Ekmek ve Gül, Zeynep’i benim kalbimde durduğu yerden alıp sahiplenecek, kalpte kalbe ulaştırıp çoğaltabilecek bir mecra; bu yüzden Ekmek ve Gül’ün sevgili kadın okuru, Zeynep’i size emanet ediyorum.
Şöhret BALTAŞ
Çocukluğumun, siline siline aşınmış tahta yer döşemesinin üzerine serip oynadığım karton bebeklerin arasına gizlenen hayal meyal hikâyeleri arasında bir Zeynep vardı. Şimdi düşündüğümde oldukça uzun boylu ve çırpı gibi zayıf olduğunu, başından çıkarmadığı oyalı yemenisinin çevrelediği kırışık yüzüne bakılırsa hayli yaşlı göründüğünü ama aslında olsa olsa kırklı yaşlarda olduğunu hatırlıyorum. Kürt illerinden İzmir’in Kadifekale’sine göçmüş, ev işçisi bir kadındı.
Yıllar yıllar sonra, bir derleme kitap için benden Kürt gerçeğine dair bir öykü istendiğinde, ne hamaset kokan, ne de “Alman turistin Anadolu gezisi” notları gibi bol acı, bol yoksullukla dolu bir öykü yazmak istemedim. Kendi durduğum yerden; seçemediğim bir yaşamın içine doğmuş olmanın günahsızlığı ve seçebildiğim yaşam duruşunun eksik bıraktığım için boynuma yazılan günahları ile, olduğu gibi olan bir öykü çıktı kalemimden.
Yayınevinin editörü belki ismim popüler olmadığı için, belki de öyküm beklentilerini karşılamadığı için seçkiye almadı öyküyü. Yanılmıyorsam altı yıl oldu, bu öykü sessizce bir kenarda bekledi. Ve Zeynep de. Öyle, sessizce, usul usul, şikâyetsiz, boynunu büküp bekledi.
Ekmek ve Gül, Zeynep’i benim kalbimde durduğu yerden alıp sahiplenecek, kalpten kalbe ulaştırıp çoğaltabilecek bir mecra; bu yüzden Ekmek ve Gül’ün sevgili kadın okuru, Zeynep’i size emanet ediyorum, onu kalbinize alacağınıza inanıyorum.
Mesele, aradaki yetmiş altı dakika değil. Mesele…
Ne istiyorsun çocuk? Yangın yerinden kurtarılmış eski bir bez bebeğe benziyorsun. Hiçbir şey söylemeden, sessizliğinle kalabalık ediyorsun kalbime. Ben, senin sessizliğinle başa çıkamam… Ne istiyorsun benden?
Senin düşlerine bile giremeyecek bir deniz kıyısında yaşadım ben. Bizim için, senin oralar neydi, biliyor musun; ilkokul kitaplarımızda “Soframızdaki yiyecekler nerden gelir” ünite başlığı altında güler yüzüyle arpa-buğday eken kırmızı yanaklı, nur yüzlü, uzun kıvırcık kirpikli kızdın sen mesela. Böyle öfkeyle bakmazdın hiç, gözlerinden dünyayı yakmaya yetecek bir ateş çıkmazdı. Siyah önlüklerimiz, beyaz kolalı yakalarımızla ip gibi sıraya dizilip koro halinde “Eminem Eminem köyümün güzeli/ dağlara gel Eminem/ yeşillendi dağlar/yeşiller giy Eminem” şarkısını söylerken, aramızdan birkaçı, hani henüz kalbi büsbütün kendi içine dönüp de çürümemiş birkaçımız, büyüyüp de Emine’ye yardım eli uzatmayı hayal ederdik en fazlasından… Yani iyiydik aslında, iyi çocuk olmanın vatana millete hayırlı olmak demek olduğunu öğrettikleri bir çağdaydık. İyiydik iyi olmasına da, iyiliğimiz durduğumuz yerden, -ki durduğumuz yer tertemiz, cilalı bir kürsüydü- el uzatmaktı toza toprağa kesmiş patikalara. Eh, daha ne olacaktı ki zaten? Büyüyüp de bir öğretmen, bir doktor -üçüncü bir adanmışlık mesleği bilmezdik- olduğumuzda, sizin oralara gelip ışıksız, susuz, yolsuz bir ömür geçirmek, hayal edebileceğimiz en büyük fedaydı.
Bazen, hayat bilgisi kitabı ünite konularında anlatılanların dışında bir şeyler olurdu, karanlık gökyüzünde bir an parlayıp sönen masmavi şimşek gibiydi onlar, hadi resmini çiz deseler, çizemezsin… Ama olurdu. Mesela, Dilan vardı, üçüncü sınıfta aramıza katılan. Daha yeni yeni yapılmaya başlayan apartmanların bodrum katlarında yaşayan kapıcı ailelerinden birinin kızıydı. Saçları üç numaraya vurdurulmuş ağabeyi Civan’ın adına gülen erkek çocuklarının karşısına geçip, “ne var, delikanlı demek işte” derken gözlerine biriken yaşların akmaması için dudaklarını sımsıkı kilitleyip sırasına oturan kız. İki yanından örgüleri beline kadar inerdi, solmuş önlüğünü silkeler, okula erken yaşta başlayıp da sınıfına yetiştiği ağabeyinin kalemlerini açar, resimlerini yapardı. Öğretmenimiz, adanma ideallerimizi besleyen, kitaplarımız öyle dediği için mi, yoksa hayatta başka bir örnek olmadığı için mi bilmem, hepimizin ister istemez kahraman bellediği o “ışıklı yollardaki rehberimiz” biricik öğretmenimiz, müzik dersinde tahtaya çıkıp incecik sesiyle söylediği, anlamadığımız dildeki türküsünü kesip, “Otur yerine! Türkçe konuşana kadar da kalkma!” diye azarladığında da sıkmıştı dudaklarını Dilan. Neden bir çocuğun kalbi, söylediği türkü yüzünden kırılmalıydı ki? Öğretmene soramamıştım, ders dışında bir şey sorulamaz, parmak kaldırmak dışında söz alamazdın zaten. Dönüp Civan’a baktım, benim yapamadığımı o yapsa keşke, dikilip öğretmenin karşısına, neden ağlattın kardeşimi dese… Pencerenin dışındaki bir noktaya takılmış, dalıp gitmişti Civan; aklı orada değildi sanki ya da orada olmak istemiyordu.
Ben mi ne hissettim? Ah çocuk… Dilan, karanlıkta çakıveren mavi bir ışık çizgisiydi… Üzüldüm, çocuk kalbim sızladı, hatırlamıyorum, belki de teneffüste yanına gidip bir iki şey demiş, kıymetli pembe silgimi vermişimdir… Ne değişir ki çocuk? Karanlık daha büyüktü ondan. Bir çakımlık ışıktı, Dilan…
Hem, sen nerden bileceksin daha; insanın zihnini, kalbini saran bir kurulu dünya vardır; canını sıktığı, her yanını kuşattığı, bunalttığı kadar da koruyan. Evet, korur. Sarsıntılardan, altüst oluşlardan, yıkıp yeniden yapmanın dehşetli zorluğundan. Kabul edersin. İşte bu kadar, senden bekledikleri bu kadardır. Sessiz bir anlaşmadır, senaryonun dışına çıkmazsan sana bulaşmaz kimse; aile, öğretmen, müdür, patron, polis, hiç kimse… Sen de ses çıkarmadan… Ne oldu? Beğenmedin mi bu hikâyeyi?
Belki bir Doğu masalı anlatmalıyım sana. Biraz esrar, biraz hüzün, olağandışının mümkün, hatta alışıldık olmasından doğan inanılmaz bir acımsı tat… Herkes bilir böyle masalları, biraz eksik biraz fazla… Ama sen zaten masalların diyarından geliyorsun, değil mi? Yeni bir masal… Çok zor. Gerçeğin korkunç bir masal gibi dehşetle, yedi başlı canavarlarla kötü devlere inanmaz gözlerle bakarak yaşandığı bir diyardan gelen sen, hangi masalı olağanüstü bulabilirsin ki?
Bir portre daha o zaman. Dönüp baktığında herkesin maziyi yığdığı çuvalından çıkar böyle şeyler. Hüznü yüzünün çizgilerinde saklayan biri mesela. Sırtındaki kocaman çuvalı yere bırakıverip terlemiş bıyıklarından uzun hava döktüren bir adam, oy hawar… Merdiven yıkarken kovadaki kirli suyun içine incecik bir türküyü akıtan ince, narin bir gölge… Ya da bir tezgâhın önünde, bakınırken el örgüsü patiklere, birden, nerden geldiği belli olmadan sessizliğin ortasına düşen, anlamadığın dilden bir haykırış, korsan kaset tezgâhını toplayıp kaçan adamın yüzünde kısacık bir an görüp kaybettiğin inatçı öfke… Elinde kalıveren patik, ne yapacağını bilemeden, öylece, orta yerde, hayatın bilinmez bir kuytu köşesine seni tanık eden o esmer delikanlı hani… Veya inşaatlardan düşüp ölenler hani, küçük düğün salonlarında şemame’lerle halay çekenler, bir gece vakti polis çevirmesinde sırf kimliğinde yazılı doğum yeri yüzünden sabaha kadar alıkonanlar… Eğer hâlâ taş kesilmemişse, kalbini biraz yokladığında, orada yer eden o küçük anlardan birinde o yüzleri hatırlar herkes. Hâlâ taşa kesmediyse kalbi, o anda hissettiği yakıcı, aptallaştırıcı duyguyu yeniden yaşar; hani önünden bir film akıp geçer de sen o filme olmadık bir yerde dahil olur, sorarsın ne olduğunu, sana anlatıncaya kadar birileri, hızla koşan kahraman uzaklaşıp gider sahneden, anlamazsın ama hayati bir an olduğunu kalbinin güm güm atışından bilirsin, o kısa anlar işte…
Şimdi o sahnelerden birini anlatacağım sana. Bizim filmimize kısa bir an için girip çıkıveren bir gölgeyi. Ne oldu? Yine mi kızdın? Ah çocuk, ne sandındı, Batı’nın dev perdesine girip çıkıveren gölgeydi sizinkiler. Bazen daha çok kalırlardı sahnede, bazen görünmezlerdi bile, ama esas kahraman olmazlardı hiç. Dinle çocuk, o gölgelerden birini, üç beş satırlığına, beş dakikalığına da olsa esas kahraman yapmamı istemez misin? (Böyle yaparak kalbimi biraz olsun ferahlattığım meselesini bir yana bırak şimdi.) Dinle o halde…
Batı’nın yosun kokulu rüzgârlarıyla serinleyen kentlerinden birinde, ahşap bir eve, silerken insanın parmağına kıymıkların battığı tahta döşemeleri ağartmaya gelen bir kadın vardı. İnce mi ince, upuzun bir bedeni, kopacak gibi duran ayak bilekleri ve boynu vardı. Kentin, ilkçağlarda kurulmuş olduğu tepede yaşardı. Oradan, sabahın alacakaranlığında elinde bir kandille yürüyerek indiğini düşlerdi ahşap evin çocuğu. “Hanımım” derdi, kıymalı patates yemeğine ekmeğini banarken, “ellerin dert görmesin”, başka da bir şey söylediğini duymamıştı çocuk. Konuşmazdı kadın, çamaşır suyu kokan ellerini pazen entarisine kurulayıp oyalı yazmasını sıkılarken, arapsabunuyla tahtaları ovalarken onu seyrederdi çocuk. Odanın bir köşesine çömelir, bakar, konuşmak ister, laf bulamazdı. Şu kalbi henüz taşa kesmemiş, tarif edemediği bir şey içini yakınca başını çevirip uzaklaşmayı henüz öğrenememiş çocuklardan biriydi işte. Arada bir gülümserdi kadın çocuğa, ama o da laf bulamadığından mı, kendi sessizliğiyle konuştuğundan mı nedir, hiçbir şey söylemezdi. Mırıl mırıl bir türkü dökülürdü bazen incecik dudaklarından kıymıklı tahtaların üstüne. Kulak verir ama anlamazdı çocuk. Akşam olunca kovasını tuvalete boşaltır, bezleri yıkayıp asar, parasını göğsüne kıstırıp giderdi. Mevsim döndüğünde, uzun bahar temizliklerinde gelirdi ancak. Bahçe kapısında dinelip uzun süre görmeyeceği kadının ardından bakardı çocuk. Söylemediklerini, sustuklarını merak ederdi.
Bir sonbahar günüydü. Çocuğun babası eve gelmedi, haberi geldi. Anne koştu gitti hastaneye, çocuk anneanne gelene kadar bekleyecek. Tesadüf bu ya, ince uzun kadın tahtaları silmeye gelmişti o gün. Evde olup bitenlerden ürküp bir köşeye sinen çocuğu yanına çağırdı. Sobanın yanına, yere oturdular. Çocuğun saçını okşadı çamaşır suyundan sertleşmiş elleriyle, korkma dedi, gelir annen… Sonra ince, titrek sesiyle bir masal anlatmaya başladı kadın. Bir sürü kelimeyi, çocuğun okulda öğrendiği gibi söylemiyordu, bu yüzden bazılarını anlamıyordu ama melodisi öyle güzeldi ki, büyülenmiş gibi dinledi çocuk. Yıllarca hiç unutmadı o sobanın başında o incecik kadının dizi dibinde yaşadığı o büyülü zamanı.
[cf]Memleketin birinde iki kardeş varmış, biri kız, biri erkek. Anaları ölüp de babaları üvey ana getirince, neşeleri kaçmış, sararıp solmuşlar. Zalim üvey ana, sabah baba evden çıktı mıydı, çocuklara eziyet eder, döver, korkuturmuş. Yine bir gün, çocukların eline bir bıçak, bir de çuval verip dağa kenger toplamaya göndermiş. Çuval dolmadan gelmeyin, öldürürüm sizi, diye de korkutmuş. Çocuklar akşam karanlığına kadar dağ bayır dolanmış, kenger toplamışlar. Topladıkları kengeri oğlanın sırtındaki çuvala doldurmuşlar. Düze inince çuvala bir bakmışlar ki, çuval bomboş! Abla, kardeşini suçlamış, gizli gizli yedin, değil mi, diye kızmış. Oğlancık çok içerlemiş, bana inanmıyorsan, karnımı yar da bak, demiş. Abla yarmış karnını kardeşinin, bakmış, doğru söylüyor, telaşla dikmeye çalışmış ama olmamış. Kardeşi oracıkta can vermiş. Kız, keder içinde çuvala bakmış, dibi delik. Meğer kötü kalpli kadın onlara dibi delik çuvalı vermişmiş. Kız, vicdan azabı ve acıyla oradaki pınarın suyuyla kardeşini yıkamış, gömmüş, başucuna da bir fidan dikmiş. Ağlaya ağlaya yüreği parçalanan kız, yalvarmaya başlamış: Allahım, n’olur beni pepuk kuşu yapıp bu dağlara sal da, dünya durdukça ötüp kardeşime sesleneyim. O anda kızın dileği kabul olmuş, kız pepuk kuşuna dönüşüvermiş. Kardeşinin başucundaki fidana konup uçmuş, kardeşine seslenmiş. O fidan büyüyüp yaşlanıp asırlık ağaç olmuş. O gün bugündür, kız pepuk kuşu olarak dağlarda dolanır durur, ölen kardeşi için ağlarmış. Her bahar, dağlarda kengerin yerden bitmesiyle beraber pepuk kuşunun acıklı ötüşü de başlarmış: Pepuu/ Kekuu / Ke qir? / Mın qir / Ke kuşt? / Mın kuşt / Ke şuşt? / Mın şuşt / Ah, ah…*[/cf]
Masal biterken akşamın ilk gölgeleri duvarlarda geziniyordu. Çocuk, “pepuuu, ah” diye incecik çığıran kadının, masaldaki kız olduğuna inandı. Karnından başlayıp boğazına kadar yükselen korkuyu unuttu. Ev, hüznü ve korkuyu çoğaltırcasına sessizdi oysa. Anne yoktu, baba hastanedeydi. Ama olsundu, pepuk kuşunun acılı ötüşü vardı ya kulaklarında; çocuk avundu. Avunma da değil yalnız, başka bir şey daha vardı, aklını kalbini büyüten… Masalın, dışarıya açılan bütün perdeleri sımsıkı örtüp onu içine alan dünyasından değildi bu. O masalda yaşayan çocukların, ölen ve öldüren kardeşlerin, pepuk kuşunun ve yanı başındaki ince uzun kadının, hayal bile edemeyeceği kadar uzak, görse tanıyamayacağı kadar yabancı bir dünyanın içinde kaybolmuş olduğunu seziyor; bu karanlıkta sessizce parlayıveren incecik ışık çizgisi, ona başkasının acısından, başkasının korkusundan, daha özcesi ‘başkası’ diye bir şey olduğundan haber getiriyordu. Başka dünyaların esrarına daldıkça, korkunun ve acının hem büyüyeceğini hem de küçüleceğini anlıyordu; hayatın geniş, derin ve ılık bir kucağa benzediğini, hepimizi içine alabilen…
Anneanne geldi, kadın saçını okşayıp gene, çıktı kapıdan, girdi karanlığın içine. Bir daha gelmedi. Arayalım dedi annesi ama nerden, nasıl? Sessizdi, adressizdi bu kentte kadın. Kentin ışıkları arasında fark edilmeyen bir gölgeydi...
Kadını merak etmedi çocuk. Ettiyse de unutuverdi bir saniyede. Çocukluk nedir ki zaten, dalgaların gelişine göre suya batıp çıkmak, girintisini çıkıntısını ayarlayıp çimenlere uzanmak. Dalgaya uyarsın, dikenlere otlara uydurursun bedenini. Öyle olmasa hangi çocuk büyürdü ki… Sen daha iyi bilirsin ya…
Bu masalı dinlediğim akşamın üstünden yıllar yıllar geçti. Bir akşam, mazi denilen tavan arasında parıldayan incik boncuğun arasında buldum onu. Yüzünün tek bir çizgisine, oyalı yazmasının tek bir kıvrımına bile dokunmamış zaman. Orada duruyordu, öylece… Dupduru, acıyla öten bir pepuk kuşu...
Ah çocuk, ne bir fazla ne bir eksik, acıyla öten bir pepuk kuşu…
Büyük bir denizin dalgalarla dövdüğü kumsalda bıraktığı izler gibi sizin oralar. Coşan, kabarıp taşan deniz, dalgalarını çarpıyor kıyılarımıza. Korkuyor, taşıyor, coşuyoruz. Ama sonra geri çekiliyor dalga. İzlerini taşıyoruz elbette, ama kıyılarımızda yaşamaya devam ediyoruz biz. Denizse, bir büyük kasırganın içinde altüst olurken, yeri göğü birbirine katarken, bir kıyı arıyor özlemle, biraz dinlenebileceği, saçlarını usul usul tarayacağı bir kıyı…
İmbatlı, lodoslu kentlerin kıyısından görünen fırtınanın hikâyesi bu işte. Sana daha ne anlatayım ben çocuk, daha fazlası fırtınanın içinde kaybolana da, dimdik durana da ayıp olmaz mı?
Belki… Belki bir gün sen ben, ben sen olacak kadar altüst olunca toprak, yer yerinden oynayınca, pepuk kuşu kardeşini bulunca, kardeşi onu bağışlayınca, belki bir gün…
Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.
Şöhret BALTAŞ
Çocukluğumun, siline siline aşınmış tahta yer döşemesinin üzerine serip oynadığım karton bebeklerin arasına gizlenen hayal meyal hikâyeleri arasında bir Zeynep vardı. Şimdi düşündüğümde oldukça uzun boylu ve çırpı gibi zayıf olduğunu, başından çıkarmadığı oyalı yemenisinin çevrelediği kırışık yüzüne bakılırsa hayli yaşlı göründüğünü ama aslında olsa olsa kırklı yaşlarda olduğunu hatırlıyorum. Kürt illerinden İzmir’in Kadifekale’sine göçmüş, ev işçisi bir kadındı.
Yıllar yıllar sonra, bir derleme kitap için benden Kürt gerçeğine dair bir öykü istendiğinde, ne hamaset kokan, ne de “Alman turistin Anadolu gezisi” notları gibi bol acı, bol yoksullukla dolu bir öykü yazmak istemedim. Kendi durduğum yerden; seçemediğim bir yaşamın içine doğmuş olmanın günahsızlığı ve seçebildiğim yaşam duruşunun eksik bıraktığım için boynuma yazılan günahları ile, olduğu gibi olan bir öykü çıktı kalemimden.
Yayınevinin editörü belki ismim popüler olmadığı için, belki de öyküm beklentilerini karşılamadığı için seçkiye almadı öyküyü. Yanılmıyorsam altı yıl oldu, bu öykü sessizce bir kenarda bekledi. Ve Zeynep de. Öyle, sessizce, usul usul, şikâyetsiz, boynunu büküp bekledi.
Ekmek ve Gül, Zeynep’i benim kalbimde durduğu yerden alıp sahiplenecek, kalpten kalbe ulaştırıp çoğaltabilecek bir mecra; bu yüzden Ekmek ve Gül’ün sevgili kadın okuru, Zeynep’i size emanet ediyorum, onu kalbinize alacağınıza inanıyorum.
***
Güneş, mor dağların ardında gerinip ince uzun parmaklarıyla dokunduğunda Doğu’nun sabahlarına, henüz alacakaranlığımdaydım ben Batı’da, son uykulardaydım.Mesele, aradaki yetmiş altı dakika değil. Mesele…
Ne istiyorsun çocuk? Yangın yerinden kurtarılmış eski bir bez bebeğe benziyorsun. Hiçbir şey söylemeden, sessizliğinle kalabalık ediyorsun kalbime. Ben, senin sessizliğinle başa çıkamam… Ne istiyorsun benden?
Senin düşlerine bile giremeyecek bir deniz kıyısında yaşadım ben. Bizim için, senin oralar neydi, biliyor musun; ilkokul kitaplarımızda “Soframızdaki yiyecekler nerden gelir” ünite başlığı altında güler yüzüyle arpa-buğday eken kırmızı yanaklı, nur yüzlü, uzun kıvırcık kirpikli kızdın sen mesela. Böyle öfkeyle bakmazdın hiç, gözlerinden dünyayı yakmaya yetecek bir ateş çıkmazdı. Siyah önlüklerimiz, beyaz kolalı yakalarımızla ip gibi sıraya dizilip koro halinde “Eminem Eminem köyümün güzeli/ dağlara gel Eminem/ yeşillendi dağlar/yeşiller giy Eminem” şarkısını söylerken, aramızdan birkaçı, hani henüz kalbi büsbütün kendi içine dönüp de çürümemiş birkaçımız, büyüyüp de Emine’ye yardım eli uzatmayı hayal ederdik en fazlasından… Yani iyiydik aslında, iyi çocuk olmanın vatana millete hayırlı olmak demek olduğunu öğrettikleri bir çağdaydık. İyiydik iyi olmasına da, iyiliğimiz durduğumuz yerden, -ki durduğumuz yer tertemiz, cilalı bir kürsüydü- el uzatmaktı toza toprağa kesmiş patikalara. Eh, daha ne olacaktı ki zaten? Büyüyüp de bir öğretmen, bir doktor -üçüncü bir adanmışlık mesleği bilmezdik- olduğumuzda, sizin oralara gelip ışıksız, susuz, yolsuz bir ömür geçirmek, hayal edebileceğimiz en büyük fedaydı.
Bazen, hayat bilgisi kitabı ünite konularında anlatılanların dışında bir şeyler olurdu, karanlık gökyüzünde bir an parlayıp sönen masmavi şimşek gibiydi onlar, hadi resmini çiz deseler, çizemezsin… Ama olurdu. Mesela, Dilan vardı, üçüncü sınıfta aramıza katılan. Daha yeni yeni yapılmaya başlayan apartmanların bodrum katlarında yaşayan kapıcı ailelerinden birinin kızıydı. Saçları üç numaraya vurdurulmuş ağabeyi Civan’ın adına gülen erkek çocuklarının karşısına geçip, “ne var, delikanlı demek işte” derken gözlerine biriken yaşların akmaması için dudaklarını sımsıkı kilitleyip sırasına oturan kız. İki yanından örgüleri beline kadar inerdi, solmuş önlüğünü silkeler, okula erken yaşta başlayıp da sınıfına yetiştiği ağabeyinin kalemlerini açar, resimlerini yapardı. Öğretmenimiz, adanma ideallerimizi besleyen, kitaplarımız öyle dediği için mi, yoksa hayatta başka bir örnek olmadığı için mi bilmem, hepimizin ister istemez kahraman bellediği o “ışıklı yollardaki rehberimiz” biricik öğretmenimiz, müzik dersinde tahtaya çıkıp incecik sesiyle söylediği, anlamadığımız dildeki türküsünü kesip, “Otur yerine! Türkçe konuşana kadar da kalkma!” diye azarladığında da sıkmıştı dudaklarını Dilan. Neden bir çocuğun kalbi, söylediği türkü yüzünden kırılmalıydı ki? Öğretmene soramamıştım, ders dışında bir şey sorulamaz, parmak kaldırmak dışında söz alamazdın zaten. Dönüp Civan’a baktım, benim yapamadığımı o yapsa keşke, dikilip öğretmenin karşısına, neden ağlattın kardeşimi dese… Pencerenin dışındaki bir noktaya takılmış, dalıp gitmişti Civan; aklı orada değildi sanki ya da orada olmak istemiyordu.
Ben mi ne hissettim? Ah çocuk… Dilan, karanlıkta çakıveren mavi bir ışık çizgisiydi… Üzüldüm, çocuk kalbim sızladı, hatırlamıyorum, belki de teneffüste yanına gidip bir iki şey demiş, kıymetli pembe silgimi vermişimdir… Ne değişir ki çocuk? Karanlık daha büyüktü ondan. Bir çakımlık ışıktı, Dilan…
Hem, sen nerden bileceksin daha; insanın zihnini, kalbini saran bir kurulu dünya vardır; canını sıktığı, her yanını kuşattığı, bunalttığı kadar da koruyan. Evet, korur. Sarsıntılardan, altüst oluşlardan, yıkıp yeniden yapmanın dehşetli zorluğundan. Kabul edersin. İşte bu kadar, senden bekledikleri bu kadardır. Sessiz bir anlaşmadır, senaryonun dışına çıkmazsan sana bulaşmaz kimse; aile, öğretmen, müdür, patron, polis, hiç kimse… Sen de ses çıkarmadan… Ne oldu? Beğenmedin mi bu hikâyeyi?
Belki bir Doğu masalı anlatmalıyım sana. Biraz esrar, biraz hüzün, olağandışının mümkün, hatta alışıldık olmasından doğan inanılmaz bir acımsı tat… Herkes bilir böyle masalları, biraz eksik biraz fazla… Ama sen zaten masalların diyarından geliyorsun, değil mi? Yeni bir masal… Çok zor. Gerçeğin korkunç bir masal gibi dehşetle, yedi başlı canavarlarla kötü devlere inanmaz gözlerle bakarak yaşandığı bir diyardan gelen sen, hangi masalı olağanüstü bulabilirsin ki?
Bir portre daha o zaman. Dönüp baktığında herkesin maziyi yığdığı çuvalından çıkar böyle şeyler. Hüznü yüzünün çizgilerinde saklayan biri mesela. Sırtındaki kocaman çuvalı yere bırakıverip terlemiş bıyıklarından uzun hava döktüren bir adam, oy hawar… Merdiven yıkarken kovadaki kirli suyun içine incecik bir türküyü akıtan ince, narin bir gölge… Ya da bir tezgâhın önünde, bakınırken el örgüsü patiklere, birden, nerden geldiği belli olmadan sessizliğin ortasına düşen, anlamadığın dilden bir haykırış, korsan kaset tezgâhını toplayıp kaçan adamın yüzünde kısacık bir an görüp kaybettiğin inatçı öfke… Elinde kalıveren patik, ne yapacağını bilemeden, öylece, orta yerde, hayatın bilinmez bir kuytu köşesine seni tanık eden o esmer delikanlı hani… Veya inşaatlardan düşüp ölenler hani, küçük düğün salonlarında şemame’lerle halay çekenler, bir gece vakti polis çevirmesinde sırf kimliğinde yazılı doğum yeri yüzünden sabaha kadar alıkonanlar… Eğer hâlâ taş kesilmemişse, kalbini biraz yokladığında, orada yer eden o küçük anlardan birinde o yüzleri hatırlar herkes. Hâlâ taşa kesmediyse kalbi, o anda hissettiği yakıcı, aptallaştırıcı duyguyu yeniden yaşar; hani önünden bir film akıp geçer de sen o filme olmadık bir yerde dahil olur, sorarsın ne olduğunu, sana anlatıncaya kadar birileri, hızla koşan kahraman uzaklaşıp gider sahneden, anlamazsın ama hayati bir an olduğunu kalbinin güm güm atışından bilirsin, o kısa anlar işte…
Şimdi o sahnelerden birini anlatacağım sana. Bizim filmimize kısa bir an için girip çıkıveren bir gölgeyi. Ne oldu? Yine mi kızdın? Ah çocuk, ne sandındı, Batı’nın dev perdesine girip çıkıveren gölgeydi sizinkiler. Bazen daha çok kalırlardı sahnede, bazen görünmezlerdi bile, ama esas kahraman olmazlardı hiç. Dinle çocuk, o gölgelerden birini, üç beş satırlığına, beş dakikalığına da olsa esas kahraman yapmamı istemez misin? (Böyle yaparak kalbimi biraz olsun ferahlattığım meselesini bir yana bırak şimdi.) Dinle o halde…
Batı’nın yosun kokulu rüzgârlarıyla serinleyen kentlerinden birinde, ahşap bir eve, silerken insanın parmağına kıymıkların battığı tahta döşemeleri ağartmaya gelen bir kadın vardı. İnce mi ince, upuzun bir bedeni, kopacak gibi duran ayak bilekleri ve boynu vardı. Kentin, ilkçağlarda kurulmuş olduğu tepede yaşardı. Oradan, sabahın alacakaranlığında elinde bir kandille yürüyerek indiğini düşlerdi ahşap evin çocuğu. “Hanımım” derdi, kıymalı patates yemeğine ekmeğini banarken, “ellerin dert görmesin”, başka da bir şey söylediğini duymamıştı çocuk. Konuşmazdı kadın, çamaşır suyu kokan ellerini pazen entarisine kurulayıp oyalı yazmasını sıkılarken, arapsabunuyla tahtaları ovalarken onu seyrederdi çocuk. Odanın bir köşesine çömelir, bakar, konuşmak ister, laf bulamazdı. Şu kalbi henüz taşa kesmemiş, tarif edemediği bir şey içini yakınca başını çevirip uzaklaşmayı henüz öğrenememiş çocuklardan biriydi işte. Arada bir gülümserdi kadın çocuğa, ama o da laf bulamadığından mı, kendi sessizliğiyle konuştuğundan mı nedir, hiçbir şey söylemezdi. Mırıl mırıl bir türkü dökülürdü bazen incecik dudaklarından kıymıklı tahtaların üstüne. Kulak verir ama anlamazdı çocuk. Akşam olunca kovasını tuvalete boşaltır, bezleri yıkayıp asar, parasını göğsüne kıstırıp giderdi. Mevsim döndüğünde, uzun bahar temizliklerinde gelirdi ancak. Bahçe kapısında dinelip uzun süre görmeyeceği kadının ardından bakardı çocuk. Söylemediklerini, sustuklarını merak ederdi.
Bir sonbahar günüydü. Çocuğun babası eve gelmedi, haberi geldi. Anne koştu gitti hastaneye, çocuk anneanne gelene kadar bekleyecek. Tesadüf bu ya, ince uzun kadın tahtaları silmeye gelmişti o gün. Evde olup bitenlerden ürküp bir köşeye sinen çocuğu yanına çağırdı. Sobanın yanına, yere oturdular. Çocuğun saçını okşadı çamaşır suyundan sertleşmiş elleriyle, korkma dedi, gelir annen… Sonra ince, titrek sesiyle bir masal anlatmaya başladı kadın. Bir sürü kelimeyi, çocuğun okulda öğrendiği gibi söylemiyordu, bu yüzden bazılarını anlamıyordu ama melodisi öyle güzeldi ki, büyülenmiş gibi dinledi çocuk. Yıllarca hiç unutmadı o sobanın başında o incecik kadının dizi dibinde yaşadığı o büyülü zamanı.
[cf]Memleketin birinde iki kardeş varmış, biri kız, biri erkek. Anaları ölüp de babaları üvey ana getirince, neşeleri kaçmış, sararıp solmuşlar. Zalim üvey ana, sabah baba evden çıktı mıydı, çocuklara eziyet eder, döver, korkuturmuş. Yine bir gün, çocukların eline bir bıçak, bir de çuval verip dağa kenger toplamaya göndermiş. Çuval dolmadan gelmeyin, öldürürüm sizi, diye de korkutmuş. Çocuklar akşam karanlığına kadar dağ bayır dolanmış, kenger toplamışlar. Topladıkları kengeri oğlanın sırtındaki çuvala doldurmuşlar. Düze inince çuvala bir bakmışlar ki, çuval bomboş! Abla, kardeşini suçlamış, gizli gizli yedin, değil mi, diye kızmış. Oğlancık çok içerlemiş, bana inanmıyorsan, karnımı yar da bak, demiş. Abla yarmış karnını kardeşinin, bakmış, doğru söylüyor, telaşla dikmeye çalışmış ama olmamış. Kardeşi oracıkta can vermiş. Kız, keder içinde çuvala bakmış, dibi delik. Meğer kötü kalpli kadın onlara dibi delik çuvalı vermişmiş. Kız, vicdan azabı ve acıyla oradaki pınarın suyuyla kardeşini yıkamış, gömmüş, başucuna da bir fidan dikmiş. Ağlaya ağlaya yüreği parçalanan kız, yalvarmaya başlamış: Allahım, n’olur beni pepuk kuşu yapıp bu dağlara sal da, dünya durdukça ötüp kardeşime sesleneyim. O anda kızın dileği kabul olmuş, kız pepuk kuşuna dönüşüvermiş. Kardeşinin başucundaki fidana konup uçmuş, kardeşine seslenmiş. O fidan büyüyüp yaşlanıp asırlık ağaç olmuş. O gün bugündür, kız pepuk kuşu olarak dağlarda dolanır durur, ölen kardeşi için ağlarmış. Her bahar, dağlarda kengerin yerden bitmesiyle beraber pepuk kuşunun acıklı ötüşü de başlarmış: Pepuu/ Kekuu / Ke qir? / Mın qir / Ke kuşt? / Mın kuşt / Ke şuşt? / Mın şuşt / Ah, ah…*[/cf]
Masal biterken akşamın ilk gölgeleri duvarlarda geziniyordu. Çocuk, “pepuuu, ah” diye incecik çığıran kadının, masaldaki kız olduğuna inandı. Karnından başlayıp boğazına kadar yükselen korkuyu unuttu. Ev, hüznü ve korkuyu çoğaltırcasına sessizdi oysa. Anne yoktu, baba hastanedeydi. Ama olsundu, pepuk kuşunun acılı ötüşü vardı ya kulaklarında; çocuk avundu. Avunma da değil yalnız, başka bir şey daha vardı, aklını kalbini büyüten… Masalın, dışarıya açılan bütün perdeleri sımsıkı örtüp onu içine alan dünyasından değildi bu. O masalda yaşayan çocukların, ölen ve öldüren kardeşlerin, pepuk kuşunun ve yanı başındaki ince uzun kadının, hayal bile edemeyeceği kadar uzak, görse tanıyamayacağı kadar yabancı bir dünyanın içinde kaybolmuş olduğunu seziyor; bu karanlıkta sessizce parlayıveren incecik ışık çizgisi, ona başkasının acısından, başkasının korkusundan, daha özcesi ‘başkası’ diye bir şey olduğundan haber getiriyordu. Başka dünyaların esrarına daldıkça, korkunun ve acının hem büyüyeceğini hem de küçüleceğini anlıyordu; hayatın geniş, derin ve ılık bir kucağa benzediğini, hepimizi içine alabilen…
Anneanne geldi, kadın saçını okşayıp gene, çıktı kapıdan, girdi karanlığın içine. Bir daha gelmedi. Arayalım dedi annesi ama nerden, nasıl? Sessizdi, adressizdi bu kentte kadın. Kentin ışıkları arasında fark edilmeyen bir gölgeydi...
Kadını merak etmedi çocuk. Ettiyse de unutuverdi bir saniyede. Çocukluk nedir ki zaten, dalgaların gelişine göre suya batıp çıkmak, girintisini çıkıntısını ayarlayıp çimenlere uzanmak. Dalgaya uyarsın, dikenlere otlara uydurursun bedenini. Öyle olmasa hangi çocuk büyürdü ki… Sen daha iyi bilirsin ya…
Bu masalı dinlediğim akşamın üstünden yıllar yıllar geçti. Bir akşam, mazi denilen tavan arasında parıldayan incik boncuğun arasında buldum onu. Yüzünün tek bir çizgisine, oyalı yazmasının tek bir kıvrımına bile dokunmamış zaman. Orada duruyordu, öylece… Dupduru, acıyla öten bir pepuk kuşu...
Ah çocuk, ne bir fazla ne bir eksik, acıyla öten bir pepuk kuşu…
Büyük bir denizin dalgalarla dövdüğü kumsalda bıraktığı izler gibi sizin oralar. Coşan, kabarıp taşan deniz, dalgalarını çarpıyor kıyılarımıza. Korkuyor, taşıyor, coşuyoruz. Ama sonra geri çekiliyor dalga. İzlerini taşıyoruz elbette, ama kıyılarımızda yaşamaya devam ediyoruz biz. Denizse, bir büyük kasırganın içinde altüst olurken, yeri göğü birbirine katarken, bir kıyı arıyor özlemle, biraz dinlenebileceği, saçlarını usul usul tarayacağı bir kıyı…
İmbatlı, lodoslu kentlerin kıyısından görünen fırtınanın hikâyesi bu işte. Sana daha ne anlatayım ben çocuk, daha fazlası fırtınanın içinde kaybolana da, dimdik durana da ayıp olmaz mı?
Belki… Belki bir gün sen ben, ben sen olacak kadar altüst olunca toprak, yer yerinden oynayınca, pepuk kuşu kardeşini bulunca, kardeşi onu bağışlayınca, belki bir gün…
Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.