç konuşmayın! Böyle daha iyi... Hem ona lüzum da yok... Bırakın, ben istediğim gibi düşüneyim. Yanlış, doğru...
Kibrit alevi sönmüş, oda yeniden gözgözü seçemez bir hal almıştı. Karanlık arasında sadece onun sesi. Birden, nerden çıktığı anlaşılmayan bir projektör makas gibi odayı bir anda ikiye bölerek kayboldu. Adam konuşuyordu. Benimle değil, kendi kendisiyle konuşuyordu. Benim ona muhatap olmamın tek sebebi, tesadüfen karşısında bulunmamdı..
-Bir insanı seven ve bekliyen, her hareketi üzerinde düşünen başka insanların varlığı... Pencereden yolu gözleyen, sizi arıyan bakışlar... Her kelimenizden m(na çıkaran kimseler... Bu insan elbette mutludur. Ama çoğu zaman bunun değerini bilmez. Siz, belki de onlara, yani sizi sevenlere l(yık değilsiniz. Ben de bir vakitler sizin gibiydim. Beni de sevenler, arıyanlar vardı. Benim de yolum beklenirdi. Şimdi o anları düşünerek üzülmüyorum. Beni seven o insanların kayboluşlarından kederli değilim. O zaman ben, yalnız beni seven insanlara karşı sevgi duyardım. Bu, küçük, basit bir sevgiydi. Karşılıklı bir alış veriş gibi bir şey.. Şimdi o zamanki aptalca düşünüşümü hatırlayarak kendime acıyorum. Artık gerçek sevginin, büyük aşkın ne olduğunu anladım. Şimdi bütün sevgim, insanlara; tanıdık ve yabancı, daha çok yabancı insanlara ait... Ben insanı seviyorum. Seni, onu, şunu... Mutluları, mutsuzları, birbirinden ayırmıyorum. Onların ağlamaları, gülmeleri karşısında kayıtsız kalamıyorum, bütün insanları kendime yakın, ya içimde buluyorum; babam, annem, kardeşim, oğlummuşlar gibi... Kısa boyluları, kısa, uzunlarını uzun oldukları için; bıyıklılarını, bıyıksızlarını, kadınlarını kızlarını, gençlerini, çocuklarını hepsini hepsini seviyorum. Ben onlar için yaşıyor gibiyim.
Bir an sustu:
-İnsanoğlu hiç bilinmiyor, dedi. Birbirlerini de tanımıyorlar. Kimse de onları tanımıyor, anlamıyor. Büyük adam denilen kimselerin, ciltlerce kitaplar dolduran yazarların, insanların üzerine ortaya attıkları fikirler, kanaatler, hep yalan... Hepsi. İnsanların haris olduklarını, kim söylemiş... Bunlar, insanlara tepeden bakan sersemlerin l(fları... Onları tanımaya yanaşmıyan bu kimseler hiçbir zaman insanları anlıyamamışlardır. İnsanlar bütün söylenenlere rağmen çok az şeyle yetinirler. En küçük şeyler onları sevindirmeye yeter. Şu mutluluk sözünün ne boş şeylere dayandığını bilirsin. İnsanları mutlu
kılmak kadar kolay bir şey yoktur. Yalnız onlara istedikleri küçücük şeyleri verelim, onlardan bunu esirgemiyelim. Bu sözlerimi bilerek söylüyorum! Çünkü bütün insanlara sevgim var... Hepsini seviyorum.. Hepsi bana yakın... Hepsi benden... Sanki hepsi de benim...
Çok yakından geldiği belli olan bir vapur düdüğü, yalnız pencereden değil, dört duvarı yerinden sarsarak içeri girdi. Son vapur iskeleye yanaşıyordu. Projektörün ışığı odayı parçaladı. Kanepeler, karanlık, karşımda oturan garip adam, herşey birbirine karıştı. Dışarıdan tek tük sesler gelmiye başladı. Ayağa kalktım, memurun açtığı kapıya doğru ilerledim. Birden yolumu kesti, paketini, bir sigara daha almam için uzattı:
-Hiç konuşmayın dedi. Bırakınız adınızı bile bilmeyeyim. Yüzünüzü bile hatırlamayacağım. Ama siz bende, her zaman yaşıyacaksınız. Kim olduğunuzu bilmek istemem. Onu siz gittikten sonra düşünür, bulmaya çalışırım. Ardınızdan sizin için hayal kurar, sizin hesabınıza birçok şey düşünür, evde şu anda sizi bekliyenler kadar ben de üzülürüm. Bana bu yeter...
Bir kibrit çaktı, sigaramı yakmak için alevi yüzüme yaklaştırdı. Işık ikimize de dağıldı. Aynı ışıktan payımızı aldık. Ona bakarken, sanki aynada, kendimi seyrediyormuş gibiydim. Vapurun düdüğü çınladı. Alevi yüzümden uzaklaştırdı:
-Sizi hiçbir zaman unutmayacağım, dedi, hiç bir zaman... Daima düşüneceğim. Karanlık bir gecede bir vapur iskelesinin tahta kanepesinde, bütün düşüncelerimi önüne serdiğim insanı hep hatırlayacağım. Sizin hayatınızı adım adım -kendi dünyamdan- takip edeceğim. Siz bende hergün her gece var olacaksınız. Çünkü siz benim insanlarımdansınız.
Kibriti pencereden gelen rüzgara tuttu, söndürdü. Çıktı, gitti.
İskele memuru vapurun uğrayacağı bir düzine iskeleyi, kimsenin duyup duymadığına aldırmadan, bağırıyordu.
Kendimi güvertede bulduğum zaman vapur epey yol almış, iskele gerilerde sönmek üzere olan bir kibrit başı kadar küçülmüştü. Şu anda onun nerede olduğunu ve ne düşündüğünü merak etmekteydim. Doğrusu onun düşüncelerini, hayallerini kıskanıyordum.
Belki de şimdi kıyı boyunca ilerlerken, bir kibrit alevinin soluk ışığında ahbaplık ettiği insanı düşünüyordu. Hakkımda çeşitli düşünce, fikir ve hayallere ayrı ayrı yer veriyor, yanlış doğru, bunları düşünmeden hayallerini yoruyordu. O, artık istediği gibi düşünebilir, en olmaz hayalleri seçebilirdi. Bu onun elindeydi. Çünkü artık ben, dünyasındaki kahramanlardan, gece gündüz beraber yaşadığı her boyda, her yaşta çeşitli insanlardan bir tekiydim.
istediğim vakit saramıcaksam belinden gül yüzlü yari
doyasıya öpemeyeceksem
koynunda uyuyamayacaksam
onunla yeni bir güne uyanamıcaksam
VARSIN GÜNEŞ BENİM İÇİN HİÇ DOĞMASIN NE FARKEDER...