Kaç zamandır yazmıyorum. Hayat böyle güzeldi. Bu kalem… Bu defter… Nereden geldiler vakitsiz.
Nisan.
Bahar… Kuşlar…
Diriliş ayı.
Biraz da vakitsiz aşklar mevsimi.
Eylül ne güzel oysa, sokaklarda turfanda meyveler gibi ayrılık kokuyor. Sararmış yapraklar rüzgâra teslim olmuş, düştüğü ağaçtan kaçarcasına sürükleniyor. Ayrılığın, başına neler getireceğinden habersiz. Gerçeği bilse bırakıp gitmeyecek ağacı. Ama yaprak bu, düşmüş ya bir kez, inadına gidecek.Düşen her bir yaprağın ardından yeni bir yaprak yolluyor ağaç, vuslat için. Büyüklük bende kalsın dercesine. Anlatamıyor kendini. Ve yapraklar kayboluyor ufukta. Ağaç dimdik ayakta. Sadece el sallamakla yetiniyor gidenlerin ardından. Yapraksa perişan. Daha ilk dakikasında ayrılığın başlıyor sürünmeye. Yerden yere vuruyor kendini. Düşüp yollara, unutmaya çalışıyor ayrılık acısını.
Nisandı değil mi? Eylülü ve ayrılığı niye karıştırdım ki?
Nisan. Tanıştığımız aydı. Bir yokuşun tepesindeydi okulunuz. (Okulumuz desem daha mı anlamlı olurdu?) Yılların yorduğu ben son bir yokuş çıkmıştım. Bir soluk dinlenip gidecektim. Böyle olacağını nereden bilecektim.
Sınıfın sol köşesinde, en arka sırada oturuyordun. Öyle bir iz bırakmıştın ki bende hâlâ sol köşede en arka sırada oturanların sencileyin olmasını bekliyorum. Boşuna ama bekliyorum.
Yirmi kişilik sınıf listesinden aklımda kalan ilk senin ismindi. (…….) Niçin deme, bilmiyorum. Bilsem ne değişir ki zaten?
Bir şeyi çok iyi biliyorum ama. Nasıl da nefret etmiştin benden. Ders zilinin çalmasıyla birlikte merdivenleri üçer beşer çıkmış, arkadaş bellediğin öğretmenine şikayet etmiştin beni. Hatta hakarete varan sözler söylemiştin benim için, bunları çok sonra öğrendim.
İlk kez o zaman öğrenmiştim, kimsenin bilmediği ama senin bildiğin şiirleri bilmenin suç olduğunu. Gizliden gizliye bir saltanat kurmuştun da o sallanıyor muydu?
Dedim ya çok şiir bilmek suçmuş. Ve ben yıllar boyu bu suçu hep severek işledim. Bir gün farkına vardım ki sadece suç işlemekle kalmamışım, kalbine de işlemişim.
Ben ne zaman nöbetçi olsam o gün sen de nöbetçi olurdun. Her pazartesi nöbetçiydim, bu değişmezdi. Oysa sen uzak aralarla nöbetçi olmalıydın. Seni sormadım ya seni sık sık nöbetçi odasında çay demlerken görürdüm. Öğretmenlerine en güzel çayı sen demlerdin. Herkesin ortak fikriydi bu. Yüreğini demleyip getirmişsin gibi gelirdi bana hep. Çok sonraları öğrendim ki herkesin çayını ellerinle uzatırken benim çayım tepsiyle birlikte gelirdi. “Ellerim titrerdi.” demiştin. Bardağa koyduğun çay mıydı, yüreğin miydi bilemezdim.
Nefretin zamanla ilgiye dönmüştü. Sorduğum sorulara cevap veremez olmuştun. O küçücük kalbinde belki ilk kez yanmıştı sevdanın ateşi. Sevda ki girince kalbe, akıl terk ederdi bedeni. Sorduğum soruların cevabını yüzünden okurdum. Dilin tutulurdu, konuşamazdın. Dut yemiş bülbüle dönerdin. (Hiç dut yemiş bülbül görmemiştim halbuki.) Yanaklarının sıcaklığını renginden anlardım. Bütün sınıfı ateş basardı. Büyük bir binanın, itfaiye merdiveni yetişmeyen katında yangında çaresiz kalan biri gibi zilin çalmasını beklerdim. Başını önüne eğer sessizce otururdun yerine. Benim pişmanlığımı da alırdın sanki omuzlarına. Yaşadığın uzun bir sessizlik olurdu. Konuşmadan da düşüncelerin anlatılabildiğini senden öğrenmiştim. Susmak ve çok şey anlatmak… Yüzündeki yangın sönerdi. Kalbinde hâlâ dumanlar tütüyor. Söndü sanıyorum, oysa içten içe yanıyor.
Yüzündeki yangın sönerdi. Kalbinde hâlâ dumanlar tütüyor. Söndü sanıyorum, oysa içten içe yanıyor.
Nisandı ya sonra eylül geldi, nisan geldi. Nisan gitti, eylül geldi. Yıllar hızla geçti.Son bir nisan daha geldi. Vuslattan bahsetmiyordu. Ayrılıkları yüklenmiş sırtına, usulca sokuluverdi içimize.
Nisandı. Yapraklar dökülüyor, kuşlar göç ediyordu.
“Hocam!”
İrkildim.
“Hocam, yazdıysanız defterimi alabilir miyim? Arkadaşlarım da birkaç satır yazacaklar.”
Başımı kaldırdım. “Sen de kimsin?” dercesine yüzüne bakıyordum. Bir deftere baktım, bir yazdıklarıma. Öğrencim başucumda benden bir cevap bekliyordu. Şaşkınlığımı o da fark etmiş olacak ki “Hocam, isterseniz ben daha sonra geleyim.” demişti.
“Gitme. Birkaç cümle daha yazıp vereyim.”
Yazdıklarım onu hiç ilgilendirmeyecekti. Öyleyse niye yazmıştım? Bu, benim hikâyemdi. Bir hatıra defterine yazılabilecek en son cümlelerdi bunlar. Yırtmalı mıydım, yoksa olduğu gibi bırakıp teslim mi etmeliydim? Bu, emanet bir defterdi. Yırtamazdım. Böyle bir hakkım yoktu. Versem, bir sırrı ifşa etmiş olur muydum acaba? Kararsızlık ve de çaresizlik hep böyle zamanlarda yakasına yapışıyordu insanın.
Mutluluk dilemeyi unutmuşum. Onu iliştirdim son satıra. Gençlerin ergenlik çağı elbiseleri gibi eğreti durmuştu. Bütün bunları ben yazdım dercesine bir sahiplenmeyle imzaladım yazdıklarımı. İmzam yazdıklarımdan daha anlamlıydı. Onun beni daha çok anlattığını düşünmüştüm.
Zamanın insana her şeyi unutturduğunu benden iyi bilen olmazdı. Ne zaman bu satıları yazdığımı merak eder belki diyerek kalemi son kez oynattım.
Takvim baktım.
Nisandı.