• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Mario Vargas Llosa – Kelt Rüyası – 2010 Nobeledebi̇yat Ödülü

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
Hücrenin kapısını açtıklarında, oluk gibi akan ışık huzmesi ve ani bir esintiyle birlikte, taş duvarların bastırdığı sokak gürültüleri de içeri girmiş, Roger irkilerek uyanmıştı. Hala şaşkınlık içinde, gözlerini kırpıştırarak kendine gelmeye çabalarken, kapının boşluğunda Sheriff in[1] karaltısını seçebildi. Adam, sarı bıyıklı pörsük suratıyla orada durmuş, kem bakışlı çipil gözleriyle, yüzünde hiçbir zaman gizlemeye yeltenmediği bir antipati ifadesiyle bakıyordu ona. I ̇ngiliz hükümeti af talebini kabul edecek olsa, üzüleceklerden biri de oydu işte. “Ziyaret” diye mırıldandı Sheriff, gözlerini üzerinden ayırmadan. Roger, kollarını ovuşturarak ayağa kalktı. Ne kadar uyumuştu acaba? Pentonville Hapishanesi’ndeki işkencelerden biri de saati bilememekti. Brixton Hapishanesinde ve Londra Kulesi’ndeyken yarım saatleri ve saat başlarını vuran çan seslerini dinliyordu hep; oysa buradaki kalın duvarlar, Caledonian Yolu’ndaki kiliselerin art arda çalman çan seslerini de, Islington Pazarı’ndaki hengâmeyi de içeri bırakmıyordu; kapıda görevli nöbet-çilerse onunla konuşmama emrine sıkı sıkıya uyuyorlardı. Sheriff bileklerine kelepçeleri geçirdi, önüsıra dışarı çıkmasını işaret etti. Acaba avukatı iyi bir haber mi getirmişti? Bakanlar Kurulu toplanıp bir karara mı varmıştı yoksa? Belki de Sheriff in bakışlarının, adamda uyandırdığı hoşnutsuzluk duygusuyla her zamankinden fazla yüklü olmasının nedeni, cezasında indirime gitmiş olmalarıydı. Pislikten kapkara kesilmiş kırmızı tuğlalarla örülü uzun koridor boyunca yürürken, hücrelerin metal kapılarıyla rengi kaçmış duvarların arasından geçiyorlardı; burada her yirmi ya da yirmi beş adımda bir yer alan yüksek pencerelerden grimsi gökyüzünün bir parçacığını görebiliyordu. Neden bu kadar üşüyordu ki? Aylardan temmuzdu, yaz ortasındaydılar; havanın tüylerini böyle diken diken edecek kadar soğuk olması için bir neden yoktu. Daracık ziyaretçi odasına girdiğinde canı sıkıldı. Kendisini orada bekleyen kişi avukatı Maı̂tre George Gavan Duffy değil, onun yardımcılarından biriydi; züppeler gibi giyinmiş, elmacıkkemikleri çıkık bu sarışın, patlak gözlü genç adamı, duruşmaların devam ettiği o dört gün boyunca, savunma avukatlarına kâğıtları getirip götürürken görmüştü. Maı̂tre Gavan Duffy, kalkıp kendisi geleceği yerde, neden stajyerlerinden birini yollamıştı acaba? Genç adam soğuk bir ifadeyle baktı.



Gözbebeklerinde öfke ve tiksinti vardı. Bu salağa da ne oluyordu ki? “Sanki musibet bir hayvanmışım gibi bakıyor bana” diye düşündü Roger. “Yeni bir haber var mı?” Genç adam olumsuz anlamda kafasını salladı. Konuşmaya başlamadan önce bir nefes alarak, “Af talebiyle ilgili henüz bir şey yok,” diye mırıldandı kupkuru bir ifadeyle, gözlerini büsbütün evinden uğratan bir yüz ifadesi takınarak. “Bakanlar Kurulu’nun toplanmasını beklemek gerekiyor.” Sheriff’le öteki nöbetçinin o küçücük görüşme odasındaki varlıkları Roger’ı rahatsız ediyordu. Hiç ses çıkarmadan hareketsiz durdukları halde her söylediklerine kulak kesildiklerini biliyordu. Bu düşünceyle göğsü daralıyor, nefes alması zorlaşıyordu. “Ama son olaylar göz önüne alındığında,” diye ekledi sarışın genç, ilk kez olarak gözlerini kırpıştırıp ağzını abartılı bir biçimde açıp kapayarak, “artık her şey daha da zorlaştı.” “Pentonville Hapishanesi’ne dışarıdan hiçbir haber gelmiyor. Neler oldu?” Ya Alman Amirallik Dairesi sonunda I ̇rlanda kıyılarından Büyük Britanya’ya saldırıya geçmeye karar verdiyse? Ya rüyalarına giren o istila başladı da Kaiser’in topları, tam da o sıralarda, Paskalya Ayaklanmasında I ̇ngilizler tarafından kurşuna dizilen I ̇rlandalı vatanseverlerin intikamını alıyorlarsa? Eğer savaş o yola girdiyse, her şeye rağmen planlan gerçekleşiyor demekti. “Başarıya ulaşmak artık zorlaştı, hatta imkânsızlaştı,” diye tekrarladı stajyer avukat. Yüzü solgundu, öfkesini bastırıyordu; Roger, teninin beyazımtırak derisi altında genç adamın kafatasının biçimini görür gibi oluyordu. Arkasında duran Sheriff’in gülümsediğini sezinledi. “Siz neden söz ediyorsunuz? Mr.

Gavan Duffy bu talebimiz konusunda iyimserdi. Fikrini değiştirmesi için ne oldu ki?” “Günlükleriniz,” diye tane tane konuşarak karşılık verdi genç adam, yüzünde yeni bir hoşnutsuzluk ifadesiyle. “Scotland Yard onları Ebury Sokak’taki evinizde bulmuş.” Roger’ın bir şey söylemesini bekleyerek uzunca bir süre sustu. Ama o hiç sesini çıkarmayınca ağzını çarpıtarak bütün öfkesini kustu: “Nasıl bu kadar akılsız olabildiniz yahu?” Öfkesini büsbütün belli edecek kadar tane tane konuşuyordu. “Nasıl olabildi de o tür şeyleri kâğıda geçirebildiniz be birader! Hadi diyelim geçirdiniz, Britanya I ̇mparatorluğuna karşı fesat çevirmeye koyulmadan önce o günlükleri yok etmek gibi temel bir önlemi nasıl oldu da almadınız?” “Bana birader diye hitap etmesi ne büyük hakaret,” diye düşündü Roger. Adam terbiyesizin tekiydi, çünkü kendi yaşı bu yapmacıklı yeniyetmenin yaşının en azından iki katıydı. “O günlüklerin parçaları şimdi orada burada dolaşıyor,” diye ekledi stajyer avukat, keyifsizliği sürdüğü halde daha soğukkanlı bir tavırla, bu kez onun yüzüne bakmadan. “Amirallik Dairesi’nde bakanın sözcüsü olan Deniz Yüzbaşısı Reginald Hall, günlüklerin kopyalarını kendi eliyle vermiş bir sürü gazeteciye. Kopyalar bütün Londra’da dolaşıyor. Parlamentoda, Lordlar Kamarasında, liberallerle muhafazakârların kulüplerinde, gazetelerin yazı işlerinde, kiliselerde. Ş ehirde bundan başka bir şey konuşulmuyor.” Roger hiç sesini çıkarmadı. Yerinden kıpırdamıyordu. 1916 Nisanı’nda, I ̇rlanda’nın güneyindeki McKenna’s Kalesi yıkıntıları arasında, soğuktan uyuşmuş bir halde tutuklandığı o kurşuni renkli, yağmurlu sabahtan bu yana, son aylarda pek çok kez içini kaplamış o tuhaf duyguya kapılmıştı yine: Sözünü ettikleri kişi kendisi değildi de bir başkasıydı, bütün o şeyler bir başkasının başına gelmişti sanki.

“Özel hayatınızın benim üstüme vazife olmadığını biliyorum, ne Mr. Gavan Duffy’yi ilgilendirir ne de bir başkasını,” diye ekledi genç stajyer, sesine hâkim olan öfkeyi bastırmaya çabalayarak. “Yalnızca mesleki bir durum bu. Mr. Gavan Duffy sizi durumdan haberdar etmek istedi. Hem de uyarmak. Af talebimiz tehlikeye düşebilir. Bu sabah bazı gazetelerde protestolar ve aleyhte yazılar başladı bile; günlüklerinizin içeriğiyle ilgili söylentiler aldı yürüdü. Talebinizi destekleyen kamuoyu bundan etkilenebilir. Elbette bu yalnızca bir tahmin. Mr. Gavan Duffy sizi haberdar edecektir. Ona iletmemi arzu ettiğiniz herhangi bir mesajınız var mı?” Tutuklu, belli belirsiz bir hareketle olumsuz anlamda başını salladı. Hemen ardından da gerisin geriye dönerek yüzünü görüşme odasının kapısına çevirdi. Sheriff tombul yanaklı suratıyla nöbetçiye bir işaret yaptı.

Nöbetçinin ağır sürgüyü çekmesiyle kapı açıldı. Hücresine geri dönüş yolu ona bitmek bilmez gibi geldi. Kararmış kırmızı tuğlalarla örülü taş duvarların arasında uzayıp giden koridordan geçerken, sanki her an sendeleyecek ve o nemli taşların üzerine yüzükoyun kapaklanarak bir daha yerinden kalkamayacakmış duygusuna kapılmıştı. Hücrenin madenı̂ kapısına varınca aklına geldi: Onu Pentonville Hapishanesi’ne getirdikleri gün, Sheriff, bu hücreyi işgal etmiş olan suçluların istisnasız hepsinin sonunda darağacını boyladıklarını söylemişti. “Bugün banyo yapabilir miyim?” diye sordu, içeri girmeden önce. Şişko gardiyan, gözlerinde Roger’ın stajyer avukatın bakışlarında sezdiği aynı tiksinti ifadesiyle gözlerinin içine bakarak, olmaz gibisinden kafasını salladı. “I ̇nfaz gününe kadar yıkanamazsınız,” dedi Sheriff, her bir sözcüğün zevkine vara vara. “O gün de, ancak son arzunuz yıkanmak olursa. Bazıları banyo yerine iyi bir yemeği tercih ederler. Bu da Mr. Ellis’in hiç işine gelmez, çünkü o zaman yağlı ipi boyunlarında hissedince altlarına sıçarlar. Ortalığı batırırlar. Ş ayet bilmiyorsanız söyleyeyim, Mr. Ellis cellattır.” Arkasından kapının kapandığını hissedince, gidip daracık yatağına sırtüstü uzandı.

Gözlerini yumdu. Borudaki o soğuk suyun tenini ürperterek soğuktan morartmasını hissetmek ne güzel olurdu. Pentonville Hapishanesi’ndeyken, idam mahkûmlarının dışındaki mahpuslar haftada bir gün o buz gibi soğuk suda sabunla yıkanabiliyorlardı. Oradaki hücrelerin durumu da fena sayılmazdı. Oysa Brixton Hapishanesi’ndeki pisliği ürpererek hatırlıyordu; oradayken her yanına bitlerle pireler doluşmuştu; o berbat yatağının şiltesinde kaynıyorlardı, sırtı, bacakları, kolları ısırıklarla dolmuştu. Hep bunları düşünmeye çalışıyordu, ama maı̂tre Gavan Duffy’nin kötü haberleri vermek üzere kalkıp kendisi geleceği yerde oraya yolladığı o züppe kılıklı sarışın stajyerin hoşnutsuz suratıyla nefret dolu sesi dönüp dolaşıp geliyordu aklına. 1 Eylül 1864’te, Dublin’in banliyösü Sandycove’da, Lawson Terrace’ta, Doyle’s Cottage’daki doğumu hakkında elbette hiçbir şey hatırlamıyordu. I ̇rlanda’nın başkentinde dünyaya geldiğini her zaman bildiği halde, Hindistan’daki Üçüncü Hafif Dragon Alayı’nda sekiz yıl liyakatle hizmet etmiş olan babası Yüzbaşı Roger Casement’ın telkinle kafasına soktuğu gibi, onun gerçek doğum yeri, Casement sülalesinin XVIII. yüzyıldan beri yerleşmiş olduğu, I ̇ngiliz yanlısı Protestan I ̇rlanda’daki Ulster’in göbeğiydi. Roger, tıpkı kardeşleri Agnes (Nina), Charles ve Tom gibi -üçü de kendisinden büyüktü- I ̇rlanda Kilisesi’nde bir Anglikan olarak yetiştirilmiş ve eğitilmişti; ama aklını kullanmaya başladığı zamanlardan da önce, din konusunda ailesinde her şeyin öteki konulardaki kadar uyum içinde olmadığını sezinlemiştI ̇. Onun gibi küçücük bir çocuğun bile, annesinin, kız kardeşleriyle ve I ̇skoçyalı kuzenleriyle birlikte olduğu zamanlarda sanki bir şeyler saklıyormuş gibi davrandığını fark etmemesi imkânsızdı. Bunun ne olduğunu artık ergenlik yaşına eriştiğinde keşfedecekti: Anne Jephson, babasıyla evlenebilmek için görünürde Protestanlığı kabul ettiği halde, günah çıkartarak ve kilisede ayine gidip rahibin elinden şaraplı ekmeği yiyerek, kocasından gizli Katolik olmayı sürdürüyordu Yüzbaşı Casement Katoliklere “Papalık yanlısı” derdi); en büyük sırrı da, dört kardeşin anneleriyle birlikte Galler’in kuzeyinde teyzeleriyle dayılarının oturdukları Rhyl’e yaptıkları bir tatil gezisi sırasında, dört yaşını bitiren Roger’ın bir Katolik olarak vaftiz edilmiş olmasıydı. O yıllarda Dublin’deyken ya da Londra’da ve Jersey’de geçirdikleri dönemlerde, babasını gücendirmemek için pazar ayini sırasında dua ettiği, ilahi söylediği ve ibadeti saygıyla izlediği halde, din konusu Roger’ın ilgisini hiç çekmiyordu. Annesi ona piyano dersleri vermişti; eski I ̇rlanda baladları söylediği aile toplantılarında hep alkışlarla karşılanan yumuşak ve temiz bir sesi vardı. O zamanlar onun gerçekten ilgisini çeken şey, Yüzbaşı Casement’in, keyfi yerinde olduğu zamanlar ona ve kardeşlerine anlattığı hikâyelerdi.

Hindistan ve Afganistan’la, özellikle de Afganlara ve Sihlere karşı girişilen çatışmalarla ilgili hikâyelerdi bunlar. O egzotik isimler ve manzaralar, hazineleri, yırtıcıları, zararlı hayvanları, garip âdetleriyle barbar tanrıları olan çok eski halkları saklayan balta girmemiş ormanları ve dağlan aşarak yaptıkları o yolculuklar hayal gücünü kamçılıyordu. Babasının anlattıkları kimi zaman kardeşlerini sıkıyordu; ama küçük Roger, babasının imparatorluğun uzak sınırlarında yaşadığı serüvenleri saatlerce, hatta günlerce dinleyebilirdi. Okuma yazma öğrendiğindeyse, büyük denizcilerin, Vikinglerin, Portekizlilerin, I ̇ngilizlerin ve I ̇spanyolların, gezegenin denizlerini aşarak, belli bir yere varıldığında denizin kaynamaya başlayıp içinde uçurumların açıldığını ve bir gemiyi olduğu gibi yutabilecek kadar büyük ağızları olan canavarların ortaya çıktığını anlatan efsaneleri boşa çıkardıkları hikâyelere dalıp her şeyi unutuyordu. Yine de dinledikleriyle okudukları arasında bir seçim yapacak olsa, Roger her zaman o serüvenleri babasının ağzından dinlemeyi yeğliyordu. Yüzbaşı Casement’ın sıcacık bir sesi vardı, Hindistan’daki cangılları ya da Afganistan’da Hayber Geçidi’ndeki sarp kayalıkları zengin bir kelime hazinesiyle ve beden hareketleriyle anlatırdı; oradayken bir keresinde Hafif Dragon Birliği, kafaları sarıklı kalabalık bir fanatik grup tarafından pusuya düşürülmüş, ama yiğit ingiliz askerleri onlara önce kurşunlarla, sonra süngülerle, en sonunda da hançerler ve yumruklarla karşı koyarak sonunda bozguna uğramış bir halde geri çekilmeye zorlamışlardı. Ama küçük Roger’ın hayal gücünü en fazla coşturan şey, silahlı çatışmalar değil yapılan yolculuklardı; beyaz adamın daha önce hiç ayak basmadığı yerlerde yollar açması, direncini gösteren fiziksel kahramanlıkları, doğanın engellerini yenebilmesiydi. Babası eğlenceli bir insandı ama aynı zamanda son derece sertti, yaramazlık yaptıkları zaman, gencecik bir kız olan Nina da dahil olmak üzere çocuklarını kırbaçlamaktan çekinmeyen biriydi, çünkü Ordu’da kabahatler böyle cezalandırılıyordu, kendisi de yalnızca bu ceza türünün etkili olduğunu anlamıştı.
 
Geri
Top