Osmanlı Gemileri ve (Kaptanlarının) Tanıtımları

Suskun

V.I.P
V.I.P
54.JPG

Levend

İtalyanca “Levantino (şark ahalisi, doğulu)” kelimesinden gelme bir isimdir. Önceleri genel manada denizcilerin serseri takımına denilmişse de daha sonra iyi manası ile Osmanlı’nın deniz askerini anlatmada kullanılmıştır.

Levendler deniz ve kara olmak üzere iki kısım idiler. Deniz levendleri korsan gemilerinde gemici ve cenkçi olarak bulunurlardı. XVII. yy.dan sonra ihtiyaç anında sahil ahalisiden donanmada tüfenkçi er olarak hizmete alınır olmuşlardır. Önceleri korsanlık yapan serbest levendler, Barbaros zamanında devlet hizmetine girmişlerdi. Maaşlı olan bu yerli levendler İstanbul’daki hanlarda ikamet ederler ve sulh zamanında çeşitli taşkınlıklar yaparlarmış. XVIII.yy. da Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa bunlar için Galata, Beşiktaş, Hasköy ve Eyüp’te bazı tesisler yaptırıp zabt u rabta alınmalarını sağlamıştı. Keza Cezayirli Gazi Hasan Paşa da aynı asrın sonlarına doğru levendler için Kasımpaşa’da (Bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargah binası) ve Levent’te (Bugünkü 3. Kolordu Komutanlığı Karargahı olan Levent Çiftliği) birer kışla yaptırmıştır.

Kara leventleri XVII.yy. başlarında (Saruca ve Sekban) kuvvetleriyle beraber beylerbeyi maiyyetinde süvari hizmeti görmüşlerdir. Bir vezir veya beylerbeyi kapısında hizmet eden bu levendlere Kapılı levend denirdi. Azledildikleri zaman ise Kapısız levend diye anılırlar ve başıboş bir hayat sürerlerdi.

Levendler 1772 yılında dağıtılmış ve ocakları lağvedilmiştir. Bugün halk dilindeki “levend, şeblevend, levend gibi delikanlı” tabirleri genellikle onların boylu poslu, güzel endamlı olmalarından dilimize yadigar kalmıştır.


55.JPG

Eski Osmanlı Harp Gemileri

Topkapı sarayının Haliç’e bakan sahiline Yavuz Sultan Selim tarafından inşa ettirilen Yalıköşkü’nün gayet güzel bir kayıkhanesi olduğunu tarih kitapları yazar. Bu kayıkhanede, XIX.yy.ın ikinci yarısına kadar padişahların deniz yolculuklarında hizmet görmüş saltanat kayıkları bulunurmuş. Bugünkü Sepetçiler Kasrı’nın bitişiğinde olan bu kayıkhane, Kayıkhane Ocağı tarafindan idare edilirdi. Bir tamir kitabesi ile içindeki kayıkların tamamı halen Deniz Müzesi’nde (İstanbul) bulunur. Kayıkhane, Sultan II.Abdülhamit zamanında lağvedilmiştir.

2. Sultan IV.Mehmed’in (saltanatı, 1648-1687) kullandığı rivayet edilen bu kadırga aslında bir kalita’dır. Çekdiri sınıfından bir gemi olan kalita 24 oturaklı olup kadırganın bir boy küçüğüdür. Halen Deniz Müzesi’nde (İstanbul) bulunan (De.Nr.221) boyu 40 m; eni 5.70 m; baş yüksekliği 2.28 m., kıç yüksekliği 21,90 m. dir. Beher oturakta 3 kürekçi bulunan kalitanın toplam kürekleri adedi 144 dür.

3. Orta, yeniçeri teşkilatında tabur (sonradan bölük) yerine kullanılan bir tabir olup her ortada önceleri 60-70, sonra da 100 nefer bulunurdu. Ortalar birbirlerinden alametleriyle ayrılırlardı. Bu alametler, ortaların özel bayrak ve çadırlarına işlenir, bazan da dövme olarak mensuplarının pazularına nakşedilirdi. Orta alametleri ise genellikle yaptıkları görev ile alakalı olurdu.

4. Osmanlı tarih yazıcıları (müverrih veya vak’a-nüvis), pek çok genel tarihler yanında kişileri konu alan tarihler de yazmışlardır. Barbaros ‘un hatıralarını yazdırmasından sonra bahriyede de önem kazanan bu tarihçiliğin sonucunda Kılıç (Uluç) Ali Paşa’nın deniz savaşları ile başından geçenler de “Vakayı Ali Paşa” adıyla yazılmıştır. Bu kitabın içinde çeşitli resim ve minyatürler mevcuttur.

5-8.Kırlangıç, çekdiri sınıfından bir gemidir. Çekelve’den büyük, firkateden küçük olup daha çok karakol ve haberleşmede kullanılırdı. 1 süvari, 2 reis, 25 zabit yanında 60-70 kadar mürettebatı olurdu. Küreklerinden her biri 2-3 kürekçi ile çekilen 10-16 oturaklı gemilerdir.

9,10, 13. Çekdiri, kürekle yürüyen gemi sınıfının genel adıdır. Bu tip gemilerde yelken, bir yardımcı hareket unsuru olarak bulunur. Küçükten büyüğe doğru 19 çeşidi vardır. Çekelve (10,13 oturaklı), kırlangıç (14-16 oturaklı), firkate (16-18 oturaklı), kalita (19-24 oturaklı), kadırga (25 oturaklı) ve baştarda (26’dan fazla oturaklı) bunlardandır. Çekdiri sınıfının kalita ve daha az oturaklı olanları savaşta değil, yardımcı hizmetlerde kullanılırlardı.

12. Barça, kalyon sınıfından bir gemidir. Altı düz olup nakliye hizmeti görürdü. Ancak yine de gemide irili ufaklı 85 top bulundurulur, gerektiğinde savaşa girilirdi. Barçalar kalyondan küçük olup 2-3 direkli idiler. Daha çok İspanyollar tarafından kullanılmışlardır.

11, 14. Kalyon

57.JPG
"Seydi Ali Reis'in Bahr-i Muhit-i Hindi'de Portekizlilerle Muharebesi"

Seydi Ali Reis
(1498 - 1563)


Seydi Ali Reis, yazdığı kitaplarıyla tanınan bir Osmanlı amiralidir. Barbaros Hayreddin Paşa’nın maiyyetinde yetişmiş, Preveze Zaferi’nde donanmanın sağ kanadına hükmetmişti. Aslen tersane kethüdası olduğundan bir deniz harekatında bağımsız olarak kumandanlık yapmamıştır. Ancak Basra’da bulunan donanmayı Süveyş’e getirmek üzere “Hind Kaptanı” tayin edildi. 1553 yılında başlayan bu görevi oldukça maceralı geçmiştir.

Şair de olan Seydi Ali Reis “Mir’atü’l - Memalik (Ülkelerin Aynası)” adlı eserinde başından geçenleri anlatır. “Muhit” adlı bir atlası, “Hülasatü’l - Hey’e (Astranominin Özeti)” adlı Arapça’dan bir çevirisi, “Mir’atı Kainat (Kainatın aynası)” adlı bir denizcilik kitabı vardır.

Seydi Ali Reis, Basra’da bulunan Osmanli Donanmasını Süveyş ‘e getirmek üzere Hind Kaptanı olunca önce gemileri tamir ettirdi. Böylece donanmayı oluşturan 15 kadırga yenilenmiş oluyordu. 5 ay uygun deniz mevsimini bekleyip 1554 Temmuz’unda yola çıktı. Abadan, Katif ve Bahreyn’i geçtikten sonra Hürmüz Adası’ndan Hurfakan’a geldi. Hind Okyanusu’nun bu hareketli sularında, birden 34 gemilik bir Portekiz donanmasıyla karşılaştı. Savaş, gece yatsıya kadar sürdü ve Portekiz donanmasından 2 gemi batırıldı. Ertesi gün yoluna devam eden Seydi Ali Reis Umman’ı geçince ikinci bir Portekiz donanmasına yakalandı. Bu sefer Portekizlilere zayiat verdirmekle birlikte bir kadırgası yandı, 5 kadırgası da battı. Elde kalan 9 kadırga ile Umman denizine yelken açtı. Böylece 3 yıl 7 ay sürecek bir maceralı seyahat başlamış oluyordu.

58.JPG
"Seydi Ali Reis'in iki cesim Portekiz donanmasıyla iki büyük muharebeden sonra "Tüfan-ı Fil" denilen Hind denizlerine mahsus dehşetli boraya tutulması"

Tüfan-ı Fil
(Ağustos 1554)


Seydi Ali Reis iki büyük Portekiz Donanmasından kurtulduktan sonra Umman Denizi’nde sakin bir yolculuğa başladı. Ancak Kirman ve Zufar limanları geçilip de Şihr şehri hizasına gelindiğinde, emsali görülmemiş acı bir fırtına çıktı. Günbatısı istikametinden şiddetli rüzgar esiyor, donanmada yelken tutturulamıyordu. Bu firtınaya Yemen sahillerindeki insanlar zaman zaman rastladıklarından onu “Tufan-ı Fil” (Fil Kasırgası) adıyla anıyor ve bu tufana yakalananların kurtulmalarından ümitlerini kesiyorlardı. Bu sefer sıra Seydi Ali Reis’in 9 kadırgasında mı idi?

Bora günlerce dinmek bilmedi. Seydi Ali Reis ve mürettebatı gece-gündüz mücadele ederek, metanetlerini yitirmediler. Rüzgar onları Hindistan’a doğru devamlı sürüklüyordu. Nihayet yorgun, aç, susuz ve bitap vaziyette Div Kalesi açıklarına ulaştılar. Fakat bu kale de Portekizlilerin elinde idi. Artık ne yelken, ne armadan hayır yoktu. Elde kalan küreklere asıldılar ve Daman Kalesi önlerine demir attılar.

Bu fırtına, Seydi Ali Reis’in daha sonraki maceralı hayatının ilk basamağı idi. Bundan ancak 3 yıl 7 ay sonra İstanbul’a ulaşacaktı; Ama nasıl ve neliklerle.

60.JPG

Sıngın Donanma Cengi
(20 Kasım 1567)


Sıngın kelimesi eski Tükçedeki “sı-mak (= kırmak)” fiilinden gelir ve “kırılan, kırılmış, bozguna uğramış, vurgun” gibi manalar içerir (Msl. Sırp Sındığı Savaşı = Sırpların kırıldığı savaş ... gibi). Dolayısıyla Sıngın donanma “bozguna uğramış donanma” demektir. Tarihlerimiz bu ismi genellikle “Lepanto/İnebahtı” (deniz savaşı için kullanmışlardır.

Lepanto (Lepante), Mora yarımadasının girintisi içinde, Yunanistan’ın güney sahilindedir (Patras - Korintos körfezi). Ancak buradaki deniz savaşı Yunanlılarla değil Papalık kumandasındaki Haçlı donanmasıyla yapılmıştır. Savaş, İnebahtı’nın Türkler tarafindan fethinden 72 sene sonraya rastlar. Bu dönemde Papalık, Venedik ve İspanya, Türklere karşı bir mukaddes ittifak oluşturmuşlardı. İttifakın gayesi Türkleri Avrupa, Afrika ve hatta Anadolu’dan çıkartmak, kısacası Orta-Asya’ya sürmekti.

İttifak donanması 295 pare gemi ve 46.000 asker ile Osmanlı sularında ilerlemeye başladılar. Sokollu Mehmet Paşa bu donanmaya karşı Pertev Paşa’yı serdar, Müezzinzade Ali Paşa’yı da kapudan-ı derya tayin etti. Ne gaflettir ki Barbaros’un talebeleri Uluç Ali ve Piyale Paşalar hala hayatta iken bu görevler başkalarına verilmiştir. Daha sonra iş yine Uluç Ali Paşa’ya düşecektir. Ama ne çare ki artık çok geçtir.

225 parelik Osmanlı donanması bu savaşta sevk ve idareden yoksun komutanların ihtiras kavgaları yüzünden tam adıyla sınmış, kırılmış; 23.000 kişi şehid verilmiştir. Bu savaş ile Osmanlılar, ömründe kayığa binmemiş insanlara donanma teslim edilemeyeceğini çok acı biçimde görmüşlerdir.

61.JPG
"Mezamorta Hüseyin Paşa'nın Koyunadaları Muharebesi"

Mezamorta Hüseyin Paşa
(Ö. 1701)


Gençliğinde katıldığı bir savaşta 8-10 yerinden yaralanıp öldüğü sanılırken iyileşmesi üzerine canını dişine takan bu Türk denizcisi, Venediklilerin “Yarı ölü” manasına kullandıkları İtalyanca “Mezzo-morto kelimesinden bozma olarak tarihimizde Mezamorta diye anılmaktadır. 1683’te Cezayir Beylerbeyi oldu. Bu görevde iken Fransızlara karşı zaferler kazandı. İstanbul’a gelip kaptan-ı derya atandı. Venedikliler Sakız’ı işgal edince 7-8 Şubat 1695’te 44 gemiden mürekkep Türk Donanması Kalyonlar Kaptanı sıfatı ile Eski Foça önündeki Orak Adasından kalkarak Venedik donanmasının bulunduğu Koyun Adalarına gitmiştir. Burada 60’tan fazla gemiden oluşan Venedik donanmasını bozguna uğratmış, bir çok gemilerini batırarak 9 Şubat 1695’te büyük bir zafer kazanmıştır. Bu savaşta Venedik amirali Benedetto Pisani öldürülmüş ve Venedikliler püskürtülmüştü.

Amcazade Hüseyin Paşa’nın Sakız muhafızı olmasından sonra da pek çok yararlılıkları görüldü. 1696’dan 1701 yılına kadar kaptan-ı derya olarak görev yapan Hüseyin Paşa, ıslahatçı bir amiral idi. Emrindeki donanmanın eksikliklerini bildiği için yeni düzenlemelere girişti. Yeni bir bahriye teşkilat kanunu hazırladı. Çektirilerle birlikte öncü kuvvet olarak yelkenli gemiler yaptırıp donanmada yer almasını sağladı.

62.JPG
"Onuncu Asr-ı Hicri Evahirinde Osmanlı Kalyonu ve Kıyafet-i Bahriyye"

Kalyon

Yelken ile hareket eden Osmanlı gemilerinin en büyüğüne kalyon (gallion) denir. XI.yy.’dan itibaren dünya denizlerinde kullanılmış olup Kolomb ve Vasco de Gamma birer kalyon kaptanı idiler.

Osmanlılarda ilk yelkenli gemileri, Sultan II. Bayezid devrinde yapılan gökeler idi. Kalyon, Osmanlı’da bu gemilerin devamı olarak buharlı gemiler çağına kadar kullanılmıştır.

Kalyonun mutlaka 3 direği ve mükemmel bir yelken donanımı olurdu. Güvertesi kat kat olup sırasıyla açık güverte, palavra, orta kat, top ambarı, tavlon ve kontra tavlon güverte adlarıyla anılır. En altta sintine bulunur ve bir kalyon en az 60-100 topa sahip olurdu. Kalyonlar bu katlara göre isim alırlardı (Üç ambarlı... gibi). Ateş kudretleri bir bordadan yapabildikleri atışla ölçülen kalyonlarda, topların namluları atış esnasında lumbarlardan dışarı uzanır ve lumbarlar su girmemesi için kapaklı olurdu. XVIII. yy.’da bilhassa Girit savaşlarında kalyonlar ve teşkilatı önemli gelişmeler gösterdi. Viyana bozgunundan (1863) sonraki savaşlarda daima kalyon kullanıldı. Mezamorta Hüseyin Paşa, kalyon teşkilat ve kanunlarını hazırlayarak Osmanlı denizciliğine büyük katkılar sağladı.

Kalyon, kat adedi ve donanımına göre kapak (kaypak), fırkateyn, korvet gibi isimlerle anılmıştır.

1, 2. Kapudan-ı Derya (Kaptan-ı Derya):
Bugünkü Deniz Kuvvetleri Komutanı yerine kullanılır. Önceleri derya beyi adıyla anılan ve reis tabir olunan bu makam, teşkilatın büyümesiyle reisin İtalyanca karşılığı olan capitona’dan bozma olarak kaptan kelimesiyle karşılandı. Kaptan-ı Derya vezirlerden atanırsa Kaptan Paşa adını alırdı. Tanzimattan sonra Bahriye Nazırı diye anılmışlardır.

İlk tersane Gelibolu’da bulunduğu için Gelibolu sancağının Kaptan-ı Derya mutasarrıflığına verilmesi Osmanlı’da gelenek olmuş ve donanma böylece gelişmiştir.

3. Riyale-i Hümayun Kaptanı : Osmanlı donanmasında 1682’den Tanzimat’a kadar kullanılmış bir rütbedir. Bugünkü Tümamiral rütbesi karşılığıdır. Riyale, miri kalyonların üçüncü kaptanıdır. Bindiği gemiye Riyale-i Hümayun denir.

4. Kapudane Bey: 1682’den Tanzimat’a kadar kullanılmış bir rütbedir. Bugünkü Oramiral rütbesi karşılığıdır. Miri kalyonların baş kaptanıdır. Kendisinden sonra Patrona ve Riyale gelirdi.

5. Paşa Başçavuşu: Küçük Hüseyin Paşa’nın Kaptan-ı Deryalığı (1792-1803) zamanında ihdas edilen Paşa çıplağı kadrosunun başçavuşudur. Paşanın emir astsubayı gibi olup yanından hiç ayrılmaz, aynı zamanda koruma görevini yürütürdü. 1872 yılında lağvedilmişlerdir.

6. Kalyoncu : Levendlerin XVII. yy.da aldıkları isimdir. Sefer sırasında donanmaya alınıp, sefer sonunda serbest kalan paralı denizciler bunlardandır. Genellikle Rumeli yakası ile Ege sahillerinden toplanırlardı. Disiplinden mahrum kabadayılar bunlardan çıkardı. Cezayirli Hasan Paşa bunlar için Kasımpaşa’da bir kışla yaptırmıştır. (Bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargah Binası). Kalyoncu rütbesi 1872 yılında lağvedilmiştir.

7. Paşa Çıplağı: Küçük Hüseyin Paşa’nın Kaptan-ı Deryalığı (1792-1803) zamanında paşanın koruma görevlisi olarak istihdam edilmiş olan çıplaklarının seçkinlerine denirdi. Endamı düzgün babayiğitlerden seçilirlerdi. Kollarında döğme bulunurdu. 1827 yılında lağvedilmiştir.

8. Tersane Başçavuşu : Tersanenin içişlerinden sorumlu kimsedir. Emrinde divanhane çavuşları denilen çavuşlar bulunurdu. Tanzimat döneminde teşkilat ve kadroları değiştirilmiştir.

9. Baratalı Levend: Barata çuhadan yapılan bir çeşit serpuştur. Barata giyen levendler genellikle kapıcılık hizmeti görürlerdi. Barata, mukavva üzerine tutkalla kırmızı çuha yapıştırılarak yapılırdı. Hüsnü Tengüz resmi, Mahmud Şevket Paşa’nın “Osmanlı Teşkilat ve Kıyafat-ı Askeriyyesi” adlı eserinden kopya etmiştir.

10. Levend-i Rumi: Adalardaki Rum halkından alınıp donanmada görevlendirilen denizcilerdir. XVIII. yy.’a kadar bu usule devam edilmişse de hemen daima ihanetleri görülmüştür. Kıyafetleri Türk levendlerinden farklı olurdu. Daha sonra bunlara kalyoncu adı verilmiştir.

11. Çıplak: Küçük Hüseyin Paşa’nın Kaptan-ı Deryalığı (1792-1803) zamanında koruma görevlisi olarak istihdam edilen bahriye neferidir. Tamamı 1 bölük olup merasim kıtası görevini yürütmüşlerdir. Endamı düzgün babayiğitlerden seçilirlerdi.

12. Galata Çavuşu : Tersane askerinden olup Galata tarafının inzibat işlerinden sorumlu bahriye amiridir. Voyvoda Karakolhanesi’nde otururdu. 1827 ‘den Sultan II.Abdüllhamit dönemine kadar görev yapmışlardır.
 
63.JPG

"Cezayirli Hasan Paşa'nın Rus amirali Orlof'un gemisiyle muharebesi"

Çeşme Faciası
(5-6 Temmuz 1770)


Rus çariçesi II. Katerina, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Akdeniz’e inme emelinde idi. Bu sırada Osmanli Devleti de Lehistan’ı Ruslara karşı korumayı istiyordu. Ruslar Mora Rumlarını ayaklandırmak amacıyla Baltık Denizi’ndeki savaş gemilerini, Avrupa’yı dolaşarak Ege Denizi’ne gitmek üzere yola çıkardılar. 1770’te Cebelitarık’a hareket eden Rus donanmasına ünlü amiral Aleksi Orlof komuta ediyordu. Orlof, Cezayirli Gazi Hasan Paşa ile denizlerde sık sık karşılaşmış ve hemen çoğunda mağlup ayrılmıştı. Ancak bu sefer Osmanlı donanmasında kaptan-ı derya olarak Hüsamettin Paşa bulunuyordu. Cezayirli, Rusların bu hareket ile Çanakkale Boğazı’nı Osmanlı donanmasına kapatmak peşinde olduklarını sezmiş ve Hüsamettin Paşa’yı sert bir dille uyarmıştı. Bu arada Rodos sancak beyi Cafer Bey, Çeşme limanına sığınmış, öteki Osmanlı gemileri de onu takip etmişlerdi. Orlof, bunu firsat bilerek üzerlerine yürüdü. Rus donanmasında İngiliz amirali Elfinston ve Greig ile bazı yetenekli İngiliz subayları da bulunuyordu. Elfinston ve Greig’in planları gereği Çeşme limanı ağzında 4 gemi batırılarak Osmanlı gemilerinin dışarıya çıkışları engellendi. Akşam karanlığında içeriye Rus ateş gemileri girip Osmanh donanmasını ateşe verdi. Liman dar ve gemi adedi çok olduğundan Osmanlı donanmasında hareket kabiliyeti yitirilmişti. Ateş Osmanlı kalyonlarının birinden diğerine sıçrıyordu. Donanma Rusların top atışları altında tamamen yandı. Kaptan-ı derya Hüsamettin Paşa, bataryası ile Sakız adasına kaçıp kurtuldu ise de sonradan bu tedbirsizliğini idam cezasıyla ödedi.

Çeşme Deniz Savaşı, Osmanlı donanmasının tamamen yok olması ile o dönemde Osmanlı’nın deniz hakimiyetinin bir anlamda sonu oldu.

64.JPG


Cezayirli Gazi Hasan Paşa
(Ö.1790)
Tekirdağlı bir tüccarın yanında yetişmiş bir esir iken cesareti ile dikkatleri çekmiş ve efendisi tarafından azad edilmiştir. O, eskiden beri şöhretini duyduğu Cezayir kaptanlarının yanına gitmeyi çok istiyordu. Bu amaçla bindiği gemi yolda yabancı bir korsan gemisinin saldırısına uğrayınca yatağanını sıyırıp rampa eden korsan gemisine atladı. Ancak biraz sonra gemiler ayrılıp da korsan gemisinde tek başına kaldığını görünce hiç istifini bozmadan savaşmaya devam etti. Sonunda mürettebattan bir kısmını öldürüp, diğerlerini ambara kapatmayı başardı. Gemi kendisine kalmıştı. O sırada bir Cezayir gemisi görüp peşine takıldı ve Cezayir’e kadar gitti. Cezayir dayısı onun macerasını öğrenince iltifatlarda bulunup zaptettiği gemi kendisinde kalmak üzere hizmetine aldı. Ancak her geçen gün ünü yayılıp da onu kıskanan rakipleri artınca İstanbul’a gelmek zorunda kaldı.

İstanbul’da kalyon kaptanı olarak göreve başlayıp kısa zamanda yükseldi. Türk-Rus Harbi’nde üstün başarıları görüldü ve nihayet kendisine sırayla beylerbeylik, kapudanelik, kaptan-ı deryalık, seraskerlik ve vezirlik görevleri verildi. Ünlü Rus Amirali Aleksi Orlof ile denizlerde sık sık karşılaştı ve hemen her defasında onu yendi. Tabiri caiz ise Orlof’un korkulu rüyası idi. Çoktan beri yok sayılan ve iyiden iyiye zayıflamış olan Osmanlı donanması, onun sayesinde yeni bir güce ve eski şöhretine kavuştu.

Cezayirli Hasan Paşa Osmanlı devlet adamları arasında ender görülen bir şahsiyettir. Yiğitliği, enerjisi ve zekası ile ün almıştır. Düşüncesi ne ise, padişah dahil, herkese açıkça söyler, kimseden çekinmez, kimseye de eğilip bükülmezdi.

Küçük bir yavru iken alıp beslediği bir arslanı vardı ve paşa nereye gitse arslan da sadakatla onun yanından ayrılmazdı. Gemisinde beslediği bu arslanın, onun heybetini bir kat daha arttırdığını tarihler yazar.


65.JPG


Yılan Adası Muharebesi
(12 Ağustos 1788)

Yılanadası, Karadeniz’de Tuna’nın Kuli (Kiliya) ağzının 22 mil açığında bir adadır. Ruslar Zmeiniy derler.

Osmanlıların Özi Kalesi önünde bozguna uğraması üzerine, Rus donanması da Karadeniz’e açılıp Yılanadası’nda demirlemiş olan Osmanlı donanması üzerine yürür. Bunu haber alan Cezayirli Gazi Hasan Paşa, aceleyle donanmasının demirlerini alıp denize açıldı. Yolda Rus donanmasına karşı bir plan hazırladı ve her bir sancak gemisine 8 kalyon vererek birbirlerinden ayrılmamalarını tenbihledi. Ancak düşmanla karşı karşıya gelindiğinde donanmanın büyük kısmı gerilerde kalmıştı. Hemen batarya ateşine başlandı. Düşman pek çok kayıp verdi. Özellikle kaptanpaşa, bizzat bir Rus kalyonuna rampa olup ele geçirdi. Düşmanın birkaç firkateyni de gülle ateşiyle battı. Düşman henüz geride kalan Osmanlı donanması gelmeden bozguna uğrayıp kaçmaya başladı. Gemiler Sivastopol’a kadar takip edildiyse de Rus donanmasından geride kalan gemiler kaçmayı başardı.

Daha sonradan Hüdavendigar adı verilip Osmanlı donanmasında önemli görevler üstlenen Rus kalyonu bu savaşta ele geçirilmiştir.

Yılanadası cengi Karadeniz’de Türk hakimiyetinin hemen 1 asır kadar daha sürmesine kapı araladığı için tarihi önemi haizdir.

66.JPG


Navarin
(20 Ekim 1827)

Navarin, bugün Yunanistan topraklarında kalan bir liman şehridir. 1460 yılından itibaren Osmanlıların elinde bulunan şehrin tarihi önemi, ünlü Navarin Deniz Savaşı’ndan gelir.

Savaş, Osmanlı-Mısır donanması ile İngiliz-Fransız-Rus müttefik donanmaları arasında yapılmıştır. 1821 ‘de Mora’da başlayan Rum isyanı, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından bastırılmıştı. Avrupa komisyonu Rumların bu isyanda başarısız olmalarını hazmedemediler. Çar I. Nikolay’ın önderliğinde İngiltere, Fransa ve Rusya bir ittifak oluşturup Yunanistan’ın Osmanlı’ya vergi veren bir muhtar devlet olmasını ve Türklerin Mora’dan çıkarılmalarını öngören bir andlaşma imzaladılar. Osmanlı devleti bu andlaşmayı içişlerine müdahale olarak gördü ve kabul etmedi. Bunun üzerine İngiliz donanması ile Fransız donanması Mora sularına geldiler. O sırada Mora’da Çengeloğlu Tahir Paşa komutasında 60 parelik Osmanlı-Mısır donanması bulunuyordu. İbrahim Paşa Mora’daki deniz ve kara birliklerinin komutanı sıfatıyla İngiliz ve Fransız amiralleri ile bir andlaşma yaptı. Buna göre Osmanlı-Mısır donanması ortalık yatışasıya kadar Navarin Limanı’ ndan ayrılamayacaktı. Oysa bu sırada Rus donanması da gelip mütteffiklere katılmıştı. İbrahim Paşa da Çengeloğlu Tahir Paşa ile anlaşmazlığa düşüp Mora’daki kara birliklerinin başına gidince müttefik donanma bunu firsat bilip liman ağzına geldi. Mütareke gereği Osmanlı tarafından herhangi bir engelleme yapılmamıştı. Ancak müttefik donanma mütarekeyi bozup Osmanlı gemilerine top ateşi başlattı. Sonuçta 57 Osmanlı-Mısır gemisi yandı. Çengeloğlu Tahir Paşa’nın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Halbuki tedbir daha önce alınsa ve müttefik donanma geldiğinde liman ağzı tutulsaydı, Navarin Faciası yaşanmayacaktı. Bu savaşta düşmanın gemi ve personel sayısının Osmanlı’dan kat kat üstün olması önemli rol oynamış ve savaşı bir faciaya dönüştürmüştür.

67.JPG


İlk Tezkire

1850 yılına gelesiye kadar Osmanlı’daki askerlik hizmetinin süresi hakkında herhangi bir düzenleme ve kanun yapılmamıştır. Devlet yapısında eskiden beri askerlik hizmeti, ülkenin ihtiyacı gözününde bulundurularak maaşlı neferlerle yürütülürdü. Devletin ordusunu teşkil eden zabit ve erler, bizzat askerliği meslek edinen insanlar idiler. Ancak savaş çıktığında yahut akınlar düzenleneceği zaman yurdun çeşitli yerlerinden yine maaşlı asker alımları gerçekleştirilirdi. XIX. yy.a gelindiğinde İmparatorluğun siyasi ve askeri politikasında yeni düzenlemelere ve daha çok sayıda askere ihtiyaç duyulmuştu. Özellikle Kırım Harbi ve Türk-Rus savaşından sonra sınırlarda savaşlar bitip tükenmek bilmedi. 1840 yılında askere alınan vatan evlatları, 10 yıl boyunca cepheden cepheye koşar oldular. Bu uygulama ülkedeki ekonomik ve sosyal yapıyı olumsuz etkiliyordu. 1850 yılında ilk defa terhis işlemi gerçekleştirildi. Bunun için özel bir kanun çıkartıldı ve askerlik süresi 10 yıl olarak belirlendi. Bu kanun bahriye askerini de kapsıyordu. İşte o kanun gereği gerek gemilerde, gerekse tersanede görevli askerlerin terhisi için bir merasim düzenlenir. Merasim dolayısıyla padişah (Sultan Abdülmecid) resmi bir nutuk yayınlar ve bu nutuk askerlere okunur. Nutkun bir örneği bugün Deniz Müzesi’nde mevcuttur. (De.Nr.565) Nutukta askerlikte 10 yılını tamamlayanlara, her yıl bir merasim ile tezkire verileceği belirtiliyordu. Tezkire alan her bir deniz askerinin, yılın birkaç gününde bir gemiye toplanıp talim eyleyecekleri ve böylece redif sınıfı oluşturacakları da yazılı idi.

Bahriyedeki bu ilk tezkire merasiminin yağlıboya orijinal bir resmi, merasimin yapıldığı döneme aittir. Ressamı belli olmayan bu resim uzun yıllar Erkan-ı Harbiye Dairesi’nde (Genelkurmay Başkanlığı) asılı durduktan sonra Deniz Müzesi’ne nakledilmiştir. (De.Nr: 2451) Hüsnü Tengüz, albümünü oluştururken bu resmi de kolleksiyonuna alıp çizmişt

68.JPG


Göke

Sultan II. Bayezid döneminde İstanbul Tershanesi'nde iki Göke
yapılmış olup Kemal Reis'in büyük hizmetlerindendir.

Resim, Deniz Müzesi'nden alınmıştır.


KEMAL REİS

Osmanlı Donanmasına hocalık ederek bu filoyu harekete geçirmek maksadıyla, İkinci Beyazıt, Akdeniz'deki Türk korsanları İstanbul'a çağırmıştı. Bu korsanların arasında sadece şahsı, bir donanma değerinde korkunç ve müthiş Kemal Reis de bulunuyordu. Kemal Reis İstanbul'a gelirken rastladığı adalara yaptığı akınlarla ve Malta Adası'na saldırıp aldığı esirlerle İkinci Beyazıd'ın huzuruna çıktı. Getirmiş olduğu hediyeler o kadar çok ve paha biçilmez şeylerdi ki, bunlar bir imparatorluk hazinesi değerinde idi. Bu sıralarda Ege Denizi'nde Santuroğlu lakabı ile anılan, asıl ismi Piyer do Buson olan Rodos Senjan şövalyelerinin amirali Türk sahillerini basıyor, ticaret yapan gemilere nefes aldırmıyordu. Santuroğlu Rodos filosundan başka, Venedik gemilerini de etrafına toplamıştı. Senjan ocağının bu amirali Ege'de rakipsiz oluşunu; İkinci Beyazıd'ın Türkiye'yi denizden çekmiş olmasına ve korsanlarımızın da İspanyol mezalimine karşı Endülüs Müslümanlarının imdadına koşarak, Batı Akdeniz'i Gaza sahası olarak seçmiş olmalarına borçlu idi. Bu sıralarda Osmanlı Hükümeti, İstanbul'daki vakıflardan biriken zengin bir hazineyi Hicaz'a göndermek istiyor, fakat deniz ve kara yolunun emniyetsiz oluşu sebebiyle buna cesaret edemiyordu. Kemal Reis, kulağına çalınan bu haber üzerine hazineyi İskenderiye'ye götürmeyi teklif etti. Bu teklif Osmanlı Devlet adamları tarafından hayretle karşılandı. Çünkü, Ege'de Santuroğlu'na karşı Kemal Reis meydan okuyabilir miydi?

Osmanlı Devlet adamlarının da, Osmanlı denizcilerinin de hayretleri arasında Kemal Reis, 1498 baharında Gelibolu'dan hareketle denize açıldı. Kemal Reis, Santuroğlu'nun dönüşte hatırını sormak üzere Sen Jan filosuna gözükmedi bile. Hazineyi İskenderiye'ye çıkardı ve dönüş için Ege'ye dümen kırdı. Santuroğlu da, Kemal Reis'in yolunu bekliyordu. Nihayet Kemal Reis, Santuroğlu'nun filosunu uzakta görünce, gemilerindeki yelkenleri, direkleri, komutan fors ve fenerlerini indirerek filosunu savaş nizamında kürekle sevk etmeye başladı. Sen Jan filosu iki kolona halinde dizilmişti. Kemal Reis de aynı savaş nizamında ilerliyordu. Kemal Reis Sen Jan filosuna yaklaşınca gemilerini tek hat (Pruva) nizamına aldı ve Santuroğlu'nun kolonaları arasına girdi. Kolonalar arasına girer girmez de, muharebe geri dönüşü ile beraber seyirle seyretmeye ve gemilerinin her iki borda toplarını da kullanarak Sen Jan donanmasına mermi yağdırmaya başladı.

Kemal Reis, böylece her iki borda toplarını da kullanarak Santuroğlu donanması top adedine eş bir top adedi ile dövüşmekte idi. Tabii, Santuroğlu kolonalarındaki gemilerin bir bordalarındaki toplar savaşa giremiyorlar, tek borda topları ateş edebiliyordu.

Kemal Reis'in ilk savurduğu salvo, Sen Jan filosunun amiral gemisini bir anda havaya uçurdu. Santuroğlu, donanmasının akıbetini görmek ve Kemal Reis'i tanımak fırsatına kavuşamadı. Çünkü ilk anda vücudu amiral gemisi enkazı ile birlikte havaya uçtu. Başsız kalan gemilerin üç beş tanesi de haklandıktan sonra diğerleri üzerine rampa edilerek zaptedildi. Sen Jan filosu içerleri esirlerle dolu olduğu halde, Türk gemilerinin yedeğine bağlandı.

Kemal Reis'in filosu, İstanbul'a gelip Dolmabahçe önüne inerken, İkinci Beyazıt ve vezirleri, senelerdir görmekten mahrum oldukları ihtişamlı bir manzarayı zevk ve hayranlıkla seyrediyorlardı. Esirler gemilerin güvertesinde elleri arkalarına bağlı olarak dizilmişlerdi. Rodos ve Venedik bandıralar (zaptedilmiş olan gemilerin direklerine ; Türk Sancağının ve Kemal Reis'in forsunun altına çekilmişti). Hristiyan dünyasının senelerce tanımış olduğu Kemal Reis'i İkinci Beyazıt ve vezirleri de tanıdılar.

Derya kaptanlığı makamının önemi, Osmanlı Hanedanı tarafından hiçbir zaman layıkı ile anlaşılamadı. Bu makam, ya gözden düşmüş vezirlere sürgün yeri, ya damat vezirlere ikbal makamı olarak liyakatsiz ellere tevdi edildi. Donanmanın sevk ve idaresi Kemal Reis'e verildiği halde derya kaptanlığı makamı kendisinden esirgendi.

Ecnebi muharrirlerinden bir kısmı bu Amiralimizi Barbaros'la kıyaslandırarak onun kadar değerli bir denizci olduğunu kabul etmektedirler.

69.JPG


Barbaros Hayreddin Paşa
XVI. yüzyılın ve tüm Osmanlı İmparatorluğu döneminin en namlı
Kaptan-ı Derya'sı olan Paşa'nın kurduğu ve son derece yücelttiği
Donanma, ehil olmayan ellerde giderek önemini yitirmiştir.
 
preveze.jpg


PREVEZE SAVAŞI (27 EYLÜL 1538)

Akdeniz'deki iktisadi menfaatler yelken devrinde bugünkünden çok başka idi. Denizdeki Hilal ve Salip mücadelesi en hareketli devrini yaşıyordu. Akdeniz'deki Türk Korsanları da Osmanlı deniz kuvvetlerine iltihak edince, bu denizde iki şöhret karşı karşıya kaldı. Barbaros ve Andrea Dorya. Bu iki Amiralin komuta ettiği donanmaların karşı karşıya gelmesi, Akdeniz hakimiyeti için savaşmaları kaçınılmaz bir hadise idi. Nitekim 1538 senesi baharında Akdeniz'deki Hristiyan devletleri bütün imkanlarını seferber ederek, her biri seyyar bir kale heybetinde 262 parça gemiden mürekkep bir haçlı filosu verdiler.

Filo, 60.000 muharibe ve 2500 top'a malikti. Osmanlı İmparatorluğu'nun Derya Kaptanı olan Barbaros'un elindeki Deniz kuvveti ise, hafif yapılı 122 gemiden ibaretti. Bu filoda 6000 muharip ve 336 top vardı. Haçlı filosu adedi üstünlüğü büyüktü. Fakat, Barbaros'ta Haçlı Donanmasında olmayan bir şey mevcuttu ki, o da her biri bir filo değerinde olan Turgut Reis, Salih Reis, Seyit Ali Reis gibi değerli komutanlardı.

Nihayet bu iki donanma 27 Eylül 1538 sabahı Preveze açıklarında karşılaştılar. Haçlı filo da, peşpeşe 3 hat halinde, yüksek bordalı yalnız yelkenle hareket eden büyük gemiler ön safı teşkil ediyordu. Dorya, kadırgaları ile ikinci hatta idi. Üçüncü sıra yardımcı gemilere bırakılmıştı. Dorya, rüzgarın önünde süratle geliyordu.

Barbaros, gemilerini bir hilal şeklinde tabiye etmişti. Kendisi hattın ortasında bulunuyordu. Turgut Reis 16 gemilik Yörük levent fırkası ile hattın gerisinde idi. Turgut fırsat kollayarak kah düşmanın arkasına sarkacak, kah düşmanı yandan vuracaktı, veya hattın sıkışan yerine yetişecekti.

Barbaros, filosunu savaş tertibi hazırlamıştı. Yelkenler ve direkler indirilmiş, tekneler kuruda ilerliyorlardı. Rüzgarla doludizgin gelen haçlı filo, top menziline girmeden, rüzgarın kesilmesiyle müşkül duruma düştü. Hattın önünde bulunan büyük haçlı gemileri, sularla birbirlerine yaklaştı ve çaparız vererek gemiler birbirinin top atışına engel oldu.

Barbaros kürekçilerine hız vererek ilk anda baş topları ile, biraz sonra bütün topları ile kalyon hattını dövmeye başladı. Dorya zor duruma düşmüştü. Bir iki kere ikinci hatta bulunan kadırgaları ile kalyon hattının arkasından çıkmak istedi ise de, Dorya'nın niyetini sezen Barbaros buna fırsat vermedi. Turgut mukabil taraftan kalyon hattının arkasına sarkmak için ileri atıldı.

Barbaros, top ateşi ile kalyon hattını bir hayli hırpaladıktan sonra, kalyon hattını yarıp kadırgalara hücum için ileri atıldı. Hat yarılırken yakın mesafeden yapılan sıkı top ateşi ile kalyonların bir kısmı yakıldı. Türk Filosu, Dorya'nın kadırgalarının karşısına dikilerek iki taraf arasında müthiş bir top düellosu başladı. Türk Filosunun isabetli atışları, Dorya'yı kötü bir duruma düşürdü. Bu arada Turgut, Dorya'yı arkadan sarmıştı. Haçlı filoyu bu cehennemden kurtaramayan Dorya, kürekçilerine hız vererek selameti kaçmakta buldu.

Barbaros bir müddet Dorya'nın peşine düştü, fakat sonra ortalık kararmaya başlarken Preveze'ye döndü. Gecenin karanlığında kopan fırtına, esasen hırpalanmış olan haçlı filoyu büsbütün perişan etti.

Böylece, haçlı filo savaş sahasında ve fırtınadan 128 gemi kaybetmiştir.

Preveze Savaşı Neticeleri :

1. Türk Donanması bu zafer ile Akdeniz'de mutlak bir hakimiyet kurdu.
2. Batıya yürüyen Kanuni, ordularına deniz cephesinde destek sağladı.
3. Andrea Dorya bir daha denize açılmadı ve haçlı filo uzun zaman kendini toparlayamadı.

preveze1.jpg

Preveze Deniz Muharebesi

Ressam : Ohannes Umed BEHZAD, 1866
Teknik : Yağlıboya
Boyutlar : 125x200cm



73.JPG




sancakbarbaros.jpg

Barbaros Hayrettin Paşa Sancağı

Barbaros Hızır Hayrettin Paşa'nın Kaptan-ı Derya olduğu dönemde (1534-1546) kullandığı sancaktır. Sancağın zemini kendinden desenli ve yeşil renk ipeklidir. Yazı ve şekiller beyaz ipek kumaşla aplike edilmiştir. Üzerinde "Fetih Suresi", dört İslam halifesinin isimleri, zülfikarlı kılıç (aynı zamanda üçlü teslis), pençe (el şekli) ve altı köşeli yıldız aplikedir.




72.JPG

İnebahtı Savaşı'nda Osmanlı Sancağı

Sancak, savaş sırasında Haçlı Filosu'nun eline geçmiş
ve daha sonra iade edilmiştir.



inebahti.jpg

İnebahtı (Lephanto) Muharebesi Sancağı

Müezzinzade Ali Paşa'nın 1571 yılında İnebahtı Deniz Muharebesi'nde kullandığı sancak, 1964 yılında Papa VI. Paul tarafından Türkiye Cumhuriyeti'ne bir nezaket göstergesi olarak iade edilmiştir. Kırmızı ipek üzerine, yeşil ipekli dokumadan ayet ve sureler aplike edilmiştir.



fetihsancak.jpg

Fetih Suresi İşlemeli Sancak

Sultan III. Selim tarafından 1789 yılında Bağdat'ta yaptırılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun yabancı ülkelere yaptığı deniz seferlerinde kumandan gemisinin grandi ve mizena direklerine takılırdı. Üzerinde "Fetih Suresi" yazan sancak, ipek ve altın simle dokunmuştur.
Boyutlar : 1400x500 cm



2327.jpg

 
turbe03.jpg


Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi

1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kaptan-ı Deryalığa yükseltilen Barbaros Hızır Hayrettin Paşa (Doğ.1466), 1546 yılında vefat etmiştir. 21 Eylül 1534 yılında bizzat kendisi tarafından yazdırılmış Barbaros Vakfiyesi’nde Beşiktaş’taki medrese yanına yaptırdığı türbeye defnedilmesini ve kabrinin üzerinde kandil yakılmasını vasiyet etmiştir. Mimar Sinan tarafından 16. yüzyıl Osmanlı klasik mimarisine uygun bir türbe inşa edilmiştir. Kesme taştan, sekizgen planlı olarak yapılmış ve kubbesi sekizgen kasnak üzerindedir. Kapı önündeki revak, mermer iki sütunla taşınan sivri kemer üzerine çapraz tonozun oturtulmasıyla oluşturulmuştur. Türbenin yedi cephesinde iki sıra halinde toplam 14 pencere bulunur. Pencere üstü ve kubbesi kalem işleriyle bezelidir. Türbenin içinde Kaptan-ı Derya Cafer Paşa, Barbaros'un oğlu ve eşinin mezarları da yer alır.

Resim, Deniz Müzesi'nden alınmıştır.

turbe02.jpg


Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi'nin İçeriden Görünümü
Türbe sürekli açık olmayıp, sadece 1 Temmuz Kabotaj Bayramı, 4 Nisan Deniz Şehitlerini Anma Günü gibi özel günlerde resmi ziyarete açılmaktadır.

Resim, Deniz Müzesi'nden alınmıştır.

anit.jpg


Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı

Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı, heykeltıraş Zühtü MÜRİDOĞLU ve Ali Hadi BARA tarafından 1942 yılında, bronz dökümden yapılmıştır.

Resim, Deniz Müzesi'nden alınmıştır.

71.JPG

Turgut Reis
Batı dünyasının "Dragut" diye adlandırdığı, denizlerin bu pervasız
çocuğu, hakettiği Kaptan-ı Deryalık mevkiinin kendisine
verilmemesine rağmen, şehit olana kadar Donanma hizmetlerinin
hep içerisinde kalmıştır.

Resim, Deniz Müzesi'nden alınmıştır.

turgutreis.JPG


TURGUT REİS

Ressam : Ali Sami BOYAR (1880-1967)

İstanbul Askeri Müze

59.JPG

Turgut Reis
(Ö.22 Haziran 1565)


Barbaros Hayrettin Paşa’nın maiyyetinde yetişti. Preveze Zaferi’nde yedek donanmaya kumanda etti. 1540’ta Cenovalılara esir düştü ve üç yıl bir gemide forsa olarak kaldı. Barbaros tarafindan kurtarılınca kendisine bir donanma oluşturdu. Cerbe Adası’nda üslendi ve Kandiye’yi fethetti. Akdeniz’de pek çok yararlıklar gösterdi. 1551’de İstanbul’a çağırılıp sancakbeyliğine atandı. Osmanlı Donanması Malta Adası’nın fethiyle görevlendirilince, donanmaya kumandan tayin edildi. Trablusgarp’ı Malta şövalyelerinden kurtarmayı kendisine hedef edinerek bunu başardı. Andrea Doria ile yaptığı savaşların hepsini kazandı. 1554 ‘te Trablusgarp Beylerbeyi oldu. Sonra Kaptan-ı Derya Piyale Paşa ile birlikte Akdeniz’de pek çok sefer ve fetihler yaptı. Cerbe Zaferi’nde (1560) olağanüstü yararlılıkları görüldü.

Osmanlı Devleti 1565’de Malta’yı kuşatmıştı. Ordunun başında Serdar Mustafa Paşa vardı. Bir ara ordu geri çekilecekken Turgut Reis donanmasıyla yetişti. St. Almo Kalesi önünde müthiş bir mücadele başladı. Turgut, kuşatmanın en ön safında gece gündüz çalışıyordu. Bir sabah, hisar önünde yine bir tabya yapmağa uğraşırken kaleden atılan bir gülle, Turgut Reis’in hemen yanıbaşındaki bir kayayı parçaladı. Kötü talih, parçalardan biri Turgut Reis’in başına isabet etti. Koca denizci ağzından, burnundan kanlar boşanarak yere yuvarlandı. Beyni parçalanmıştı. O andan itibaren 5 gün daha yaşamışsa da hiç kendini bilemedi.

Güneş, 22 Haziran günü tarih sayfasını yazmak üzere doğmaya hazırlanırken, Osmanlı askerleri de son hücum için her şeyi hazır etmekle meşguldüler. Öte yandan ise Turgut, hasta çadırında can veriyordu. Öğleye doğru onun şehid na’şı tekbirler arasında kendi kadırgalarından birine bindirildi. Refakatine verilen 4 kadırga ile Trablusgarb’da kendi yaptığı cami yakınındaki türbesine götürülüp defnedildi. Ruhu şad olsun!..

turgutsancak.gif
 
- BARBAROS HAYREDDİN PAŞA'NIN HATIRALARI -​

Kapdan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, hatıralarını, bizzat Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle yazdırmıştır. Paşa anlatmış, söylediklerini, Muradi Sinan Reis kaleme almıştır. Türk tarihinin mühim kaynaklarından biri olan bu pek değerli hatıralar, bugüne kadar yayınlanmamıştır. Türkiye’de 5 el yazması nüshası vardır. Bunların biri Topkapı Sarayı’nda, diğer dördü ise İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin Türkçe Yazmalar bölümündedir. Biz, Üniversite Kütüphanesi yazmalanndan 94 ve 2490 numaralı olanlarının mikrofilmlerini aldırttık. Bu sayımızdan başlayarak sunduğumuz hatıralarda, 2490 numaralı yazma esas alınmış, fakat yer yer, hareketli olan 94 numaralı yazma ile karşılaştırılmıştır.

Eseri, geniş okuyucu kitlesine sunabilmek için, dilini bugün konuşulan Türkçe’ye göre sadeleştirdik. Barbaros, önce ağabeyi Oruç Reis’ten bahsetmekte, sonra "Hayreddin Paşa" olmadan önce taşıdığı "Hızır Reis" adıyla yaptığı faaliyeti anlatmaktadır.
Bu derece önemli bir eseri Türk okuyucusuna verebildiğimiz için şeref duyuyoruz. Barbaros gibi dünya tarihinin en müstesna amiralinin hatıralarının bile daha yayınlanmamış olması, Türk tarihinin henüz ne kadar dokunulmamış bir saha olduğunu göstermektedir.

Hayat Tarih Mecmuası​

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’IN EMRİYLE HATIRALARIMI YAZDIRMAYA BAŞLADIM


"Sen ve karındaşın Oruç, nasıl Midilli adasından çıkıp Cezayir’i fethettiniz? Bu ana gelinceye kadar denizde ve karada ne çeşit gazalar yaptınız? Bütün bu hadiseleri, eksik ve fazla söz söylemeksizin bir kitap halinde yazdır. Kitap bitince, bir nüshasını da, hazineme konmak üzere bana getir."

Bu emri alınca, birçok deniz cenginde arkadaşım olan zamanımızın kalem sahiplerinden Muradi'yi çağırttım. Padişahımızın fermanını söyledim. Derhal işe giriştik. Ben söyledim, Muradi yazdı.

BABAM YAKUB AĞA’NIN MİDİLLİ’YE YERLEŞMESİ VE ANNEMLE EVLENMESİ

Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Midilli’yi kafirlerin elinden fethedince, adaya Türkler’in yerleşmesini buyurdu. İlk yerleşenler arasında babam da vardı. Babam Yakub Ağa, bir sipahinin oğlu idi, kendisi de sipahi idi. Selanik civarında Vardar Yenicesi’nde tımarı vardı. Midilli’ye yerleşince, Şevketlü Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin emriyle kendisine adada bir tımar verildi. Bu suretle yeni dirliğine kavuşan babam, ada halkından bir kızla evlendi. Babam, yakışıklı bir yiğitti. Anam ona dört oğul doğurdu. İshak, dört oğulun ulusu idi. Sonra ağam Oruç, sonra ben Hızır, sonra İlyas doğdular. Cenab-ı Hak her birimize uzun ömürler, nice cengler ve zaferler ihsan buyurdu.

Ağam İshak, Midilli kalesinde otururdu. Ağam Oruç’la ben, derya seferlerine merak sardık. Oruç Reis, bir gemi edindi, onunla ticaret maksadıyla denize açıldı. Ben de 18 oturak bir tekne edindim. Önce Selanik ve Ağrıboz’a gidip geldik. Midilli’ye mal getirip satıyorduk. Fakat ağam Oruç, bu yakın seferlerle kanaat etmedi. Şam Trablusu'na gitmek istedi.
Bir gün, küçük karındaşım İlyas’la beraber, Trablus’a gitmek üzere Midilli’den ayrıldı.

AĞAM ORUÇ RODOS KAFİRLERİ'NE ESİR DÜŞÜP NECE YIL ELLERİNDE ESİR KALDI

Ağam Oruç, Şam Trablusu’na varamadı. Yolda Rodos gemilerine rasladı. Büyük cenk oldu. Karındaşım İlyas şehit düştü. Tanrı rahmet eylesin! Kafir gemileri cengi kazandı. Oruç Reis’i gemisiyle beraber esir aldılar. Zincire vurup Rodos adasına götürdüler. Bu haber Midilli’ye erişince çok üzüldüm. Kanlı gözyaşları döktüm. Fakat hemen ağam Oruç’u kurtarmak çarelerini düşünmeye başladım.

Krigo isminde bir kafir tacir vardı, dostumdu. Rodos’la ticaret yapardı. Krigo’yu tekneme alıp Bodrum’a geldim. Kendisine dedim ki :

"Dostluk bugünde belli olur. Al sana 18.000 akça. Ağam Oruç’u kurtarmak için bana yardım et. Sen Rodos’a git, zemini yokla. Ben seni Bodrum’da bekleyeceğim."

Krigo: "Baş üstüne" deyip Rodos’a gitti. Orada Oruç Reis’i bulup görüştü.

Oruç’a dedi ki :

"Sana karındaşın Hızır Hayreddin Reis çok selam ve dualar eder. Senin kafir elinde esir olmana çok üzülmekte, gece gündüz ağlamaktadır. Beni sana gönderdi. Şimdi karındaşın Bodrum’dadır. Bir hayır haber beklemektedir."

Oruç, Krigo’dan bu sözleri duyunca sevincinden ağladı. Dedi ki :

"Hemen karındaşım Hızır’a selim söyle. Ne maksatla adaya geldiğini değil kafirlere, sırtındaki gömleğe duyurma. Yine ilk fırsatta görüşelim."

Oruç Reis’in, Rodos’ta Santurluoğlu namında bir tanıdığı vardı. Adı sanı bilinen bir kafirdi. Arada gelip Oruç’la görüşür, hatırını sorardı. Oruç, Santurluoğlu’na dedi ki :

"Bu Rodos Şövalyeleri, beni karındaşım Hızır’a satmazlar. Belki sana satarlar. Sen de beni adadan kaçırırsın. İleride sana borcumu ederim."

Santurluoğlu :

"Emrin canıma minnet, dedi; satarlarsa seni alayım. Fakat doğrudan doğruya müracaat edip seni satın almak istesem şüphelenirler. En iyisi sen şehre indiğin bir gün, benim dükkanımın önünden geç. Fakat sakın dükkana doğru bakma ki, seninle tanışıklığım olduğu anlaşılmasın. Sen geçerken, ben tesadüfen seni görmüş olurum. Çok beğendiğimi söyler, şövalyelere seni bana satmaları için rica ederim."

Oruç Reis, bu sözleri duyunca, azat olmuş gibi sevindi. Esirlik hayatı o kadar acıydı. Günlerden bir gün Santurluoğlu, Rodos kaptanları ile dükkanının önünde oturmuş, sohbet ediyordu. Güya bir hizmete gidercesine dükkanın önünden geçen Oruç’u gördü. Yanındaki kaptanlara dedi ki :

"Şu geçip giden esir kimindir? Her zaman buradan geçtiğinde görürüm. Ateş gibi hizmet eder. Sahibi şu esiri satsaydı alırdım."

Bunun üzerine kaptanlardan biri :

"Sahibi benim", dedi; "istersen satarım."

"Söyle, ne istersin?"

"Bin altın isterim."

"Çok para!"

"Pekiyi, 800 altına bırakırım."

Fakat satış muamelesi olmadan işler bozuldu. Şövalyeler Oruç’un namlı bir tacir olduğunu öğrendiler:

"Karındaşı Hızır Hayreddin Reis, Bodrum’dadır," dediler; "ağası için 10000 altın vermeye hazırdır. 10000 altın verilen bir esir 800 altına satılır mı?"

Santurluoğlu’nun parasını iade edip Oruç’u geri aldılar. Şövalyeler, Oruç’un gerçek değerini, Krigo’dan öğrenmişlerdi. Krigo, Hızır Reis’in verdiği 18000 akçayı dolandırdığı gibi, benim Oruç’u kurtarmaya hazırlandığımı Şövalyeler’e bildirmişti.

Bunun üzerine Rodoslular, Oruç’u yer altında bir zindana attılar. Ta ki ben fırsat bulup kurtarmayayım. Eskisinden fazla eziyet etmeye başladılar. Eline, ayağına ve boğazına kadar zincir vurdular. Ancak ölmeyecek kadar ekmek veriyorlardı. Oruç, bu hale fazla tahammül edemedi. Kapatıldığı zindanın kumandanı ile görüşmek istedi. Kumandanın karşısına çıktı. Kumandan :

"Neye geldin?" dedi.

"Bana bu kadar eziyet etmekten maksadınız nedir?"

"Ey Türk, anla bakalım, 800 altın verip kurtulmaya çalışmak nasıl olurmuş. Karındaşın Hızır Hayreddin Reis, dünyanın malı ile, seni kurtarmak için Bodrum’da bekler. Bundan haberimiz yok mu sanırsın? Yoksa sen bizi budala mı zannedersin?

"Beni serbest bırakmak için kaç akça istersin?"

"Ya sen ne kadar verirsin? Kendine ne paha biçersin? De bakalım."

"Ben kendime değer olarak bütün Rumeli’ni arpalık, Anadolu’yu cep harçlığı verir, üstüne 100.000 altın öderim."

"Bre divane, sen hele maskaraca sözler söylemekte devam et bakalım, akıbetin ne ola."

Oruç’un kendisiyle alay etmesine kızan kumandan, ona eskisinden kötü muamele edilmesi için zindancıbaşına emir verdi. Oruç, bu halden çok sıkıldı. Bir gece zindanda tek başına ağladı :

"Yarab, diye dua etti; bikes kalmışlara derman senden olur! Habibin Hazret-i Peygamber hakkı için ben biçare kuluna meded eyle, beni tez zamanda bu kafirlerin zulmünden kurtar!"

O gece dua ede ede takatsiz kaldı, balçıklı zemine düşüp uyuyakaldı. Rüyasında parlak çehreli bir ihtiyar göründü :

"Ey Oruç, dedi; gönlünü ferah tut. İslam dini uğruna çektiğin eziyetlere katlan. Mahzun olma. Kurtulman yakındır."

Oruç bu rüyadan büyük bir sevinçle uyandı. Gemi kasaveti dağıldı. Gönlü açıldı. O sabah, bütün Rodos kaptanları toplanmış, Oruç hakkında görüşüyorlardı. Bu mecliste kaptanlardan biri :

"Derya işleri belli olmaz, dedi; bugün Oruç’a olan, yarın bizedir. Bu Türk’e fazla eziyet etmek doğru değildir."

Bunun üzerine Oruç’un zindandan çıkarılmasına karar verildi. Bir tekneye küreğe çaktılar. Oruç, forsa oldu. Fakat O :

"Yer altında olan eziyete göre derya üzerinde küreğe çakılmak nimettir, diyordu; Yarabbi şükürler olsun, dünya yüzünü gördüm."

AĞAM ORUÇ RODOS ŞÖVALYELERi’NiN GEMİSiNDEN KAÇIP KURTULUYOR

O zamanda Sultan Korkut (*), Antalya’da otururdu. Orada vali idi. Her sene Allah aşkına Rodos’tan 100 Türk esirini satın alıp azat etmeyi adet edinmişti. O yıl da kapıcıbaşısını Rodos’a gönderdi. Rodoslular, 100 Türk esirini ayırıp kapıcıbaşıya teslim ettiler. Yapılan anlaşmaya göre esirler, bir Rodos gemisiyle Antalya sahillerine çıkarılacaktı. Hak Taala' nın hikmeti, Türk esirlerinin nakli için, Oruç Reis’in çakılı olduğu tekne seçildi. Oruç çok kıymetli bir esir olduğu için Rodoslular onu, kurtulacak 100 Türk’ün arasına katmamışlardı.

(*) II. Sultan Bayezid’in 3. oğlu ve Yavuz’un ağabeyi olan Türk şehzadesi ki, Türk denizciliğini geniş çapta himayesi ile meşhurdur

Oruç Reis, hoş mizaçlı bir adamdı. Her lisanda mahirdi. Bilhassa Rumca’yı emsalsiz şekilde konuşurdu. Sık sık gemisine gelen Rodoslu kaptanlarla sohbet ederdi. Bir gün bu kaptanlar Oruç’a dediler ki :

"Ey Türk, sen bir güzel sözlü kişisin. Bahusus bizim lisanımızı çok iyi bilirsin. Müslümanlık’ta ne buldun? Gel bizim dinimize gir. İçimizde sen de adı, sanı belli adam olursun."

Oruç :

"Ey akılsızlar" diye cevap verdi. "Herkesin dini kendine tatlı gelir. Hazret-i Peygamber’den üstün peygamber var mıdır ki, ona inanayım."

"O halde var bu halinde kal. Bakalım peygamberin seni bizim elimizden nasıl halas eyler? Şimdilik küreğini çekedur."

Oruç’un çakılı olduğu teknede bir papaz vardı. Rodoslu kaptanlara dedi ki :

ORUÇ’TAN SAKINMAK GEREK

"Bu Oruç, dedikleri adamdan sakının. Onunla fazla konuşmayın. Okumuş ve bilmiş bir adama benzer. Müslümanlık üzerindeki bilgisi, benim Hristiyan dinindeki bilgimden fazladır. Gaflet etmeyin. Sizin cümlenizi tepetaklak etmeye kadir bir dinsizdir."

Rodos gemisi, Antalya yakınlarında ıssız bir yere yanaştı. Sultan Korkut’un kapıcıbaşısı ile 100 Türk esiri buraya çıkarılıp bırakıldı. O gece rüzgar muhalif esiyordu. Hareket etmeyip sabahı beklemeye karar verdiler. Teknenin sandalını indirip, balık avlamak üzere açıldılar. Bu sırada büyük bir fırtına koptu. Sandal gemiye yanaşamadı. Uzakça bir yerde sahile demir attı. Oruç Reis, bu fırsatı ganimet bildi. Göz gözü görmüyordu. Her yer karanlık ve fırtına içindeydi. Zincirlerinden boşandı. "Bismillahirrahim" deyip kendisini denize attı. Yüze yüze sahile çıktı. Selamete erişti. Yüzünü toprağa sürüp Tanrı’ya hamdeyledi. Yola çıkıp bir Türk köyüne geldi. İki tarafına bakınırken bir kocakarıcık önüne çıkadüştü :

"Ey oğul, dedi; müşkül yoldan gelmişe benzersin. Gel, bu gece bana konuk ol."

Kocakarıcık Oruç Reis’i evine götürdü. Önüne yemek getirdi. Yedirip içirdi. Urbacığını değiştirdi.

Oruç Reis o köyde 10 gün eğlendi. Köylüler, geceleri Oruç’u konuk etmek için biribiriyle kavga ettiler.

Rodoslular’a gelindikte, sabah olunca, Oruç’un kürek yerini boş gördüler. Kaçtığını anladılar. "Rodos’a ne yüzle gideriz?", diye telaşa başladılar. Amma Oruç’u bulamadılar. Keder içinde Rodos’a döndüler. Teknenin papazı, Oruç’un sihir bildiğini ve bu yüzden kaçtığını söyledi.

Oruç Reis, kocakarıcığa veda edip köyden ayrıldı. Midilli’ye gitmek istiyordu. 3 günde Antalya’ya geldi. Antalya’da Ali Reis namında bir kalyon kaptanı vardı. İskenderiye ile Antalya arasında işler, ticaret yapardı. Oruç Reis’in şöhretini işitmişti :

"Hoş geldin, safa geldin, oğul" diye Oruç’u karşıladı. "Gemi benim değil, senindir."

Böylece Oruç Reis, Ali Reis’in teknesine ikinci kaptan oldu.

Bu esnada ben, Bodrum’da beklemekten ümidimi kesmiş, Midilli’ye dönmüştüm. Ağam Oruç, İskenderiye’ye varınca, oradan Midilli`ye name gönderdi. Macerasını anlatıyordu. Ağamın kurtuluşuna son derece sevindim.

AĞAM ORUÇ MISIR SULTANININ HİZMETİNE GİRİYOR


Ağam Oruç’un şöhretini Mısır Sultanı da işitmişti. Kendisini çağırdı, huzuruna kabul etti, hizmet teklif eyledi. Sultan’ın emeli, Hind taraflarına donanma göndermekti. Oruç’u bu donanmaya serasker tayin etti. Adana valisine (*) ferman yazdı. İskenderun Körfezi’nde Payas limanına 40 pare gemi yapmaya yetecek kereste göndermesini bildirdi. Adana valisi, keresteleri hazırlattı, Payas’a gönderdi. Oruç Reis, bunları alıp Mısır’a getirmek üzere yola çıktı, 16 pare gemiyle Payas’a geldi.

(*) Ozaman Adana, Ramazanoğulları denen bir Türk prensliğinin elindeydi. Bu prenslik, Mısır-Suriye Türk-Memluk imparatorluğuna tabi idi

Rodoslular, Oruç’un Mısır Sultanı’nın seraskeri olduğunu duymuşlar, fırsat gözetiyorlardı. Ağamın Payas’a geldiğini haber alınca, büyük donanma ile bastırdılar. Oruç Reis, vaziyetin vehametini anladı. Cümle gemilerini baştan kara ettirdi, karaya oturttu. Leventlerini alıp içerilere çekildi. Leventler dağılıp memleketlerine gittiler. Ağam gene Antalya’ya geldi. Antalya’da 18 oturak bir tekne yaptırdı. Rodos sahillerini bastı. Kafire aman vermedi. Rodos Şövalyeleri’nin üstad-ı azamı (*) :

(*) Rodos devlet başkanına verilen ad

"Oruç Reis namında bir korsan zuhur eylemiş," dedi; "altında 18 oturak teknesi var. Uçan kuşa hükmeder. Malımızı alıp memleketimizi yakar. Nece defa oğullarımızı esir eyleyip Şam Trablusu’na götürdü, pazarda sattı. Onun şerrinden denize çıkamaz olduk. Ben size bu Türk’ü yeraltındaki zindanından çıkarmamanızı söylemiştim, beni dinlemediniz, gemiye forsa olarak çaktınız. Şimdi tez yarın, hakkından gelmeye çalışın."

Rodoslular, 5-6 parça yürük tekneyi Oruç’un peşine taktılar. Türk korsanını liman liman, bucak bucak aramaya başladılar. Sonunda bir limanda bastırdılar. Teknesini yaktılar. Oruç Reis, leventleri ile kurtulup kaçtı. Gene Antalya’ya döndü. Oruç’un teknesi Rodos limanına getirildi, halka teşhir edildi. Fakat Oruç’un esir alınıp Rodos’a getirilememesi, Üstad-ı azam’ı çok kızdırdı :

"Tekne Oruç’un amma, kendisi içinde yok!" diye gürledi.

Oruç Reis, Antalya’ya döndüğü zaman, zamanın padişahı II. Sultan Beyezid’in oğullarından Sultan Korkut, Antalya’dan Manisa’ya hareket etmişti. Kendisine Teke (Antalya) vilayeti yerine Saruhan (Manisa) vilayeti verilmişti. Sultan Korkut’un "Piyale Bey" adında bir hazinedarı vardı. Evelce Oruç Reis, bu Piyale Bey’e bir frenk oğlancığı hediye etmişti. İkisi arasında dostluk vardı. Şimdi Oruç Reis’in başına bu haller gelip teknesiz kalınca, Piyale Bey, efendisi Sultan Korkut’a vaziyeti anlattı :

"Oruç Reis, bir mücahit kulunuzdur" dedi, "gece gündüz kafirle cenk edip nece zaferler kazanmıştır. Şimdi teknesini kaybetmiştir. Gerektir sultanım, bu mücahit kuluna bir tekne ihsan ede."

Sultan Korkut, Oruç Reis’in şöhretini biliyordu. Dileğini memnuniyetle kabul etti. Ağam Oruç’u huzuruna çağırdı. Konuştu, görüştü. Çok ikram ve ihsan etti :

"Hemen başın sağ olsun," diye teselli etti; "ben seni teknesiz komam. Elem üzre olma."

Sultan Korkut, hemen İzmir kadısına bir emir yazdı :

"Fermanım sana gelir gelmez, Oruç Reis oğlumuza, dilediği üzere mükemmel bir kalite yaptırasın. Varsın dinimiz uğruna kafirlerle savaşsın. Öcünü alsın. Hanedanımızı rahmetle ansın."

Piyale Bey de İzmir Gümrük Emini’ne name yazdı :

"Oruç Reis, dünya ve ahiret karındaşımdır." dedi; "size geldikte, hemen himmetinizi eksik etmeyin. Her türlü yardımınızı esirgemeyirı. 22 oturak bir tekne yapılmasına nezaret edip tez zamanda Oruç Reis’e teslim eyleyin. Teknenin donanması için her türlü masrafı, efendim Sultan Korkut’un hesabına yazın."

Oruç Reis, İzmir'e geldi. Tez zamanda kendisine iki tekne verildi. Biri Sultan Korkut’un şahsına olan hediyesiydi. Diğer tekne de Piyale Bey’in malıydı. O da Oruç’un emrine verildi. Oruç Reis, tekneleri donattı, leventlerini topladı, Foça’ya geldi. Oruç’un gemisi 24 oturak, Piyale Bey’inki 22 oturaktı. Bu iki tekne üç buçuk ay içinde inşa edilip donatıldı. Foça limanına demir attı. Oruç Reis, Foça’dan Manisa’ya geldi. Piyale Bey’in konağına indi. Burada üç gün misafir kaldı. Üç gün sonra Sultan Korkut’un huzuruna çıktı. El öptü. Sultan Korkut çok iltifat etti :

"Cenab-ı Hak seni her işinde mansur ve muzaffer eylesin," dedi.

Oruç, Manisa’da Sultan Korkut’a ve Piyale Beye veda etti. Foça’ya döndü. O gece dua ve ibadet etti. Ertesi gün erkenden teknelerine demir aldırdı.

Birkaç gün sonra derya üzerinde iki Venedik gemisine rasgeldi. İkisi de zaptedildi. Gemilerde 24000 altın vardı. Bu para vesair eşya ganimet alındı. Bir çok levent zengin oldu. Nasıl zengin olmasınlar ki, Osmanoğlu Sultan Korkut’un duasını aldılar. Padişah duası alanın akıbeti hayrolur. Padişah bedduası alan, felakete uğrar.

Oruç Reis bu cengini Pulya sahillerinde (*) yapmıştır. Oradan Rumeli sahillerine geldi. Ağrıboz adası açıklarında üç Venedik gemisine daha rasladı. Venedikli kafir, Oruç Reis’in gemilerini görünce, top ateşi açtı. Oruç, leventlerini güzel sözlerle teşçi etti. Venedik gemilerine yaklaştılar. İki taraftan atılan gülleler deryayı cehenneme çevirdi.

(*) İtalya’nın güneydoğusundaki «Apuglia» eyaletine Türkler, «Pulya» derler.
 
Gemiler birbirine yanaştı. Leventler kafir gemilerine atladılar. Sonunda Venedik gemileri zaptedildl. 285 Venedikli esir alındı. 120 kadar Venedikli de öldü.

Düşman gemilerindeki mallar, Oruç Reis’in teknelerine aktarıldı. Tekneler o derece doldu ki, kaplumbağaya döndü; kımıldamaya iktidar yoktu. Şenlik içinde Midilli’ye geldiler. Ben Hızır Hayreddin, ağam İshak’la beraber, karındaşımız Oruç Reis’i limanda karşıladık. Bütün hısım ve akrabamız bizimle beraberdi. Öpüşüp kucaklaştık. Oruç Reis, Midilli’den çıkalı yıllar olmuştu. Bu kadar zamandan beri birbirimize hasret çekerdik.

Oruç Reis, Midilli’den İzmir’e gitmeye, velinimeti Sultan Korkut ve karındaşlığı Piyale Bey’le görüşmeye karar verdi. Fakat tam bu sırada Midilli’ye bir haber erişti : Sultan Selim Han Hazretleri tahta oturmuş. Karındaşı Sultan Korkut’la hasım olmuş. Sultan Korkut ziyadesiyle korkup kaçmış. Oruç Bey bu haberi alınca pek üzüldü. Büyük karındaşı İshak Reis, ağam Oruç’a dedi ki :

"Var imdi buralarda durma. Bu kışı İskenderiye’de kışla. Bakalım ne ola? Elindeki tekne Sultan Korkut’un ihsanıdır. Ola ki sana zarar erişe."

Oruç Reis, daha hasret gidermeye vakit olmadan hepimizle vedalaştı. Midilli’den hareket etti. Kerpe adası açıklarında 7 düşman gemisini zaptetti. İskenderiye’ye geldi. Mısır Sultanı, Oruç Reis’in Yahya Reis’le beraber 7 parça ganimet malı tekneyle İskenderiye'ye geldiğini haber aldı. Oruç, Mısır Sultanı’ndan gayetle sıkılırdı. Onun verdiği gemileri Payas’ta Rodoslular’a kaptırdığı için mahcuptu. Kendisini Sultan’a affettirmek için ganimet mallarından muhteşem parçalar ayırdı. 4 cariye ile 4 köle seçti. Sultana sundu. Sultan, pek memnun oldu. Oruç Reis'i ve yoldaşlarını konakladı.

Ağam Oruç’a dedi ki :

"Ey Oruç Kapdan, seni affettim. Cenab-ı Hak, affedici kullarını sever. Gerçi benim 16 pare teknemi yaktırdın. Ama içinden bir tek levendin burnunu kanatmadın. Hepsini kurtardın, kafire bir tek esir vermedin. Ben gemilerimin yanmasına kızmadım. Cenk ahvalidir, her şey olur. Senin dönüp yanıma gelmediğine kızdım. Ancak şimdi seni affettim. Hemen sağ olasın. Tekrar hatırımı aldın."

Böyle deyip ağama çok ikram etti. Ağamın getirdiği hediyelerden fazla peşkeş verdi. Oruç ağam izin aldı. Kahire’den İskenderiye’ye döndü. Sultan, İskenderiye valisine emir yazmıştı. Vali, ağamı ve levendlerini ağırladı. Bir miktar safa ile vakit geçti. Bahar geldi. Oruç Reis, Sultan’a name gönderip gazaya çıkmak için izin istedi, izin çıktı. Ağam, Kıbrıs sularına doğru açıldı. O sularda 5 aded Venedik teknesini ganimet aldı. Oradan batıya gitti. Tunus sahillerinde Cerbe adasına geldi. Ganimet malını Cerbe tacirlerine sattı. Her levendin payına 25 zira Venedik çuhası, 4 tüfek, 4 tabanca ve 171,5 altın düştü. Oruç, İskenderiye’ye giden bir gemi buldu. En iyisinden çuha, tüfek, tabanca ile 13-14 yaşlarında bir kafir oğlancığı ayırdı. Mısır Sultanı’na gönderdi.

Sultan :

"Dünyada nimet hakkın gözeten ve iyilik bilir adam varsa," dedi; "oğlum Oruç Kapdan’dır."

Bu minval üzre ağama çok dualar etti. Aralarında muhabbet bir iken bin oldu. Ağam, Cerbe sularında avlanmaya devam etti. 5-10 parça gemi daha zaptetti.

"SANDIM Ki DÜNYALAR BENİM OLDU!"

Biz gelelim memleket ahvaline. Sultan Selim Han tahta oturunca, karındaşı Sultan Korkutla aralarında ihtilaf çıktı. Sultan Selim, karındaşının üzerine asker gönderdi. Aramadık yer komadı, fakat Sultan Korkut’u bulamadı. Ol zaman kapdanpaşa, İskender Paşa idi. Gayetle zalim bir adamdı. Akdeniz’e çıkıp derya üzre iki kürekli bir kayık gezdirmezdi. "Sultan Korkut’un adamıdır" diye kaptanlara çok zulümler eyledi. Ben bunları işitince, Midilli’den ayrılmaya karar verdim. Bir tekneye buğday yükleyip alelacele Şam Trablusu’na gittim. Buğdayı siyah arpa ile değiştirip Preveze’ye geldim. Burada arpamı sattım. At, kısrak ve katır satın aldım. Preveze’nin karşısında Ayamavri adasına demir attım. Limanda yatar 24 oturak güzel bir gemi gördüm. Hayran oldum. Sorup öğrendim. Fettah Kapdan nam bir Türk’ün teknesiymiş. Fettah Kapdan yakınlarda ölmüş. Varisleri, gemi satılsın diye buraya göndermişler. Bu teknenin aşık-ı şeydası olmuştum. Ne isterlerse verecektim. Nihayet 6 kese akçaya uyuştum. Gemiyi satın aldım. Sandım ki dünyalar benim oldu! Yeni tekneme bindim. Diğer gemilerimi de aldım. Akdeniz’i kuzeyden güneye baştan başa geçtim. Cerbe adasına geldim. Ağam Oruç’la buluştum.

İki karındaş "Nereye gidelim?" diye düşünürken, Tunus’a gitmeye karar verdik. Dedik ki : "Ömrün ahırı mademki ölümdür, bari gaza yolunda can verelim."

Ben, ağam Oruç, ve Yahya Reis, her birimiz bir gemiye binip Tunus’a geldik. Tunus sultanına çıktık. Peşkeşlerimizi sunduk. Dedik ki :

"Bize ülkenizde bir yer verin. Gemilerimizi orada barındıralım. Hak yoluna gaza edelim. Aldığımız ganimeti Tunus pazarlarında satarız. Müslümanlar faydalanır, ticaret gelişir. Size de ganimet malından sekizde bir hisse veririz."

Tunus Sultanı :

"Pek makul söylersiniz gaziler," dedi; "hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Ocak sizindir."

"GAZAN MÜBAREK OLA!.."

Sultan bize Halku’l-Vad limanını verdi. Kışı bu limanda geçirdik. Baharda deryaya açıldık. 5 pare gemimiz vardı. En yürükleri benim teknemdi. Sardunya adasına vardık. Bir korsan gemisini zaptettik. içindeki 150 kafiri esir aldık. Tam bu sırada ufukta bir gemi göründü ki, neuzubillah Bursa’nın Keşişdağı(*) kadar cüssesi vardı. Gemilerimizden birinin kapdanı Deli Mehmed’di. Çok yiğit bir delikanlı idi. Benim sağ kolumdu. Bize dedi ki :

"Ey kapdan babalarım, izin verin, emredin, gidip bu gemiler devini ben alayım."

(*) Uludağ

Deli Mehmed’in şevkini kırmamak için izin verdim. Fakat onun teknesi, düşmanın teknesinin yanında fındık kabuğu gibi kalıyordu. Biz de Mehmed’in arkasına takıldık. Düşman teknesine yanaştık. içinde bir tek can yoktu. Meğer uzaktan bizim gemilerimizi görmüş, sandallarına binip kaçmışlar. Tekneye çıktık. Ağzına kadar buğday yüklüydü. Deli Mehmed’i selamladık :

"Gazan mübarek ola," dedik.

Ertesi sabah iki gemi daha zaptettik. Birinde bal, zeytin, peynir vardı. Diğeri bir Ceneviz teknesiydi. Demir yüklüydü. Dağ gibi ganimetle top, tüfek atarak Tunus’a geldik. Cümle gaziler doyum oldular. Sultan’ın hissesini ayırdık. Fakir fukaraya da çok mal sadaka ettik. Çok dualar aldık.

KAFİRLER KORKMAYA BAŞLIYOR

O kışı gene Tunus’ta geçirdik. Bahar gelince sefere çıktık. 13 günde Mora’da Anapoli limanı açıklarına geldik. İspanya’ya gider büyük bir kafir teknesine rasladık. İçinde 3-4 yüz cenkçi vardı. Altın işlemeli sancaklarımızı çekip toplarımızı ateşledik. Yedi defa düşman teknesine yanaşmak istedik. Yedincisinde yanaştık. Azim cenk oldu. Fakat kafir teknesini zaptettik. 150 yoldaşımız şehit oldu. 86 levend yara aldı. Öğrendik ki, kafir teknesinde 525 kişi varmış. Bunlar’ın 183’ünü esir aldık. Gerisi ölmüştü. İçlerinde İspanya’da büyük bir memleketin valisi de vardı. Bir gemi daha zaptedip Tunus’a geldik. Ağam Oruç yaralanmıştı. Tunus’ta tedavi gördü, dinlendi. Ganimet malımız arasında 70-80 papağan ve 20 doğan kuşu vardı. Bunları Tunus Sultanı’na verdik. Bu seferden sonra namımız bütün kafir memleketlerine yayıldı.

Bizi ortadan kaldırmak için kafirler ittifak eylediler. Dediler ki :

"Oruç ve Hızır Hayreddin namında iki Türk peyda olmuş. Bu Hristiyan düşmanı yılanlar ejderha olmadan, basalım, isimlerini yeryüzünden silelim. Şimdi fırsat verirsek, belli ki bu Türkler başımıza çok iş açar."

İspanyol kafiri bu minval üzere 10 pare mükemmel kadırga donattı. Maksatları bizi yakalamaktı. Fakat onlar gelmeden biz deryaya açıldık. Ceneviz’e gitmek istiyorduk. Rüzgar muhalefetinden Cezayir sahillerine vurduk. Becaye nam Cezayir kalesinin önünde demir attık. 10 pare İspanyol kadırgası da bizi Ceneviz taraflarında bulamayınca Becaye’ye geldi. Sahil üzerinde cengi kabul etmek çok tehlikeliydi. Hemen deryaya açıldık. Kafir kadırgaları kaçtığımızı sandılar, peşimize düştüler. Kafi derecede sahilden açılınca ağam Oruç, hemen dönüp kadırgalara yaklaşmamızı emretti. Böyle bir şey beklemeyen düşman çok şaşırdı. Büyük cenk oldu. Hemen kadırgaların kapudane teknesi olanına yanaştık. Koca kadırgayı ve diğer üçünü zaptedince ötekiler kaçtı. Varıp Becaye kalesi altına sığındılar. Oruç Reis, altına girip kadırgaları yakalamak istedi. Ben mani olmak istedim. Ağamın emri, çok tehlikeliydi. Tedbir bu idi ki, aldığımız 4 kadırga ile Tunus’a dönelim, 6 kadırgayı kendi haline bırakalım.

4 GEMİ, 14 GEMİ OLMUŞTU!

Fakat çok atak olan ağam Oruç beni dinlemedi. Taarruza karar verdi. Halbuki Becaye kalesinde çok İspanyol kafiri vardı. 6 kadırgadaki İspanyol, teknelerini boşaltıp, kaledeki yoldaşlarıyla birleştiler. Ağam, kaleye hücum etti. Sahile çıktık. Kaleden üzerimize yağmur gibi top gülleleri ve tüfek misketleri yağıyordu. 60 şehit, bir o kadar yaralı verdik. Belki kaleyi düşürebilirdik. Fakat cengin en kızgın anında ağamın sol koluna bir misket isabet etti. Düşman bunu gördü. Kaleden çıkıp levendlere saldırdı. Ağamın ağır şekilde yaralanmasına çok üzülmüştüm. O hınçla 3-4 yüz levendle kafirlere öyle bir giriş girdim ki, melunları kıra kıra kale kapılarına kadar sürdüm. 300 kafiri öldürdüm, 150’sini esir ettim.

Daha fazla kale önünde durmak münasip değildi. Ağam Oruç yarasının şiddetinden kendinden geçmişti. Levendleri toplayıp gemilere bindirdim. Kafirler kaleden gemilerimize gülle yağdırıyorlardı. Fakat Allah’ın inayetiyle hiçbiri isabet etmedi. 14 parça gemiyle Tunus’a döndük. Oruç Reis’in yarasını cerrahlar hoşça tımar edip sardılar. Amma ıstırabı günden güne arttı. Cümle cerrehlar toplandılar, bana geldiler :

"Eğer karındaşının kolu kesilmezse akibet vahim olur," dediler; "sonra bizden bilmeyesin."

Tunus halkı 4 gemiyle sefere çıkıp 14 gemiyle döndüğümüzü görünce ziyade şad oldu. Ancak Oruç Reis’in kolcağızının haline cümle Müslümanlar ağladı.

Cerrahlara dedim ki :

"Ağam Oruç'un kolunu, kim kurtarırsa, onu terazinin bir kefesine oturtacağım. Diğer kefesine altın koyup ihsan edeceğim. İsterse beğendiği 10 esiri vereceğim."

AĞAM ORUÇ’UN KOLU KESİLİYOR

Cerrahlar tekrar toplandılar. Meşveret ettiler. Fakat ağamın kolunu kesmekten başka çare bulamadılar.İzin verdim. Ağamın kolcağızın şehit edip kestiler. Tımar eylediler. Hüngür hüngür ağladım. Dedi ki :

"Niçin böyle ah edip ağlarsın? Takdir-i Rabbani böyleymiş. Elden ne gelir? Elhamdülillah ki kolumu gazada kaybettim. Bu saadet bana yeter."

O kış ağam Oruç tamamen afiyet buldu. Evvel baharın havasıyla gönüller kaynayınca 8 pare tekneyle sefere çıktık. İspanya yakasına vardık. Endülüs sahillerine geldik. Endülüs’te Gırnata nam şehir İspanyol kafirinin eline yeni düşmüştü. Evvelce Müslüman beldesiydi. İspanyollar, Müslümanlar’a gayetle eziyet ve zulüm yaparlardı. Çok zalim kafirlerdi. Nice Müslüman yer altlarında mescitler yapıp ibadet ederdi. İspanyol kafiri bütün camileri yakıp yıkmıştı. Nerede Kur’an okuyan, oruç tutan, namaz kılan Müslüman görseler, evladıyla beraber işkenceye kor, diri diri yakarlardı. Nice tekne dolusu Müslüman’ı, kafir elinden kurtardık. Cezayir’e, Tunus’a getirdik.

Endülüs’ün El-Meriye limanı açıklarında iken, 7 parça kafir teknesi göründü. Birine yetişip aldık. Rüzgar muhalifti. Diğerleri kaçtı. Zaptettiğimiz gemi, bir Flandr gemisiydi, Hindistan’dan mal getiriyordu. Buradan Minorka adasına geldik. Bir koya girdik.

Tunus’tan hareketimizden 50-60 gün geçmişti. Minorka adasına çıktık. İçerilere girdik. 200 kadar pürsilah kafire rasladık. Pınar başında oturmuş, kuzu çevirir, bade içerlerdi. Çoğu kendinden geçmişti. 70-80 kafiri kılıçtan geçirdik. 5-6 sürü koyun aldık. Kafirlerin kumandanını karşıma getirdiler. Nereye gittiklerini sordum :

"Sinyor," dedi; "sizin Minorka’da yattığınızı öğrendik. İspanya’dan üzerinize 10 kadırga gelir. Biz de kadırgalar gelip sizi basınca, karadan onlara yardım edecektik."

Bunu öğrenince esirleri ikişer ikişer prangaya vurdurup gemilere dağıttım. Minorka’dan kalktık. Ceneviz yolunu tuttuk. 4 parça gemiye rasgeldik. Onları da aldık. Namımız bütün kafir illerine destan oldu.

Korsika seferinden sonra ağamla beraber Midilli adasına geldik. 7 pare teknemiz vardı. "Vatan sevgisi imandan gelir" diyen Arap atasözü doğruymuş. Sılamıza kavuşunca taze can bulduk. Bütün akraba ve dostlarımız geldiler. Hal, hatır sordular. Yedi gün, yedi gece kazanlar kaynatıp, adanın bütün fakirlerini doyurduk. Sünnetsiz çocukları sünnet ettirdik. Ersiz kızları evlendirdik. Gönüllerini şad etmek için, büyük düğünler yaptık. Yeni esvaplar kestirip bağışladık. Yetim ve öksüzleri ev ev aratıp buldurduk. Dul karıcıkları, hizmete gücü yetmeyen ihtiyarcıkları, sakatları ve hastaları sevindirdik. Herkesin hatırcığını okşadık. Gazi levendlerimizin kemerleri, sucuk gibi altın doluydu. Bir akçalık mala beş akça verip satın alırlardı. Ta ki adanın tüccarı kazanıp hayır dualar etsin. Midilli halkı, hakkımızda büyük ikram ve inayet gösterdi. Kucak kucak yemiş ve meyve taşıdı :

"Siz mücahid kişilersiniz, yeyiniz, sıhhatte olunuz," diye yalvarırlardı.

DERYA AŞKIMIZ BÜTÜN AŞKLARDAN ÜSTÜNDÜ

Muradımız kışı adada geçirmekti. Bütün akrabamıza ganimet malından dağıttık. Ağamız İshak’a çok mal ve Venedik altını verdik. Mübarek duasını aldık. Yalnız Oruç’un kolcağızını şehit olmuş görünce çok üzüldü, mahzun oldu. Bir ara ağam Oruç, Midilli’de yerleşmek, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istedi. Fakat bu niyetinden tez vazgeçti. Çünkü cümle aşklarının başında derya aşkı gelirdi. Deryayı hiçbir nesneye değişmezdl. Bir sabah dedi ki :

"Karındaşlarım, dün gece hayırlı bir rüya gördüm. Rodos’ta zindanda iken rüyama giren ve kurtulmamı müjdeleyen ak sakallı hoca, Ey Oruç, dedi; yüzünü batıya çevir. Cenab-ı Hak, sana batıda çok gazalar, büyük şan ve şerefler nasip kılmıştır!"

Midilli’ye çok tekneler gelirdi. Kaptanlar, küreğe koymak için esir ararlardı. Bir gün kaptanlara dedimki :

"Benim 827 adet fazla forsam vardır, size satayım."

Bu suretle kafirleri Osmanlı tüccar kaptanlara sattım. Bazılarını 500 altına, bazılarını 300’e, bazılarını daha az akçeye verdim. Sattığım esirlerin vergisini ödedim. Liman reisinin hakkını gönderdim. İslam evkafına bağışta bulundum. Bu suretle aldığım akçanın yarısı gitti. Öbür yarısını ağam Oruç’la böluştük. Ancak para tutmasını sevmezdik. Cümle kazancımızı teknelerimizi daha iyi donatmak için harcadık. Gerisini levendlerimize bölüştürdük. Her levende 90 altın, reislere 195 altın düştü.

Levendler yemek, içmek için ceplerinden harcamazlardı. Her teknenin kazanı kaynardı. Haftada iki kere et verilirdi. Ancak levendler çok kere kendi ceplerinden yer, teknede pişen yemeğe iltifat etmezlerdi. Levendlere kış için sılalarına gitmeye izin verdim. Anadolu’nun ve Rumeli’nin yakın yerlerinde olanlar gittiler. Uzak sılası olanlar bizimle Midilli'de kışladılar. Bu kış içinde Midilli tersanesine üç gemi ısmarladım. Biri 25 oturak, diğer ikisi 24 oturak olacaktı. Bu suretle ol baharda 10 pare teknemiz oldu. Yeni teknelerden birine ben, diğerine ağam Oruç Reis bindi. Yeni gemilerimizi de Tanrı’nın inayetiyle gayetle güzel donattık. Bahar yaklaşırken Anadolu'dan ve Rumeli’nden şanımızı ve şöhretimizi işiten dilaver yiğitler fevc fevc Midilli’ye gelmeye başladılar. Levend yazılmak için rica ve niyaz ederlerdi. Gözümüzün tuttuğu denizci yiğitleri aldık. Ağamız İshak’ın elini öptük. Akraba ve ehibbamızla vedalaştık. Deryaya açtık. Mübarek bir mevsimdi.

"FAKiR FUKARA YOLUMUZU GÖZLÜYORDU"

Yolda 15-16 pare tekne ele geçirdik. İyi tekneleri beraberimize aldık. İyi olmayanları batırdık. Ele geçirdiğimiz gemilerden beşi buğday, ikisi zeytin yağı, biri fildişi yüklüydü. Diğerlerinde çeşitli mal ve eşya vardı. Hepsinden ceman 479 kadın ve sayısız erkek esir aldık. 17 pare gemiyle Tunus’un Halku’l-Vad limanına girdik. Midilli’den ayrıldığımız 29 gün olmuştu. Liman bizi seyretmek için gelen halkla dolmuştu. Toplarımızı ateşleyip halkı selamladık.

Tunus’ta halk bizi o kadar sevmiş ki, çoğu bir daha bu sulara gelmeyiz diye tasa çekerlerdi. Hele fakir fukara yolumuzu gözlüyor, geleceğimiz günleri sayıyordu. Buğdayı fakir ve muhtaçlara bedava dağıttık. Diğer ganimet malımızı sattık. Tunus Sultanı’nın da hissesini ayırıp yolladık. Sultan’ın hissesine 5000 Venedik duka altını, 2 bakire cariye, 4 Cenevizli oğlan düştü. Kızlar ve oğlanlar, 15-16’şar yaşlarında ve gayetle dilberdi. Parayla satsak çok büyük meblağ tutardı. Tunus Sultanı da bize ala donanmış atlar hediye etti. Ağam Oruç’la bu atlara binip saraya gittik Sultan bize :

"Memleketime şeref verdiniz," dedi; "cenab-ı Hak iki cihanda yüzünü ak etsin! Siz benim beylerimsiniz."

Huzurdarı çıkarken benim ve ağamın sırtına birer kürk giydirip taltif ettiler. Maiyetimizdeki levendlere de ihsanda bulundular.

Kışı Tunus’ta geçirdik. Bir yeni bahar daha geldi. 12 pare tekneyle mübarek bir saatte deryaya çıktık. Sicilya’da bir kaleyi bastık. 300’e yakın esir aldık. Teknelere pay edip küreğe koyduk. Deli Mehmed Reis, limanda yatan bir ticaret gemisini ele geçirdi. Tekne, ağzına kadar şeker yüklüydü. 650 çift sandık şeker saydık. Deli Mehmed Reis’i, bu malı Tunus’a götürmeye memur ettim. Ertesi gün kısmetimiz daha da açıldı. 4 pare tekne ele geçirdik ki, ikisi çuha yüklüydü. Biri seren direğiyle doluydu. Fransa’ya götürülüyordu. Dördüncü gemiden kurşun, barut ve gülle çıktı. Velhasıl dört parça da güzel ganimetti.

33 gün sonra Tunus’a döndük. O kadar çok çuha ele geçirmiştik ki, teknelerde ayak basar tahta zeminleri bile çuha döşedik. Her levendin payına 7,5 kantar şeker, 12 top çuha, 125 top kumaş düştü. Ele geçirdiğimiz seren direkleri, çok iyi keresteden yapılmıştı. En büyük teknelerde kullanılabilecek derecede sağlam ve uzundu. Bu seren direklerini Şevketlü Sultan Selim Han padişahımıza hediye göndermeye karar verdik. Direklerle beraber 200 de esir seçtik. Bunları Muhiddin Piri Reis, İstanbul’a, Sultan Selim Han’a götürecekti. Muhiddin Piri Reis, merhum Kemal Reis’in yeğeni idi. Zarif ve alim bir arkadaşımızdı. Padişah kapısında nasıl davranmak lazımdır, çok iyi bilirdi. Uğurlu bir saatte Piri Reis’i Tunus’tan İstanbul’a yola çıkardık.

"PADiŞAH DUASI ALDIK İKİ CİHANDA AZİZ OLDUK"

Muhiddin Piri Reis, 6 pare tekneyle Tunus’tan hareketinin yirmi birinci günü İstanbul’a vardı. Sarayburnu önünde demirledi. Toplarını ateşleyip hakanımız Sultan Selim Han’ı selamladı. Sultan Selim Han, Piri Reis’i huzuruna kabul etti. Benim yazdığım nameyi bizzat kendi okumak inayetinde bulundu. Ağam Oruç Reis’in ve benim gazalarımdan hoşnud oldu. Mübarek ellerini kaldırıp bize ve levendlerimize dualar eyledi :

"Hak Taala, dünya ve ahirette Oruç ve Hayreddin kullarımın yüzlerini ak eylesin," dedi; "kılıçları keskin, düşmanları mahkur, denizde ve karada gazaları mansur olsun. Daima muzaffer olalar!"

Böylece padişah duası aldık. Artık sırtımız yere gelmezdi. İki cihanda aziz olmuştuk. Piri Reis yoldaşımız, hakanımızdan büyük iltifat gördü. On kese akça ihsan aldı. Sırtına hıl’at giydirildi. Selim Han, hediyelerimizi tenezzülen kabul etti ve teker teker bakmak suretiyle lütfunu esirgemedi. Hatta Piri Reis’in teknelerinin Yalı Köşkü’ne yanaşmasını irade buyurdu ki, şimdiye kadar hiçbir geminin saray sahiline yanaşmak haddi değildi. Piri Reis, hediyelerimizi 200 kafir esirinin sırtına yükletmiş ve iyi bir alay düzenlemişti. 200 levend de, sırmalı urbalar kuşanmış olarak sahile çıktılar, Hakanımıza gösteriş yaptılar. Selim Han, her levende ellişer altın ihsan etti. İstanbul’da kaldıkları müddetçe iaşe ve ibatelerinin miriden temin olunmasını buyurdu. Muhiddin Piri Reis için ayrı bir konak tahsis edildi.
Sultan Selim Han, teknelerin tersaneye çekilmesini irade buyurdu. Teknelerimiz burada yağlandı, eksikleri tamamlandı, gedikleri düzüldü, mühimmatı koşuldu. Ayrıca hakanımızın emriyle 27’şer oturak iki kadırga inşasına başlandı. Selim Han bu kadırgalardan birini bana, diğerini ağam Oruç Reis’e ihsan buyuracaktı. Kadırgaların kıçları altın yaldızla yaldızlandı. Güvertelerine mükemmel toplar kondu. Dökümhaneden çıkmış olan bu toplar pırıl pırıldı. Piri Reis, vezirleri de ziyaret etti. Hediyelerimizden peşkeşler sundu. Günlerden bir gün Sultan Selim Han Hazretleri, Piri Reis’i tekrar çağırdı. Huzuruna kabul buyurdu. İki elmas kabzalı kılıç verdi. Her biri birer Rum haracı ederdi. Ayrıca hıl’atlar, sorguçlar ihsan buyurdu:

"Baka Reis," dedi; "verdiğim kadırgalardan birine Hayreddin Bey, öbürüne Oruç Bey binsin. Sorguçlarımdan birini Hayreddin Bey, öbürünü Oruç Bey sokunsun. Kılıçlarımdan birini Hayreddin Bey, öbürünü Oruç Bey kuşansın. Cümle peşkeşleri makbul-i hümayunum olmuştur. Böyle diyesin. Sizi Allah’a ısmarladım. Mansur ve muzaffer olasınız. Duam berekatı sizinle biledir. Her neye ki ihtiyacınız varsa, eşiğime arz edesiniz."

Piri Reis yoldaşım, hakanımızın hatt-ı hümayunlarını aldı. Üç defa öpüp başına koydu. Yedi kere eğilip selam verdi. Selim Han’ın mübarek elini öptü. Veda eyledi. Cihan Hakanı’nın huzurundan kemal-i huzur ve rahat, ıkbal ve saadetle çıktı. Selim Han’ın bana ihsan buyurduğu kadırgaya bindi. Diğer kadırgaları peşine taktı. Sekiz pare tekneyle Sarayburnu’nda padişahı selamladı, Selim Han, Yalı Köşkü’nden gemilerimizi seyrediyordu. Cihanın taht şehri olan İstanbul’dan ayrıldı. Tunus’a doğru yola düştü.

Piri Reis, İstanbul’da iken ben ve ağam, 10 pare tekneyle denize açıldık. Niyetimiz Sebte Boğazı’na, Akdeniz’in ucuna gitmek, Endülüs'e uğramak, din kardeşlerimizden bir kısmını daha kurtarıp getirmekti. Ancak bu sırada Cezayir’in Becaye şehrinden elçiler geldi:

"İmdad olursa," dediler; "siz gazi yiğitlerden olur. İspanyol kafirinin tasallutundan namaz kılamaz çocuklarımıza Kur’an talim edemez olduk. İşimiz inayetinize kalmıştır. Cenab-ı Hak, halasımızı size inayet buyurmuş, bizi size ısmarlamıştır. Teşrif edip beldemize gelin. Hemen bizi kafir zulmünden kurtarın."

Tam Becaye üzerine hareket edecektik. Gördük ki Piri Reis sekiz pare kadırgayla Tunus sularına gelir. Hemen Piri Reis’i gemimize aldık. Heyecanla İstanbul ahvalini sorduk. Daha Piri Reis’in bindiği kadırgayı görünce aklım başımdan gideyazmıştı. O kadar güzel ve azametli tekneydi. Anladım ki padişah ihsanıdır. Gönlüm sürurla doldu. Şevketlü Selim Han’ın mübarek hatt-ı hümayunlanını okuyunca sürurum arttı. Gözlerim doldu. Hatt-ı hümayunu yedi defa öpüp başıma koydum. Cenab-ı Hakk’a şükürler ettim. Böyle kudretli bir hakanın kulu olduğumuz için hamd eyledim. Ağam Oruç, padişahın kendine ihsan ettiği kadırgayı görünce sevince gark oldu. Bu denlü azametli bir tekneye sahip olduğu için hünkarın şevketine dualar etti.

Sultan Selim Han, Tunus Sultanı’na da bir hatt-ı hümayun göndermişti. Hatt-ı hümayunu ben götürüp Sultan’a verdim. Sultan, Cihan Hakanı’nın fermanını yedi kere öpüp başına koyduktan sonra açtı, okudu. Padişahımız buyuruyordu ki :

"Sen ki Tunus Beyi’sin, bu ferman-ı hümayunum vasıl oldukta mucibince amel eyleyip zinhar hılafından hazer edesin. Kullarım Oruç ve Hayreddin Beyler’e her türlü yardımını esirgemeyesin."

Bütün Tunus erkanı toplanmıştı. Sultan’ın huzurunda Piri Reis, Selim Han’ın kılıcını bana kuşattı, gönderdiği hıl’atı sırtıma geçirdi. Azim merasim oldu. Şeyhler dualar ettiler. Cihanın hakanı Selim Han’ın şevketini övdüler. Tunus Sultanı baktı ki, Cihan Hakanı bana ve ağama ettiği iltifatı şimdiye kadar en büyük hükümdarlara karşı bile esirgemiştir, bizlere karşı muamelesi değişti:

"Senin ve ağan Oruç’un yolu, kapdan-paşalık yoludur, dedi; mübarek ola!"

Bu andan itibaren hasedinden tezvire başladı. Gördü ki, artık kendi başımıza zavallı, himayesiz korsanlar değiliz. Cihan Hakanı’nın makbul kuluyuz. Bizden çekinmeye başladı. Devlet ve memleketini Selim Han hesabına elinden alırız diye korkardı.

"DÜŞMAN TEKNELERİNE SAVLET EYLEDİK"

Ertesi gün ben ve ağam Oruç Reis, padişah ihsanı olan yeni gemilerimize bindik. Yirmi yedişer oturak olan teknelerde on altışar top vardı. 12 pare gemiyle deryaya açıldık. Bir tekne ele geçirdik. İçinde 25 kafir vardı. Yağ ve bal mumu yüklüydü. Forsalar Endülüslü din kardeşlerimizden 40 kişiydi. Cümlesini halas eyledik. Deli Mehmed Reis’in gemisine doldurup Tunus’a gönderdik. Deli Mehmed’i gayetle severdim. Genç, korku bilmez bir yiğitti. 15-20 kafirle tek başına kalsa dövüşür ve galip çıkardı.

Bu minval üzere Cezayir ülkesinin Becaye limanına geldik. 2033 can levendimiz, on bir pare kadırgamız, yüz elli kadar topumuz, binlerce forsamız vardı. Becaye’nin kalesi, İspanyol kafirinin elindeydi. Cenge başladık. Cenk, üç buçuk saat sürdü. Kafirlerin çoğu öldü. Bu zaferimizi duyan 20000 Arap, Becaye’ye geldi. Bize yardıma çalışırlardı ama, cenk ahvalini iyi bilmezlerdi. Kalede kalan bir avuç kafir, bize 29 gün mukavemet etti. Şehri ele geçirmiştik. Muhasara toplarımız olmadığı için, kalede büyük gedik açamıyorduk. Minorka adasından üzerimize azim İspanyol kafiri geldiğini duyduk. Becaye’yi bırakıp Cicelli'ye çekildik. Ama Minorka’dan gelecek imdat kuvvetlerinin yolunu beklerdik. Nihayet derya ufkunda 10 pare büyük kadırga göründü. Ağzına kadar silah ve mühimmat yüklüydü. Becaye'yi kurtarmaya gelirlerdi. Ağam Oruç :

"Bu bize Tanrı nimetidir," dedi.

Cümle levendler gülbank-ı Muhammedi çekip düşman teknelerine savlet eyledik. Büyük cenk oldu. 10 tekneyi de ele geçirdik. Kafirlerden sağ kalan 781’ini esir asıp forsaya çaktık.
 
İspanya ile Harp
10 pare İspanyol teknesine Haçlı sancakları çekip 500 levendimle yerleştim. Becaye’ye dümen tuttum. Becaye kalesindeki İspanyol kafiri, Minorka’dan 10 pare geminin imdada gelmesini beklerdi. Bizi uzaktan görünce dindaşları sanıp külahlarını havaya fırlatarek sevinç alametleri gösterdiler. Böylece şenlik ve şadumanlık içinde bulunan kaleye yanaştık. Kafirler kale kapılarını açmışlar, imdada gelen tekneleri karşılamak için yalılara dökülmüşlerdi. Birden levendlerimi sahile çıkardım. "Allah Allah" sadası ayyuka çıkınca, kafirler bozuldular. Kaleyi fethettik. İspanyollar "mayna sinyor!" diye bağrışıp aman dilediler. Civar ülkelerden gelen cümle şeyhler ve kaaidler, bana biat ettiler. Bundan böyle hükümdar olarak beni ve ağam Oruç’u tanıyacaklarına and içtiler. Becaye’ye asker koydum, Ağamla buluşmak üzere Cicelli’ye döndüm. Ağam Oruç gözlerimden öperek beni tebrik etti. Zira Becaye, geyetle mühim bir kaleydi. Kalede 800 fıçı barut ve dünyanın ganimeti elimize geçti. Bilhassa baruta çok sevindik.

Zira barutumuz azalmıştı. Tunus Sultanı da artık bize barut vermiyordu. Baktık ki Tunus Sultanı bizden günden güne yüz çevirir. Kendi başımızın çaresini görmeye karar verdik. Bunun için de, bu gurbet ellerinde, kendimiz için yeni bir devlet kurmak icap ediyordu.

İspanya’da Becaye’yi fethettiğimiz haberi duyuldukta, kafirlerin başına kıyamet kopup, cümlesi yeis ve matem deryasına battılar. İspanya kralı Karlos(*) buyurdu ki, tez vakitte Becaye Türkler’den alına ve İspanyol esirleri kurtarıla. Diğer taraftan Cezayir ülkesi halkı gördü ki Türkler, kafirin belini kırmaya kadirdir. Gayetle adil ve Allah’tan korkan bir millettir. Ben ve ağam, Cezayir’in Cicelli şehrinde otururken, ülkenin birçok şehrinden heyet geldi. Bunların en mühimmi, memleketin merkezi olan Cezayir şehrinden gelen heyetti. İspanyol zulmünden bizar olan Cezayir şehri halkı, bizden imdat istiyordu. Ağam Oruç, 500 leventle Cezayir şehrine doğru yola çıktı. Beni Cicelli’de bıraktı.

(*) İspanya kralı ve Almanya imparatoru Charles-Quint ki, Barbaros Kardeşlerin en büyük hasmı ve rakibi olacaktır

Ağam Oruç Reis, Cezayir şehrini fethe giderken, ben de Clcelli’den hareket ettim. Tunus’a gittim. Tunus Sultanı artık bize tamamen düşmanlık gösterirdi. Fakat beni on pare tekneyle görünce korktu. Zahirde iltifat etti. Vafir özürler diledi. "Biz Müslüman mücahitlere niçin barut yollamadınız?" dedim.

"Benim barut istediğinizden haberim yoktu,"dedi; "kethudam bana bildirmedi. Ben de kethudanın başını vurdurdum."

Gerçi kethudasının başını vurdurmuştu. Fakat bunun sebebi bambaşkaydı. Ama ben bunu sultanın yüzüne vurmadım. Kanmış göründüm.

Sultanla beraber atbaşı Tunus şehrini gezdik. Sonra limana döndüm. Yanımda büyük ağam İshak Reis, Muslihuddin Reis, Kurdoğlu Reis, Deli Mehmed Reis ve başka namlı levent reisleri vardı. Doğu Akdeniz’e Kıbrıs taraflarına doğru gidip avlanmak, sonra Cezayir’e dönmek için reislerime emir verdim. Ben, ağam İshak Bey’le beraber Cezayir’e döndüm. Reislerim, yedi pare gemiyle doğuya açıldılar. Bir müddet sonra Kıbrıs’la Mısır arasında Donanmay-ı Hümayun’a rasladılar. Leventlerin sevinçten akılları başlarından gideyazdı. Zira Türk Donanması derya yüzünü kaplamıştı. Muslihuddin Reis, hemen donanmaya yanaştı. Kapdan-ı Derya Cafer Bey’in huzuruna çıktı. Selim Han’ın kapdan-ı deryası:

"Padişah Mısır seferindedir," dedi; "haberiniz yok mudur? Niçin gelip Donanmay-ı Hümayun’a katılmazsınız?"

Muslihuddin Reis, gayet akıllı bir adamdı. Dedi ki:

"Devletlu Efendim, haşa ki padişah hizmetini ihmal etmişliğimiz yoktur. Başka ıklimdeyiz. Haberimiz olmadı. Eğer bir köpeğinizi gönderip haber salaydınız, emriniz başımızın üstüne, derhal yetişirdik. Devlete hizmet, bize en büyük dünya nimetidir."

Kapdan-ı Derya, Muslihuddin Reis’in bu akıllıca sözlerini çok beğendi: "Berhudar olasınız!" dedi.

Muslihuddin Reis, yedi pare gemisiyle, Donanmay-ı Hümayun'un peşine takıldı. Hep beraber iskenderiye limanına girdiler(*). Bu sırada Selim Han, Mısır’ı tamamen fethetmişti. Kahire’deydi. Donanmasının İskenderiye’ye geldiğini işittikte, hemen bu limana geldi. Donanmay-ı Hümayun’u teftiş etti. Bu arada Muslihuddin Reis’e çok iltifatlar etti. Pek çok asker, ve mühimmat verdi. Bunları alan Muslihuddin Reis, Cezayir’e döndü.

(*) 19 mayıs 1517

ORUÇ REiS’iN ZAFERi


Muslihuddin Reis’in Mısır seferi iki buçuk ay sürmüştü. Ağam Oruç Reis, gemilerinin döndüğünü ve Selim Han’ın gönderdiği askerleri ve topları görünce, ziyade mesrur oldu. Ağam Oruç, Cezayir şehrindeyken, ben Cicelli’de otururdum. Cezayir ülkesinin büyük kısmı elimize geçmişti. Kıyıda birçok kaleyi ellerinde tutan İspanyollar, çok telaşlandılar. 40 pare gemi hazırladılar. Tunus’un Halku’l-Vad limanına gelip demir attılar. Amma bizden kimseyi bulamadılar. Hiçbir şeye kadir olamayıp geri döndüler. Cezayir limanına geldiler. Maksatları, Cezayir ülkesi’nin en büyük şehri olan bu limanı ağam Oruç’tan almaktı.

Ağam Oruç, hamiyet kuşağını dört elle kuşandı. Sabaha kadar başını secdeden kaldırmadı. Cenab-ı Hak’tan nusrat ve zafer diledi. Sabah güneş doğarken, leventlerini topladı. Arap’tan, Berberi’den, Endülüslü’den de çok askeri vardı. Amma bunlar, Türk leventleri gibi cenk bilmezler, sıkışınca düşmandan yüzgeri ederlerdi. Cümlesi beş, altı bin mücahitti. Düşman, yalıya on bine yakın asker çıkarmıştı. 40 pare gemilerinde daha da asker vardı.

Oruç Reis, sancaklarını burçlara diktirdi. Kafirleri kahredecek bir tabiye hazırladı. Gece karanlığı basınca üç bin mücahitle Cezayir kalesinin bir kapısından gizlice çıktı. Dağları dolaşıp İspanyollar’ın ardına düştü. Fırtınalı, pek karanlık bir geceydi. Hemen Ulu Tanrı, mücahit kullarına yardım ederdi. İspanyol kafiri, fırtına ve karanlığın sıkıntısı içindeydi. Oruç Reis’in hareketini anlayamadı. Oruç Gazi, birden düşmana savlet eyledi. Kafir neye uğradığından gafildi. Cümlesi kılıçtan geçirildi. Bir taraftan da kaz yumurtası büyüklüğünde dolu yağıyordu. İspanyollar şaşkınlıktan birbirlerini kırmaya başladılar, gemilerinde ne kadar asker varsa karaya döktüler. Yirmi, otuz bin oldular. Amma göz gözü görmezdi. Oruç Gazi, düşman alaylarını imhaya devam ediyordu. Azim cenk oldu. Sonunda düşman sindi. Gecenin sonunda, sabaha karşı Cezayir kalesinden iki bin mücahit daha çıktı. Bir taraftan da bunlar İspanyollar’a kılıç çalmaya başladılar. Kafirler tamamen kırıldı. Geri kalanları esir alındı.

Oruç Gazi esirleri saydırdı. 2700 kafir esir düşmüştü. Gazilerin verdiği şehit 300 kadardı. Cümlesi merasimle gömüldü. İslam askeri muzaffer oldu. Türk sancağı yükseldi. En büyük kafir devleti olan İspanya, ağam Oruç’a karşı münhezim oldu. Kral Karlos’un yüzü karaya boyandı. Hemen Hak Taala kafirin yüzünü daima kara eyleye! Amin, bi-hürmeti Seyyidi’l-Mürselin(*).

(*) 30 Eylül 1511 Cezayir zaferi. Bu muharebede Don Diego de Vera’nın başkumandanlığındaki 40 harp, 140 nakliye gemisi ve 15000 kara askerinden müteşekkil büyük İspanyol kuvvetleri, Oruç Reis tarafından müthiş bir hezimete uğratılmıştır. İspanya, Avrupa’nın en büyük kara ve deniz devletiydi

Ağam Oruç, bu büyük zaferi bir nameyle bana bildirdi. Zafer haberini aldığımda, yanımda büyük ağam İshak Reis de vardı. On pare tekneyle denize açılmaya hazırlanıyorduk. Cezayir’e ağam Oruç’a yardıma gidiyorduk. Hacet kalmadı. Akdeniz’e açıldık. 16 parça kafir gemisi ele geçirdik.

Bunlar, barut, kurşun, kereste, katran, yağ, pirinç, buğday yüklü teknelerdi. Denize açıldığımızın yirmi dokuzuncu günü dönüp Cicelli limanına demir attık. Bir gemi dolusu buğdayı fukaraya sadaka eyledim. Ağam Oruç’tan bir name gelmişti. Münafık bir Arap şeyhini yakalamam için emir veriyordu. Derhal beş yüz leventle dağlara çıktım. İki yüzlü şeyhi yakaladım. Başını kestirdim. Yerine başka bir şeyh tayin ettim. Cicelli’ye döndüm. Birkaç gün istirahat ettim. Yirmi küsur parça tekneyle denize açıldım. Mübarek bir saatte Cezayir limanına girdik. Ağam Oruç’la buluştuk. Büyük ağamız İshak Bey de bizimle beraberdi. Hayli müddet can sohbetleri eyledik. Kışı bu minval üzere geçirdik.

Evvel bahar geldi. Ortalık lalezar oldu. Gemiler limandan çıktılar. Derya üzerinde oynaşmaya başladılar. Cezayir ülkesinde Tenes şehri vardı. Bir Arap emiri hüküm sürerdi. Amma bu hanedanda anlaşmazlık eksik olmaz, her daim kan dökülür, ahali sıkıntı çekerdi. İspanyol kafiri, bu beldeye de musallat olmuştu. Ağam Oruç Bey Gazi, bu beldeyi de hükmü altına almak istiyordu. Bu sırada İspanya kralı Karlos, Tenes’e on pare gemi göndermişti. Güya Tenes emirini himaye eder, aslında Müslüman halka kan kustururdu. Tenes şehrinde sultanın muhafızı geçinen bir İspanyol birliği vardı. Ahaliyi soyup soğana çevirir, kıymetli ne varsa gemilerine yükleyip İspanya’ ya gönderirlerdi.

İshak ve Oruç Reisler, Cezayir şehrinde kaldılar. Ben on iki pare tekneyle Delis’e geldim. Limanda dört pare ispanyol gemisi yatardı. Bizi görünce akılları başlarından gitti. Gemilerini bırakıp kaleye kapandılar. Gemileri, topları, tüfekleriyle elimize geçti. Öyle telaş etmişler ki, gemilerinden bir habbe almayıp firara yüz tutmuşlardı. Bin beş yüz leventle karaya çıktım. Kale önlerine geldim. Şiddetli bir mukavemet ve cenk bekliyordum. Fakat kale kapılarını açık buldum. Birkaç yüz Müslüman bizi karşıladı:

"Hoş geldiniz!" dediler; "İspanyol kafiri, kendileriyle birlik olan beyimizle beraber gece kaleden çıktı gitti. Belki on bin kişiydiler. Hepsi beyin adamlarıydı. Şehirde kalanlar, Cezayir ülkesinde sizden ve karındaşınız Sultan Oruç’tan gayri hükümdar tanımayanlardır."

Bu haberi alır almaz, iki bin gaziyi yola düzdüm. Kaçanların peşinden saldım. Gaziler, ikinci günü firarileri yakaladılar. Tekbir alıp savlet eylediler. Tanrı aşkıyla:

"Nereye gidersiniz bre kafir-i bi-dinler?" deyip avaze saldılar; "bilmez misiniz ki, sizin için bizim elimizden halas yoktur?"

Tüfek ateşinden sonra iş kılıca ve palaya dayandı. Tüfek ateşinden serçeler gibi düşen düşman, kılıç ve palaya hiç dayanamadı. 350 kafir esir alındı. Gerisi kırıldı. Bizden de yetmiş ila seksen gazi şehit oldu. Tanrı makamlarını Cennet eyleye!

Gazi leventlerimi, Tenes kalesinin önünde karşıladım. Şehit düşen yoldaşları için teselli ettim. Zaferlerinden ötürü tebrik eyledim. Bir müddet Delis’te kaldık. En kıdemsiz levendin eline 500 altınlık ganimet geçti. Ganimetimiz arasında 150 kantar kara biber, 75 kantar tarçın, 25.000 zira kumaş, denk denk ibrişim ve ipek, 400 kantar bal, 600 kantar bal mumu, 1000 top sof, pek çok cenk malzemesi vardı. Tenes’e bir subaşı bıraktım. Mübarek saatte 16 pare cenk teknesiyle deryaya açıldım. Cezayir’e geldik. Oruç ve İshak Reisler'le sarmaş dolaş oldum. Gaziler reisi Oruç Bey :

"Gazan mübarek ola karındaş!" diye tebrik ve dualar etti.

Tenes’ten kaçan bey, Tlemsen sultanının karındaşı oğluydu. Bizden aldığı ders yetişmedi:

"İspanya Kralı sağ olsun. Benim ahımı bu Türkler'de komaz!" gibi laflar ettiği duyuldu.

Anladık ki, bu herifin kalbinden islam muhabbeti kalkmış. Sanırdı ki, İspanyol kafiri Cezayir şehrini bizden almaya muktedirdir ve o zaman, kendisini Cezayir sultanı yapacaktır. Bu hayal ile gezerdi. Bu Arap milletine itimat etmek kat’a caiz değildir. Bir müddet sonra öğrendik ki, Tlemsen sultanının karındaşı oğlu, etrafına topladığı Araplar ve İspanyollar’ la tekrar Tenes’i ele geçirmiş. İspanyol kafirinin zulmünden ve tasallutundan kurtardığımız Tenesliler de, onu gene beyleri olarak kabul etmişler.

Ağam Oruç bu haberi aldıkta gayet kızdı. Mübarek mizaçları galeyana geldi. Bu defa bizzat kendisi gidip düşmana haddini bildirmek istedi. Cezayir ulemasını topladı:

"Efendiler, en büyük din düşmanımız olan İspanyol kafiriyle bir olup din kardeşlerimiz üzerine yürüyen, İspanya Kralı’na biat eden, nasihatlerimize kahpelikle mukabele eyleyen Tenes beyinin akibeti ne ola?" diye sordu. "Dinimizin bu husustaki emri nicedir?"

Cümle ulema ittifakla dediler ki: "Katli vacib, canı ve malı helaldir" ve bunu fetva halinde yazıp ağam Oruç’a verdiler. Oruç Reis, benimle ve büyük ağamız İshak’la vedalaştı. Cezayir’den Tenes’e geldi. Tenes ahalisi baktı ki gaziler reisi yaklaşır, hal yamandır, Tlemsen sultanının karındaşı oğlu olan beylerini bağlayıp Oruç Reis’e teslim eylediler:

HAİNİN BOYNU VURULDU

"Sen sultansın, biz kuluz," dediler; "kusur bizden, inayet sendendir!"

Daha bu minval üzere hayli iki yüzlü laflar ettiler. Ağam Oruç, gayetle merhametli bir adamdı. Hileden nefret eder, ihsan ve inayeti sever, gönlü zengin bir mücahitti. Tenesliler’i bağışladı. Beylerini huzuruna getirtti:

"Bre namerd," dedi; "senin ahlaksızlığın görülüp işitilmiş şeylerden midir? Benim hakkımda <ben öyle korsan makuulesine kulak asmam, İspanya Kralı’nın devletlü bir kuluyum,> demişsin. Bre mel’un, kulu olduğun kralın yüz binlerce Müslüman’ı kılıçtan geçirdiğini, Endülüs’e kan kusturduğunu bilmez misin? Biz korsan değil, elhamdülillah mücahit gazileriz. Din yolunda cenk ederiz."

Ve hemen cellada işaret edip hainin boynunu vurdurdu. Daha birkaç Arab’ı huzuruna aldı:

"Bu mel’un size geldikte bağlayıp bana göndermeniz gerekti," dedi; "beni karşınızda gördükten sonra bu işi yapmak marifet değildir. Siz bana sultan olarak biat etmediniz mi? Yemininizden nasıl döndünüz?"

Onların da başlarını kestirdi. Tenesliler gördüler ki akıbet yamandır. Cümlesi Oruç Reis’e sadakat yemini ettiler. Ondan başkasını hükümdar tanımayacaklarına and içtiler. Ağam Oruç, bütün fitnenin Tlemsen’den geldiğini bilirdi. Tlemsen, Cezayir ülkesinin en batısında, Fas hududu yakınlarında, büyük bir beldeydi. Çok eski bir hanedan orada hüküm sürerdi.

 
Oruç Reis'in Şehadeti

Amma bu Tlemsen Sultanı da İspanyol kafirinin elinde zebundu. Halk, İspanyol'dan, hem de öz sultanlarından zulüm görürdü. Nice zamandır Tlemsenliler, Cezayir şehrine gelirler, ağam Oruç' un eşiğine yüz sürerler, adalet isterlerdi. Ağam Oruç, Tlemsen'i almaya da kararlıydı. Fakat Tlemsen çok uzaktı: Ta Fas'ın yanıbaşındaydı. Derya üzerinde değildi. İçerideydi. Gemiyle gidilemezdi. Sultan'ın Arap'tan ve İspanyol'dan büyük ordusu vardı. Tlemsen şehri, Cezayir şehrinden sonra Cezayir ülkesinin en büyük beldesiydi. Burasını fethetmek müşkül işti.

Amma Tlemsen fetholunmadıkça da, Cezayir ülkesi sükun ve huzur bulmazdı. Tam bu sırada Tlemsen halkı ayaklandı. Sultan kaçtı. Ahali ağama bir heyet gönderip, bundan böyle sultan olarak kendisini tanıdığını bildirdi. Oruç Reis, gayetle sevindi. Böyle cenksiz bir ülkeyi almaktan çok hazzeyledi.

Tlemsen'in Oruç'un sultanlığını tanıması, İspanya'da büyük telaş uyandırdı. İspanya'nın Afrika'daki en büyük kumandanı, Vahran(*) kalesinde otururdu. Vahran, Cezayir ülkesinin batısında, İspanya ile karşı karşıya, büyük bir limandı. Çok metin bir kalesi vardı. Binlerce asker bu kalayi muhafaza ederdi. Tlemsen, Vahran'daki İspanyol nezareti ve tasallutu altındaydı. Ağam Oruç, Tlemsen'e hakim olunca, Vahran ile olan bütün münasebetlerin kesilmesini buyurdu. Vahran'daki İspanyol kumandanının çok askeri vardı. Fakat gene de İspanya'dan imdat diledi. Ağam Oruç, kışı Tlemsen'de geçirmeye karar verdi. Yanında 4000 askeri vardı. Fakat bütün bir kış, Cezayir gibi yeni fethedilmiş bir kaleyi adeta boş bırakmaya razı olmadı. Cezayir şehri elden giderse, bütün Cezayir ülkesi elden giderdi. 3000 askerini Cezayir şehrine gönderdi. Kendisi 1000 askerle Tiemsen'de kaldı(**).

Ağamın gayesi, baharda Tlemsen'den Vahran üzerine yürümekti. Ağam Tlemsen'deyken ben Cezayir şehrindeydim. 3000 levent geldi. Ağam onlarla beraber bana 150 yük akça(***) da göndermişti.

(*) Oran
(**) Tlemsen-Cezayir yolu kuşuçuşu 450 km'dir. Vahran, Tlemsen'in 100 km. kuzeydoğusundadır
(***) Bugünkü satın alma gücü 180 milyon TL. kadardır

Oruç Reis, Tlemsen'de yalnız İspanyollar'ın değil, şehirden kaçan sultanın da tehdidi altındaydı.

Sultan etrafına külliyetli miktarda çapulcu toplamıştı. Fırsat gözlüyordu. Bir yandan da Vahran'daki İspanyol kafirine name üzerine name yazıyor, imdat istiyor:

"Türk korsanlarının elinde kaldım," diyordu; "bir akçamı ellerinden kurtaramadım. Hani kralınızın şevket ve azameti nerededir? Üç buçuk korsan makuulesiyle başa çıkamaz mısınız?"

Vahran kumandanı, Tlemsen Sultanı'na 20000 altın gönderdi. Büyük bir ordu toplamasını söyledi. Baharda kendisi de Vahran'dan çıkacak, İspanyol-Arap ordusu, Tlemsen'e, ağamın üzerine yürüyecekti. Tlemsen Sultanı, türlü vaatlerle Berberiler'den 20000 asker topladı. Vahran'dan da 10000 kişi yardıma geldi. Bu 30000 asker, Tlemsen'e teveccüh ettiler. Başlarında Vahran kumandanı vardı. Çok mütekebbir, mağrur bir köpekti(*). Ağam Oruç gördü ki bu kadar kuvvete açıkta mukavemet imkanı yoktur. Şehri boşalttı, kaleye çekildi. Kafirler Tlemsen şehrine girdiler ve akla gelmez rezaletler yaptılar. Kaleyi de muhasaraya başladılar.

(*) Gomares Markisi

Ben Cezayir şehrindeydim. Tlemsen'de ahvalin kötüye gittiğini haber aldım. 1000 leventle 2000 Arap atlısı hazırladım. Ağam İshak Reis'in emrine verdim. İki, üç konağı bir günde alıp tez Oruç Reis'in imdadına yetişmesini söyledim. İskender Kethuda da İshak Reis'le beraberdi. Oruç Reis, ağam İshak'ın yetiştiğini öğrenince, bir an evvel onunla birleşmek için Tlemsen kalesinden çıktı. Kale, Tlemsen Sultanı'nın eline düştü. Oruç Reis'le İshak Reis birleştiler. Ağam Oruç, Tlemsen'i geri almak çarelerini düşünmeye başladı. Tlemsen Sultanı, yüzlerce yıldan beri saltanat süren bir hanedanın son hükümdarıydı. Bu hanedan, geçmişte çok şevketli günler yaşamış, bir ara bütün Cezayir ülkesine hakim olmuştu. Ağam Oruç, böyle bir hanedanı taht ve tacından mahrum etmek istemezdi. Şu şartla ki, İspanyollar'la işbirliği yapmasın ve bizim yüksek hakimiyetimizi tanısın. Bu şartları kabul etmediği takdirde, sultanı saltanatından mahrum etmeye mecburduk.

Ağam Oruç, 2000 leventle tekrar Tlemsen önlerine geldi. 10000'den fazla İspanyol ve Arap karşı çıktı. Üç, üç buçuk saat, azim cenk oldu. Kılıçlar al kana boyandı. Kafirlerin çoğu ecel şarabını içti. Ancak üç, dört yüzü sağ kaldı. Hepsi esir alınıp Cezayir'e gönderildi.

İspanya kralı Karlos, Vahran'daki valisine bir ferman gönderdi "Eğer başın sana lazımsa, Oruç Reis'ten gayri bütün Türkler'i kılıçtan geçiresin, Oruç Reisi sağ olarak esir alıp İspanya'ya gönderesin, ben onu ne şekilde ölümle öldüreceğimi bilirim" diyordu.

Kralının bu emri üzerine Vahran valisi, otuz-kırk bin kişiyle ağam Oruç'un üzerine yürüdü. Tam üç ay cenk etti. Fakat ağam teslim olmadı. Vali, kumandanları topladı, dedi ki:

"Bu Türkler, gayetle inatçı bir kavimdir, helak olur, teslim olmazlar. Daha bu kale önünde ne zamana kadar beklemek mümkündür? Gelin Türkler'e bir elçi gönderelim. Silahlarını alsınlar, kaleyi bize bırakıp gitsinler. Amma, yiyecekleri tükenmişse bunu kabul ederler. Tükenmemişse, son fertleri helak olmadan silah bırakmazlar!"

Ertesi sabah İspanyol elçisi Oruç Reis'in huzuruna çıktı. Ağam, levendlerine:

"Ne dersiz oğullar," buyurdu; "elçiyi dinlediniz."

Leventler:

"Elbette diri kalmak, ölmekten yeğdir," dediler; "çıkıp Cezayir'e gider, sonra gelir kalemizi yeniden alırız. Amma gerçek tedbir nedir, siz daha iyi bilirsiniz."

Oruç, kaleyi teslim etmeye razı oldu. Kafirler gayetle sevindiler. Amma maksatları o idi ki, leventler kaleden çıkınca kılıç üşürüp bir avuç Türk'ün işini bitireler. Yoksa sözlerini tutmaya zerre kadar niyetleri yoktu. Zira Türkler'i bıraktığını öğrenirse, Karlos Kral, Vahran valisi olacak namerdin başını kestirirdi.

Oruç Reis, çoğu yaralı ve aç, günlerdir uyuyamış ve ellerinden silah bırakmamış bir avuç levendiyle kaleden çıktı. Bir konak gitmemişti ki, ardından on beş yirmi bin kafir yetişti:

"Silahlarınızı bize bırakınız," dediler; "sağ çıkıp gittiğiniz yetmez mi?"

Oruç Reis:

"Ölmek," dedi; "silah teslim etmekten yeğdir. Ölüm ne ola ki korkalım. İnsan bir kere ölür, amma namı kalır."

Ümitsiz bir cenk başladı. Leventler kaçar, kafir kovalardı. Kafir yetiştikçe ağam cenk veriyor, fakat her vuruşmada birkaç levent daha şehit düşüyordu. Zaten cümlesi 340 leventti. Nihayet Oruç Reis, bir ırmağa can attı. Leventlerin yarısı da köprüyü geçmişlerdi ki, İspanyollar yetişti. Köprüyü atmaya hazırlanan ağam, levendlerinin feryadına dayanamadı, hepsini bir baba evladını nasıl severse öyle severdi. Geri döndü. Askerlik ve tedbir onu icap ettirirdi ki, ağam, yanındaki leventlerle beraber Cezayir'e gele ve sonra dönüp yoldaşlarının öcünü ala. Fakat Oruç Reis'e leventleri: "Baba"(*) derlerdi. Bir baba ne mümkündür ki oğullarını kılıç altında bırakıp kaça. Oruç Reis köprüyü gerisin geriye geçti. Kafir deryasına dalıp kılıç üşürmeye başladı. Ancak leventler o kadar mecalsizdiler ki, bazılarında, kılıç kaldıracak güç kalmamıştı. Zaten Afrika'nın kızgın bir günüydü. Susuzluktan dudaklar şerha şerha çatlamıştı.

Oruç Reis'e belki yüz kişi birden kılıç üşürdü. Ağam şehit düştü. Mübarek başı kesilip İspanya Kralı'na gönderildi. Büyük ağam İshak Bey de bir kaç ay önce Kal'atu'l-Kıla'da şehit düşmüştü. Dört karındaştık. Üçünün şehadetini gördüm. Ne hikmettir ki Ulu Tanrı yalnız bana şehadeti nasip buyurmadı. Demek karındaşlarım benden çok mübarek kullarmış. Tanrı hepsine rahmet, makamlarını cennet eylesin! Amin, bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselin!

(*) Cumhuriyet devrine kadar Türk bahriyelileri subaylarına "beybaba" derlerdi. Böyle hitap etmek gelenekti. Altmış yaşında bir bahriye neferi, bıyıkları yeni terlemiş teğmenini böyle çağırırdı.

Ağamın şehadet haberi Cezayir'e geldikte ben artık bir tek gaye için yaşamaya azmettim.

O da, ağamın yolunda gitmek, Afrika'yı ve Akdeniz'i kafirlere dar etmek gayesiydi. Bu gaye olmasaydı, ağamın ardından yaşamanın ne değeri kalırdı? Ancak zaaf gösterecek zaman değildi. Ağlamaya bile vakit yoktu. Afrika'da biz bir avuç Türk, göz açıp kapayıncaya kadar yok olabilirdik. Çok tedbirler aldım. Ancak düşman kendinde, Cezayir şehrine kadar gelecek gücü bulamadı. O kışı hazırlıkla geçirdim. Uyuyuncaya kadar bir dakika boş durmazdım ki, aklıma ağam gelmesin. Amma gece düşüme girer, pek mahzun kalkar, unutmak için hemen işe sarılırdım. Bütün gemilerimi, toplarımı, cephaneliklerimi gözden geçirdim, yeniledim. İspanyol kafiri:

"İsa'ya şükürler olsun," derlerdi; "belanın büyüğünden kurtulduk. Şimdi tez zamanda belanın küçüğüne de bakıp işimizi tamamlayalım ki, yılan büyüyüp başımıza ejder kesilmesin."

İspanya kralı Karlos'tan(*) bir elçi geldi. Bana diyordu ki:

"Ağan ölmüş, leventlerinin çoğu kılıçtan geçirilmiş, kolun kanadın kırılmıştır. Ağan olmayınca sen kimsin ki en kudretli Hristiyan hükümdarı olan bana kafa tutacaksın? Ne yapmayı ümit edebilirsin? Gemilerini, leventlerini alıp Cezayir'den çık git, bir daha da zinhar Afrika'ya ayak basma. Bu sana son lütfumdur. Yakında Cezayir'e derya dolusu gemi yollamam mukarrerdir. Seni hala orada bulup ele geçirirsem, akıbetin vahim olur!"

(*) İspanya, Napoli, Sicilya kralı, Almanya imparatoru, Hollanda - Belçika hükümdarı olan Charles-Quint

Ben Cezayir sultanıydım. Eğer ki, Al-i Osman padişahının naçiz bir kulu, basit bir beylerbeyisi idim. Amma ki Avrupa'da namım "Cezayir kralı" idi. İspanya Kralı'nın bana böyle hitap etmesi gayetle haddini bilmezlikti. Çok ağır bir name yazıp kendisine yolladım. Cevabımı alınca, Cezayir önlerine derya misali donanmalarıyla geldiler. Karaya çıktılar. Fakat kışın iyi hazırlanmıştım, böyle bir şeyi de bekliyordum. İspanyollar büyük zayiat verdiler. 20000 kafirden birçoğu kırıldı, yedi sekiz yüzü:

"Mayna Sinyor!" deyip bize teslim oldular. Gerisi teknelerine can attılar, kralları Karlos'un haysiyetini beş paralık ve yüzünü kara edip defolup gittiler. Afrika'da Türk'ün şanı yüceldi, namımız bütün Avrupa'da duyuldu. Cezayir'de tam 13000 kafir esiri birikmişti. Bunların yirmi dördü, frenklerin "amiral" dedikleri büyük kaptanlardı. Bunları zaptetmek de bir meseleydi. Bir defasında zincirlerinden boşanmışlar. Kaçmak istediler. Zorlukla ele geçirdik. Büyük vuruşma oldu. Esirlerin üç yüzü öldü.

Şevketlü Sultan Selim Han Hazretleri namına sikke kestirip hutbe okutturdum. Maksadım bu idi ki, bütün Afrika'da Cihan Padişahı'ndan başkasının namına sikke kesilmesin. Afrika'da Araplar'ın en büyük hükümdarı Fas Sultanı idi. Fas Sultanı'nı alt etmeden, Afrika'da Türk hakimiyetini tamamlamak ihtimali yoktu. Bir gün Cezayir'de Afrika'daki Arap emirlerinden birkaçını kabul etmiştim. Kendilerine dedim ki:

"Cihan Padişahı olan Selim Han, şimdi aynı zamanda peygamberimizin halifesidir. Siz nasıl olur da aynı zamanda İslam halifesi olan Cihan Hakanı'nı bırakıp Fas Sultanı namına hutbe okutup sikke kesersiniz? Varın hakanımızın namına sikke kazdırın. İstikbaliniz, ikbaliniz ve devletiniz bu yoldadır. Veyl bu yoldan ayrılacak biçarelere!"

Sultan Selim Han efendimize mutemet adamlarımdan Hacı Hüseyin Ağa'yı gönderdim. Hüseyin Ağa, 21 gün derya yolculuğundan sonra cihanın incisi İstanbul şehrine vardı. Yalı Köşkü'nde Sultan Selim Han tarafından kabul edildi. Acizane peşkeşlerimi padişahımıza sundu. Bu peşkeşler, 20 Frenk oğlanı köle tarafından taşınıyordu. Selim Han peşkeşleri lütfen ve tenezzülen beğendi. Hüseyin Ağa'ya hıl'atler giydirildi. Kaptanlarıma miriden konaklar tahsis edilip konuklandı. Hüseyin Ağa padişahımızdan sonra devlet erkanı tarafından da kabul edildi. Onlara da acizane hediyelerimi sundu. Cihanın taht şehri olan İstanbul'da tam 41 gün kaldı. Leventlerim 41 gün şanlı taht şehrimizi gezip eğlendi. Vaktin hitamında hareket edildi. Hakanımız Selim Han, Cezayir teknelerini seyretmek üzere Yalı Köşkü'nü teşrif buyurmuşlardı. Gemilerim, bütün toplarını ateşleyerek şanlı büyük hakanımızı selamladı. Hacı Hüseyin Ağa, veda için Selim Han'ın huzuruna çıktı. Yedi kere yer öpüp padişahımızı ululadı.

Hakanımız, Hüseyin Ağa'ya bir ferman-ı hümayun verdiler ki, kendi el yazılarıyla yazılan bu ferman, beni Cezayir beylerbeyiliğine tayin ediyordu. Böylece şanlı devletimizin bir beylerbeyisi oluyordum. Bana verilmek üzere Hüseyin Ağa'ya mücevherli bir kılıç, sırmalı bir hıl'at ve bir beylerbeyilik sancağı teslim edildi. Hakanımız, Hüseyin Ağa'ya dedi ki:

"Baka Reis, işbu kılıcı Hayreddin Paşa kuluma götür, şan ve şerefle takınsın. Hıl'atimi giysin ve sancağımı zinhar yanından ayırmayıp mansur ve muzaffer gazalar eylesin. Cümle duam berekatı sizinle biledir. Hemen Cenab-ı Hak, Cezayir'deki bütün mücahit kullarımın yüzünü iki cihanda ak eylesin. Amin, bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselin!"

Hüseyin Ağa, İstanbul'dan hareketinin sekizinci günü Mora'nın güneyinde Koron limanına varıp demir attı. Limanda 8 pare Venedik gemisi ile sayısız Türk gemisi yatardı. Hüseyin Ağa, Venedik gemilerinin amiraline bir nezaket ziyareti yaptı. Amirale dedi ki:

"Artık Cezayir toprağı, Selim Han'ın mülküdür. Efendim Hayreddin Paşa, bir Osmanlı beylerbeyisidir. Donanmamız da, Donanmay-ı Hümayun'un bir parçasıdır. İstanbul'dan nece buyruk alırsak ana göre hareket ederiz. Padişahımızla dost iseniz, Cezayir gemilerinden de korkunuz olmasın. Düşman iseniz, biz de Akdeniz'i size dar ederiz."

Hüseyin Ağa, Koron'dan hareketinin sekizinci günü Cezayir'e geldi. Böylece İstanbul-Cezayir yolunu 16 günde almış oldu. Derhal Hüseyin Ağa'yı ve İstanbul'dan dönen kaptanlarımı çağırdım. Padişahın ihsanlarını kemal-i tazim ile aldım. Öpüp başıma koydum. Kılıcı kuşanıp hıl'ati sırtıma geçirdim. Selim Han'ın şanlı sancağını başımın üzerinde yüksek bir yere astırdım. Azim ferahlık buldum. Artık İspanyol kafiri bile benimle başa çıkamazdı. Çünkü arkamda Selim Han gibi bir cihan hükümdarı vardı. Ne istesem lütf-u inayetini benden esirgemezdi. Gece büyük bir ziyafet verdim. Bahşişler dağıttım. Eğlenceler düzenlenmesini emrettim. Hüseyin Ağa, vazifesini istediğimden ala ve ümidimden fazla yapmıştı. Kendisini Cezayir'de büyük bir vazifeye tayin edip mükafatlandırdım.

Büyük düşmanımız İspanyol kafiri idi. Buna şek ve şüphe yoktu. Cenevizliler gibi başka kafir milletlerle de harp halindeydik. Ancak bir de bizim Cezayir'e yerleşmemizden gocunan Cezayirli, Tunuslu, Faslı hükümdar ve hükümdarcıklarla uğraşmak zorundaydık. Fasta büyük bir hanedan olan Fas sultanları hüküm sürüyordu. Burası büyük bir devletti. Fakat son zamanlarda iç kavgalarla dirliği ve düzenliği bozulmuştu. Şimali Afrika'da Fas'tan başka ehemmiyetli bir devlet yoktu. Tunus ve Tlemsen'de hüküm süren Hafsiler ve Abdulvadiler, eski ehemmiyetlerini külliyen kaybetmişlerdi. Arkalarını İspanyol kafirlerine dayayıp bizimle gizli veya açık mücadele etmek yolunu tutmuşlardı. Kendilerini ilk fırsatta ortadan kaldıracağımı biliyorlardı. Niçin, izah edeyim:

Biz, Doğu Akdeniz'den Batı Akdeniz'e gelince önce Tunus'a ayak basmış, Hafsi Sultanı ile anlaşmıştık. Bizim sayemizde Tunuslular zengin oldular. Uzun zamandan beri mamurluğunu yitirmiş olan Tunus şehirleri şenlendi, bolluk ve refah içinde yüzmeye başladı. Tunus Hafsi Sultanı, İspanyol ve Ceneviz tasallutundan sayemizde kurtuldu ve gene sayemizde, ödediğimiz haraçla hazinesini doldurdu. Kendisinden memnunduk ve Tanrı bilir, ne ülkesinde, ne malında gözümüz vardı. Yoksa elimize o kadar fırsat geçmişti ki, istesek kendisini ortadan kaldırmaya muktedirdk. İşte bu şartlar içindeyken biz Cezayir'i fethettik, Tunus'tan büyük bir devlet olduk ve en büyük Hristiyan devleti olan İspanya ile amansız bir savaşa giriştik. Müslümanlık onu icap ettirirdi ki, bu amansız savaşta Tunus Sultanı bizi desteklesin. Ancak Sultan, Osmanlı himayesine girmemizden ve Selim Han'ın tebaası olmamızdan ziyadesiyle ürktü.

Biliyordu ki Osmanoğulları cihangir bir sülaledir ve Selim Han, birkaç yıl içinde yüz Tunus ülkesi büyüklüğünde ülkeler fethetmiştir. Sanırdı ki, hakanımız Selim Han'ın kendi fakir ülkesinde de gözü vardır. Bilmezden gelirdi ki, hakanımın beylerbeyilerinin, Tunus sultanından daha bol toprağı ve askeri olan nece sancak beyleri vardır. Netekim Selim Han'ın bir beylerbeyisi olan ben, Avrupa'nın yarısına hakim olan İspanya kralı Karlos'u birçok defalar mağlup etmiştim. İşte bu minval üzere Tunus Sultanı ile aramız açıldıkça açıldı. Tek başına bana kafa tutamayacağını bilen Sultan, bir taraftan İspanya'dan yardım isterken, diğer taraftan da yerli emirleri aleyhimde kışkırtıyordu. Kışkırttıklarının başında, Tlemsen'in Abdulvadi hanedanından inen hükümdarı vardı. Bu hükümdar, bana tabi idi. Ancak el altından İspanya ile münasebet kurmaktan da geri kalmıyordu. Tunus Sultanı'nın Tlemsen beyine yazdığı nameyi ele geçirdim. Bu namede hulasaten deniyordu ki:

"Hayreddin Paşa denen izbandut, ağası Oruç'tan daha da büyük bir beladır. Hele şimdi arkasını Sultan Selim Han'a dayamıştır. Onun için gururuna son yoktur. İspanya dahil, cihana kafa tutmaktadır. Sultan Selim Han, Hayreddin'i adam sanıp kendisine beylerbeyilik ve paşalık ve murassa kılıç ve hıl'at ve sancak vermiştir. Hayreddin, Anadolu'dan devamlı insan ve malzeme yardımı almaktadır. Tedbir budur ki, el birliği edip Afrika'da bir tek Türk bırakmayalım. Şimali Afrika'ya ayak bastıkları on yıl olmadığı halde Türkler, şimdi hepimize efendilik taslamaktadırlar."

BİR OSMANOĞLU'NUN ELiNDEN ÜLKE ALINDIĞINI KİMSE DUYMAMIŞTI

Bütün kudret Allahü Taala Hazretleri'nin elindedir. Dilediğini aziz ve dilediğini zelil eder. Tunus Sultanı, dinimizin bu inceliğinden gafildi. Elbet büyük kusurları vardı ki, Cenab-ı Hak tarafından zelil kılınmıştı. Şimdi Cezayir'i benim elimden almak artık hiçbir dünyevi kudretin iktidarı dahilinde değildi. Çünkü ülke benim değil, Şevketlü hakanımız Selim Han'ındı. Şimdiye kadar bir Osmanoğlu'nun elinden ülke alındığını da kimse işitmemişti. Gerçek bu merkezdeydi. Kim ki bu gerçeği kavramakta anlayışsızlık gösterecekti, başını en büyük belalara sarması mukadderdi. Cezayir halkı, bizi seyiyordu. Ülkeye getirdiğimiz nimetlerin değerini müdriktiler. Koca Cezayir ülkesindeki emirlikleri, kabileleri bir araya, bir idareye toplamıştık. Ticaret, biz gelmeden öncesine nispetle birkaç kat artmıştı. Müslümanlar artık İspanyol kafirinin tasallutundan emindiler. Hür ve başları dik yaşıyorlardı. Çünkü cihanın en büyük hükümdarının tab'ası idiler(*).

Bununla beraber bazı kabileler teşvik ve iğvaya kapıldılar. Üzerlerine 6000 yaya ve 6000 atlı asker gönderdim. Gazilerim, asileri, ibret teşkil edecek şekilde cezalandırdılar. Tlemsen'de de kıpırdanmalar vardı. Fas padişahı da Tlemsen işlerine karışıyordu. Çünkü Tlemsen, Fas'ın yanıbaşında idi. Tlemsen'deki Abdulvadi hanedanı arasındaki kavgalar da halkın huzurunu bozuyor, İspanyol kafirinin ekmeğine yağ sürüyordu. Bu hanedandan Emir Mes'ud, Cezayir'e gelmiş, büyük karındaşına karşı benden yardım istiyordu. Mes'ud'un yanına 3000 atlı ve 1000 yaya askerimi katıp Tlemsen'e gönderdim. Zira Tlemsen Sultanı'nın aieyhimde olur olmaz söz söylediğini casuslarım bana bildirmişlerdi. Kendisini İspanyol zulmünden kurtardığımız bu nanköre haddini bildirmek gerekti. Sultan'ın diğer bir karındaşı, Emir Abdullah da, Vahran'a kaçıp İspanyollar'dan yardım istemişti.

(*) 1962'de Cezayir istiklaline kavuşunca, milli hareketin en büyük liderlerinden olan Albay Muhandu'l Hacc şu beyanatı vermiştir:
"Her şeyi, hatta bir millet oluşumuzu, Türkler'e borçluyuz. Osmanlılar geldiği zaman, bizler korsandık. Yüzlerce kabileden müteşekkildik. Osmanlılar, başımıza bir paşa getirdiler. Dağınık aşiretleri bir araya topladılar. Onları bir kavim haline koydular. Bu kavim, 300 yıl, merkezi Türk idaresi altında kaldı. Birliğin kudretini öğrendi. Türkler sayesinde, millet haline geldik." (Hürriyet gazetesi, no. 5.121, 3.8.1962, s. 5c).
 
Eski Türk Denizcilerinin Kullandıkları Gemiler​
A. KÜREKLE YÜRÜYEN GEMİLER


UÇURMA: Süratli bir kayık olup hafif donamaya dahildi.

VARNA BEŞ ÇİFTESİ: Hafif donanmadan beş çifte kürekli süratli kayık.

KARAMÜRSEL: İstanbul ile MArmara sahilleri arasında işleyen birbuçuk direkli ve sivri üçgen yelkenli, yarım güverteli Marmara kayığı. Hem kürek hem yelkenle giderdi.

AKTARMA: Tuna'da kullanılan nehir gemisi. Ayrıca düşamandan alınan ganimet tekneye de bu isim verilirdi.

ÜSTÜAÇIK: Tuna'da kullanılan gemilerden. Bİr dümenci ve skiz kürekçisi vardı. NAkliyatta kullanılırdı.

ÇİFTE KAYIĞI: Bİr çeşit nehir kayığı.

BROLİK: Sığ yerlere girebilen hafif donanma gemisi. İçinde yedi levent bulunurdu.

CELİYYE: Nehir ve ırmaklarda kullanılan hafif donanma gemisi.

ÇAMLICA: Tuna'da işleyen nakliye gemilerinden.

KÜTÜK: Sığ sularda ve çıkarma işlerinde kullanılır, altı düzce, döşemeli, başı kalkık ve içeriye bükülmüş gemi. Bugünkü mavnalara benzer. Çeşitli nakliye işlerinde kullanılır. Tek kürekli ve yelkenlidir.

AT KAYIĞI: Tımarlı sipahinin nakli için Çardak ile Gelibolu arasında kullanılan küçük mavna. Dört küreklidir.

KANCABAŞ: Hafif filoya dahil, üstü açık ve sahillere sokulur, nehirlere girer bir gemi.

ŞAYKA: Altı düz büyük kayık. 20-50 savaşçı taşır. Özi, Dinyeper ve Tuna nehitlerinde işleyen gemilerdendir. Üç topla mücehhez olup nehir sahil muhafazasında kullanılırdı. Çayka da denir.

İŞKAMPAVYE: Hafif donanmaya dahil Tuna gemilerinden. Kürekli olup haberci gemisi olarak kullanılırdı.

ŞAHTUR: Hafif donanma gemilerindendi ve Fırat nehrinde eşya nakli için de kullanılırdı.

ÇEKELVE: İki direkli ve büyük yük gemilerindendir.

KIRLANGIÇ: Hafif donanmanın karakol ve haberleşme işlerini gören ve yüz kişilik mürettebatı olan gemidir. Ayrıca tüccar kırlangışları da olurdu.

FİRKATE: 10-17 oturaklı olup her küreğini 2-3 kişi çekerdi. Hafif donanmadandır, nehirlerde de kullanılırdı. Savaş sırasında 80 savaşçı taşırdı.

KALİTE: Ağır donanmadandır. Frenkler, kalyota, galita, galyot derlerdi. 19-24 oturaklı olup harp zamannında 220 savaşçı taşırdı. Bilhassa düşmanı takip için kullanıldığından baş tarafında da topu vardı.

PERKENDE: Pergengi, birgende veya perkandi de denirdi. Yabancıların brigantin dedikleri gemidir. 18-19 oturaklı, baş tarafında topu bulunan ağır donanma gemilerindendir.

MAVNA: 26 oturaklı, iki katlı, kadırgadan daha yüksek ve geniş bir ağır donanma gemisidir. Küreklerini yedişer kişi çekerdi. Bütün mevcudu 600 kadar olurdu. 364 kürekçisi vardı. 24 topu bulunurdu, bir veya iki latin yelken kaldırıdı.

GIRAB: Uzun, başı sivri ve keskin bir ağır donanma gemisi. Güvertesi altında kürek çekilirdi. Savaş goraplarının küpeşteleri gayet yüksek olurdu.

KADIRGA: Frenklerin gali veya galer dedikleri gemidir. 25 oturaklı olup her küreğini 4-5 kürekçi çekerdi. Boyları gayet uzun, ensiz, su ilşe beraber denecek kadar alçak ve son derece süratli idiler. 35 gemici, 196 kürekçi ve 100 savaşçısı vardı. Baş tarafında üç tane olmak üzere 13 topu bulunurdu.

BAŞTARDE: Kadırganın büyüğüdür. 26-36 oturaklı olup her küreğini yedi kişi çekerdi. Kaptan Paşa baştardesi 36 oturaklı olup, 500 kürekçi, 216 savaşçı ve gemicilerle birlikte 800 mevcutlu idi. Baş tarfında üç ağır ve yanlarında hafif topları bulunurdu. KAlyonların ehemmiyet kazanmasından sonra Kaptan Paşalar harp sırasında "baş kapudâne" denen kalyona binerlerdi.

BAŞTARDE-İ HÜMÂYUN: Padişahlar için yapılan "hünkâr baştardesi"dir. Teknesi, kürekleri, yelken ve direkleri yeşil boyalı olurdu. Yeşil sancak çekerdi. Bir sefere serdar olan vezir bu baştardeye biner ve kendi bayrağını çekerdi. (Bir tanesi istanbul deniz müzesinde mevcuttur ve bu tekne dünya üzerinde kalan son gerçek kadırga'dır)

B. YELKENLE YÜRÜYEN GEMİLER

ATEŞ GEMİSİ: Harp sırasında düşman donanmasını yakmak için kullanılırdı. İçleri yanıcı madde dolu olup huhsusi olarka yapılmışlardı. İçindeki gemiciler, hedefe yaklaşınca geminin arka lumbarlarından denize atlayıp, arkadaki kayığa biner kaçarlardı.

ŞALOPE: İki direğinde sübye denen iki küçük düz yelken bulunan ambarsız bir gemi idi. Haberleşme için kullanılır, içinde 62 kişi bulunurdu. 12 topu vardı.

BRİK: Her iki direği kabasorta denen dört köşe yelkenli idi. Zamanın en süratli harp gemisi olup ambarsızdı ve 70 müretterbatı vardı. Lumbarlı olan küpeştelerinde 8 kadar top bulunurdu.

USKUNA: Birinci direğinde kabasorta ve ikincisinde sübye denen düz yelken bulunurdu. 16 kadar topu ve 90 mürettebatı vardı.

ŞEHTİYE: Büyükleri üç, küçükleri iki direkli olup 200 kadar mürtettebatı bulunurdu. Şitye de denirdi.
AĞRIPAR: Büyük gemilerden olup 16. asırda 30'dan fazla top taşıyanları vardı.

KORVET: Üç direkli büyük harp gemilerinden olup yalnız güvertesinde 20-30 topu bulunurdu. 19.asır başlarında gemi mürettebatı 174 kişi idi.

BARÇA: Hem nakliye, hem harp gemisi olarak kullanılır, kalyon çeşitlerinden altı düz2-3 direkli büyük teknelerdir. 16. asır başlarında 80'den fazla topu bulunan barçalar kullanılmata idi.

KALYON: Üç direkli, yelkenli büyük harp gemisidir. 2-3 ambarlı olanları vardı. İki ambarlılard 60-80, üç ambarlılarda 80-110 top bulunurdu. Bizde ilk olarak İkinci Bayezid devrinde yapılmış olan kalyona "Göke" deniyordu ve 2 bin mevcutlu idi. Fakat gerek kalyon, gerek barçaların rüzgarsız hava yürütülmeleri imkansız olurdu. GÖKE, BARÇA, BURTON, KARAKA, KARAVELE, FİRKATEYN, KAPAK ve ÜÇ AMBARLI denen gemilerin hepsi kalyon çeşidindendir.

FİRKATEYN: Üç direkli harp gemisidir. Hem güvertesinde hem de ambarlarında top bulunurdu. Çeşitli büyüklüklerde olanları vardır. 30-70 topu olurdu, süratli hareket ederdi.

KAPAK veya KAYPAK: İki ambarlı harp gemilerinden olup güvertesinde ve her bordasında iki sıra topu vardı. 80-110 topu bulunurdu. 800-1.000 mürettebat ve savaşçı taşırdı.

ÜÇ AMBARLI: Kalyon sınıfının en büyüklerindendir. 17. asır sonlarında yapılmaya başlandı. 110-120 topu ve 800-1000 mürettebatı vardı.
 
Geri
Top