Ayse gül bu meyvelerden hangi sececek acaba Ahududu, böğürtlen, çilek, yaban mersini, kırmızı kuş üzümü, turna yemişi, karadut, erik, kuşburnu
Güneş, Esmer Ormanı'nın tepelerine altın rengi bir battaniye sermişti. Ormanda, pembe yanaklı, gözleri parıldayan minik bir kız çocuğu olan Aygül, büyükbabasının ona anlattığı masalları düşünerek yürüyordu. Büyükbabası, her masalında, ormandaki gizli bir yere, efsanevi kırmızı meyvelerin saklandığını söylerdi. Bu meyveler, yiyenlere sonsuz mutluluk ve sağlık bahşedermiş. Aygül, bu kırmızı meyveleri bulmayı çok istiyordu.
Aygül, incecik kollarıyla ağır hasır sepetini taşıyarak derinlere doğru ilerledi. Yoğun çalılar arasında kayboldu, devasa ağaçların gölgesinde serinledi. Yol boyunca, konuşan sincaplar ve şakayık kokusuyla dolu güneşli açıklıklar gördü. Ama kırmızı meyvelerden haber yoktu.
Bir süre sonra, büyük bir ağacın altında, garip bir yaratıkla karşılaştı. Bu, tüyleri mor, gözleri yeşil parlayan gizemli bir kuştu. Kuş, Aygül'e şarkı gibi bir sesle şöyle dedi: "Küçük kız, kırmızı meyveleri arıyorsun değil mi? Ben biliyorum nerede olduklarını ama sana kolayca vermem."
Aygül, merak ve heyecanla kuşu dinledi. Kuş, Aygül'e bir dizi zorlu görev vermişti. Önce, karanlık mağarada saklı olan üç büyülü taştan birini bulması gerekiyordu. Taşlar, gizlenmiş ve sadece saf kalpli çocuklar tarafından bulunabilirmiş. Sonra, öfkeli bir nehrin karşı yakasına geçmeliydi, çünkü meyveler nehrin ötesinde, uçsuz bucaksız bir çayırlığın ortasındaydı. Ve en son olarak da, eski bir cadının koruduğu gizli bir bahçeyi geçmeliydi.
Aygül, cesaretle ilk göreve başladı. Karanlık mağarada kaybolmuş gibi hissettiği sırada parıldayan bir taş buldu. Taş, elinde ılık ve rahatlatıcıydı. İkinci görev daha zordu. Nehir, hızlı ve öfkeliydi. Ama Aygül, küçük bir kayığın üzerine binerek ve zeki bir şekilde akıntıyı kullanarak karşı yakaya ulaştı.
Son görev en zordu. Eski cadı, korkunç bir görünüme sahipti. Ama Aygül, cadının kötü olmadığını fark etti. Cadı yalnızca koruyordu. Aygül, cadının tek isteğinin, kırmızı meyveleri koruduğu bahçeyi temiz tutması olduğunu anladı. Aygül, bahçeyi özenle temizledi ve cadının kalbini kazandı.
Ödül olarak, cadı Aygül'e kırmızı meyvelerin yerini gösterdi. Çayırlığın ortasında, parıldayan bir ağaçta, en güzel kırmızı meyveler asılıydı. Aygül, sepetini doldurarak eve dönmeye başladı. Yolda, yaptığı iyiliklerin ve cesaretinin ödülü olarak bulduğu kırmızı meyveleri yedi. Meyveler ona sadece mutluluk ve sağlık vermedi, aynı zamanda kalbinin daha da güzel olmasını sağladı. Aygül, herkesin sahip olduğu iyi kalbin en büyük güç olduğunu öğrenmişti. Ve o günden sonra, Esmer Ormanı'nda kırmızı meyveler herkes tarafından biliniyordu ama sadece iyi kalpli çocuklar bulabilyordu onları.
Ayşe Gül, büyülü bir bahçede yaşıyordu. Bu bahçe, her türden meyveyle doluydu ama Ayşe Gül, en çok kırmızı meyvelere meraklıydı. Bahçesinde ahududu, böğürtlen, çilek, yaban mersini, kırmızı kuş üzümü, turna yemişi, karadut, erik ve kuşburnu yetişiyordu. Ama hangisini seçeceğine karar veremiyordu. Her meyvenin kendine özgü bir büyüsü vardı.
Ahududular, minik kızıl boncuklar gibi parıldıyor, böğürtlenler ise gizemli, koyu mor renkleriyle kendilerini gizliyordu. Çilekler, güneşin sıcaklığını taşıyor, yaban mersinleri ise geceleyin yıldızlar gibi parlıyor gibiydi. Kırmızı kuş üzümü salkımları, küçük elmaslar gibi asılı duruyor, turna yemişleri ise gizemli bir parlaklığa sahipti. Karadutlar, parlak siyahlıklarıyla gizemliydi, erikler ise olgunluk ve tatlılıkla dolmuş gibiydi. Ve kuşburnları, küçük kırmızı elmaslar gibi, bahçenin her köşesinde parlıyorlardı.
Ayşe Gül, karar veremediği için büyük bir üzüntüye kapıldı. O sırada, bahçenin en yaşlı ağacının tepesinde yaşayan bilge baykuş Hoo ona seslendi. "Küçük Ayşe Gül, neden bu kadar üzgünsün?" diye sordu yumuşak bir sesle.
Ayşe Gül, karar veremediğini, her meyvenin çok güzel ve çekici olduğunu anlattı. Hoo, gözlerini kırparak şöyle dedi: "Seçimin, kalbinin hangi meyveye en çok çekildiğine bağlı. Her meyvenin farklı bir büyüsü var, ama en güçlü büyüyü sen yaratırsın."
Ayşe Gül, Hoo'nun sözlerini düşündü. Ahududuların şen ve neşeli rengini, böğürtlenlerin gizemli tatlılığını, çileklerin temiz ve taze kokusunu, yaban mersinlerinin mistik parıltısını, kırmızı kuş üzümünün canlı ve enerjik havasını, turna yemişlerinin nazik ve zarif tatlılığını, karadutların derin lezzetini, eriklerin olgun ve tatlı kokusunu, ve kuşburnlarının güçlü ve şifalı enerjisini hissetti.
Sonunda, kalbi ona yol gösterdi. Ayşe Gül, kuşburnlarını seçti. Çünkü kuşburnları, sadece lezzetli değil, aynı zamanda vücuda şifa veriyordu. Ayşe Gül, kuşburnlarından bir kaynatma hazırladı ve herkesle paylaştı. Bu sayede, bahçedeki herkes sağlıklı ve mutlu oldu. Ayşe Gül, o günden sonra anladı ki, en güzel meyve, paylaşılan meyvedir. Ve gerçek büyü, iyiliğin ve paylaşmanın büyüsüdür.
Güneş, Esmer Ormanı'nın tepelerine altın rengi bir battaniye sermişti. Ormanda, pembe yanaklı, gözleri parıldayan minik bir kız çocuğu olan Aygül, büyükbabasının ona anlattığı masalları düşünerek yürüyordu. Büyükbabası, her masalında, ormandaki gizli bir yere, efsanevi kırmızı meyvelerin saklandığını söylerdi. Bu meyveler, yiyenlere sonsuz mutluluk ve sağlık bahşedermiş. Aygül, bu kırmızı meyveleri bulmayı çok istiyordu.
Aygül, incecik kollarıyla ağır hasır sepetini taşıyarak derinlere doğru ilerledi. Yoğun çalılar arasında kayboldu, devasa ağaçların gölgesinde serinledi. Yol boyunca, konuşan sincaplar ve şakayık kokusuyla dolu güneşli açıklıklar gördü. Ama kırmızı meyvelerden haber yoktu.
Bir süre sonra, büyük bir ağacın altında, garip bir yaratıkla karşılaştı. Bu, tüyleri mor, gözleri yeşil parlayan gizemli bir kuştu. Kuş, Aygül'e şarkı gibi bir sesle şöyle dedi: "Küçük kız, kırmızı meyveleri arıyorsun değil mi? Ben biliyorum nerede olduklarını ama sana kolayca vermem."
Aygül, merak ve heyecanla kuşu dinledi. Kuş, Aygül'e bir dizi zorlu görev vermişti. Önce, karanlık mağarada saklı olan üç büyülü taştan birini bulması gerekiyordu. Taşlar, gizlenmiş ve sadece saf kalpli çocuklar tarafından bulunabilirmiş. Sonra, öfkeli bir nehrin karşı yakasına geçmeliydi, çünkü meyveler nehrin ötesinde, uçsuz bucaksız bir çayırlığın ortasındaydı. Ve en son olarak da, eski bir cadının koruduğu gizli bir bahçeyi geçmeliydi.
Aygül, cesaretle ilk göreve başladı. Karanlık mağarada kaybolmuş gibi hissettiği sırada parıldayan bir taş buldu. Taş, elinde ılık ve rahatlatıcıydı. İkinci görev daha zordu. Nehir, hızlı ve öfkeliydi. Ama Aygül, küçük bir kayığın üzerine binerek ve zeki bir şekilde akıntıyı kullanarak karşı yakaya ulaştı.
Son görev en zordu. Eski cadı, korkunç bir görünüme sahipti. Ama Aygül, cadının kötü olmadığını fark etti. Cadı yalnızca koruyordu. Aygül, cadının tek isteğinin, kırmızı meyveleri koruduğu bahçeyi temiz tutması olduğunu anladı. Aygül, bahçeyi özenle temizledi ve cadının kalbini kazandı.
Ödül olarak, cadı Aygül'e kırmızı meyvelerin yerini gösterdi. Çayırlığın ortasında, parıldayan bir ağaçta, en güzel kırmızı meyveler asılıydı. Aygül, sepetini doldurarak eve dönmeye başladı. Yolda, yaptığı iyiliklerin ve cesaretinin ödülü olarak bulduğu kırmızı meyveleri yedi. Meyveler ona sadece mutluluk ve sağlık vermedi, aynı zamanda kalbinin daha da güzel olmasını sağladı. Aygül, herkesin sahip olduğu iyi kalbin en büyük güç olduğunu öğrenmişti. Ve o günden sonra, Esmer Ormanı'nda kırmızı meyveler herkes tarafından biliniyordu ama sadece iyi kalpli çocuklar bulabilyordu onları.
Ayşe Gül, büyülü bir bahçede yaşıyordu. Bu bahçe, her türden meyveyle doluydu ama Ayşe Gül, en çok kırmızı meyvelere meraklıydı. Bahçesinde ahududu, böğürtlen, çilek, yaban mersini, kırmızı kuş üzümü, turna yemişi, karadut, erik ve kuşburnu yetişiyordu. Ama hangisini seçeceğine karar veremiyordu. Her meyvenin kendine özgü bir büyüsü vardı.
Ahududular, minik kızıl boncuklar gibi parıldıyor, böğürtlenler ise gizemli, koyu mor renkleriyle kendilerini gizliyordu. Çilekler, güneşin sıcaklığını taşıyor, yaban mersinleri ise geceleyin yıldızlar gibi parlıyor gibiydi. Kırmızı kuş üzümü salkımları, küçük elmaslar gibi asılı duruyor, turna yemişleri ise gizemli bir parlaklığa sahipti. Karadutlar, parlak siyahlıklarıyla gizemliydi, erikler ise olgunluk ve tatlılıkla dolmuş gibiydi. Ve kuşburnları, küçük kırmızı elmaslar gibi, bahçenin her köşesinde parlıyorlardı.
Ayşe Gül, karar veremediği için büyük bir üzüntüye kapıldı. O sırada, bahçenin en yaşlı ağacının tepesinde yaşayan bilge baykuş Hoo ona seslendi. "Küçük Ayşe Gül, neden bu kadar üzgünsün?" diye sordu yumuşak bir sesle.
Ayşe Gül, karar veremediğini, her meyvenin çok güzel ve çekici olduğunu anlattı. Hoo, gözlerini kırparak şöyle dedi: "Seçimin, kalbinin hangi meyveye en çok çekildiğine bağlı. Her meyvenin farklı bir büyüsü var, ama en güçlü büyüyü sen yaratırsın."
Ayşe Gül, Hoo'nun sözlerini düşündü. Ahududuların şen ve neşeli rengini, böğürtlenlerin gizemli tatlılığını, çileklerin temiz ve taze kokusunu, yaban mersinlerinin mistik parıltısını, kırmızı kuş üzümünün canlı ve enerjik havasını, turna yemişlerinin nazik ve zarif tatlılığını, karadutların derin lezzetini, eriklerin olgun ve tatlı kokusunu, ve kuşburnlarının güçlü ve şifalı enerjisini hissetti.
Sonunda, kalbi ona yol gösterdi. Ayşe Gül, kuşburnlarını seçti. Çünkü kuşburnları, sadece lezzetli değil, aynı zamanda vücuda şifa veriyordu. Ayşe Gül, kuşburnlarından bir kaynatma hazırladı ve herkesle paylaştı. Bu sayede, bahçedeki herkes sağlıklı ve mutlu oldu. Ayşe Gül, o günden sonra anladı ki, en güzel meyve, paylaşılan meyvedir. Ve gerçek büyü, iyiliğin ve paylaşmanın büyüsüdür.