• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Nöroloji'de Dünden Bugüne

  • Konuyu açan Konuyu açan r0se
  • Açılış tarihi Açılış tarihi

r0se

Forum Onuru
Özel üye
Sinir sistemi ve hastalıklarıyla ilgili metinlerin M.Ö. 3-4000 yıl önceye ait eski Mısır papirüslerine kadar uzandığı anlaşılıyor. Kafatası kırığı geçiren hastalarda beyin, beyni örten zarlar ve onların altındaki sıvıdan sözedildiği, ayrıca bu kişilerde hemipleji ve afaziye benzer tabloların tanımlandığı görülüyor. Özellikle Hipokrat (M.Ö.460-370) ile başlayıp M.S.2. yüzyılda Bergama’lı Galen’le devam eden dönemde sinir sisteminin yapısı ve hastalıklarında ortaya çıkan tablolarla ilgili doğru görüşlerin ileri sürüldüğünü anlıyoruz. Greklerde insan vücudunda nekropsi yapılamadığından, Hipokrat beyin anatomisi üzerindeki çalışmalarını başlıca keçilerde gerçekleştirmiştir. Birçok nörolojik hastalıklardaki gözlemlerinin yanısıra o güne kadar doğaüstü nedenlere bağlı olduğu düşünülen epilepsinin bir beyin hastalığı olduğunu ileri sürmüş, tek taraflı konvülsiyonları, nöbete öncelik eden aura’yı tanımlamıştır. Ayrıca, hemikonvülsiyonların beyin yaralanmasının karşısındaki vücut yarısında ortaya çıktığına işaret etmiştir. Galen’in de yaptığı hayvan deneylerinde, yüzyıllar sonra Brown-Séquard’ın spinal hemiseksiyonlu hayvanlarda saptadığı bulgulara benzer tablolar bildirdiğini görüyoruz. Ne yazık ki, bu aydınlık pozitivist çağı, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, yeniden bir skolastik düşünce döneminin izlediğine tanık oluyoruz.


Aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra İslam dünyasında başlayan yaygın çeviri faaliyetiyle felsefe, bilim ve tıpta yeniden Yunan ve Latin kaynaklarına dönülmüş, ayrıca Çin ve Hint uygarlıklarının birikimlerine de ulaşılmıştır. Milattan sonra 10.,11. ve 12. yüzyıllarda yaşayan Razi, Biruni, Fârâbî, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi İslam bilginleri eserlerini bu ortam içinde vermişlerdir.


Batıda Rönesansın getirdiği uyanışla birlikte hekimlikte de pozitif düşünce ve deney yolunun açıldığı dikkati çekiyor. Vesalius, Eustachi ve Varolius, 15. ve 16. yüzyılda önemli anatomi çalışmaları yapmışlardır. Varolius pons’a adını veren kişidir (pons varolii=Varolius köprüsü).


Onyedinci yüzyılın önde gelen isimleri arasında Thomas Willis, Fallopius, Vieussens, Sylvius ve Pacchioni’yi sayabiliriz. Bunların sinir sisteminin makroskopik anatomisi alanındaki buluşlarını hatırlıyoruz. Willis’in 'Neurologie’ kelimesini ilk kez kullanan kişi olduğunu ekleyelim. Gine bu yüzyılda William Harvey kan dolaşımını tanımlamış, Antonj van Leeuwenhoek mikroskopu icat etmiştir. Leeuwenhoek, 1677’deki bir yazısında sinir dokusunun `yanyana gelmiş çok ince iplikler veya damarlardan yapıldığını` söylüyordu. Mikroskopun gelişmesi için daha 150 yıl kadar beklemek gerekecektir.


Monro secundus, von Soemmerring, Vicq d'Azyr 18.yüzyılın önemli nöroanotomistleri. Kranyal sinirlerin 12 çift olduğu ancak 1778’de tesbit edilebilmiştir. O tarihe kadar sadece 7 çift kranyal sinir sayılmaktaydı. Bu buluşun sahibi von Soemmerring sinirlerin çıkış yerlerinde yanılmış, kaynaklarını ventriküllerin duvarından veya doğrudan doğruya ventrikül boşluklarından aldığını ileri sürmüştür. Gine bu yüzyılda dekapite kurbağada refleks aktivitesinin araştırıldığını görüyoruz. Duyusal-motor bir reaksiyon olarak “refleks” kelimesi ilk kez kullanılıyor. Bu yüzyılın ilginç isimlerinden biri de François Pourfoir de Petit’dir. Bir Fransız ordu cerrahı olan bu zat sinir sistemi yaralanmalarında rastladığı klinik tabloların benzerini, aynı lezyonları köpeklerde deneysel şekilde yaparak incelemiş, Hipokrat’tan beri bilinen lezyon/kontrlateral hemipleji ilişkisini piramitlerin çaprazlamasıyla açıklamağa çalışmıştır. Animal elektriği uzun uzun araştıran Bologna’lı Luigi Galvani de bu yüzyılda yaşamıştır. Morgagni de bu dönemin önemli patolog ve klinisyenlerindendir.

Kuşkusuz, geçen yüzyıllar içinde, nörolojinin en büyük gelişmesi 1800’lü yıllarda olmuştur. Hele 19.yüzyılın ikinci yarısı Spillane’in deyimiyle “nörolojinin çiçeklendiği dönem” dir. Bir genelleme yapacak olursak, 19.yüzyılın ilk yarısında sinir sisteminin makroskopik anatomisindeki gelişmelerin devam ettiği, ikinci yarısında ise histoloji, fizyoloji, klinik ve patoloji alanında büyük atılımlar yapıldığı görülür. `Kurucu` diye niteleyebileceğimiz büyük nörologların önemli bir bölümü bu dönemde yetişmiştir. Bu gelişme, elbette, teknik ve araştırma metodlarındaki ilerleme ile paralel gitmiştir.


Fiksatif olarak alkolün kullanılması 19.yüzyılın ilk yıllarında başlamış, bu amaçla formaldehidin kullanılması 1897’yi bulmuştur. Mikroskop 1830’larda epey gelişmiş bir alettir. İnce sinir dokusu kesitlerinin 1840’larda, basit boyama metodlarının 1850’lerde geliştiğini görüyoruz. Wallerian sinir dejenerasyonu bu yıllarda tarif edilmiştir. Gine bu yıllarda Türck, fokal beyin ve m.spinalis lezyonlarını inceledi ve bu lezyonları izleyen traktus dejenerasyonunun ileti yönüne uyduğunu, yani motor yollarda aşağı, duyusal yollarda ise yukarıya doğru olduğunu gösterdi.


Prag’lı Purkinje yeni histoloji metodlarını ilk uygulayanlardandır. İnsan beyninin histolojik yapısını 1838’de yayınladığı bir kitapta ayrıntılarıyla incelemiştir. Sinir hücresini nukleus, dentrit ve aksonuyla göstermeyi başarmış, serebellumda kendi adıyla anılan armut biçimi hücreleri tanımlamıştır.


von Gudden (1824-1886) bir Alman nöropsikiyatristidir. Aynı zamanda nöroanotomisttir. Yavru hayvanlarda duyusal kranyal sinirlerin kesilmesi ve göz gibi duyu organlarının çıkarılmasından sonra santral beyin yapılarında görülen sekonder atrofiye dayanarak spesifik duyu yollarının bağlantılarını araştırmıştır. Örneğin, görme yollarının anatomisini çözebilmek için 30 yılını vermiştir. Forel, Nissl, Edinger, Kraepelin gibi büyük isimler öğrencisi idiler. Asalet ünvanı Bavyera kralı 2.Ludwig’in aile doktoru olmasından gelmektedir. Paranoid bir psikozu olan aynı kral tarafından bir göl gezintisinde suda boğularak öldürülmüştür..


Sinir sistemi histolojisinin gelişmesi 19.yüzyılın ikinci yarısında Golgi ve Cajal ile zirveye çıkmıştır. Golgi (1843-1926) evinin mutfağında yaptığı çalışmalarla sinir hücrelerini boyamak için gümüş kromat metodunu bulmuş, böylece hücreleri tüm uzantıları ile birlikte net bir şekilde gösterebilmiştir. Nöroglia’yı tanımlayan, Golgi I ve II tipi hücreleri tarif eden kendisidir. Golgi, sinir uzantılarının kesintisiz bir ağ, bir retikulum oluşturduğunu ileri sürüyordu. Bu görüşe “retiküler doktrin” diyoruz. Ömrü boyunca bir karınca hamaratlığıyla çalışan Madrit’li Ramon y Cajal ise “nöron doktrini’ni” savunuyordu. Yani, bir nöron ikinci bir nöronla bir retikulum teşkil etmiyor, anatomik devamlılık göstermiyor, sadece ona temas etmekle kalıyordu. Büyük çekişmelerden sonra bu iki büyük nörohistolog 1906 Nobel Tıp Ödülünü paylaştılar. Sırası gelmişken, sinaps deyiminin Sherrington tarafından 1897 yılında ortaya atıldığını söyleyelim.


Ondokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya konan Bell-Magendie Doktrini nörofizyolojinin temel kurallarından biridir. Charles Bell 1811’de spinal ön köklerin motor olduğunu göstermiş, 1822 yılında da Magendie arka köklerin duyusal olduğunu ispatlamıştır. Bu buluşların önemi şuradan geliyor: O zamana kadar m.spinalis’e, sadece, vücudun impuls taşıyan “en kalın siniri” gibi bakılmaktaydı. Bu keşifle ise m.spinalis segmanter ve intersegmanter refleks aktivitesi için anatomik bir yapı oluşturuyordu. Yani, sinir sisteminin integratif aktivitesi için uygun bir yapı.

Sinir sisteminin ince yapısının daha iyi anlaşılmasıyla refleks konusu nörofizyolojinin geniş şekilde araştırılan bir alanı oldu. Ondokuzuncu yüzyılın son, 20.yüzyılın ilk yıllarındaki çalışmalarıyla Sherrington bu alanın en önemli isimlerinden biridir. “Integrative Action of the Nervous System” adlı kitabıyla Lord Adrian ile birlikte 1936 Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Bu kitap için “Newton’un Principia’sı fizikte neyse bu da nörofizyolojide odur.” denilmektedir.


Onsekizinci yüzyılda Luigi Galvani’nin öncü çalışmalarıyla başlayan elektrofizyoloji du Bois-Reymond tarafından geliştirildi. Katod ışınları osiloskopu kullanarak sinir aksiyon potansiyellerinin kaydı ise 1924 yılında Erlanger ve Gasser tarafından başarıldı ve araştırıcılara 1944 Nobel Tıp Ödülünü kazandırdı.


Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en önemli araştırma konularından biri de serebral lokalizasyon problemidir. Serebral korteksle ilgili çalışmalarında, bir bölüm araştırıcı elektrik stimülasyon ve ablasyon ile negatif sonuçlar almışlardı. Bunların arasında Flourens (1794-1867) ve Goltz’ü (1834-1902) sayabiliriz. Almanya’da Fritz (1838-1897) ve Edward Hitzig (1838-1907) ise hayvan deneylerinde bir motor korteksin varlığını gösterdiler. Konuyu daha çok köpekte, biraz da maymunda araştırdılar. Metodları korteksin faradik stimülasyonu idi. Bazı hayvanlarda da kortikal ablasyon yaptılar. Sonuçları 1870’de yayınladılar. Buna göre, korteksin faradik stimülasyonuyla karşı ekstremitelerde, cereyanın şiddetine göre, sınırlı veya yaygın kasılmalar görülüyordu. Ablasyonda ise felç tesbit ediliyordu. Motor alanı bir kortikal harita üzerinde işaretlemek mümkündü. Benzeri bulgular 1873’te İngiltere’de Sir David Ferrier (1843-1928) tarafından yayınlandı. Ferrier başlıca maymunlar üzerinde çalıştı. Metodu faradik stimülasyon veya ablasyondu. Kraliçe Victoria devri favorili bir centilmen olan Ferrier’nin koğuş vizitlerine yüksek, ipekli bir şapka ile çıktığı, hasta nörofizyolojik açıdan ilginç değilse viziti kısa kestiği söylenir. Serebral lokalizasyon fikrini reddeden Goltz ile Ferrier arasında 1881 Londra Dünya Tıp Kongresinde geçen tartışma çok meşhurdur. Ferrier kongre salonuna peşinde bir hemiplejik hasta gibi bacağını sürükliyerek yürüyen kortikal ablasyonlu maymunuyla girmiş, bu sahneden çok etkilenen Charcot “C’est un malade =Bu bir hasta” diye bağırarak maymunu göstermiştir. Ardından Goltz’un köpekleri ve Ferrier’nin maymunlarının otopsi ve patolojik tetkikleri yapılmış, sonunda motor korteks fikri herkes tarafından kabul edilmiştir.


Aynı yıllarda bir İngiliz nörologu, Hughlings Jackson (1835-1911) hiç hayvan deneyi yapmadan, klinik olayların analizine dayanarak bu deneysel araştırıcıların vardıkları sonuçlara varıyordu. Jackson, bugün kendi adıyla anılan fokal konvülsiv nöbetlerin bir noktadan başlayıp bir sıra içinde yayılmasına bakarak motor kortekste belirli bir diziliş olduğunu ileri sürüyordu.
 
Afazi ve serebral lokalizasyon konusunda dikkatleri sol hemisfere çeken Marc Dax olmuştur. Binsekizyüz otuzaltı yılındaki bir bildirisinde afazinin sağ hemiplejisi olan hastalarda görüldüğüne işaret etmiş ve konuşma bozukluğundan sol hemisferi sorumlu tutmuştur. Bugün, motor afazi Paul Broca’nın (1824-1880) adıyla birlikte anılır. Aslında, Broca serebral lokalizasyon fikrine karşıydı. Ancak, bir süre izlediği bir hastanın 1861 yılında öldüğünde yapılan otopsisinde sol alt frontal girusta lezyon görülmesi üzerine 3.sol frontal sirkonvolüsyon doktrini’nin baş savunucusu oldu. Sensoryel afaziyi tanımlayan ve nekropsi çalışmalarıyla sol temporal loba lokalize eden Wernicke’dir(1848-1904). Yıl 1874. Wernicke o tarihte 26 yaşındaydı.


Serebral lokalizasyon alanındaki bu gelişmelerin klinik nörolojideki etkisi büyük oldu. O yıllarda, örneğin bir beyin tümörünün lokalizasyonu için bir tetkik metodu yoktu. Tek yol, klinik bulguların dikkatli bir değerlendirilmesinden ibaretti. İşte, İngiltere’deki ilk beyin tümörü ameliyatı tamamen klinik bulgulara dayanılarak 1884 yılında yapılmıştır. Godlee ve Bennett adlı iki İngiliz cerrah Jackson tipi epilepsi nöbetleri ve ilerleyici hemiparezisi olan İskoçyalı bir hastayı ameliyat ederler. Jackson ve daha önce sözünü ettiğim Ferrier de ameliyatta hazır bulunurlar. Ameliyatın sonuna doğru Jackson, Ferrier’in kulağına eğilip: “Berbat, felaket “der. Ferrier şaşırır: “Neden böyle diyorsunuz, ameliyat çok başarılı geçti.” Jackson cevap verir: “öyle demeyin, cerrahlar bir İskoç’un kafasını açtılar, ama beyninin içine biraz şaka, biraz espri koymadan tekrar kapattılar.” Hemen ekleyelim: Jackson’un bu sözleri söylediği Ferrier de İskoçya’lıydı.


İnsan beyninin elektrikle ilk uyarılması 1874 yılına rastlar. Cincinnati’li bir cerrah olan Roberts Bartholow, saçlı derisinde habis bir tümörü olan hizmetcisini ameliyat ederken kranyumu da kaldırmak zorunda kalmış ve bu arada korteksi elektrikle uyarmıştır. Karşı vücut yarısında kasılmalar gördüğünü kaydetmiştir. Hasta bir süre sonra ölmüş, nekropsisinde elektrod giriş yerlerinde iltihap ve dural sinüs trombozu tesbit edilmiştir. Bu olay büyük reaksiyon doğurmuş ve Bartholow Cincinnati’yi terketmek mecburiyetinde kalmıştır.


Nörolojik temel bilimlerde özellikle 19. yüzyılın 2.yarısında görülen gelişmeler sonucunda klinik nörolojinin gerçekten de “çiçeklendiğini” görüyoruz. Buna en çarpıcı biçimde üç Batı Avrupa ülkesinde tanık oluyoruz: Almanya, İngiltere, Fransa. Alman Nöroloji Okulunun bu dönemde önde gelen isimleri Erb ve Oppenheim’dır. Nörolojiye katkılarını kitaplardan hatırlıyoruz. Özellikle Erb (1840-1921) Almanya’da nöroloji eğitimine öncülük yapmıştır. Heidelberg Üniversitesi tıp eğitim programına nörolojiyi sokan odur. Ayrıca, nörolojiyi Almanya’da bir uzmanlık dalı olarak kabul ettirmiştir. İngiliz Nöroloji Okulunun en önemli merkezi Londra Queen Square’deki, orijinal adıyla “National Hospital for the Paralyzed and Epileptic” adlı hastahanedir. Jackson, daha sonra “National Hospital for Nervous Diseases” adını alan bu hastahanede 45 yıl çalışmıştır. Bütün ünlü İngiliz ve dünya nörologları buradan gelip geçmişlerdir. Binsekizyüz ellidokuzda kurulan bu hastahanenin ilk hekimleri arasında Ferrier, Horsley, Brown-Séquard hemen akla gelenler. Sir William Richard Gowers de (1845-1915) İngiliz nöroloji eğitim ve öğretimine burada büyük hizmet vermiştir.



Fransız Nöroloji Okulunun mayalandığı yer Salpêtrière Hastahanesi, en büyük üstadı da, kuşkusuz, Charcot’dur (1825-1893). Bina 1603 yılında askeri amaçlarla inşa edilmiş, daha sonraları hasta ve kimsesizler yurdu görevini üstlenmiştir. Onsekizinci yüzyılda akıl hastaları da yatırılmış, psikiyatrinin uluları Pinel ve Esquirol burada çalışmışlardır. Charcot Salpêtrière’e 1848 yılında intern olarak girmiş, 9 yıl patoloji ve genel tababetle ilgilenmiştir. O tarihlerde hasta mevcudunun 5.000’i bulduğu, bunların büyük bir bölümünün nörolojik ve psikiyatrik hastalar olduğu söyleniyor. Charcot burada bir nöropatoloji, bir oftalmoloji (Parinaud’nun yönetiminde) ve bir klinik psikoloji seksiyonu (Pierre Janet’nin yönetiminde) kurmuştur. Böylece, o günün koşulları içinde, ideal bir nöroloji merkezi oluştu. Charcot’nun yetenek ve formasyonundaki bir insanın sınırsız denebilecek klinik materyeli izleyip postmortem inceleyebilmesi nöroloji için gerçek bir şans olmuştur. Böylece, zamanla, kliniko-patolojik korelasyona dayanan bir nörolojik hastalıklar klasifikasyonu ortaya çıkmağa başladı. Charcot, o zamanın basit boyama metodlarıyla mültipl skleroz, amiyotrofik lateral skleroz, tabes dorsalis ve poliomyelitis gibi hastalıkların patolojisini tanımladı. Nöroloji bilgisinin yanısıra parlak hitabeti ve etkileyici kişiliğiyle evrensel ün kazanmış, 1882’de Fransa’nın ilk nöroloji profesörü olmuştur. Pierre Marie, Babinski, Bechterew öğrencisi idiler.


Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında nöropatoloji çalışmalarının daha çok makroskopik alanda olduğunu görüyoruz. İkinci yarıda ve 20.yüzyılda ise mikroskopik çalışmalar ön plana geçti. Kölliker, Alzheimer, Nissl, Spielmeyer, Jacob ve Bielschowsky sinir sistemi histopatolojisinin büyük isimleri. Bu alanda Almanya’nın başı çektiği anlaşılıyor. Spielmeyer ve Jacob’un rahmetli hocamız İhsan Şükrü Aksel’in hocası olduklarını hatırlatmak istiyorum.


Nörolojik muayene ancak 19.yüzyılın son 25-30 yılında düzenli bir şekilde yapılmağa başlanmıştır. Bu yıllara kadar nörolojik hastanın muayenesi başlıca gözlemden ibaretti. Bir yanında felç olan, titreyen, yürümesinde şu veya bu özellikler gösteren hastalar tanımlamakla yetinilirdi. Bununla beraber Charcot ve arkadaşları bu yöntemle pek çok tremor şekilleri ve yürüme bozukluğu tiplerini birbirinden ayırabilmişlerdir. Charcot’nun hastaların başına uzun tüyler taktığı ve tremoru bunların sallanışına göre değerlendirdiği söylenir. Tendon reflekslerinin muayene ve yorumu 1875 yılından daha sonradır. Binsekizyüz ellilerde icat edilen oftalmoskop ancak yüzyılın sonuna doğru yaygın şekilde kullanılır olmuştur. Nöroloji kliniklerinde adını hergün defalarca andığımız, nörolojik semiyolojinin en güvenilir ve anlamlı belirtisini tarif eden Babinski (1857-1932) Polonya kökenli bir ailenin çocuğudur. Hemiplejik ve paraplejik hastalarda tesbit ettiği bulgusunu 1896’da yayınlamıştır. Bugün hasta takdimlerinde çok kullandığımız 'Piramidal Sendrom' deyimi de 20. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanmıştır.


Nörolojik hastalıkların tedavisi daima bir problem olagelmiştir. Örneğin, epilepsinin etkili bir ilacının bulunması uzun zaman almış, çok eski tarihlerden beri insanoğlunun boğazından geçen herşey, ayıbalığı testisinin tozundan şakayık köküne kadar herşey, tedavide kullanılmıştır. Bir ölçüde etkili olan bromürler 1857’de önerilmiştir. Ama, bugün de kullandığımız ilk etkili epilepsi ilacı olan luminal için 1912 yılını ve Alfred Hauptmann’ı beklemek gerekmiştir. Ardından gine 26 yıllık uzun bir bekleyiş ve 1938’de Merrit ve Putnam’ın hidantoini. Bugün kullanılan antiepileptik ilaçların büyük çoğunluğu ise 20. yüzyılın ikinci yarısının ürünüdür.


Yirminci yüzyılın başlarından itibaren sinir sistemi hastalıklarının inceleme metodlarında gelişmeler olduğunu görüyoruz. Bugünkü şekliyle lomber ponksiyon 1891’de Quincke tarafından tarif edilmiştir. Röntgen ışınlarının, 1895’te keşfinden sonra ardarda ortaya atılan metodlarla beyin ve omurilik hastalıklarının incelenmesinde kullanılmağa başlandığını görüyoruz. Fransız Sicard 1921’de myelografiyi, İngiliz sinir cerrahı Dandy de ventrikülografi (1928) ve pnömoansefalografiyi (1929) uygulamaya koydular. Serebral anjiyografi (1927) Portekizli Egas Moniz’in metodu. Bu zat, hekimliğin yanısıra Portekizin Madrit büyükelçiliğini yapmış ve birçok uluslararası toplantıda ülkesini temsil etmiştir. Moniz 1949’da Nobel Tıp Ödülünü almıştır. Ama serebral anjiyografi nedeniyle değil, birara akıl hastalıklarında oldukça yaygın şekilde kullanılan prefrontal lobotomideki öncülüğünden ötürü. Elektromiyografi ile ilgili ilk çalışmalar 1928’de başlıyor. Caton adında bir İngiliz fizyologunun 1875’te tavşan korteksinden elektrik akımı kaydetmesiyle başlayan elektroansefalografi çalışmaları Hans Berger’in 1929’da insanda kranyum üzerinden yaptığı kayıtlarla gelişmiş, bu çalışmalara Lord Adrian da katılmıştır. Bütün bu nörolojik inceleme metodlarıyla 1950’lere doğru sinir hastalıklarının bir ölçüde incelenebildiğini görüyoruz. Bununla birlikte bu metodların sinir sistemi parenkimi hakkında direkt bilgi vermediğini, bir bölümünün de invaziv yöntemler olduğunu söylemeliyiz.


Yirminci yüzyılın ikinci yarısında genel tıp alanında, bu arada nörolojik bilimler ve sinir sistemi hastalıklarını inceleme metodlarında büyük bir gelişmeye tanık olduk. Özellikle yüzyılın son birkaç on yılındaki gelişim ve yenilikleri 'patlama' olarak nitelendirmek abartma sayılmamalıdır.


Nörolojik hastalıkların incelenmesinde en büyük atılımlardan biri, kuşkusuz, görüntüleme metodlarında olmuştur. Yukarda değindiğimiz gibi, özellikle santral sinir sistemi hastalıklarında tanıya giderken araştırma yöntemlerinin yetersizliği, kolay ve hastaya zarar vermeyen metodların bulunmayışı yakın zamanlara kadar büyük bir eksiklikti. Elektronik ve bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerle bu eksiklikler büyük ölçüde giderilmiş oldu. Röntgen ışınlarının keşfinden sonra yaklaşık yüz yıla yakın bir süre nörolojik tanıda bu ışınlardan yararlanma sınırlı kalmıştı. Üstelik pnömoansefalografi, ventrikülografı, anjiyografi ve miyelografi gibi yöntemler kolay ve hasta için tamamen zararsız metodlar değildi. Hounsfield’in 1972’de X-ışınlarını kullanarak Bilgisayarlı Tomografiyi (BT) icat etmesiyle bu sakıncalar aşılmış oldu. Bir beyin tümörünü, bir beyin infarktını, hastaya zahmet vermeden, bir film üzerinde açık-seçik görebilmek nörolojik görüntülemede gerçek bir devrim sayılmalıdır. Kısa süre sonra arkadan gelen Magnetik Rezonans Görüntüleme (MRG) ile kolay ve non-invaziv inceleme olanakları gelişip zenginleşti. Bu tetkiklerden ve sinir sistemi görüntülemesinde kullanılan öteki metodlardan kitabın ilerki bölümlerinde, gereği ölçüsünde, sözedilecektir.


Son elli yılda moleküler biyolojideki gelişmeler nörolojik bilimler alanına da önemli yenilik ve kazanımlar getirdi. Watson ve Crick’in 1953 yılında DNA molekülünün çifte sarmal yapısını keşfetmeleriyle Mendelien genetikten moleküler genetiğe geçilmiş oldu. Böylece, bir zamanlar 'dejeneratif' denilerek nörolojinin 'çöp sepeti’ne atılan birçok hastalığın oluş mekanizması açığa çıkarıldı. Ayrıca klinik tanıda zorluklar gösteren hastalıkların kesin tanısı gen araştırmaları ile mümkün olabilmektedir. Gine aynı şekilde kalıtımsal hastalıklar prenatal devrede tanınabilmektedir. Genetik ve moleküler biyolojideki bu gelişmeler yakın yıllarda yalnızca hastalıkların teşhis edilmesine değil kalıtımsal hastalıkların tedavisine de yönelmişlerdir.Transgenik hayvanlarda üretilen asit alfa glukozidaz, Pompe hastalığında yaşamın uzamasına neden olmuştur. Benzer şekilde moleküler mekanizmaları “anti-sense oligonüklotidler” aracılığı veya ekzon atlama yöntemleri ile değiştirilebilmektedir. Bu çalışmaların hayvan deneylerinde çok olumlu sonuçları bildirilmektedir. Doğrudan gen tedavisi veya kök hücre tedavileri ile ilgili sorunlar ise henüz halledilememiş ve tedavi anlamında bir olgunluğa ulaşamamıştır.


Önemli bir başka gelişme alanı olarak da immünolojiden söz etmeliyiz. Aslında eski bir bilim dalı olan immünoloji bazı hastalıkların otoimmün mekanizmayla ortaya çıktığının anlaşılmasıyla büyük ilgi odağı haline geldi. İyi bir otoimmün hastalık modeli olarak myasthenia gravis’i gösterebiliriz. Guillain-Barré sendromu, kronik demiyelinizan inflamatuvar polinöropati, dermatomiyozit, multipl skleroz gibi hastalıkların otoimmün mekanizmayla ilişkileri bugünkü nörolojik bilimlerin aktif araştırma konularıdır. Bu alandaki gelişmeler patogenez açısından olduğu kadar tedavinin rasyonel bir temele oturtulması bakımından da önem taşımaktadır. Özellikle otoimmün hastalıklarda otoimmünite kaskadında yer alan moleküller ve bu moleküller arasındaki ilişkilerin anlaşılması, artık tedavide genel olarak immüniteyi hedefleyen tedavi ajanlarından, bu molekülleri hedefleyen tedavi ajanlarının üretilmesine yönelmiştir.

Edip Aktin

KAYNAKLAR


1. Chartered Society of Queen Square: Queen Square and the National Hospital,1860-1960. Edward Arnold LTD, London, GB, 1960.

2. Critchley, M.: Hughlings Jackson, the Man and his Time. Arch.Neurol., 43:435-437,1986.

3. Danek, A., Gudden, W., Distel, H.: The Dream Kings’s Psychiatrist Bernhard von Gudden. Arch.Neurol. 1989; 46:1349-1353

4. Goetz, C.G.: Jean-Martin Charcot, A Centenary Tribute. The American Academy of Neurology, New York, USA, 1993.

5. Haymaker, W.(Ed.): The Founders of Neurology. Charles C Thomas. Springfield İllinois, USA. 1953.

6. Holmes, G.: The National Hospital, Queen Square, 1860-1948. E&S.Livingston LTH, Edinburgh and London, GB, 1954.

7. Mc Henry Jr.L.C. (Ed): Garrison’s History of Neurology. Charles C Thomas.Springfield İllinois, USA, 1969..

8. Spillane, J.D.: The Doctrine of the Nerves. Oxford University Press. Oxford New York Toronto, USA, 1981.

9. Wilkins, R. H.(Ed): Neurosurgical Classics. Johnson Reprint Corporation. New York and London, USA, 1965.

10. Wilkins, R. H. (Ed.): Neurological Classics. Johnson Reprint Corporation. New York and London, USA, 1973.
 
Geri
Top