Osmanlıcada ''T''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
TA
f. Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ :
TA
Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.
TA' (TAE)
Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek.
TÂ BE KIYAMET
Kıyamete kadar.
TÂ BEKEY
Ne vakte kadar.
TÂ HAŞRE DEK
Haşre kadar.
TA KEY
f. Ne vakte kadar?
TAA
Muti olmak. İtaat etmek.
TAAB
Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.
TAAB-ÂVER
f. Yorgunluk veren.
TAABBÜD
İbadet etmek. Kulluk etmek.(Ey insan! Kur'ânın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivâsından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat, ma'budiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler. L.)
TAABBÜDÎ
İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.(Mesâil-i şeriattan bir kısmına "Taabbüdî" denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.Bir kısmına "Mâkul-ül mâna" tâbir edilir. Yâni: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü: Hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhidir.Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: "Şeairin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir." denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: "Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir. "Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev'-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nevi beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı Tevhid ve Rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister. M.)
TAABBÜS
Sayıklama. * Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme.
TAABBÜS
(C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.
TAAB-I DİMAĞÎ
Zihnî yorgunluk. Dimağın yorgunluğu.
TAACCÜB
şaşma, hayret etme. Tahayyür."Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) rivayet olunuyor ki: "Taaccüb bütün taaccüb ona ki: Cenab-ı Hakk'ın halkını görüp dururken Allah'da şek eder. Şuna taaccüb olunur ki: Neş'et-i ulâyı tanır da neş'et-i uhrâyı inkâr eder. Şuna da taaccüb olunur ki: Her gün her gece ölüp dirilip dururken ba's-ü nüşuru inkâr eder. şuna da taaccüb olunur ki: Cennet'e ve naim-i Cennet'e iman eder de yine dâr-ül gurur için çalışır. Şuna da taaccüb olunur ki: Evvelinin bulaşık bir nutfe, âhirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefâhur eder." (E.T.)
TAACCÜC
Şamata, gürültü, patırtı.
TAACCÜL
Acelecilik. Acele etmek.
TAACCÜLAT
(Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler.
TAACCÜN
(Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma.
TAACİB
Acayib şeyler. Tuhaf şeyler.
TAAC'UC
Çeşitli seslerin birbirine karışması.
TAADDİ
Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
TAADDÜD
Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme.
TAADDÜD-Ü EZVAC
(Bak: Taaddüd-ü zevcat)
TAADDÜD-Ü ZEVCAT
Bir kaç kadınla evlilik hali. (Bak: Aile)(Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkki eder. Evet, eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüt bilâkis olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvânatın şehâdetiyle ve izdivac eden nebâtatın tasdikıyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyyedir. Madem, hikmeten, hakikaten, izdivaç, nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur. S.) (İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.İkincisi: Şeriat muaddildir. Yâni; gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki, birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref'etme, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh, Şeriat, vâzı-ı esâret değildir. Belki en vahşi suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvâfık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüdde öyle şerâit koymuştur ki; ona mürâat etmekle hiç bir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adâlet-i izâfiyedir... Münâzarat)
TAADİ
Düşmanlık etmek.
TAADÜL
Beraberlik, eşitlik.
TAAFFÜF
İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma.
TAAFFÜN
(Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
TAAFFÜNAT
(Taaffün. C.) Fena ve pis kokular.
TAAFFÜN-İ NEFES
Nefesin kokması.
TAAHHÜD
(Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.
TAAHHÜDÂT
(Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler.
TAAHHÜDNÂME
f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika.
TAAKKUD
(Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.
TAAKKUL
Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ)
TAALA
(Bak: Teâlâ)
TAALLUK
Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
TAALLUKAT
Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.
TAALLÜL
(İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret.
TAALLÜLÂT
(Taallül. C.) Ağır davranma.
TAALLÜM
(İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.
TAALLÜN
Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.
TAAM
Yemek. Yenilen şey.
TAAMİYE
Yemeklik. Yemek parası.
TAAMMİ
Kör olma. Görmez hale gelme.
TAAMMUK
(Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.
TAAMMUKAT
(Taammuk. C.) Derinleşmeler.
TAAMMÜD
(Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma.
TAAMMÜDÂT
(Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler.
TAAMMÜDEN
Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile.
TAAMMÜDÎ
(Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı.
TAAMMÜL
Amel etme. Çalışma. Vazife yapma.
TAAMMÜM
Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini "amca" diye çağırma.
TA'AN(E)
(Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren.
TAANNÜD
(İnad. dan) İnad etme. Ayak direme.
TAANNÜDÂT
(Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler.
TAANNÜF
Azarlama. Darılma.
TAANNÜT
Herkesin yanlışını arama.
TAARR
Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek.
TAARRUK
(Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak.
TAARRUS
(C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.
TAARRUZ
Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.
TAARRÜB
Araplaşma. Arap kılığına girme.
TAARRÜF
Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma.
TAARRÜM
Kemikten et soymak.
TAARÜC
Aksaklanmak.
TAARÜF
Birbirini bilmek, tanımak.
TAARÜZ
Muaraza edişmek, çekişmek.
TAASSUB
(Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli. (Bak: Dimağ)(... Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathi şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemânın şanı değildir... Münâzarat)
TAASSUBKÂR
f. Taassub gösteren. Mutaassıb.
TAASSÜF
Sapmak, doğru yoldan çıkmak.
TAASSÜFÂT
(Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar.
TAASSÜR
(Usur. dan) Güçleşme. Güç olma.
TAASÜR
Güç yapmak, zor yapmak.
TAAŞŞUK
Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
TAAT
İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.
TAATGÂH
f. İbadet yeri. İbadetgâh.
TAATTUF
(Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme.
TAATTUFÂT
(Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.
TAATTUL
(Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma.
TAATTUR
(Itr. dan) Güzel kokular sürünme.
TAAVVUK
(Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
TAAVVUZ
(İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak.
TAAVVUZ-I TAMS
Kadınların âdet görmesi.
TAAVVÜC
(C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma.
TAAVVÜD
(Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek.
TAAVVÜZ
Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.
TAAYYÜN
Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
TAAYYÜNAT
Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.
TAAYYÜŞ
(Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
TAAZİ (TAAZZİ)
Musibet vaktinde" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek.
TAAZUM
Gözünde büyümek. Büyük görünmek.
 
TAAZZİ
Uzuv peydâ etme. Şekillenme.
TAAZZUM
(Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek.
TAAZZUMÂT
(Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler.
TAAZZÜB
Evlenmeyip bekâr kalmak.
TAAZZÜR
Tâzim etmek. Hürmet etmek.
TAAZZÜR
Özür bildirmek. * Güçleşmek Güç olmak.
TAAZZÜZ
Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme.
TAB
f. Parıltı. Parlayıcı. * Güç. Kuvvet. Takat. * Hararet.
TAB
f. "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab $ : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran.
TA'B
Latife etmek, şaka yapmak.
TAB'
Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür.
TAB'A
Bir kere basılma.
TABA'
Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması.
TABABET
Hekimlik. Doktorluk.
TABAH
Kuvvet.
TABAHAT
Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.
TABAHECE
Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.)
TAB'A-İ ÛLÂ
Birinci baskı.
TABAK
(Bak: Debbag)
TABAK
(C.: Etbâk) Örtü. * Hâl. * Cemaat, topluluk. * Kabile.
TABAKA
Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt.
TABAKA'
Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse.
TABAKA-İ HAYAT
Hayat tabakası. Kabirdeki hayat, dünya hayatı gibi. (Bak: Meratib-i hayat)
TABAKA-İ MESTURİYET
Gizlilik tabakası. Örtülü oluş.
TABAKA-İ SEVÂBİT
Sabit bilinen yıldızlar tabakası.
TABAKAT
Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
TABAK-ÇE
f. Küçük tabak.
TABAKHANE
Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ)
TABAN
f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş.
TAB'AN
Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.
TABANÇE
f. El ayası, avuç içi.
TABANKEŞ
f. Yaya yürüyen piyade.
TABASBUS
Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
TABASBUSÂT
(Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
TABASSUR
(Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.
TABAŞİR
Hind hıyarı denilen bir deva.
TABAVER
(Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan.
TABAYİ'
Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar.
TABAYİ'-İ ESASİYE
Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar. * Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri.
TABAYİ'-İ ZİRUH
Ruhlu mahlukatın yaratılışları.
TABB
Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim.
TABBAĞ
Kılıç yapan kimse.
TABBAH
(C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı.
TABBAHÎN
(Tabbah. C.) Aşçılar.
TABBAL
Davulcu.
TABDADE
f. Parlatılmış, yandırılmış.
TABDAR
f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı.
TABDARÎ
f. Parlaklık.
TABDİH
f. Işık veren. * İplik bükücü.
TABE
Hurma. * Hamr.
TABE
f. Tava.
TABE
(Tayyib. den) " İyi ve temiz olsun" mânasınadır.
TA-BE
f. "... e kadar" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir.
TABE-İ ZER
Altun tava. * Mc: Güneş.
TÂ-BE-KEY
Ne vakte kadar.
TABEL
(Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat.
TABEN
(Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.
TABENDE
f. Işık veren, parlayan.
TABERÎ
(Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bütün kat'i sarih mânâlarını müteselsilen, an'aneli senetle menba-ı Risalete îsal ederek tefsirini yazmıştır.
TABERZED
Bir cins şeker.
TÂ-BE-SABAH
Sabaha kadar.
TABESEHER
Sabaha kadar.
TABH
Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma.
TAB'HANE
f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer.
TABH-HANE
Lokanta, mutfak.
TABHÎ
Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.
TABIK
Büyük kiremit.
TABİ'
Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
TABİ'
Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.
TABİAT
(Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük bir sapıklık içindedirler. Tabiatta hiçbir şey kendi başına buyruk bağımsız, hür değildir. Herşey Allah'ın emirlerine bağlıdır. Oksijenle hidrojen, Allah'ın emrine yâni, koyduğu kanuna göre birleşir ve bu kanuna göre bir birleşim (su) meydana gelir. Işık, hangi eğimle gelirse yansırken o eğimle yansır. Bunu değiştiremez. Çünkü Allah'ın emri böyledir ve ona uyar. İki cisim birbirini kütleleriyle doğru ve aradaki mesafe ile ters orantılı olarak çeker, başka türlü davranamaz.Tabiatta herşey kopmaz zincirle bağlı olduğuna göre, tabiat yaratıcı da olamaz. Çünkü yaratma hür irade, önceden plânlama ve bir gayeyi gerektirir. Tabiatta ise bu yoktur. Halbuki tabiatta her an sayısız varlıklar yaratılıyor. Düşünebilenleri hayrette bırakan güzellikte ve mükemmellikte. O halde tabiatı, emrine bağlı kılan sonsuz irade, ilim ve kudret sahibi bunları yaratabilir. O da Allah'dır. Bir daktilo makinasının çalışma tarifesini gören kişi, makinanın mühendisini inkâr edip daktiloyu icad eden ve çalıştıran bu tarifedir demek ne kadar ahmaklıksa, tabiat kanunları denilen Allah'ın emir ve tarifenamesini görüp bunu varlıkların yaratıcısı sanmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır. Varlıkların yaratılışı, tesadüfle de açıklanamaz. Esasen ilimde determinizm prensibi yâni kanuniyet ve zarurilik muayyeniyet kabul edilmiştir. Bu prensip tesadüfü reddeder. Tabiatta kapris yoktur, herşey belirli kanunlara bağlıdır der. Şansa ve ihtimaliyete göre meydana geliyor gibi görünen hadiselerin de bir kanuniyeti vardır. Esasen tesadüfle varlıkları açıklamak imkânsızdır. Birden ona kadar sayılan yazılı kartları tesadüfen bir torbadan sırayla çekme şansı 10 milyonda bir iken bir canlı hücrenin yapısında yer alan bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelme şansı, birin önüne 300 tane sıfırı koymakla elde edilen sayıda birdir. Ancak bunun için milyarlı milyarlarca tekrarla elde edilecek sayı kadar kâinatın ömrü geçmesi lâzımdır. Tabiat bir makinedir, mühendisi değil, bir matbaadır, matbaacısı değil; bir kitapdır, kâtip değil; bir eserdir, müessir değil, bir kanundur, kanun koyucu değil."Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor" deyip Allah'ı inkâr etmek isteyenlere cevap:(Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen; basirâne, hakimâne olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki: Tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk ve icad edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki: Bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin hârici vücudunu kabul ederek, zerrât-ı züccaciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi... Aynen bu misâl gibi; mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, her bir mevcudda, hususan her bir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdetâ bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise; kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlik-ı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.Tabiat, bir san'at-ı İlâhiyedir, Sani' olamaz. Bir kitab-ı Rabbanidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz. Bir mistardır, mastar olamaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olamaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. L.)(S - Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?C - Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef'âl arasında bir nizam ve bir intizamı ika' eden İlâhi bir şeriat-ı fıtriyyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte yâni yaratılışta câri olan Adetullah'tan ibârettir. Amma tabiatın bir mevcud-u hârici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizami idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuttur." diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebai bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u hârici olduğuna ihtimal verebilir.Hülâsa : Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir. İ.İ.)
 
TABİAT-I MA'SİYET
f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak.
TABİATI TAKLİD
Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme.
TABİATPEREST
f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden.
TABİB
(C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim.
TABİBÂN
(Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler.
TA'BİD
Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak.
TA'BİE
Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak.
TABİH
Suda pişmiş et yahnisi.
TABİH
(Tabh. dan) Pişiren, aşçı.
TABİHA
Öğle sıcağı.
TABİÎ
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve onlardan ders almış olan sâlih müslümanlar. (Bak: Ashab)
TABİÎ
Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.(...İşte meşiet-i İlâhiyye ile vücuda gelen işlerde "inşâallah inşâallah" yerine "Tabiî tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et... M.)
TABİİYYET
Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma.
TABİİYYUN
Tabiatçılar. Naturalistler. "Her şeyi tabiat yapıyor" diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler.
TABİL
(C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne.
TA'BİR
(Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
TA'BİRAT
(Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.
TA'BİR-İ SAMEDANÎ
Allah'a mahsus tâbir. Kur'an'da beyan buyurulan en iyi tabir.
TABİSTAN
f. Yaz mevsimi.
TABİŞ
f. Parlayış, parıldayış.
TABİŞ-GEH
f. Parıltı yeri.
TABİÛN
(Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî)
TA'BİYE
Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)
TABL
Davul. * Kulak zarı.
TABL-BAZ
f. Davulcu.
TABLDOT
Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek.
TABLE
Dirhem.
TABLEK
Dünbelek.
TABL-HANE
f. Büyük davul.
TABL-ZEN
f. Davulcu.
TABN
Defnetmek, gömmek. * Tanbur.
TABNAK
f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
TABS
İnsan.
TABTABA
Su çağıltısı. * Tıpırtı.
TABU
(Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.
TABUT
(C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası.
TABV (TABY)
Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek.
TABY (TIBY)
At, katır, eşek ve geyik memesi.
TAC
Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. * Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. * Kuşların başındaki uzunca tüy. * Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım.
TAC Ü SERİR
Taç ve (üzerine oturulan) taht.
TACBEYT
Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit.
TACDAR
f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar.
TACDARANE
f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca.
TACDARÎ
f. Padişahlık, hükümdarlık.
TACEN
Tava. * Büyük kiremit.
TACGAH
f. Hükümet merkezi.
TAC-I SER
Baş tacı. * Mc: Çok sevilip itibar edilen şey veya kimse. Muhterem, aziz.
TA'CİB
Hayrete düşürme, şaşırtma.
TA'CİF
Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek.
TA'CİL
Acele ettirme, hızlandırma.
TA'CİLÂT
(Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.
TA'CİM
Noktalama, noktalatma.
TA'CİN
(Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme.
TACİR
Ticaret yapan, ticaretle uğraşan.
TA'CİZ
(Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.
TA'CİZÂT
(Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.
TACSER
(Bak: Tâc-ı ser)
TACVER
f. Hükümdar, pâdişâh.
TADABBÜB
Besililik. Semizlik.
TADABBÜR
Muhkem olmak, sağlamlaşmak. * Bağlanmak.
TADACCU'
Üşenme, gevşek davranma.
TADACCUR
(Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması.
TADACÜM
İhtilâf. Anlaşmazlık. * Eğrilik.
TA'DAD
Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak.
TADADD
Birbirine düşmanlık etmek.
TADA'DU
Alçak gönüllülük gösterme. * Viran olma. * Aklını kaybetme.
TADAFÜR
Bir yere toplanmak. * Yardım etmek, muâvenet etmek.
TADAGUN
Birbirini istemeyip garaz edişmek.
TADAHDUH
şarap dökülmek.
TADAHHUM
Ağızla tutmak.
TADAHUK
Gülüşmek.
TADALLU'
Dolmak. * Suya kanmak.
TADALLÜL
Gedik olmak.
TADAMM
Bir yere cem'olmak, toplanmak.
TADAMMUH
Bulaşmak.
TADAMMUN
(Bak: Tazammun)
TADAMMÜD
Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.
TADARR
Birbirine zarar etmek.
TADARRU'
İnlemek.
TADARRUS
Diş kamaşması.
TADARUG
Sıkılmak.
TADARUT
Yellenmek.
TADAUF
Kat kat olmak.
TADAVVU'
Kokmak.
TADAVVÜC
Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak.
TADAVVÜR
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. * İnlemek. * Açlık.
TADBAS
Sabun.
TADBİB
Semiz etmek, beslemek. * Geri koymak.
TADBİR
Tabiatı muhkem olmak. * Nameyi iplikle bağlamak.
TADBİS
Sabun.
TADCİ'
Süstlük etmek, zayıflamak.
TADCİR
Can sıkma, yürek daraltma.
TADFİR
Saç örmek. * Yürürken çok sallanmak. * Çok çalışmak.
TADHİK
Güldürmek.
TADHİYE
Kurban kesmek.
TADÎ
Âdet.
TA'DİD
Mübâlağa ile ısırmak.
TA'DİD
Sayma. * Hazırlanma, hazırlanılma.
TAD'İF
İki kat yapmak. * Çoğaltmak. * Zayıflatmak.
TA'DİL
Darlık vermek. * Veledi karnında büyük olup doğurması güç olmak.
TA'DİL
(Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.* Hafifletmek. * Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak.
TA'DİLAT
Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
TA'DİL-İ ERKÂN
Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak ve namazın bütün duâlarını dikkatle okumak. Namazın her rüknünü yerine getirmek, acele ile kılmamak" gibi.
TA'DİYE
Dağılmak. * Koyunun yününü kırkmak.
TA'DİYE
Tecavüz ettirmek, geçirmek. * Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: "Gülmek. den: Güldürmek. Ölmek. den: Öldürmek" gibi.
TADLİ'
Kavunu dilim dilim kesmek
 
TADLİL
Doğru yoldan sapıtmak. * Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak.
TADLİL-İ GAYR
Başkalarını dalâlete nisbet etmek. Sapıklığına hükmetmek.
TADMİD
Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak.
TADMİR
Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.) * İnce belli yapmak.
TADRİ'
Yakın etmek, yaklaştırmak.
TADRİB
Kebabı iyi pişirmek. * Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna "tadrib-i fi-s-savt" denir).
TADRİC
Kanatmak.
TADRİM
Ateş yakmak.
TADRİS
Tecrübe görmüş olma.
TADRİYE
Kandırmak. * Çok hırslı olmak.
TA'DUD
Çok tatlı kara hurma.
TADYİ'
Zâyi etmek, kaybetmek.
TADYİF
Konuk almak.TAF' : Ateşin sönmesi.
TAFA
İnce bulut.
TAFADDUL
Faziletlilik iddia etmek, üstünlük iddiasında bulunmak.
TAFADUL
Fazilet göstermek.
TAFAF
Dolu olmak.
TAFA'FU'
Evmek, acele etmek.
TAFASSİ
Halâs olmak, kurtulmak.
TAFATTUN
(Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme.
TAFATTUR
Yarılma, ayrılma, açılma.
TAFAZZU'
Kesilmek.
TAFAZZUH
Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık.
TAFAZZUL
(Fazl. dan) Üstünlük taslama.
TAFDİH
(Fedahat. dan) Rezil etme. Kötülüklerini yayarak adını kötüleme.
TAFDİL
Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. * Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyük), ahsen; (en güzel, daha güzel) gibi. Türkçede; kelimenin başına daha, en, pek, pek çok gibi kelimeler getirilerek yapılır. Farsçada ise; kelimenin sonuna "ter, terin" gibi ekler getirilir. Bed. den; bedter, bedterin (daha kötü, en kötü) gibi.
TAFE
Yağmur. * Karanlık. * Güneşin, batmaya yaklaşması.
TAFES
Kir, necis.
TAFF
Tamam alıp eksik vermek.
TAFH
Kaldırmak. * Dolu olmak.
TAFİ
Her nesnenin üstüne gelen. * Hâriç, dış.
TAFİF
Az, kalil.
TAFİH
Dolu, mümteli.
TA'FİR
Tozlu ve topraklı yapmak. * Ağartmak, beyazlatmak. * Kirletmek. Mülevves etmek. * Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi. * Güneşte et kurutmak. (O kurumuş ete "afir" derler.)
TAFK
(Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.
TAFN
Ölüm, mevt. * Haps.
TAFR (TUFUR)
Yukarı sıçramak. Kalkmak.
TAFRA
Yukarıya sıçrama atlama. * Yukarıdan atıp tutma. * İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma.
TAFS (TUFUS)
Ölüm, mevt.
TAFSİL
Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
TAFSİLÂT
(Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
TAFSİLEN
Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak.
TAFSİYE
Halâs etmek, kurtarmak.
TAFŞELE
Kaygana aşı. * Baklava.
TAFTAF
Yumuşak taze ot. * Ağacın çevresi.
TAFTAFE
(C.: Tavâtıf) Böğür, hâsıra.
TAFTHANE
f. Matbaa. Basımevi.
TAFTİN
(Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme.
TAFTİR
Orucunu açmak.
TAFV
Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması. * Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi. * Bir işe girmek. * Hayvanın tepe üzerine çıkması. * Ceylânın koşması.
TAFZİH
(C.: Tafzihât) Rezil etme.
TAFZİZ
Gümüş kaplama, gümüşleme.
TAGADDİ
(Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek. * Sabah yemeği.
TAGADDİYÂT
(Tagaddi. C.) Gıdalanmalar, beslenmeler.
TAGALLÜB
Zorbalık. * Hilâf-ı hak olarak musallat olmak. İstilâ etmek. * Üstün gelmek.
TAGALLÜBÂT
(Tagallüb. C.) Zorbalıklar, tahakkümler.
TAGAME
(C.: Tıgâm) Hor ve zelil kimse. * Ufacık kuşlar.
TAGAMGUM
Anlaşılmaz söz.
TAGANNİ
(Gınâ. dan) Muhtaç olmamak. * Kâfi bulmak. * Zengin olmak. * Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak. * Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.
TAGANNÜM
(Bak: Tegannüm)
TAGAŞŞİ
(Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek.
TAGAVVÜL
Renkten renge girmek. Rengini değiştirmek.
TAGAYYÜB
(Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme.
TAGAYYÜR
Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek. * Kokmak.(Tagayyür ve tebeddül; hudûsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred; hem Vâcib-ül-Vücud olduğundan; elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir. L.)
TAGAYYÜRAT
(Tagayyür. C.) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler.
TAGAYYÜZ
Gayzlanma, kin besleme. * Kızma, hiddete gelme.
TAGAYYÜZAT
Hiddetlenmeler. Kızmalar.
TAGAZZİ
(C.: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.
TAGBİR
(C.: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma. * Gücendirme, muğber etme.
TAGDİYE
Sabah yemeği yedirmek. * Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.
TAGFİL
(C.: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma.
TAGIYE
Salak, kibirli ve inatçı adam. * Yıldırım.
TAGİ
(Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan. * Dindar olmayan padişah.
TAGLİB
Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.
TAGLİF
(Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma. * İyi kokulu nesneler yapmak.
TAGLİF-İ SÜYUF
Kılıçları kılıfa koyma. * Mc: Sulh yapma, barışma.
TAGLİK
(C.: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma. * Kilitleme. * Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme.
TAGLİS
Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir) * Bir işi üzerine almak. * Sabah karanlığında sefer etmek.
TAGLİT
(Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. * Karıştırma.
TAGLİYE
Pahalanma. * Kaynatma.
TAGLİZ
(Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma. * Kaba söyleme. * Pahalanma.
TAGMİD
Kınına koyma.
TAGMİS
Batırma, daldırma.
TAGMİYE
Evin üstüne direk yapmak. * Yüzü bir şeyle örtmek.
TAGMİZ
Göz yummak. * Sözü müşkil söylemek.
TAGMİZ
Sıkmak. * Gövdesini sıktırıp ovdurmak.
TAGNİYE
(Gınâ. dan) Birini zengin etmek.
TAGR
(C.: Tagrân) Bir küçük kuş.
TAGRİB
(Gurbet. den) Birini gurbete gönderme. * Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma. * Kovma.
TAGRİD
Çağırmak. * Kuş ötmek.
TAGRİK
(Gark. dan) Suda boğma.
TAGRİM
Ödetme. Ödenme.
TAGRİM-İ DÜYUN
Borçların ödenmesi.
TAGRİR
(C.: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma. * Tehlikeli yerlere düşürmek.
TAGRİS
Aç etmek.
TAGRİS
(Gars. dan) Yere dikme.
TAGRİZ
Batırmak. * Çekirgenin kuyruğunu yere batırması.
TAGŞİŞ
(Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak. * Aklı gidermek. * Hayran etmek.
TAGŞİYE
(Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek. * (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek.
TAGTİYE
Örtme, örtülme.
TAGUN
Azgın kimseler. * Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler.
TAGUT
İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr. * Her bâtıl mâbud. * Şeytan. * İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.
TAGVA
Tuğyan. Azgınlık.
TAGVİR
Sonuna yetişmek. * Çukur yapmak. * Öğle vaktinde uyumak.
TAGVİS
Medet istemek, yardım istemek.
TAGVİYE
Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.
TAGYİB
Kaybetmek.
TAGYİM
(Hava) bulutlu olmak.
TAGYİR
Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
TAGYİRÂT
(Tagyir. C.) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar.
TAGYİZ
(Gayz. dan) Hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.
TAGZİN
Hışım etmek, kızmak. * Buruşturmak.
TAGZİT
Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma.
TAGZİYE
Gazâ ettirme, din uğrunda savaştırma.
TAGZİZ
Gümüşle süslemek.
TAH
Atmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. * Cimâ etmek.
TAH
Hamur.
TAHA
Bulut.
TAHA
("Serdi" manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek. * Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz.
TAHA'
Yüksek bulut. * Gam, hüzün, keder.
TAHA'
Döşenmiş ve yayılmış yer. * Bir nebat cinsi.
TÂHÂ
Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif rivayetler vardır.
TÂHÂ SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir.
TAHAB
Birbiriyle sevişmek.
TAHABBUT
Düşünmek. * Aklını eksiltmek, fâsid etmek.
TAHABBÜB
Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.(Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar; hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. M.)
TAHABBÜŞ
Cem'olmak, toplanmak.
TAHACC
Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak.
TAHACCÜM
(Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek.
TAHACCÜR
Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak.
TAHACCÜRAT
(Tahaccür. C.) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.
TAHACİ'
Eğlenmek. * Tenbellik etmek.
TAHACU
Hicvedişmek. Mesel söyleşmek.
TAHACÜC
Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek.
TAHACÜZ
Men'edişmek, karşılıklı engel olmak.
TAHADD
Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek.
TAHADDİ
Meydan okuma.
TAHADDİ MU'CİZESİ
Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.
TAHADDU'
(Hud'a. dan) Bilerek aldanma.
TAHADDÜB
(C.: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma.
TAHADDÜR
(Hadr. dan) İnişe doğru akıp gitme. * Yokuş aşağı hızla inme.
TAHADDÜR
(Hader. den) (Kadının) örtünme(si). Tesettür. * Uyuşma, uyuşturulma.
TAHADDÜR-İ MİYÂH
Suların akıp gitmesi.
TAHADDÜS
Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek. * Sür'atle idrak etmek.
TAHADDÜS
Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak. * Haber vermek, sezgi.
TAHADDÜŞ
Tırmalanma. * Üzüntü duyma.
TAHADU'
Aldanmış gibi görünme.
TAHADÜS
Haberleşmek.
TAHAF
Yüksek bulut.
TAHAF
İnce ve şeffaf bulut.
TAHAFFUZ
Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek. * Barınmak.
TAHAFFUZÎ
Korunma ile ilgili.
TAHAFFUZKÂR
f. Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden.
TAHAFFÜF
(Hiffet. den) Hafiflemek. Hafif olmak. * Ayağa mest gibi bir şey giymek.
TAHAİ
Birbiriyle kardeş olmak.
TAHAKKUD
Kin tutma, kin gütme.
TAHAKKUK
Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
TAHAKKÜK
Kaşınmak. Ovunmak.
TAHAKKÜM
(Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla hükmetmek.(Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. L.)
TAHAKKÜMÂT
(Tahakküm. C.) Tahakkümler, zorbalıklar.
TAHAKKÜMÎ
Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva.
TAHAKÜM
Hükmedişmek.
TAHALHUL
(Halhal. dan) Ayağa bilezik takma. * Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi. * Hava cereyanı olması.
TAHALHUL
Deprenmek, harekete gelmek. * Aşağı etmek.
TAHALLİ
(Halâvet. den) Kendi kendini donatmak. Süslenmek.
TAHALLİ
(Halâ. dan) Boşalmak. Boş kalmak. Tenhaya çekilmek. Yalnız kalmak.
TAHALLUK
Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
TAHALLUT
(Halt. dan) Karışma. Karışık olma.
TAHALLÜB
Sızma. Ter çıkarma. * Sütlenme. Süt peyda etme. * İmrendiğinden ağzının suyu akmak. * Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak.
TAHALLÜD
(Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak.
TAHALLÜF
Geride bırakılma. Arkada kalma. * Değişme. Uygun olmama.
TAHALLÜL
(Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak. * Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması. * Dişleri hilâllamak.(Haşirde bütün zevil-ervahın ihyası; mevt-âlud bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşâsından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedâhül edemez, onda meratib olamaz, her şey O'na nisbeten birdir. H.)
TAHALLÜL
(Hall. den) Hallolmak. Eczası birbirinden ayrılmak.
TAHALLÜM
Bâliğ olmak.
TAHALLÜS
Halâs olmak. Kurtulmak. * Edb: şiirde mahlâs kullanmak.
TAHALÜS
Sövüşmek.
TAHAMHUM
Atın yulaf görünce kişnemesi.
 
TAHAMİ
İhraz etmek. Erişmek. Kazanmak.
TAHAMMİ
(Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme. * Perhiz etme.
TAHAMMUK
Ahmaklaşma.
TAHAMMUS
Büzülme. Büzülüp buruşma.
TAHAMMUZ
Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek.
TAHAMMÜC
Dikkatle bakmak.
TAHAMMÜD
Ateşin sönmeğe yüz tutması.
TAHAMMÜL
Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
TAHAMMÜLGEZÂ
f. Dayanılmaz, tahammül edilmez.
TAHAMMÜLGÜDÂZ
f. Tahammülü ve dayanmayı yırtıp geçen.
TAHAMMÜLSUZ
f. Tahammülü yok eden. Sabırsızlık veren.
TAHAMMÜR
Mayalanmak. Ekşimek. * Sarhoşluk verecek hâle gelmek.
TAHAMMÜRÂT
(Tahammür. C.) Ekşimeler, mayalanmalar.
TAHAMMÜS
Sağlamlık, muhkemlik.
TAHAMUK
Ahmaklaşmak.
TAHAMÜL
Başkasının zahmetini yüklenmek.
TAHAMÜR
Uyuşturmak. * şarap yapmak.
TAHAN
Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan.
TAHAN
Kendini deli olarak göstermek.
TAHANET
Değirmencilik.
TAHANNİ
(Hany. dan) Eğilmek, eğrilmek. * Kınaya boyamak.
TAHANNÜF
Hanefi mezhebinden olma. Hanefî Mezhebine girme.
TAHANNÜK
Tülbendi çenesi altından dolamak.
TAHANNÜN
Çok istekle sızlanma. * Şefkat etme. * Meyl ve muhabbet.
TAHANNÜS
Kırılmak. * Eğilmek. * Kırılıp bükülür olmak.
TAHANNÜS
İbadet etmek. * Andını bozmak.
TAHANNÜS
Tehir etmek, sonraya bırakmak.
TAHANNÜT
Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek.
TAHARET
Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
TAHARET-İ KÜBRAÂ
Cünüblük veya hayız, nifas gibi hallerden çıkmak için gusül abdesti alarak temizlenmek.
TAHARET-İ SUĞRA
Abdestsizlik denilen hali, abdest alarak gidermek.
TAHARRİ
(Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
TAHARRİ-İ HAKİKAT
Hakikatı, doğruyu araştırmak, aramak.
TAHARRİYÂT
Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar.
TAHARRUK
Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma.
TAHARRÜC
Günahtan içtinab etmek, günahtan çekinmek.
TAHARRÜC
Zahmetli yerden uzaklaşmak. * Günah işlemek.
TAHARRÜF
Sapmak. İnhiraf etmek.
TAHARRÜK
(Bak: Teharrük)
TAHARRÜM
Yarılmak.
TAHARRÜM
(Haram. dan) Haramdan sakınma. Kaçınma, sakınma, çekinme.
TAHARRÜS
Ekin ekmek.
TAHARRÜS
Sakınmak, korunmak.
TAHARRÜŞ
(C.: Taharrüşât) Tırmalanma.
TAHARRÜZ
Sakınma, çekinme, korunma.
TAHARÜC
Tevzi etmek, dağıtmak.
TAHARÜS
Ekin ekmek, tahıl ekmek.
TAHASSUL
Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.
TAHASSUN
Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.
TAHASSUNGÂH
f. Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak.
TAHASSUR
Eli böğüre koymak.
TAHASSUS
(Husus. dan) Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye mahsus kılınmak.
TAHASSÜN
(Bak: Tahassun)
TAHASSÜR
Dili tutulup konuşamamak.
TAHASSÜR
(Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek.
TAHASSÜR
Pıhtılaşmak. Kanın pıhtılaşması.
TAHASSÜRÂT
Tahassürler. Hasret çekmeler.
TAHASSÜR-İ DEM
Kanın pıhtılaşması.
TAHASSÜS
İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek. * Casuslamak. * Aratmak.
TAHASSÜSÂT
(Tahassüs. C.) Duygulanmalar, hislenmeler.
TAHASÜB
Hesaplaşmak.
TAHASÜD
Hased edişmek, düşmanlık etmek.
TAHASÜM
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
TAHASÜR
Birbirinin beline elini sokup yürümek. * Eli böğürüne koymak.
TAHAŞHUŞ
Deprenmek, harekete geçmek.
TAHAŞHUŞ
Kâğıt hışırtısı. * Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.
TAHAŞİ
Bir yana olmak. * Utanmak. * Sıkılmak.
TAHAŞŞİ
(Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek.
TAHAŞŞU'
(Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme.
TAHAŞŞÜD
Birikme, yığılma. Toplanma.
TAHAŞŞÜN
Kin tutmak. * Kokup yemek.
TAHAŞŞÜN
(Huşunet. den) Katılaşma, sertleşme.
TAHAT
Ufak etmek. Ufalamak.
TAHATIH
Karanlık. * Bulutluluk.
TAHATTİ
(Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek. * Sınırı aşmak. * Saldırış.
TAHATTİ
(Bak: Tahaddi)
TAHATTİAT
(Tahatti. C.) Saldırışlar, tecavüzler.
TAHATTUM
Kin, hiddet ve öfke içinde olmak.
TAHATTUR
Hatırlamak. * Muhatara ve tehlikeden kaçıp uzaklaşmak.
TAHATTÜM
Kırmak.
TAHATTÜM
(Hatm. dan) Lüzumlu ve gerekli olma. Vâcib olma.
TAHATTÜM
(Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak. * Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret.
TAHATTÜR
Tembel tembel yürümek.
TAHATÜL
Birbirini aldatmak.
TAHAVUS
Göz ucuyla bakmak.
TAHAVÜZ
Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.
TAHAVVU'
Eksilmek, noksanlaşmak.
TAHAVVÜB
Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak.
TAHAVVÜF
Korkuya düşmek. Korkmak. * Bir şeyi eksiltmek.
TAHAVVÜL
(Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek.
TAHAVVÜLÂT
(Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler.
TAHAVVÜLÂT-I KÜLLİYE
Büyük değişiklikler.
TAHAVVÜLÂT-I ZERRAT
Zerrelerin tahavvülü.(Tahavvülât-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî'nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelânıdır. Yoksa; maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânasız bir hareket değildir. Çünkü; bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde "Bismillah" der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır. Ve buğday dânesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitamında "Elhamdülillah" der. Çünkü: Bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakş göstererek Sâni-i Zülcelâl'in medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ: Nar ve mısıra dikkat et. S.)
TAHAVVÜN
Eksilmek. * Ziyafet vermek. * Söz vermek, ahdetmek.
TAHAVVÜR
Tezlik, acelecilik.
TAHAVVÜS
Bahadırlık, kahramanlık. * Sefer niyyetiyle bir yerde durmak.
TAHAYYÜL
(C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
TAHAYYÜLÂT
(Tahayyül. C.) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.
TAHAYYÜR
Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak.
TAHAYYÜR
Beğenip seçmek, muhayyer olmak.
TAHAYYÜRÂT
(Tahayyür. C.) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.
TAHAYYÜZ
(Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.
TAHAZ
Birbirini kandırmak, aldatmak.
TAHAZHUZ
Suyun deprenmesi, hareket etmesi.
TAHAZÜL
Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek.
TAHAZZU'
(Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma.
TAHAZZUR
(Hazır. dan) Hazır bulunma. Hazır olma.
TAHAZZUR
(Hıdr. dan) Yeşillenme.
TAHAZZÜB
(Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.
TAHAZZÜN
Hazineye girmek. * Yığılmak.
TAHAZZÜN
Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak.
TAHAZZÜR
(Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme.
TAHBİB
Fâsid etmek, bozmak.
TAHBİE
Gizlemek, saklamak. * Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.
TAHBİR
Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek.
TAHBİR
(Haber. den) Haber etme. Haber verme.
TAHBİYE
Hıfzetmek, korumak. * Engel olmak, men'etmek.
TAHCİL
Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık.
TAHCİL
(C.: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma.
TAHCİR
Bir yere taş koymak, taş yığmak. * Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak. * Hayvanı dağlayıp nişanlamak.
TAHDİ'
Aldatmak.
TAHDİB
Kamburlaştırma. Kubbelendirme.
TAHDİC
Dikkatle bakmak. * Atmak.
TAHDİD
Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.
TAHDİDÂT
Tahditler. Sınırlamalar.
TAHDİD-İ SİNN
Yaş haddi. Emeklilik.
TAHDİK
(Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma.
TAHDİM
Hizmet ettirmek. * Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak.
TAHDİR
Acele ettirmek. * Nüzul ettirmek, indirmek.
TAHDİR
(Hader. den) Örtülendirme, örtülü bulundurma. * Uyuşturmak.
TAHDİS
(Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek. * Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek. * Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak.
TAHDİSÂT
Anlatmalar. Rivayet etmeler. * Teşekkürle bildirmeler. * Hadis anlatmalar.
TAHDİS-İ NİMET
Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (Bak: Küfran-ı ni'met)(Bâzan tevâzu', küfran-ı ni'meti istilzam ediyor, belki küfran-ı ni'met olur. Bâzan da tahdis-i ni'met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çâre-i yegânesi ki; ne küfran-ı ni'met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakiki'nin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: "Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin. "Eğer sen tevazu'kârâne desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir; nerede güzellik?" O vakit küfran-ı ni'met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz... "O vakit, mağrurane bir fahirdir.İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir; benim değildir." M.)
TAHDİŞ
(Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak. * İncitmek. * Kaşımak.
TAHDİŞAT
(Tahdiş. C.) Tırmalamalar. Kurcalamalar.
TAHDİŞ-İ EZHAN
Zihinleri kurcalamak, tırmalamak.
TAHE
Helâk oldu, berbad oldu (meâlinde fiil).
TAHF
Gam, tasa.
TAHFE
Bakla otunun yukarı ucu.
TAHFE
Mekân, mevzi.
TAHFİF
(Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma. * Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak. * Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.
TAHFİFÂT
(Tahfif. C.) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.
TAHFİL
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
TAHFİR
Utandırmak. * Aman vermek.
TAHFİR
(C. Tahfirat) (Hufre. den) Çukur kazma.
TAHFİZ
Aşağı indirmek. * Asan etmek, kolaylaştırmak.
TAHH
Kırmak.
TAHH
Ekşi hamur. * Susam posası.
TAHHAN
(Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü.
TAHHANE
Çokluk deve. Deve sürüsü. * Çok asker.
TAHIL
Bayat su. Bekleyerek bozulmuş su.
TAHILLE
Gerçek yere yemin etmek. * Yeminden kurtulmak için verilen keffaret.
TAHILLET-ÜL KASEM
Yemin keffareti.
TAHINE
(C.: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi.
TAHİ
Çekilmiş. Uzatılmış. * Kesret, çokluk.
TAHİN
Darı unu. * Öğütülmüş tahıl. * Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.
TAHİNE
(C.: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.
TAHİR
Yüksek nefes.
TAHİR(E)
Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir. * Müzikte: Makam ismi.
TAHİRAT
Pâk ve temiz olanlar.
TAHİYYAT
Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü)
TAHİYYE
Selâmlar, dualar. Hayır duâları. * Mülk, beka ve devamlılık. * Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası. * Selâm verme ve hayır dua etme. * Mülk ve mâlikiyet.
TAHİYYET-ÜL MESCİD
Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.
TAHKİK
Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır.
TAHKİKAN
İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.
TAHKİKAT
Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.
TAHKİKAT-I İBTİDAİYYE
Huk: İlk tahkikat. İlk soruşturma.
TAHKİKÎ (TAHKİKİYE)
Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait.
 
TAHKİKÎ İMAN
(Bak: İman-ı tahkikî)
TAHKİM
Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek. * Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek. * Birisini fesattan men'eylemek. * Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.
TAHKİMÂT
Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.
TAHKİR
Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
TAHKİR-ÂMİZ
f. Hakaretle karışık söz. * Tahkir edici.
TAHKİRÂT
(Tahkir. C.) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler.
TAHKİYE
Anlatmak. Hikâye etmek.
TAHL
Durmakla değişen su.
TAHL
Dalak ağrısından incinmek. * Bozulmak, değişmek.
TAHLEE
Bulut.
TAHLİ'
(Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak. * Tahttan indirmek.
TAHLİD
(Huld. dan) Devamlı olarak oturtma veya oturtulma.
TAHLİF
(Half. dan) Yemin ettirmek. Yemin vermek.
TAHLİF
(Halef. den) Birini kendi yerine bırakmak.
TAHLİK
Yaratmak. * Eskitmek.
TAHLİK
(C.: Tahlikat) Tıraş etme.
TAHLİL
Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak. * Yemine kefaret etmek. * Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması. * Fiz: Mürekkep bir cismi tetkik etmek için esas unsurlara ayırma, çözümleme. * Kim: Analiz. * Tıb: İlâçla şişliği gidermek.
TAHLİL
(Hall. den) Sirkeleştirme. Ekşitme. * Dişlerini hilâllamak. Gerçek yere yemin etmek. * Açmak.
TAHLİLAT
(Tahlil. C.) Tahliller, analizler.
TAHLİL-İ HURDEBİNÎ
Mikroskopla tahlil.
TAHLİM
(Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme.
TAHLİS
Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.
TAHLİSEN
Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek.
TAHLİS-İ GİRİBAN
Yakayı kurtarma, kurtarılma.
TAHLİSİYYE
Can kurtaran.
TAHLİT
(Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.
TAHLİYE
(Halâ veya halvet. den) Boşaltmak. Boş bırakmak. Serbest bırakmak. * Tathir etmek. Temizlemek.
TAHLİYE
(Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak. * Tatlılandırmak. * Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak.
TAHLİYE-İ SEBİL
Bir suçluyu bırakma, salıverme.
TAHLİZ
Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak.
TAHMA
Bir ot cinsi.
TAHME
İnsan cemaatı, topluluk. * Büyük sel.
TAHMEL(E)
(C.: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse.
TAHMER
Sıçramak. * Doldurmak.
TAHMİC
Şiddetle bakmak. * Gözünü açıp yummak.
TAHMİD
(Hamd. den) Hamdetmek. * Medhetmek, övmek. * Elhamdülillâh" kelâmının mânasını ifade etmek.
TAHMİDÂT
Hamdler ve şükürler. (Bak: Hamd)
TAHMİDİYE
Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında. * Çok mühim bir duânın ismidir.
TAHMİK
(Humk. dan) Ahmak demek, ahmak olduğunu söylemek.
TAHMİL
Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.
TAHMİLÂT
(Tahmil. C.) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler.
TAHMİL-İ MİNNET
Birini minnet altında bırakma.
TAHMİL-İ ZAHMET
Zor bir işi birine yükletme.
TAHMİM
Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.
TAHMİN
(Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.
TAHMİNEN
Takriben, aşağı yukarı.
TAHMİNÎ
Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı.
TAHMİR
Kızartmak. * Birine "eşek" demek.
TAHMİR
(Hamr. dan) Mayalandırma. * Yoğurma, yoğurtma.
TAHMİRE
Bulut.
TAHMİS
Ateşte kızdırıp kavurmak. * Kahve kavrulan ve satılan yer.
TAHMİS
(Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek. * Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak.
TAHMİS-HÂNE
f. Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer.
TAHMİŞ
Tırmalamak. * Hiddetlendirmek.
TAHMİZ
Azaltmak.
TAHN
(C.: Tahniyât) Öğütme, öğütülme.
TAHNİB
Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak.
TAHNİK
(Oğlan) damağını ovmak. * Fikrini düzeltmek.
TAHNİK
(Hunk. dan) Boğmak.
TAHNİT
Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak.
TAHNİYE
Kınaya boyamak.
TAHR
Uzaklaştırmak. Irak etmek. * Atmak. * Göz çapağını dışarı atmak. * Seri, hızlı. * Oku uzak giden yay.
TAHREBE
Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi.
TAHRİB
(C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma.
TAHRİBÂT
(Tahrib. C.) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler.
TAHRİBKÂR
Tahrib eden, yıkan.
TAHRİC
Darlık ve zahmet vermek, tazyik.
TAHRİC
(Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma. * Şehadetname vermek. * Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
TAHRİF
(Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek.
TAHRİF
Genç bir adama bunaklık isnad etme.
TAHRİFÂT
(Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.
TAHRİK
Yakma. Yakılma. * Susatma. Susatılma.
TAHRİK
Yarma, yarılma. * Yırtma, yırtılma.
TAHRİK
Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme. * Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma. * Yola çıkarma. * Azdırma, kışkırtma. * Uyandırma.
TAHRİK-AMİZ
f. Kışkırtıcı. Tahrik edici.
TAHRİKAT
Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.
TAHRİM
Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme.
TAHRİM
Yarmak. Pâre pâre kesmek, parçalamak.
TAHRİM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. "Lime tüharrimu" da denir. Medine'de nâzil olmuştur.
TAHRİM TEKBİRİ
İftitah tekbiri de denir. (Bak: İftitah tekbiri)
TAHRİME
Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri.
TAHRİMEN
Haram olarak. Harama yakın olarak.
TAHRİMEN MEKRUH
(Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir.
TAHRİMÎ
(Tahrimiyye) Haramla ilgili, harama ait.
TAHRİR
Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. * Hürriyete kavuşturmak.
TAHRİRÂT
Tahrirler. Yazı. Resmî mektup.
TAHRİREN
Yazmak suretiyle, yazı ile.
TAHRİR-İ RAKABE
Köle veya cariye azad etme.
TAHRİS
Kendini hıfzetmek, kendini korumak.
TAHRİS
Elbisenin eteğine konulan parça.
TAHRİS
(C.: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma.
TAHRİŞ
Aldatıp kandırmak. * Koparmak.
TAHRİŞ
(C.: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma. * Azdırma. Rencide etmek.
TAHRİZ
(C.: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma. * Kandırmak. * Koparmak.
TAHS
İfsad etmek, bozmak.
TAHS
Eliyle defetmek, eliyle itip kovmak.
TAHSA'
Toprak saçmak.
TAHSİB
Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek.
TAHSİB
Ölüyü taş altına gömmek.
TAHSİF
Nâlin yaptırmak.
TAHSİL
Hâsıl etmek. * İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak. * Vergi toplamak. * Aşikâre eylemek.
TAHSİLÂT
Devlet gelirlerinin toplanması.
TAHSİLDÂR
f. Devlet gelirlerini vazifeli olarak toplayan, tahsil eden memur.
TAHSİM
Kestirmek. * Dağılmak.
TAHSİN
Beğenmek ve alkışlamak. * Tezyin eylemek, güzelleştirmek. * İyi ve güzel bulmak.
TAHSİN
(Hısn. dan) Kale gibi sağlamlaştırma. * Muhafaza altına alma.
TAHSİNAT
Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.(Bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsi bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letaif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri mâşâallâh deyip istihsan eden bilbedahe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâni'in nazarında en ziyade mahbub, O olacaktır. S.)
TAHSİNHÂN
f. Aferin diyen. Beğenip alkışlayan.
TAHSİN-İ KELÂM
Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek.
TAHSİN-İ LÂFZ
Lâfı süsleme, sözü güzelleştirme.
TAHSİNKERDE
f. Beğenilmiş.
TAHSİR
İnce belli etmek.
TAHSİR
(Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma.
TAHSİR
Hasret bırakma. Hasret etme. * Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi.
TAHSİS
(Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak. * Kredi. Tazminat.
TAHSİS
Rağbet ettirmek. Meylettirmek, yöneltmek.
TAHSİSAT
Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal.
TAHSİSAT-I MESTURE
(Bak: Mesture)
TAHSİSEN
Tahsis suretiyle. * Hele, en çok.
TAHŞİD
Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak. * Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.
TAHŞİDÂT
Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma.
TAHŞİM
Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma.
TAHŞİN
İri ve kaba etmek.
TAHŞİR
Noksan etmek, eksiltmek.
TAHŞİYE
(Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme.
TAHŞİYE
Derkenar, haşiye yazma veya yazılma.
TAHT
Alt. Aşağı. * Gr: Gelecek olan zamir.
TAHT
f. Yağma, talan, soygun, çapul.
TAHT
f. Hükümdarların oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı.
TAHTAH
Arslan.
TAHTAHA
Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi.
TAHTAHA
Bir şeyi doğrultmak. * Beraber etmek. * Bazısını bazısına katmak.
TAHTANÎ
Alt kat. Alt katla alâkalı.
TAHTANİYE
Altta olan, alttaki. * Noktası altta olan harf.
TAHTE
f. Tahta.
TAHTE
Alt, altta, altında.
TAHTE
f. Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş.
TAHT-EL ARZ
Yer altı. Toprak altı.
TAHT-EL BAHİR
Denizaltı. Denizaltı gemisi.
TAHTELHIFZ
(Taht-el hıfz) Muhafaza altında.
TAHTESSERA
(Taht-es serâ) Toprak altı.
TAHT-EŞ ŞUUR
Şuur altı. Şuur haricinde olarak açılıp yayılan zihnî faaliyet.(Taht-eş şuur, gayr-ı meş'urdan vâzıhan farklıdır. Hâfızada teraküm etmiş, fakat bu anda kendisini düşünmediğimiz hâtıralar, gayr-i meş'ur ve kaimdirler. Fakat taht-eş şuur değildirler. L.R.)
TAHTGÂH
f. Başşehir, başkent. * Taht yeri.
TAHT-I BELKIS
Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)
TAHT-I ESARET
Esaret altı.
TAHT-I HÜKÜM
Hüküm altına.
TAHT-I HÜMÂYUN
Padişahların merasim sırasında oturdukları sedir.
TAHT-I MÜZAKERE
Konuşulmakta olan.
TAHT-I REVAN
Dört kişi veya iki katırla taşınan nakil vasıtası.
TAHTİB
Odun toplamak.
TAHTİE
Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek. * Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.
TAHTİM
Mühürleme. Mühür basma. * Tamamlama.
TAHTİT
Zayıflık. * Kurmak. * Pare pare etmek, parçalamak.
TAHTİT
(Hatt. dan) Çizme. Çizgi ile belli etme. * Çizgi.
TAHTİYE
Hatâya düşürmek, yanıltmak.
TAHT-NİŞİN
Taht'a oturan. Hükümdar. Padişah.
TAHUN(E)
(C.: Tavâhin) Su değirmeni.
TAHUR
Tâhir. Hem temiz hem temizleyici. Çok temiz.
TAHV
Düşmek. * Çekip uzatmak.
TAHVE
Eti pişirmek.
TAHVİD
Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
TAHVİF
Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak.
TAHVİFÂT
(Tahvif. C.) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.
TAHVİFEN
Korkutarak.
TAHVİL
Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi.
TAHVİLÂT
Tahviller. * Borç senetleri.
TAHVİN
(C.: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.
TAHVİR
Rücu ettirmek, döndürmek. * Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz.
TAHVİT
(Havt. dan) Duvar çekme.
TAHVİYE
Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak.
TAHVİZ
Suya dalmak.
TAHYA
Karanlık gece.
TAHYE
Bulut parçası.
TAHYİB
(Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma.
TAHYİL
(C.: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.
TAHYİR
(Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.
TAHYİS
Zelil etmek, kepaze etmek. * Boyun eğdirmek. Muti etmek.
TAHZİ'
Tevâzu etmek, alçakgönüllü olmak.
TAHZİ'
Yarma, kesme. * Ameliyat.
TAHZİB
(Hizab. dan) Saç, sakal boyama.
TAHZİB
(Hizb. den) Takım haline getirmek. Hizibleştirmek. Gruplaştırmak.
TAHZİF
Saçını düzüp bezemek, süslemek.
TAHZİL
Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma.
TAHZİM
Kesmek.
TAHZİN
Hazinede saklama.
TAHZİN
(Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma. * Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma.
TAHZİR
(C.: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme.TAHZİR : Korkutmak.
TAHZİR
Yeşil renk verme. Yeşillendirme. * Hazırlama.
TAHZİZ
İsteklendirme, rağbet ettirme.
TAÎ
Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan.
TAİB
Tövbe eden. Günahlarına pişman olan.
TAİF
Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan. * Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Huneyn muharebesinden döndüklerinde Taif şehrini fethetmek arzu etmişlerse de, ahalisi kaleye sığınıp şiddetli bir şekilde karşı koymağa başladıklarından Peygamber Efendimiz kuşatmayı terkedip geri dönmüşlerdir. Bir sene, sonra, yani hicretin dokuzuncu yılında Taifliler bir heyet tertip ederek barış yoluyla Peygamberimize itaat etmek için yollamışlardır.
TAİFE
Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.
TAİFE-İ EFRENC
Frenk, Avrupalı, Fransız.
TAİFE-İ NİSÂİYE
(Taife-i nisâ) Kadınlar taifesi, grubu.
TAİH
Kibreden. Kibirlenen. Büyüklenen.
TAİL
Uzayan. * Kudret ve gına. * Fayda. Menfaat.
TAİN
Süngü ile vurulmuş.
TAİR
(Tayeran. dan) Uçucu. Uçan. * Kuş.
TAİS
Hafif başlı.
TÂK
Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan.
TAKA
Korkutmak. * Hazer etmek, çekinmek, korunmak.
 
TAKA
İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli.
TÂKA
Kubbeli mahfe. Pencere. * Takat. Güç, kuvvet, iktidar.
TAKABBUH
Çirkinlik.
TAKABBUZ
(C.: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme. * Kabız olmak, peklik.
TAKABBÜB
Binaya kubbe yapmak.
TAKABBÜL
(Kabul. den) Kabullenme. Üstüne alma. Bir şeyi taahhüd ve iltizam etme. * Öpülme.
TAKABUZ
Kabz edişmek.
TAKADDES
Mukaddes olsun (mânasında).
TAKADDÜM
(Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. * Zaman veya mevki bakımından ileride olma.
TAKADDÜS
Mübarek kılmak. Kudsî kılmak. * Çok temiz olma. * Mukaddes olma.
TAKADİ
Birbirine hakkını vermek.
TAKADU'
Birbirine süngü ile vurmak.
TAKADÜM
Üzerinden zaman geçmek.
TAKAFFÜL
Kapamak. * Kilitlemek. * Tilki eniği.
TAKAFKUF
Titremek.
TAKAHHUM
Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek.
TAKAHHUR
Kahrolmak.
TAKAHHÜL
şikâyet etmek.
TAKA'KU'
Deprenmek, hareket etmek. * Ötmek.
TAKALİ
Birbirini düşman kabul etmek.
TAKALKUL
Deprenmek, hareket etmek.
TAKALLU'
Ayağını kuvvetiyle kaldırmak. * Yerinden kopmak.
TAKALLUS
Kısa olmak, kısalmak. * Toplanmak, cem'olmak.
TAKALLÜB
Bir taraftan diğer tarafa dönmek. * Bir halden başka bir hale değişmek. * Başka kalıba girmek.
TAKALLÜD
(C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. * Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. * (Kılıç) kuşanma.
TAKALLÜL
(Kıllet. den) Azalma, az olma.
TAKALLÜS
Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.
TAKAMMÜL
Bitlenme. Bitli olma.
TAKAMMÜM
Evin süprüntüsünü ayırmak.
TAKAMMÜS
Gömlek giymek.
TAKAMÜR
Kumar oynamak.
TAKANNU'
Başına örtü örtmek.
TAKANNÜN
Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme.
TAKARR
Birbiriyle kararlaşmak.
TAKARRUH
(Karh. dan) Yara derinleşip büyüme. * Yara çıban olma.
TAKARRÜB
Yakınlaşmak. Yaklaşmak. * Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak.
TAKARRÜM
Tatlı tatlı yeme.
TAKARRÜR
Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak.
TAKARRÜŞ
Kesbetmek, almak, kazanmak.
TAKARU'
Kur'a atışmak.
TAKARÜB
Birbirine yakın olmak.
TAKAS
Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.
TAKASSİ
Bir şeyin aslını esasını araştırma.
TAKASSU'
Dühul etmek, girmek.
TAKASSUF
Kırılmak.
TAKASUR
(Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.
TAKASÜM
Kısmet edişmek. * Birbirine yemin vermek.
TAKAŞKUŞ
Hastanın iyi olması. * Derinin soyulması. * Her yerden yiyecek istemek.
TAKAŞŞU'
Havanın açılması.
TAKAŞŞUR
(Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma.
TAKAŞŞÜF
Maişet şiddeti, geçim zorluğu.
TÂKAT
Güç, kuvvet. İktidar.
TÂKATFERSÂ
f. Dayanılmaz, tâkat götürmez.
TÂKATGÜDAZ
f. Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden.
TÂKAT-I BEŞER
Beşer gücü ve kuvveti. İnsana mahsus kuvvet.
TÂKATŞİKEN
f. Tâkati tüketen.
TAKATTUB
Kaşların çatılması. * Buruşma.
TAKATTUF
Yüz ekşitmek.
TAKATTUR
Damla. Damlama. Damla damla akma. * Ud ağacı ile buhurlanma. * Vuruşmağa hazırlanma. * Bir kimse kendini bir yerden atma. * Ağacın dalı kopup düşme. * Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan)
TAKATU'
Kesilmek. Kesişmek.
TAKATÜL
Kıtal edişmek, döğüşmek, vuruşmak.
TAKAUD
Oturmak.
TAKA'UR
(Ka'r. dan) Çukurlaşma. * Kuyunun derin ve çukur olması.
TAKAUS
Durdurmak. Sonraya bırakmak.
TAKAVİM
(Takvim. C.) Takvimler.
TAKAVÜL
Birbiriyle söyleşmek.
TAKAVÜM
Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak.
TAKA'VÜS
Çok yaşlanma. * Evin eskiyip köhne olması.
TAKAVVİ
(Kuvvet. den) Kuvvetlenme.
TAKAVVUZ
Ayrılmak. Dağılmak. * Yıkılmak.
TAKAVVÜB
Bir şeyin kabuğu soyulmak.
TAKAVVÜL
Haber vermek. * Yalan söylemek.
TAKAYYUZ
Kırılmak. * Benzetmek.
TAKAYYÜ'
Kusar gibi olup kusamama.
TAKAYYÜD
Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak. * Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak. * Dikkatli davranmak.
TAKAYYÜL
Uymak, iktida etmek.
TAKAZA
Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.
TAKAZİC
Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat.
TAKAZÜF
Birbirine iftira edip atışmak.
TAKAZZUB
Kesilmek.
TAKAZZÜR
Çirkin şeylerden uzak olmak.
TAKAZZÜR
İstikrah etmek, kerih görmek, beğenmemek.
TAKBİB
Kubbe gibi yapma.
TAKBİH
Çirkin görmek. Beğenmemek. * Kabahatli bulmak. * Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
TAKBİHÂT
(Takbih. C.) Ayıplamalar, çirkin görmeler.
TAKBİL
Öpmek.
TAKBİR
Defnetmek, gömmek.
TAKBİZ
Toplayıp bir yere getirmek.
TAKDANE
f. Üzüm çekirdeği.
TAKDİD
Eti kurutmak. * Uzunlamasına yırtmak veya kesmek.
TAKDİH
Beğenmeme, zemmetme. * Atın belini inceltmek.
TAKDİM
(Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.
TAKDİMÂT
Takdim edilenler. Büyüklere verilen şeyler.
TAKDİME
(C.: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye. * Takdim.
TAKDİMEN
Takdim ederek, öne geçirerek.
TAKDİM-TE'HİR
Öne geçirmek, sonraya bırakmak.
TAKDİR
Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak.
TAKDİREN
Değer ve kıymetini anlıyarak. Takdir ederek.
TAKDİRÎ
Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan. * İtibarî. * Farazî. * Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime. (Bak: Mukadder)
TAKDİR-İ KELÂM
Söze değer vermek. * Sözün kıymeti. Sözden anlaşılan husus.
TAKDİRNAME
f. Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt.
TAKDİS
Büyük hürmet göstermek. Mukaddes bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın kusursuz, pâk ve her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek ve Allah'a (C.C.) şükretmek.
TAKDİYE
Hâcet bitirmek, ihtiyaç gidermek.
TAKFİL
(Kufl. dan) Kilitleme veya kilitlenme.
TAKFİYE
Kafiye yapmak. * Bir kimsenin ardınca olmak.
TAKHİM
İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek.
TAKHİR
(C.: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme.
TÂK-I MUALLÂ
Yüksek şerefe. Yüksek kubbe. * Yüksek haysiyet ve şeref sahibi.
TAKIYYE
Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek. * Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi. * Mümâşât.
TÂKIYYE
Takke.
TÂKIYYE-DUZ
f. Takkeci, takke diken.
TAKİ
Kendini koruyan, saklayan. * Takvalı kimse. Günahtan çekinen.
TA'KİB
Gözlemek. * Yolunda gitmek. * Peşinden yürümek. * Suçlunun suçunu araştırmak. * Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi. * Bir şeyi ciddiyetle istemek.
TA'KİBÂT
Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.
TA'KİBEN
Takip ederek, takip suretiyle.
TA'KİD
Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma. * Düğümlenme, düğümleme.
TA'KİF
Eğriltmek.
TA'KİL
Devenin ayağına ip takıp bağlamak.
TA'KİM
(Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma.
TA'KİR
Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme.
TA'KİR
Suyu bulanık etmek.
TAK'İR
(Ka'r. dan) Çukurlaştırma, çukur yapma.
TAKLİ'
(Kal'. den) Yarmak. * Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak.
TAKLİB
(C.: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme. * Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme.
TAKLİD
Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.(Kur'an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu hey'et üzerine bâkidir. Bu kadar Kur'anı taklid etmeğe müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur'anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misâli gösterilmiştir. Evet, Kur'an milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur'an ya hepsinin altındadır. Bu ise muhaldir; öyle ise; hepsinin fevkindedir. Öyle ise Allah'ın kelâmıdır. İ.İ.)(Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Ayâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki; siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız milliyetinize karşı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzadır. M.N.)
TAKLİDEN
Taklid ederek, benzeterek.
TAKLİDGÂH
f. Taklid yeri.
TAKLİDÎ
Taklide ait. Sathî. * Delil ve sened istemeden kabul edilen.
TAKLİDÎ İMAN
(Bak: İman-ı taklidî)
TAKLİD-İ SEYF
Kılıç kuşatma.
TAKLİD-İ TUFEYLÂNE
Küçük çocuklara yakışır şekildeki taklid.
TAKLİH
Dişin sarılığını gidermek.
TAKLİL
Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis.
TAKLİL-İ MASÂRİF
Masrafların azaltılması.
TAKLİM
(Kamış, tırnak, kalem gibi şeyleri) yontma, kesme.
TAKLİS
Def çalıp nağme söylemek.
TAKLİS
Büzme.
TAKMİS
(Kamis. den) Gömlek giydirme.
TAKMİŞ
Cem'etmek, toplamak.
TAKNETU
(Bak: Lâtaknetu)
TAKNİ'
Başına örtü örttürmek.
TAKNİN
(Kanun. dan) Kanun koyma.
TAKNİYE
Çok kırmızı yapmak.
TAKRİ'
(C.: Takriât) Tevbih. Azarlama. * Birini telâşa düşürme. * Te'nif. Başa kakma.
TAKRİÂT
(Takri'. C.) Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar.
TAKRİB
Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin. * Yolunu bulma.
TAKRİBEN
Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı.
TAKRİBÎ
İhtimale göre olan. Takribe ait.
TAKRİD
Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek. * Hor ve zelil etmek.
TAKRİN
(Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma.
TAKRİR
İyi ifade etmek. Bildirmek. * Ağzından anlatmak. * Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. * Resmî olarak yazı ile bildirmek. * Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek. * Siyasî nota.
TAKRİRÂT
(Takrir. C.) Ağızdan anlatılan şeyler.
TAKRİREN
Ağızdan anlatarak.
TAKRİR-İ KELÂM
Söylemek. İfadede bulunmak.
TAKRİRÎ SÜNNET
Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.
TAKRİS
Parmak ucuyla veya tırnakla bir nesneyi ovup yıkamak.
TAKRİS
Soğutmak. * Dondurmak.
TAKRİŞ
Birbirine rağbet etmek.
TAKRİT
Kulağına küpe takmak. * Davarın başına yular takmak.
TAKRİZ
Hayatında bir kimseyi methetmek, övmek.
TAKRİZ
(Karz. dan) Ödünç vermek. * Bir şeyi veya bir eseri beğendiğini söylemek. Beğendiğini bildiren yazı yazmak. Bir eserin takdir ve tahsin edildiğini bildiren yazı yazmak.
TAKSİB
Kıvırcık yapmak.
TAKSİF
Çok kırmak.
TAKSİM
(Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma.
TAKSİMÂT
Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar.
TAKSİM-İ A'MÂL
İş bölümü, iş taksimi.(Sani'i-i Zülcelâl'in hilkat-i âlemde câri ve taksim-ül-a'mâl kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül-a'mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadât ve muyulâtla şeriat-ı hilkatin farz-ül-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken su-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re's-i riya olan meylü't-tefevvuk ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak taksim-ül-a'mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-ül-a'mâlin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır. R.N.)
TAKSİM-İ GURAMÂ
Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek. * Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek.
TAKSİR
(Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak.
TAKSİRAT
(Taksir. C.) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
TAKSİS
Kireç ile bina yapmak. * Kireç ile sıvamak.
TAKSİT
(Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para.
TAKŞİR
(Kışr. dan) Kabuğunu soyma.
TAKTAKA
(Tıktıka) Taşlardan çıkan ses. * Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.
TAKTİ'
Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme.
TAKTİB
Kaş çatıp yüz ekşitme.
TAKTİK
Fr. Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. * Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma.
TAKTİL
(Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek. * Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
TAKTİN
Filiz sürme.
TAKTİR
Damla damla akıtmak. Damlatmak. İnbikten çekmek.
TAKTİR
Eksik etmek. * Güç olmak.
TAKTİRAT
Damla damla akıtmalar.
TAKUT
Feryun adı verilen darı cinsi.
TAKVA
Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek. (Bak: Amel-i-sâlih, İttika, Vicdan)(Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. R.N.)(Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı recâ ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca mânası, sâmi' ve müşahidlere göre olursa şöyle te'vil edilecektir:Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de, insanları ibadet techizatiyle mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işarettir. Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüb ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Meselâ: Şirkten takva; kebairden, masivaullahdan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinab etmekle takva; gazabdan tahaffuz etmekle takva. Demek kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza, ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna; ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir. İ.İ.)
TAKVİB
Bir şeyi yerinden çekip koparma. * Yeri kazma.
TAKVİD
Çok uzun boyunlu olmak.
TAKVİL
(C.: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek. * Haber vermek.
TAKVİM
Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma. * Ta'dil etme. * Bir şeye kıymet tâyin eylemek. * Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter. * Günlük olaylardan bahseden gazete.
TAKVİMÇE
f. Küçük takvim.
TAKVİM-İ ARABÎ
Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim.
TAKVİR (TAKAVÜR)
Bir cismi yuvarlak kesmek.
TAKVİS
(Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma.
 
TAKVİT
Besleme. Tagaddi.
TAKVİYE
Kuvvetlendirmek. * Kuvvetlendirilmek.
TAKVİZ
Binayı yıkmak.
TAKYİD
(Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.
TAKYİH
(Yara) İrinlenmek.
TAKYİN
Tezyin etmek, süslemek.
TAKYİR
Zifte bulaştırmak.
TAKYİZ
Kırılmak. * Takdir etmek. * Sövmek.
TAKZİB
Kesmek.
TAKZİF
Çok iftira atmak.
TAKZİYE
Gözün çapağı dışarı itmesi.
TAKZİYE
(Kaza. dan) Eksiği yerine getirme. Kaza etme.
TAL
f. Bakır veya gümüş tepsi. * (Parmaklara takılan) zil.
TAL'
Tomurcuk. * Miktar. Kadar. * Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları.
TAL'A
Görmek. (Bak: Tal'at)
TALA'
(C.: Etlâ) Geyik buzağısı. * Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu. * Buzağının ayağını bağladıkları ip. * Şahıs.
TALAC
f. Bağırma, feryad, çığlık. * Ses, sada. * Kavga. * Meş'ale.
TALAH
Yorulmak, zayıflamak.
TALAH
Salih olmayan. Bozuk.
TALAK
(At) sıçramak ve kalkmak.
TALÂK
Boşamak. Boşanmak. * Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. * Nikâhlı karısını bırakmak.
TALÂK SURESİ
Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir.
TALAKAT
Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. * Güler yüzlülük.
TALÂK-I BÂYİN
Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz. (Bak: Hulle)
TALAK-NAME
f. Boşama kâğıdı.
TALAM
Esrar otunun tohumu.
TALAN
f. Çapul, yağma. * Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması.
TALANGER
f. Yağmacı, talancı, çapulcu.
TALANGERÎ
f. Çapulculuk, yağmacılık.
TALAR
f. Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. * Salon, büyük oda.
TALASİM
(Tılsım. C.) Tılsımlar.
TAL'AT
Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek.
TAL'AT-EFRUZ
f. Parıldayan.
TALAVET
Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik. * Ağızda çıkan bir nevi yara.
TALAZZİ
(Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme.
TALE
(Tavl. dan) "Uzun olsun" mânâsındadır.
TALEB
İsteme. İstenme. Dileme. İstek.
TALEBDÂR
f. Alacaklı.
TALEBE
(Tâlib. C.) İstekliler. * Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci.
TALEBE-İ ULÛM
Yüksek dinî ilimleri okuyan talebe. (Bak: Âlem-i berzah)(İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: "Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibadet sayılır." diye ziyade ehemmiyet vermişler. Ş.)
TALEB-İ RÜ'YET
Görmeyi istemek. Hz. Musa'nın (A.S.) Cenab-ı Hakk'ı görmek istemesi.
TALEBKÂR
f. İstekli, talebli, arzulu.
TALEF
Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe. * Kanı heder olmak.
TALEL
(C.: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli.
TALH
Necis bulaşmak, pislik bulaşmak. * Havuz dibinde kalan tortu. * Kene böceği.
TALH
Muza benzer meyve. Akasya ağacı.
TALHA BİN UBEYDULLAH
(R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.) buyuruyor ki: "Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) duydum. Dedi ki: Talha ile Zübeyir, Cennet'te benim komşularımdandır." Hicretin 36'ncı yılında Cemel Vak'asında şehid oldu.
TALİ
Tilavet eden, okuyan. * İkinci derecede. Sonradan gelen. * Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.
TALİ '
Doğan. Tulu' eden. * Kısmet, kader, baht. * Nişangâhın arkasına düşen ok. * Yeni hilâl.
TALİA
Doğan. Ufuktan görünen. Tulu' eden.
TALİA
Casus. * Nişancı. Asker önünden giden tabur. * Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.
TALİB
(C.: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli. * Talebe, öğrenci.
TALİBE
(C.: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız.
TALİD
Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası.
TALİF
Alınmış şey.
TALİH
Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli')
TALİK
Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse. * Düzgün söz söyleyen kimse.
TALİK
Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir.
TA'LİK
Asmak. * Geciktirmek. * Bağlanmak. * Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir. * Muallak kalmak. Bir zamana bıraktırmak. * Kur'an yazısının bir çeşidi. * Tefsir.
TA'LİKAT
Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. * Bediüzzaman Hazretlerinin İlm-i Mantık üzerine te'lif ettiği bir eserinin ismi.
TALİL
Hasır.
TA'LİL
Sebep göstermek. * İllet. Bahane. * Müessirden esere yapılan istidlâl. (Bak: Bürhaân-ı limmî)
TA'LİL BA'D-EL-VUKU'
Bir şeye sonradan uygun bir sebep uydurma.
TA'LİM
Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
TA'LİMAT
Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.
TA'LİMAT-NAME
f. Yönetmelik.
TA'LİMGÂH
Tâlim ve öğrenme yeri.
TA'LİMHANE
f. Öğrenme yeri. Ta'lim yeri.
TA'LİM-İ ESMÂ
İsimleri öğretmek. * Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.(Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz'iyyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlik'ın şuunat ve evsafına şamil kesretli maârifin talimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i Kübrayı haml dâvasında bir rüçhaniyet vermiş ve hey'et-i mecmuasiyle Arz'ın bir halife-i mânevisi olduğunu Kur'an ifham ettiği misillü "Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Şeytan'ın secde etmemesi" olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiyye, pek geniş bir düstur-u külliyye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. S.)
TA'LİN
Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.
TA'LİT
Devenin yularını başından indirmek. * Deve boynuna nişan etmek.
TA'LİYE
Yükseltme.
TA'LİYE-İ NAME
Mektuba başlık koyma.
TALK
Doğum ağrısı.
TALL
Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem. * Helâk etmek, iptal. * Güzel, lâtif şey. * Şiddet.
TALLASE
Kendisiyle levha silinen paçavra.
TALS
(C.: Atlâs) Mahvetmek.
TALS
Su akmak.
TALTİF
İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak.
TALTİFÂT
(Taltif. C.) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.
TALTİFEN
Taltif suretiyle.
TALTİH
Bulaştırma, bulaşık etme.
TALUT
(Bak: Yuşa)
TALVE
Vahşi canavarların yavrusu. * Keçi bağladıkları ip parçası.
TALY
Karışmak.
TALZİYE
(Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme.
TA'M
Yeme. Tad. Lezzet. Zevk.
TAMA'
Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme. * Askerî fertlerin maaşları. (Kamus)
TAMAEN
Tama' ederek. Hırsla. Cimrilikle.
TAMAH
(Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
TAMA'KÂR
Aç gözlü. Cimri.
TAMAM
Bitme, bitirme, son, nihayet. * Tam, eksiksiz, noksansız. * Ne eksik ne fazla. * Münasib, uygun.
TAMAMEN
Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde.
TAMAM-I ITTIRAD-I AHVAL
Bir kimsede var olan huy ve hasletlerin sekteye uğramadan biteviye devam etmesi, her zaman aynı durumu göstermesi.
TAMAMİYET
Bütünlük, tamamlık, tamlık.
TAM'AN
Tama' suretiyle, tama' ederek.
TAMAR (TIMÂR)
Yüksek mekan, yüce yer.
TAMAT
f. Mânâsız ve uygunsuz söz.
TAMELE (TAMLE)
Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.
TAMH (TIMÂH)
Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.
TA'MİD
Vaftiz etmek.
TA'MİK
(Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.
TA'MİKAT
(Ta'mik. C.) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.
TA'MİM
Umumileştirme. Herkese bildirme.
TA'MİMEN
Ta'mim suretiyle. Herkese bildirmek suretiyle.
TAMİR
Hurması olan kişi.
TAMİR
Sıçrayıcı, sıçrayan.
TA'MİR
Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.
TAMİR BİN TAMİR
Aslı bilinmeyen kimse. * Pire.
TA'MİRÂT
(Tamir. C.) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.
TAMİS
Uzak.
TAMİYE
Dudak kabarmak.
TA'MİYE
(Amâ. dan) Körletme. Kör etme. * Kapalı şekilde anlatmak. * Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.
TAMLES (TAMELLES)
Çörek.
TAMM
Saçını kesmek. * Galebe etmek. Galib gelmek. * Yükselmek, yüce olmak. * Defnetmek, gömmek.
TAMMA'
(Tama'. dan) Çok tama' eden.
TAMMAH
Her şeye göz diken pek hırslı kimse.
TAMMAT
Kıyamet.
TAMME
Bütün, noksansız, eksiksiz, tam.
TAMME
(Tâmmât) Kıyamet vakti. * Belâ. Dâhiye. * Keskin çığlık.
TAMN
Sâkin olmak, sessiz olmak.
TAMS
Kadının hayız görmesi, aybaşı olması. * Kir, vesah. * Cima etmek. * Yapışmak.
TAMS
Yok etme, belirsiz kılma. * Eskimek. * Mahvolmak.
TAMŞ
Halk, nâs, insanlar.
TAMTAME
Pelteklik, kekemelik, tutukluk.
TAMU
(Aslı: Tamuğdur) Cehennem.
TAMUR
Kan. * Nefes.
TAMURE
Kalb gılâfı. * Emzikli bardak. * İbrik.
TAMV
Yüksek olmak. * Dolu olmak.
TA'N
Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek. * Küfretmek. * Muhalifin iddialarını çürütmek. * Vurmak. * Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
TANA
Susuzluktan ciğerin yapışması.
TANAGGUZ
Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.
TANAZZUC
Pişmek. * Olmak.
TANCİR (TANCERE)
(C: Tanâcir) Tencere.
TANDIR
Ufak fırın. * Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
TA'NE
Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme.
TANEF
Kayış. * Dağ burnu. Dağ başı. * Kapı üstüne yapılan örtü. * Duvar üzerine yapılan saçak.
TA'NE-ZEN
f. Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren.
TANFESE
(C.: Tanâfis) Uzun saçaklı halı. * Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.
TANGİM
Avazlandırmak, seslendirmek.
TANGİS
Dirliğini tatsız etmek.
TANGO
Fr. Züppe giyinişli kadın. * Turuncuya çalar renk. * Bir dans çeşidi.
TANGÜB
Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.
TANH
Semiz olmak, besili ve şişman olmak. * Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.
TA'NİF
Şiddetle azarlamak. * Darılmak. * Meşakkat vermek. Melâmet etmek.
TA'NİFÂT
(Ta'nif. C.) Şiddetle azarlamalar, darılmalar.
TA'NİK
(Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak.
TAN'İM
Nimet vermek, nimetlendirmek.
TANİN
Sinek vızıltısı. * Kaz sesi. * Avaz ve gürültü. * Çınlamak. Tınlamak.
TANİN-ENDÂZ
f. Çınlayan, tınlayan.
TA'NİS
Büluğdan sonra kızın kendi evlerinde çok durması.
TA'NİYE
İncitmek.
TANKER
ing. Akaryakıt taşıyan gemi veya kamyon.
TANNAN
Tınlayan, çınlayan.
TANNAZ
Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi.
TANNE
Balçığı çok olan yer.
TANSİB
Yükseğe kaldırma.
TANSİF
(Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak.
TANSİR
Hristiyanlaştırma.
TANSİS
Tetkikten sonra karar vermek. * Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek.
TANSİYON
Fr. Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç.
TANTANA
Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı.
TANTİF
Kulağına küpe geçirmek.
TANTİK
Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.
TANTİL
Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek.
TANZ
Herkesle eğlenme. Alay etmek.
TANZİC
Çok pişirmek. * Yakmak.
TANZİD
Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.
TANZİF
(Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek.
TANZİFÂT
Temizlik işleri. Temizlemeler.
TANZİM
(Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek. * Düzenlemek. Tertiblemek. * Islah etmek. * Manzum veya mensur olarak yazmak.
TANZİMAT-I HAYRİYE
Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kurulacaktı. Avrupa-vâri terakki esasları her yerde öğretilecek, Osmanlı Devleti ve İslâm Alemi ilerliyecekti. Fakat ıslaha ferdlerden başlayacakken ve İslâmî çareler düşünülecekken, geniş daireden başlandı. Evvelki dairelerdeki iktisadî, içtimaî fikir hastalıklarımıza zâhirde çâre bulmak için doktor gibi içimize giren yabancılar ve ecnebi zihniyetin meyveleri gittikçe bünyemizi daha ziyade felce uğrattılar...
TANZİR
Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. * Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma.
TANZİR
Tazeleştirme, tazelendirme.
TANZİREN
Nazire olarak. Benzetme suretiyle.
TÂR
f. Karanlık. * Tel. Saç teli. * Tepe. * İplik.
TAR TAR
Tel tel. İplik iplik.
TAR Ü MAR
f. Dağınık, karmakarışık, perişan.
 
TARA
f. Yıldız.
TARAB
Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık.
TARAB-EFSÂ
f. Neşe ve ferahlığı artıran.
TARAB-ENDUZ
Ahenk kazanan.
TARAB-GÂH
f. Coşkunluk ve sevinç yeri.
TARAB-NÂK
f. Sevinçli, neşeli, coşkun.
TÂRÂC
f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme.
TÂRÂC-GER
f. Yağmacı, çapulcu.
TÂRÂC-KERDE
f. Yağmalanmış, talan edilmiş.
TARAF
Yan, yön. * Yer, memleket, ülke. Kıt'a. * Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak. * Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.
TARAFDAR
f. Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran.
TARAFDARÎ
f. Kayırıcılık, taraftarlık.
TARAFEYN
İki taraf. İki nihayet. * Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf.
TARAFGİR
f. Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan.
TARAH
(C.: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet.
TARAH
Uzak mekân.
TARAHHUM
(Bak: Terahhum)
TARAİF
(Tarife. C.) Az bulunur şeyler.
TARAİK
(Tarikat. C.) Tarikatlar, meslekler.
TARAK
Bulutların bir yere toplanması. * Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.
TARAN
f. Karanlık.
TARANCİBİN
Kudret helvası.
TARARET
Semizlik, besililik, şişmanlık.
TARAS
İzdihamlık, çok kalabalık.
TARASRUS
Katı olmak, şiddetlilik. * Sağlam olmak.
TARASSUD
Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.
TARASSUDÂT
(Tarassud. C.) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler.
TARAT
f. Çapul, yağma, talan.
TARATUN
Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.
TARAVET
Tazelik. Körpelik.
TARAVET-DÂR
(Terâvettar) f. Tâzece, eskimemiş, tâze.
TARAYYUH
Zayıflık, süstlük.
TARAZİ
Hoşnutlaşmak.
TARAZRUZ
(Taş) Parça parça olmak.
TARAZÜM
Üzümü ekmekle yemek.
TARD
Sürme, kovma, uzaklaştırma. * Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma.
TARDETMEK
Kovmak, def etmek, uzaklaştırmak.
TARDİN
Kaftana yen etmek.
TARDİYE
Red olundurmak.
TARDİYE
Allah râzı olsun demek. (Bak: Tarziye)
TARE
Defa, kerre.
TARED
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Sürüp reddetmek.
TAREK
f. Tepe. Başın tepesi.
TAREM
Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh.
TAREŞ
Sağırlık.
TARETEN
Bir kere veya bazı defa.
TÂRETEN UHRÂ
Bir kere daha, başka bir kere daha.
TAREYAN
Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma.
TARF
Göz, bakış, nazar. Göz ucu. * Soyu temiz kimse. * Her şeyin nihayeti, sonu. * Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. * Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. * Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört yıldızdan ikisi aslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de "Tarf" denilmiştir. Bu iki yıldız daha evvel doğarlar.)
TARFA
Ilgın ağacı.
TARFE
Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. * Göz kırpmak. * Bir yıldız ismi. * Ayın bir menzili.
TARFES
Kum yığını.
TARFET-ÜL AYN
Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
TARH
Uzaklaştırmak. * Vaz' etmek. * İndirmek. * Bırakmak, elinden atmak. * Yerleştirmek. * Temel bırakmak. * Mat: Çıkarma.
TARH-EFGEN
f. Düzenleyen, kuran, tertib eden. * Temel kuran, bina yapan.
TARH-ENDAZ
f. Temel atan. Düzenleyen, tertib eden.
TARH-I ESAS
Temel atmak.
TARHİB
Merhaba demek.
TARHUN
(C.: Tarâhin) Tarhun otu.
TÂR-I ANKEBUT
Örümcek ağı.
TÂR-I ZÜLF
Saç teli.
TÂRIK
Gece gelen kimse. * Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler. * Parlak yıldız. * Sabah yıldızı. (Zühre)
TÂRIK SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir.
TARIM (TARİME)
(C.: Tıram) Kara çadır.
TARÎ
(Tarâ. dan) Birdenbire çıkan, ansızın görünen.
TARÎ
Karanlık, meçhul.
TARÎ
(Taravet. den) Taze, taravetli.
TA'RİB
Bir kimseden söz nakletmek. * Çirkin etmek. * Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek.
TA'RİC
Meyletmek, eğilmek. * Bir nesne üzerinde durmak. * Çıkıntı. Tümsek peyda etme.
TARİD
(Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden.
TARİD
Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış. * Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu.
TA'RİD
Kaçmak. * Gitmek.
TARİDE
Arap çocuklarına mahsus bir oyun. * Okları cilâ edip parlattıkları ağaç.
TA'RİF
(İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. * Arafat'ta vakfe yapmak.
TA'RİFE
Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı.
TARİH
Hâdiseye vakit tayin etmek. * Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti. * Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim. * Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam. * Memlekette vâki olan hâdiseleri zamana nazaran tertip ve sırasıyla zikir ve beyan eden kitap.
TARİH
İşe yaramaz diye bir kenara atılmış nesne.
TARİH-İ KADÎM
Eski zaman tarihi.
TARİH-İ MU'CEM
Bir mısra, beyit veya cümledeki noktalı harflerin ebced hesabı ile yekûnunun delâlet ettiği tarih. * Edb: Ebced hesabında noktalı harflerin hesap edilerek düşürülen tarih. Bir ilmi, müfredâtı ile belirten eser.
TARİH-İ UMUMÎ
Umumî tarih.
TARİHNÜVİS
(C.: Tarihnüvisân) f. Tarih yazan. Müverrih.
TARİK
f. Karanlık.
TA'RİK
Ovmak.
TA'RİK
Şaraba biraz su katmak. * Kovayı doldurmak. * Terletmek. * Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak.
TARÎK
Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
TÂRİK
Terkeden, vazgeçen, bırakan.
TARİKAT
Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf)
TARİK-BAHT
f. Bahtı kara, şanssız, tâlihsiz.
TARÎK-İ ÂMM
Herkesin geçmesine mahsus yol.
TARÎK-İ BERZAHİYE
Berzaha giden ve ona ait yol.
TARÎK-İ CEHRÎ
Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)
TÂRİK-İ DÜNYA
Hevâ ve hevesi terkeden. Dünyanın fâni olan cihetini terkedip Allah rızası yolunda olan.
TARÎK-İ NAKŞÎ
Şeyh Bahaüddin Nakşbendî Hazretlerinin kurduğu tasavvuf yolu. (Bak: Nakş-bendî)(Tarîk-i Nakşî'de dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. S.)
 
TÂRİK-ÜS SALÂT
Namaz kılmayı terketmiş olan kimse.(Çok tembellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrar ile ibâdeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?Elcevab: Evet, Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi' ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?.. Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.Amma Kur'ânın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir Padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevi bir zulüm eder. Çünkü; mevcudatın kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedani ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbaniye olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder. Evet herkes; kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı, kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i'tikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me'yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür... gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemal-i neş'esinden gülen bir adam; kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi, mütefekkirâne ve ciddi bir surette ibâdet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.. gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamiyle zıd ve muhalif ve hatâ bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiyeye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.Elhasıl: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefs ise, Cenab-ı Hakk'ın abdi ve memlüküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.İşte bu istihkakı ve mezkur hakikatı ifade etmek için, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan; mu'cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belâgat olan mutabık-ı muktezâ-yı hale mutabakat ediyor. L.)
TARİM
Kalın bulut. * Elleri ve ayakları kaba olan kimse.
TA'RİR
Yere dökmek.
TARİS
Kavi, kuvvetli.
TA'RİS
Et kurutmak.
TA'RİS
Düğün yapma. Bir kızı gelin etme.
TA'RİŞ
Üzüm çubuğuna çardak yapmak. * Temel yapmak.
TARİYE
Ansızın gelen belâ, dâhiye.
TA'RİYE
Soyma. Çıplaklaştırma.
TARİZ
Cansız, kuru nesne. * Meyyit, ölü.
TA'RİZ
Dokunaklı söz söylemek. Kapalıca yapılan sitem. Kinâye ile söylemek.
TA'RİZ
Gizleme, saklama. * Sağlamlaştırma. * Alıp götürme.
TA'RİZÂT
(Ta'riz. C.) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.
TARK
Vurmak. * Dövmek. * Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak. * Bulanık su. * İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu. * Vücuttaki gevşeklik.
TAR-MAR
(Bak: Tar ü mar)
TARMESE
Münkabız olmak.
TARR
Kesmek. * Keskinletmek. * Yapmak. * (Bıyık) gelmek. * Çolak olmak. * Düşmek.
TARRAKA
Gümbürtü.
TARRAR
Yankesici, hilekâr.
TARRİYAN
Sepet. * Büyük tabak.
TARSİ'
Bezemek, süslemek. * Sevinç, neşât.
TARSİ'
(Göz) yaramaz olmak.
TARSİF
Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.
TARSİG
Vüs'at vermek, genişlik vermek.
TARSİN
Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek. * Bilmek. * Metanet ve cesaret vermek.
TARSİNÂT
(Tarsin. C.) Sağlamlaştırmalar.
TARSİS
(Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma. * Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.
TARTABE
Keçiyi sağmak için çağırmak.
TARTİB
Islatma, rutubetlendirme. Islatılma. * Tâzelik verme. * Hoşlandırılma. * Hurmanın rutubetli olması.
TARTİB-İ LİSAN
Güzel bir söz söyleyerek dili mânen tatlılaştırma.
TARTİL
Saçı yağlamak.
TARY
Taptaze. Çok taze.
TARZ
Usul, şekil, üslub. * Yol. Hey'et.
TARZE
şekil, suret.
TARZİM
Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.
TARZİYE
Cübbe veya zırh giymek.
TARZİYE
Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. * Râzı etmek. * "Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek.
TAS
(C.: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas.
TASABBİ
(Saby. dan) Çocuk tavrı takınma. Çocuklaşma.
TASABBU'
Parmak parmak ayırma.
TASABBUH
Sabahleyin uyumak. * Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek.
TASABBUN
Sabunlaşma. * Sabun gibi köpürme.
TASABBUR
(Sabr. dan) Sabırlanma. Sabretme.
TASABBÜB
Dökülmek. * Bahadır olmak, kahraman olmak. * Sıcaklığın artması.
TASABİ
Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak.
TASADDİ
Bir işe başlamak. * Taarruz etmek. * Yüz döndürmek. * Tesadüf etmek. * Vuku bulmak.
TASADDU'
(Demir) Paslanmak ve küflenmek.
TASADDU'
Yarılıp çatlama. * Dağılma.
TASADDUK
Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. * Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak.(İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
TASADDUKAT
(Tasadduk. C.) Sadakalar.
TASADDUR
(Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme. * Öğretmek. * Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.
TASADUK
Birbirine inanmak.
TASADÜM
Tokuşmak.
TASAFFİ
Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek.
TASAFFUH
Yaprak yaprak olma. * Levha biçiminde olma, levha hâline konulma.
TASAFFÜR
Sararmak.
TASAFÜH
Musafaha edişmek.
TASAFÜN
Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.
 
Geri
Top