• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Osmanlı’dan Günümüze Türk Eğitim Sistemi

Suskun

V.I.P
V.I.P

A.Osmanlı Dönemi Eğitim Sistemi.

1. Osmanlı Eğitim Kurumları


Osmanlı dünyasında eğitim, yüzyıllarca resmî ve gayrı resmî müesseseler yolu ile yürütülmüştür. Bu farklı müesseseler arasında en önemlisi ve ilim ile ilgili faaliyetleri başta gelen kaybağı hiç şüphesiz kuruluşundan yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar varlığını sürdüren medreselerdir. Medreseler zihniyet bakımından dini müessesenin güdümünde, yapısı açısından vakıf sisteminin içinde, mali yönden ise muhtar bir kuruluş olup hizmetini devlet denetiminde yüzyıllar boyu sürdürmüştür. Başlıca Osmanlı eğitim kurumları şunlardır;

1.1. Sıbyan Mektepleri

Osmanlı Devleti’nde ilk eğitim ve öğretimin yapıldığı yer Sıbyan Mektebi idi. Çocukların eğitimi için teşkil edilen bu mektepler klasik İslam medeniyetindeki “küttab” adlı okulların devamı mahiyetindedir. Bu mektepler mali ve mekan açısından fazla bir külfet gerektirmediğinden her köyde, her mahallede ve her semtte açılmıştır. Müslüman olan her ailenin çocuğu bu mekteplere girebilirdi. Bu okulların genel amacı çocuğa okuma yazma öğretmek, İslam dininin kaidelerini ve Kuran-ı Kerim’i belletmektir.

1.2. Medreseler

Medreselerin kuruluş esası “fıkıh ilmini” öğretmektir. XI. Yüzyılda Nizamiye medreseleri çoğunlukla “fakih” yetiştirmek üzere kurulmuştur. Medrese sistemi ve teşkılatı, İslam dünyasındaki cami, hastane, imaret, kervansaray, han ve hamam gibi bütün sosyal hizmet ve yardım amaçlı müesseseler gibi vakıf temeli üzerine kurulmuştur. Medreselerde ağırlıklı olarak fıkıh (İslam hukuku), dini ilimler ve onlara yardımcı edebi ilimler okutulmuştur. Eğitim süresi azami beş yıldır. Temel eğitimini tamamladıktan sonra herhangi bir ilimde ihtisas yapmak isteyen talebeler, o bilim dalındaki tanınmış hocalara gidip onlardan ders görürler ve icazet alırlardı. Osmanlı fetih politikasına göre fethedilen yerlerde ilk önce cami, ve yanında medrese açılması bir gelenek halini almıştır. Bu gelenek topluma ve devlete gerekli din, ilim ve eğitim hizmetleri yanında devlet idaresinde ihtiyaç duyulan idari ve adli personelin yetiştirilmesine yönelikti. Böylece, Osmanlılar devlet işlerinde bilgili ve aynı zamanda yapılan işlerin kanunlara uygun olması hususlarına riayet eden yetişkin insan gücüne sahip olmuşlardır. Bu da merkezi idarenin sağlam ve güçlü olmasını sağlamıştır. Medreselerde, ilerleyen yıllarda dini ilimlerin yanında aritnetik, geometri, cebir ve astronomi gibi bilimler ile tabii bilimlerden klasik fizik de okutturulmuştur.

1.3. Enderun Mektebi

Enderun mektebi, imapratorluğun idari mekanizmasını yürütecek seçkin elemanların yetiştirildiği saray teşkılatı içerisinde yer alan bir eğitim kurumudur. Dolayısıyla bu özellikleriyle Enderun mektebi Osmanlı Devleti’inde medrese dışında ikinci köklü eğitim kurumu olmuştur. Medreselerde okutulan nakli ve akli ilimlerden Kuran-ı Kerim, hadis, kelam, hat, Arapça yanında, Farsça, belagat, şiir, felsefe, tarih, riyaziye, coğrafya gibi dersler Enderun mektebinde de okutulmaktadır. Enderun’un eğitimnde diğer okullardaki eğitimden asıl farklılık, talebelerin askeri ve idari konularda görmüş oldukları uygulamaların yoğunlaşmış olmasıdır. Bu açıcan Enderun eğitiminin çeşitli becerilerin, sanatların, idari ve siyasi bilgilerin uygulamalı olarak öğretildiği ve neticede kabiliyetlerin tespit edildiği bir eğitim olduğu söylenebilir.

Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde, tüm bu eğitim kurumlarının yanında ağırlıklı olarak topçu eğitimlerinin verildiği bazı teknik eğitim kurumları, tasavvufi eğitim veren tekke ve zaviyelerle birlikte serbest eğitim veren konak ve meclisler de dönemin tipik eğitim kurumlarındandır.

2. Batı İle Temaslar Ve Yenileşme Dönemi Eğitim Kurumları

Kuruluşundan itibaren Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile siyasi ve askeri çekişmeler içerisinde gelişen münasebetlerinde görülen bariz niteliklerden birisi, Osmanlılar’ın kendilerini her bakımdan Avrupalılar’dan üstün kabul etmeleridir. Osmanlılar askeri ve ekonımik yönden Avrupa devletlerinden ve diğer Müslüman devletlerden daha güçlü durumdaydı. Zengin maden yataklarını ellerinde bulundurmaları, ticaret yollarını kontrol etmeleri ve giriştikleri bütün muharebelerden galip çıkmaları Osmanlılar’ın hem ekonomik yönden hem de kendilerini Avrupa’ya karşı üstünlük şuuru içerisinde görmelerine vesile olmuşur. Osmanlılar mensup oldukları İslam dininin en son ve en doğrusu olduğu inancı içerisinde ve varisi oldukları parlak Ortaçağ İslam medeniyeti tesiriyle, manevi yonden de kendilerini Avrupa’ya karşı üstün görmekteydiler. İşte bu sebepler Osmanlılar’ın Rönesans dönemi ve sonrası Batı Avrupa’Da ortaya çıkan yeni entelektüel anlayışı fark etmelerine, ona bağlı gelişmelerin Avrupa toplumlarının gelişmesinde icra edeceği tesirleri ve bütün bunların kendilerine karşı potansiyel tehlike olabileceğini takdir etmelerine mani olmuştur. Osmanlılar, Avrupa dışındaki güçlü diğer bazı devletler gibi Avrupa’nın ilerlermesini ve aradaki mesafenin kolay aşılamayacağını, Sanayi devriminin yarattığı yayılmacı politikalar ile askeri ve iktisadi gücün ezici üstünlüğünü görünce fark ettiler.

Osmanlılar bir taraftan 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’daki harp teknolojisi, madencilik, haritacılık, pusula ve saatçilik konularındaki gelişmeleri arada fazla zaman farkı olmadan takip ederken, diğer taraftan coğrafya, astronomi ve tıp gibi belirli alanlarda bilgi transferini de gerçekleştirmiştir. Coğrafya ve haritacılık alanında 16. yüzyıldan itibaren Piri Reis’in çalışmalarıyla en büyük eserlerini vermeye başlamıştır. Piri Reis çalışmalarında bir çok haritadan yararlandığını belirtmektedir. Bir yandan eski bilgileri derlemiş, diğer taraftan yeni gelişmeleri takip etmiş olması ve bunlara ilaveten kendi müşahadelerini de not etmesi, Piri Reis’in ilmi tavrını göstermektedir.
Osmanlılar’ın Rönesans tıbbı ile ilk temaslarını, oldukça erken zamana rastlar. II.Murad zamanında sarayda hizmete giren Avrupalı hekimler ile Osmanlı tababeti 15. yüzyılın sonunda ve 16. yüzyılın ilk yarısında büyük ölçüde Rönesans tıbbını tanıma imkanına kavuşmuştur. 1393-1394’te, II. Murad zamanında Fransa’dan ve Almanya’dan sürülen Yahudiler, Türkiye’ye sığındıktan sonra, 1491-1492’de İspanyadan çıkarılan Yahudiler de Osmanlı Devleti’nin himayesinde dinlerini ve hayatlarını teminat altında bulmuşlardır. Osmanlı Devleti’ne iltica eden Yahudiler arasında İspanyol, Portekiz ve İtalyan asıllı hekimler de bulunmaktaydı. Rönesans tıbbının tesirlerinin Osmanlı tıbbına daha çok bu ikinci dalgada gelen hekimler ile ulaştığı söylenebilir.

2.1 Yeni Eğitim Kurumlarının Kuruluşu


Osmanlılar, Avrupa’da gelişen teknolojiden ve özellikle askeri sahalardaki lerlemelerden etkilenmeleri sonucunda yeni bilimi öğretecek yeni eğitim kurumları kurma yoluna gitmişlerdir. Osmanlı klasik eğitim kurumlarına dokunmadan kurulan bu müesseseler imparatorlukta yeni bir bilim ve eğitim anlayışının doğuşunu hazırlamışlardır.

* Askeri Mühendislik Eğitimi


a. Humbaracı Ocağı


Osmanlılar’da, Avrupa kaynaklı modern askeri teknik eğitim, 18. yüzyılın başlarından itibaren, orduda yapılan ıslahat haraketiyle başlamıştır. 1730’da Lale devrinine son veren ve Sultan III.Ahmed’in tahttan indirilerek, I.Mahmud’un tahta çıkmasına sebep olan Patrona Halil ayaklanması ile Osmanlı siyasi hayatında yeni bir donem açılmıştır. Bu tarighten itibaren Osmanlı ordusunun ıslahı konusunda ilk teşebbüsler, Osmanlı Devleti’ne iltica ederek Müslüman olan Fransız Generali Comte de Bonneval nezaretinde 1735 yılında kurulan Humbaracı Ocağı ile başlamıştır. Burada Avrupa uslulü yeni bir askeri eğitim gerçekleştirilmiştir. Bu ocağın en önemli özelliği, zabitler arasında teorik ve tatbiki olarak matematik ve modern harp sanatları konusunda ders veren Avrupalı ve Osmanlı hocaların mevcudiyetidir. Humbaracılar, burada, teorik ve pratik eğitim yanında yeni harp tekniklerinin uygulamarı hakkında da bilgi sahibi olmuşlardır. Avrupa tarzı modern eğitimde bir diğer teşebbüs de Fransız subayı Baron de Tott’ın İstanbul’da bulunduğu sırada (1770-76) kurulmuş olan “Topçu Mektebi” ve “Hendese Odası”nı örnek gösterebiliriz.

b. Hendesehane’nin Kurulması

Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa’nın isteği ile Tersane personeline, ihtiyaç duyulan teorik eğitimi vermek üzere 29 Nisan 1775’de Tersane ambarlarında bir odada “Hendese Odası” kurulmuştur. Burada Baron de Tott’un nezaretinde, Campbell Mustafa Ağa ve Fransız S. Kermovan ders vermişlerdir. Denizciliğe, Donanmaya, Coğrafya ve Haritacılığa dair dersler verilerek Osmanlı Donanmasında bu ilimlerden anlayan kaptanlar yetiştirilmeye çalışılmıştır.
1789’da Sultan III.Selim’in tahta çıkması ile başlattığı “Nizam-ı Cedid” haraketi çerçevesinde ele alınan askeri ıslahat çalışmaları, askeri teknik eğitim konusunda yeni bir sayfayı başlatmıştır. 1792 yılında kışlaları tanzim ve nizamların yeniden ele alınan Humbaracı ve Lağımcı Ocakları’na gerekli görülen aritmetik ve hendese eğitimini vermek üzere, bu kışlara bitişil yeni bir mühendishane açılmıştır. Mühendishane-i Cedid adı verilen bu müessese doğrudan Humbaracı Ocağı’na bağlı bir statüde kurulmuştur.




c. Mühendishane-i Bahri-i Hümayûn (Deniz Mühendishanesi)

Mühendishane-i Cedid, açıldıktan sonra, Tersane mühendishanesindeki hoca ve 7 nefer talebe, buraya nakledilmiştir. Tersane mühendishanesi, gemi inşa, haritacılık ve coğrafya eğitimi veren bir deniz mühendishanesi haline getirilmiştir. Fransız bir subay olan Jacques Balthasar le Brun, bu kurumun başına getirilmiş, burada Avrupa usulüne uygun olarak gemi inşa dersi vermiştir. Bu mühendishane 1821 yılına kadar “fenn-i inşa” ve “fenn-i harita ve coğrafya” adlarında iki şubeli olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 1845 yılında Heybeliada’ya taşınmıştır. Günümüzde Deniz Harb Okulu olarak faaliyetlerine devam etmektedir.

d. Mühendishane-i Cedid (Kara Mühendishanesi)

1795-96 yılında Humbaracı ve Lağımcı kışlasına bitişik olarak inşa edilen binada eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam eden Mühendishane, 1801 yılında Başhocalığa getirilen Hüseyin Rıfkı Tamani ile sistemli olarak Avrupa tarzı fen eğitimine geçmiş ve 1806 yılında Sultan III. Selim tarafından Humbaracı ve Lağımcı ocağından ayrılarak müstakil bir kurum haline getirilmiştir. Devletin bu yeni müesseseyi kurmaktan maksadı, her şeyden önce ordunun yeni bir nizama sokulması, yeni tekniklerle donanmış ve Avrupa orduları karşısında mağlup olmamak için fen tahsili görmüş zabit yetiştirmek gibi, acil ihtiyaca cevap verecek insan gücüne sahip olmaktır. 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılıp yerine kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin zabit ihtiyacını karşılamak üzere mühendishane talebe kontenjanı çoğaltılmıştır.

* Sivil Mühendislik Eğitimi


19. Yüzyılın son çeyreğine kadar ülkede modern tarzda sivil mühendislik hizmetini verecek eleman yetiştirmek üzere bir müessese kurulmamıştır. Ancak yüzyıl boyunca ortaya çıkan ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda da geniş bir uygulama sahası bulan modern teknolojiler, buhar ve daha sonraları elektrik gücüne dayalı olarak çalışan endüstri kuruluşları, küçük sanayi işletmeleri, telgraf ve demiryolları, karayolları ve sivil inşaatlar İmparatorluğun mühendis ihtiyacını arttırmıştır. Devlet bu ihtiyacını kısmen askeri mühendis kıskem de yabancı uzmanlar veya Avrupa’da tahsil görmüş gayri Müslimler vasıtasıyla karşılamaya gayret ederken ihtiyaç duyulduğunda küçük çapta sivil amaçlarla teknik eleman yetiştirmek üzere bazı mektepler açtığı görülmektedir. Bunların ilk örnekleri, “Telgraf Mektebi” (1860) ile Midhat Paşa’nın gayretile açılan “Sanayi Mektebi” (1868) olmuştur. Sanayi Mektebi’nin en önemli özelliği, teorik ve pratik eğitimin bir arada verilmiş olması ve o güne kadar İmparatorlukta cari olan “usta-çırak” usulü yerine, yeni tekniklerle eğitilmiş bilgili sanatkarlar yetiştirmek hedeflenmiştir. 1884’de kurulan Mülkiye Mühendis Mektebi, kuruluş safhasında Mühendishane-i Berri-i Humayun gibi idaresi Tophane Nezareti’ne bağlanmış, ancak mezunları Nafıa Nezareti’nin kontrolune bırakılmıştır. Bu şekilde askeri makamlara bağlı olduğu halde mezunlarının sivil sahalarda istihdam edildiği bir müessese meydana getirilmiştir. 1946’da İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür.

* Tıp Mektepleri


Osmanlı Devleti’nde modern tıp eğitiminin başlangıcı 19. yüzyılın başlarına kadar dayanmaktadır. Ocak 1806 yılında Mühendishane-i Cedide’den ilham alınarak “Tersane Tıbbiyesi” adlı bir tıp mektebi kurulmuştur.Tersane-i Amire’de, donanmanın tabip ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla açılan bu mekteple asıl olarak imparatorlukta tıp tahsilinin yaygınlaştırılması ve Devlet-i Aliye tebaasından tabiplerin sayısının artması hedeflenmiştir. İmparatorluğun Tersane’de açılan bu ilk modern tıp okulunun faaliyetleri kısa ömürlü olmuş ve kuruluşundan iki yıl sonra sırasyıla Kabakçı İsyanı, Sultan Selim’in tahttan indirilmesi, onun yerine Mustafa’nın geçişi, onun kısa süren saltanatından sonra 1808’de meydana gelen “Alemdar Olayı”, Sultan III. Selim’in öldürülmesi ve II. Mahmud’un tahta çıkışı gibi büyük çalkantılar arasında bu mektebin de faaliyelerinin kesilmiş olduğunu zannediyoruz. Tersane’de açılan Tıp Mektebi’nden yaklaşık yirmi yıl sonra 1827 yılında ordunun tabip ve cerrah ihtiyacını karşılamak maksadıyla Mustafa Behçet Efendi’nin önderliğinde “Tıbhane-i Amire” adında İstanbul’da yeni bir tıp mektebi açılmasına teşebbüs edilmiştir. 1832’de Topkapı Sarayı’na bitişik Gülhane bahçesinde mevcut binalarda “Cerrahhane-i Amire” kurulmuştur. Tıbhane-i Amire, daha sonra Cerrahane-i Amire ile birleştirilip, Mekteb-i Tıbbiye adını almıştır. Bu kurumlara yabancı doktorlar müdür olarak atanmışlar ve eğitim dili Fransızca olmuştur. İlk başta sadece Müslüman öğrenciler alınırken, 1839 Tanzimat Fermanı ile gayr-i Müslim öğrenciler de bu kurumlara girebilmişlerdir.1865 yılında mektebin başına getirilen Cemaleddin Efendi, bu kurumun eğitim dilini Türkçeleştirme çabalarına girmiş ve organize ettiği öğrenci sınıfıyla Türkçe ilk tıp lügatı olan Lügat-ı Tıbbıye’yi neşretmişlerdir. 1909’da Mekteb-i Tıbbıiye-i Askeriye ile birleştirilerek Haydarpaşa’ya nakledilmiştir. 1915’de Darül Fünun’a bağlanarak bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne dönüşmüş ve daha sonra Türkiye’de kurulan diğer tıp fakülteierine kaynaklık etmiştir.

* Mekteb-i Harbiye

1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın ilgası ile Sultan II.Mahmud tarafından “Asakir-i Mansure Muhammediye” adı altında yeni bir ordu kurulmuştur. Bu orduda yeni savaş usul ve tekniklerini bilen subayların yetiştirilmesi maksadıyla 1832-1833 yılında bir askeri mektep kurulmasına teşebbüs edilmiştir. 1834-1835’te tamir ettirilerek 400 talebe alacak kapasitede bir mektep haline getirilmiş olan Maçka Kışlası’nda “Mekteb-i Harbiye” resmen kurulmuştur. Başına da tahsilini Avrupa’da tamamlamış ve Batı dillerini iyi bilen Namık Paşa getirilmiştir. Mühendishane’den getirilen hocalarla ders programları düzenlenerek eğitim seviyesi yükseltilmiştir. Ayrıca Sultan II. Mahmud, bu mektebin muallim ihtiyacını karşılamak için bazı talebe ve subayları özellikle Viyana ve Paris’e tahsile göndermiştir. Burada düzenli eğitim, 1838-1839’da, Avrupa’da tahsilini tamamlayıp dönen Mühendishane’nin başhocalarından Hüseyin Rıfkı Tamani’nin oğlu Emin Paşa’nın bu mektebin nazırlığına getirilmesinden sonra başlamıştır. 1848 yılında bir yıl öğretim süreli Erkân-ı Harbiye Mektebi açıldı. Daha sonra askerî okulların rüşdiye kısımları da açıldı (1875). Harbiye'deki esas yenilikler 1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra olmuştur. O zamana kadar Fransa Harp Okulu örneğine göre öğretim yapan okul, Alman subayı Von der Goltz tarafından Alman sistemine göre kurulmuştur (1884). İçerde askerî ıslahat yapılırken, II. Abdülhamit devri olmasına rağmen, 1883 ve 1887 tarihlerinde Avrupa'ya iki gurup askerî öğrenci gönderildi. 1905 yılında Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat gibi ordu merkezlerinde de birer Harp Okulu açıldı. Ama 1908 yılında bunlar kapatıldı. 1913 ve 1914'te Okulda Alman Uzman Heyeti önemli değişiklikler yaptı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Alman Albayı Berek von Erlich, Askerî Okullar Genel Müdürü olarak çalıştı. Esasen Harbiye 1914-1920 arasında kapalı kaldı. 1920'de de ancak üç ay kadar açık kaldı. Bu sırasa Türk Ordusunun yönetim merkezi İstanbul'dan Ankara'ya kaymıştı. Ankara'da 1920'de kurulan Zabit Namzetleri Talimgâhı, 1923 yılında Harp Okulu "ilk adım" olarak İstanbul'a taşındı, 1936 da ise yeniden Ankara'ya döndü.

3. Osmanlı Devleti’nin Tahsil İçin Avrupa’ya Yönelmesi​

3.1. Avrupa’ya Tahsile Talebe Gönderilmesi


Osmanlılar’da Avrupa’ya tahsile talebe gönderilmesi uygulaması Sultan II. Mahmud zamanında başlamıştır. İlk olarak 1830 yılında Serasker Hüseyin Paşa’nın himayesinde 4 talebe, masrafları devlet tarafından karşılanmak üzere Fransa’ya tahsile gönderilmiştir.1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar tamamı askeri mekteplerden ve mühendishanelerden seçilen otuz altı kişi, Avrupa’nın Londra, Paris, ve Viyana gibi büyük şehirlerine Avrupa teknolojisini öğrenmek ve döndükten sonra Osmanlı askeri fabrikaları ve imalathanelerinde görevlendirilmek üzere gönderilmişlerdir. Tanzimat’ın ilanından sonra Müslüman öğrencilerin yanında gayri müslim tebaadan da çok sayıda talebe gönderilmiştir. Bu öğrenciler döndüklerinde devletin değişik kademelerinde görevlendirilmişlerdir, sadrazamlık dahil olmak üzere nazırlık, büyük elçilik, ordunun her kademesinde komutanlık, valilik, çeşikli devlet şuralarında azalık, Mühendishane, Tıbbıye, Harbiye ve diğer mekteplerde hocalık, mühendislik, doktorluk ve mütercimlik yanında müze ve kütüphane müdürlüğü gibi mühim vazifelerde bulunanlar olmuştur.

3.2. Mekteb-i Osmani

Osmanlı idaresi Paris’e gönderilmiş olan talebelerin oradaki eğitim ve disiplin işlerini üzene koymak maksadıyla 1857 yılında açtırdığı okuldur. Mektebin kuruluşunun asıl maksadı, Paris’de bulunan Osmanlı talebelerinin Fransız hükümetinin değişik okullarının derslerini verimli bir şekilde takip edebilmelerini sağlayarak edebiyat ve fen eğitimlerini tamamlamalarını temin etmektir.

4. Tanzimat Dönemi Eğitim Anlayışı

1839 Tanzimat Fermanı’nın esasları Osmanlı tebaasının can, mali ırz ve güvenliklerinin korunması, vergilerin adilane toplanması, askerlik hizmetinin düzenlenmesi, herkesin adilce muhakeme edilmesi gibi halkın temel hak ve hürriyetlerinin devlet adına teminat altına alan maddelerden oluşmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda eğitimde değişim askeri sınıfın eğitimiyle başlamıştır. Tanzimat’ın ilanını müteakip ilk ve ortaöğretimin geliştirilmesi ön plana çıkmış ve eğitim sisteminde yeni bir düzenlemeye gidilmiştir. Eğitimi incelemek ve ihya etmek amacıyla Meclis-i Muvakkat adında bir araştırma grubu kurulmuş, ve bu grubun önerileriyle ortaöğretim bir düzene sokulmak istenmiştir.


4.1 Tanzimat Dönemi Eğitim Kurumları

· İlköğretim ve Sıbyan Mektepleri

II.Mahmud 1824 yılında ilköğretimin gelişmesiyle de ilgilenmiş ve “talim-i sıbyan” adında bir ferman yayınlamıştır. Burada çocukların eğitimi için gerekli esaslar belirlenmiştir. Bu düzenlemeyle sadece İstanbul içinde çocukların ergenlik çağına kadar okullara gönderilmesi ve devam mecburiyeti getirilmiştir. Sultan Mahmud 1838 yılında ilk öğretim alanında yeni bir teşebbüse daha girişmiştir. Bu maksatla yeni bir düzenleme yapılmış ve okul devam mecburiyeti, sınıf sistemi, hocaların teftişi gibi kararlar alınmıştır. Sıbyan okulları, daha sonra 1847 yılında yapılan bir düzenleme ile eğitim süresi 4 yıl olacka şekilde ayarlanmış ve rüşdiyelere temel teşkil etmesi amaçlanmıştır. Sultan II.Abdülhamit döneminde bu mekteplere ciddi anlamda eğilim gösterilmiş, ülke genelinde bir öğretim mecburiyeti getirilerek bu okulların sayısı çoğaltılmıştır.


· Rüşdiye Mektepleri
Rüşdiyeler Osmanlı eğitiminde bugünkü ortaokulları temsil etmekteydiler. Sultan II.Mahmud döneminde sıbyan mekteplerinin ıslahı (1838) ele alınmış, bu arada bu mekteplerin üzerinde mekteplerin açılmasına karar verilmiştir. 1845’de Muvakkat Maarif Meclisi’nce rüşdiyelerin, Darü’l-Fünun’a öğrenci yetiştiren orta dereceli mektepler olarak kabul edilmesiyle, Osmanlı eğitim sistemi içindeki yerleri belirlenmiştir. Öğretim süresi 4 yıl olarak tespit edilen rüşdiye mekteplerinden mezun olanlar imtihanla idadiye kabul edilecektir. 1881 yılında Maarif Komisyonu, rüşdiyelerde tahsil müddetini iki yıla indirerek, idadi mektepleri ile birleştirmiştir. 1892 yılında eğitim süresi 3 yıla çıkarılmış ve din-ahlak dersleri ağırlıklı bir müfredat okutulmaya başlanmıştır.

· Darü’l-Maarif

Rüşdiye mektepleri gibi bir ortaoğretim mektebidir. Bürokrat yetiştirme programı dahilinde rüşdiyeleriden daha ileri seviyede bir öğretim ve müfredata sahiptir. Bu kurumda, ehliyetli memur yetiştirilmesi yanında kurulması planlanana “Darül Fünun”a talebe hazırlamak maksadıyla, müfredatına aritmetik,geometri, felsefe, astronomi ve coğrafya gibi o günün rüşdiyelerinde okutulmayan dersler de ilave edilmiştir. Dört yıllık rüşdiye mektepleri programı uygulanan bu müessesenin vakıf idaresinde faaliyet göstermesi orta öğretimde modernleşme gayretlerinin başlangıcında klasik Osmanlı eğitim geleneğine uygun olarak yapılmış bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.

5. Islahat Fermanı’nın Osmanlı Eğitimine Katkıları
Tanzimat Fermanında eğitim ile ilgili herhangi bir madde bulunmamasına karşılık 1856 Islahat fermanında eğitim konusu tek bir madde ile ele alınmıştır. Islahat Fermanı bu yönden hedefi, gayri Müslim azınlıklara kendi eğitim müesseselerini kurma, Müslüman okullara girme hakkı ve eğitimde bağımsızlık gibi birtakım yeni imtiyazlar sağlamak olduğu anlaşılmaktadır. Avrupa devletleri Islahat fermanında alınan kararların uygulanmadığı gerekçesi ile Osmanlı Devleti’ne bir süre sonra baskı yapmaya başlamış, ve 1867 tarihli Fransız notasında bazı teklifler getirmişlerdir. Bu tavsiyeler ağırlıklı olarak gayri Müslim azınlıklara eşit muamele edilmesi yönünde tekliflerdir.

5.1 Yeni Kurulan Orta Öğretim Kurumları

· Mekteb-i Sultani

Tanzimat dönemi maarifçileri, her ne kadar rüşdiyeleri yüksek mekteplere ve Darül Fünun’a kaynak kabul etmişlerse de, rüşdiye öğretiminin bu görevi yerine getiremeyeceği anlaşılmıştır. Ayrıca 1856 Islahat Fermanında yer alan müslim ve gayri müslim bütün Osmanlı tebaasının, eşit şartlar altında maarif hizmetlerinden yararlanmasını temin etmek hususu bu yönde bir teşebbüsü mecburi kılmıştır. Öte yandan sıbyan ve rüşdiye okullarında müslim ve gayri müslim çocukların bir arada okutulması sakıncalı görüldüğünden, bu işin daha yüksek öğretim kademelerinde yapılması kararlaştırışmıştır. 1867’de verilen nota ile de bir orta dereceli okulun kurulmasına karar verilmiş, bu amaçla 1868’de Beyoğlu’nda Galatasaray adı ile bilinen eski Askeri İdadi binasında Fransızca eğitim yapacak Mekteb-i Sultani kurulmuştur.

· İdadiler
Tanzimat sonrası Osmanlı’da yüksek eğitim veren askeri ve sivil mekteplere talebe yetiştirmek üzere bu müesseselerin bünyesinde bir veya iki sene gibi kısa süreli hazırlık sınıfları kurulmuştur. 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile “idadi mektebi” adıyla rüşdiyelerden sonra gelen bir orta eğitim kurumu olarak Osmanlı eğitim hayatına girmiştir. Öğrenim süresi 3 yıl olarak kabul edilen idadi mekteplerinin programında “Türkçe kitabet ve inşa, Fransızca, Osmanlı kanunları, mantık, iktisad, coğrafya, tarih, cebir, hesap ve defter tutma, hendese, hikmet-i tabiye, kimya ve resim dersleri bulunmaktadır. İdadilerin gelişimi ve kurulması maddi imkansızlıklar nedeniyle 1872 yılına kadar kurulamamıştır. İleride yapılacak bütçe paylarıyla bu okullar canlandırılmıştır. Günümüzün liselerine eş bir statüde eğitim vermekteydiler.


6. Modern Yüksek Eğitim ; Darü’l- Fünun
XIX. yüzyılda reformlar sonucunda yeni yüksek okulların açılması gerekmişti. 1870 yılında "Darül-Fünun" açıldı. Ancak uzun ömürlü olamadı. 1900 yılında yeniden açılan okul matematik, ilahiyat, hukuk, tabii ilimler ve edebiyat fakültelerinden oluşuyordu. Her fakülte yılda 25-30 öğrenci alıyor ve fazla başvuru olursa imtihan yapılıyordu. Darülfünun'a girmek isteyen öğrencilerde, en az 18 yaşında, idadi mezunu ve herhangi bir suçtan ceza almamış olmak şartları aranıyordu. 1908’de II.Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre içerisinde birçok mezun veren Darül Fünun, Meşrutiyet döneminde daha sistemli bir eğitime geçmiştir. Meşrutiyet’in ilanıyla, İstanbul Darü’l Fünunu olarak adı değiştirilen Darül Fünun-ı Şahane, Tıp ve Hukuk şubelerini de bünyesine katmak suretiyle resmen 5 şubeli (fakülte) olarak yeniden teşkılatlanmıştır.

1914-1919 yılları arasında ise Almanya’dan 20 kadar profesör, doçent, asistan getirildi. Bunlar bazı enstitüler (Dârülmesai) ve laboratuvarlar kurarak âletler getirmişler, programları kendi bilgilerine göre genişleterek Mütarekeye kadar İstanbul'da öğretim faaliyetinde bulunmuşlardır. Mütarekeden sonra anlaşmaları feshedilerek Türkiye'den çıkartılmışlardır.
1919'da yeni bir yönetmelik çıkartılarak üniversiteye ilmî muhtariyet verildi. Sınıf usulü yerine sömestir usulü kondu ve fakültelerin adı “medrese” oldu. Bu arada savaş dolayısıyla erkek nüfusun büyük ölçüde silâh altına alındığı dönemlerde Dârülfünun öğrencilerinin yaş ortalaması küçüldü ve Şubat 1914’te başlayan hanımlara Üniversite dersleri verilmesi, 1916 yılında bir bir İnas Dârülfünunu kurulmasıyla sonuçlanmıştı. 1917 yılında da Tıbbiye’ye de kız öğrenci alınmaya başlanmış, kızlar çarşafı atamamakla beraber peçeyi kaldırmışlar, 1918 yılında da üniversitede karma konferanslar verilmeye başlanmıştır. Cumhuriyetten sonra kadınlara mutlak serbesti verilip karma eğitime tam anlamıyla izin verildikten sonra İnas Darülfünunu kapatılarak dağıtılmıştır.

 
B. ÇAĞDAŞ EĞİTİM SİSTEMİ


Atatürk Dönemi Milli Eğitim PolitikasıMilli Mücadele hareketinin başarıyla sonuçlanmasından sonra Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmayı isteyen Atatürk, bu amacını gerçekleştirmek için ülkede köklü inkılâp hareketlerine girişti. Bu hareketleri engelleyecek her şeyin ortadan kaldırıldığı bu dönemde, hedef alınan anadüşünce milli, çağdaş ve laik bir toplum meydana getirmekti. Bütün bunlar ise ancak milli bir eğitim sayesinde gerçekleşebilirdi. Milli Mücadelenin kazanılmasında etkili olan milli birlik ve milli şuur anlayışı yeni devletin eğitim politikasının da esasını oluşturdu.Zira, Osmanlı’dan farklı olarak üniter milli bir devlet olarak kurulan Cumhuriyet’in eğitim politikası da milli olmalıydı. Bu konu ile ilgili olarak, daha milli mücadelenin devam ettiği yıllarda 1921’de Ankara’da milli bir eğitim programının oluşturulması amacıyla Maarif Kongresi toplandı. Atatürk kongrenin açılışında yaptığı konuşmasında, önceki eğitim sistemini eleştirerek, ülkenin geri kalmasında oynadığı role dikkatleri çektikten sonra, yeni devletin eğitim politikasının Osmanlı’daki gibi gayr-i milli olmayıp, doğu ve batı tesirlerinden uzak milli bir politika olacağını vurgulamıştır. Cumhuriyet ile beraber milli eğitimin amacı, milliegemenlik ve tam bağımsızlık ilkelerini benimsemiş, milli birlik ve bütünlüğe önem veren nesillerin yetiştirilmesi olarak belirlenmiştir Bu dönemde milli eğitimin, aynı zamanda çağdaş ve laik özellikler taşıması için çalışıldı. O dönemde batı medeniyeti en ileri çağdaş tek medeniyettir ve temelinde akılcılık ve gerçekçiliğe dayalı bilimsel düşünce anlayışı vardır. Türk toplumunun çağdaşlaşabilmesi için bu düşüncenin temel alınması dolayısıyla eğitimin dinin tesirinden kurtarılarak laik esaslara göre yeniden düzenlenmesi gerekiyordu ki, bu doğrultuda laikleşme hareketlerine ağırlık verildi. Böylece, milli ve laik bir eğitim politikası ile ümmet toplumundan millet toplumuna geçiş sağlanmaya çalışıldı. Bunların yanı sıra dönemin milli eğitim politikasının bir özelliği de halkçı, halka doğru olmasıdır. Daha çok ilk ve orta öğretimde belirgin olarak ortaya çıkan bu özellik, eğitimde fırsat eşitliğinin yaratılması, okulların bütün ülke çocuklarına açık ve parasız hale getirilmesi anlayışı ile kendini göstermiştir.Cumhuriyetin ilk Maarif Vekili olan İsmail Safa (Özler) döneminde eğitim politikasının tespiti için oluşturulan ‘Misak-ı Maarif’te eğitim ve öğretimin hedeflerini belirleyen şu ilkelere yer verilmiştir: İlköğretimi fiilen umumi halegetirmek, herkese okuma yazma öğretmek, vatandaşları milliyetçi, halkçı ve cumhuriyetçi yetiştirmektir. Aynı Misak’ta eğitimin genel hedefi ise, “Türk milletini medeniyet safında en ileriye götürmek ve yeni nesilleri Türk olmak haysiyetinin istilzam ettiği gayeye en kısa zamanda varmayı mümkün kılacak aşk, irade ve kudretle yetiştirmek” olarak belirlenmiştir.

a) Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Uygulamaları

Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleştirilen inkılâplar arasında eğitimdeki gelişmeler önemli bir yere sahiptir. Bu alandaki en önemli adım 3 Mart 1924’dekabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi) ile atıldı. Bu konuda 1923 yılı başında İzmir’de yaptığı bir konuşmasında medreseleri eleştirerek, Arapça öğrenmenin güçlüğünden bahseden Atatürk “...Milletimizin Darül irfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır...” diyerek konuya dikkatleri çekmiştir. Nihayet, 3 Mart 1924’te Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve arkadaşları tarafından T.B.M.M.’ne verilen “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”na dair verilen kanun teklifi yapılan görüşmeler sonunda kabul edildi. Buna göre ülkedeki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Medreseler kapatıldı. Kanuna dayanarak İstanbul Darül fünununa bağlı ‘İlahiyat Fakültesi’ ile ülkenin değişik bölgelerinde İmam-Hatip okulları açıldı. Köklü değişiklikleri getiren bu kanun ile eğitim merkezileştirilerek devletin kontrol ve denetimine geçti. Farklı programlarla eğitim yaparak ikiliğe yol açan mektep-medrese ayrılığının önüne geçilmeye çalışıldı. Yine, Osmanlı dönemindeki zararlı faaliyetleri ile dikkatleri çeken azınlık ve yabancı okulları, denetim altına alındı.Ders kitapları dönemin politikasına uygun olarak yeniden hazırlandı. Yeni çıkarılan ders kitaplarında eskiye ait bilgiler azaltıldı ve milli eğitim politikası çerçevesinde Cumhuriyet ideolojisini yerleştirecek milli şuur uyandırıcı konulara ağırlık verildi.Eğitim ve öğretimde sağlanan bu birlik ve laiklikten sonra 1930’lardan itibaren kültürün ve dilin millileşmesi yolunda çalışmalara önem verildi. 1928’de Latin Harflerinin kabulünden sonra hem yeni harfleri öğretmek hem de okur yazar oranını arttırmak gayesiyle ‘MilletMektepleri’ açıldı. Atatürk’ün başöğretmenliğinde yürütülen bu çalışmalarla harf inkılabını yaygınlaştırmak için 16-45 yaş arasındaki çok sayıda vatandaşın katıldığı kurslar düzenlendi. Bu kurslarda daha çok okuma yazma, hesap, sağlık ve yurt bilgisi derslerine ağırlık verildiği görülmektedir. Ayrıca açılan ‘Halk Okuma Odaları’ ile okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışıldı. 1926’dan itibaren ortaöğretimde karma eğitime geçilerek kız ve erkeklerin aynı okuldan aynı programla bir arada okumaları sağlandı. Kısacası, bu kanun ile inkılâpların eğitim yoluyla gerçekleştirilmesi ve bütün topluma yaygınlaştırılması çabası söz konusudur.

b) İlk ve Ortaöğretimdeki Gelişmeler

Cumhuriyetten önce sıbyan okulları ile iptidaî mekteplerinde yapılan ilköğretim istenilen amacı gerçekleştiremiyordu. Zira, 1920’lerde okuma yazma bilenlerin oranının % 10 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu yüzdendir ki, Cumhuriyet Türkiye’sinde yöneticilerin en çok üzerinde durduğu konu ilköğretim alanı olmuştur. Bunun için ilköğretim yaygınlaştırılarak parasız ve zorunlu hale getirilmiştir. İlkokuldaki eğitimin gayesi çocukları milli hayata hazırlamak olarak belirlenmiştir.Cumhuriyet döneminden önce rüşdiye, idadi ve sultani gibi değişik adlardaki okullarda yapılan ortaöğretim, bu dönemde üçer yıllık ortaokul ve lise olarak iki devreye ayrıldı Ortaokulların liseye liselerin de yüksek okullara öğrenci hazırlayan kurumlar olarak ele alındığı bu dönemde ortaöğretim, mesleki bilgilerin de verilmesi gereken yerler olarak görüldü. Bu doğrultuda hazırlanan yeni programlarda Cumhuriyet ideolojisinin yanı sıra bazı mesleki bilgilere de yerverildi Türkçe ve edebiyat gibi derslere ağırlık verilerek, liselere ilk kez “Sosyoloji” dersi konuldu. Bu dönemde önem verilen bir diğer alan mesleki ve teknik eğitimdir. Bu konuda yabancı uzmanlar davet edilerek onların bilgi ve tecrübelerinden yararlanıldı. Bu uzmanlardan biri 1924’te Ankara’ya davet edilen John Dewey’dir.Dewey görüşlerini hazırladığı bir rapor ile ortaya koyar. Raporunda özetle, eğitimkonusunda kararlar alacak kadronun yetiştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Dewey’i 1925’te Kuhne ve 1927’de Buyse takip eder. Bu kişiler de Türk eğitimi üzerinde incelemeler yaparak mesleki ve teknik eğitime ağırlık verilmesi yolundaki tavsiyelerini birer raporla bildirmişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren eğitim alanında gösterilen gayretler sonucunda % 10 civarında olan okur-yazar oranı 1935’de % 19’a, 1940’da ise % 22’ye çıkarılabilmiştir. Bu dönemde erkeklere nazaran kadınların okur yazar oranı oldukça düşüktü. 1935’de erkeklerdeki % 23’lük oran kadınlarda % 8civarındadır. Bu rakam 1950’lere gelindiğinde erkeklerde % 55’e çıkarken kadınlarda % 25’e ulaşmıştır ki, bu rakam kırsal kesimdeki kadında daha düşük-tür.




c) Yükseköğretimdeki Gelişmeler

Batılı anlamda modern bir toplum meydana getirecek kadroları yetiştirmek ve özellikle bilimsel zihniyeti yerleştirmek için yüksek öğretimde düzenlemelere gidildi. Bu amaçla Tanzimat döneminde açıldığını gördüğümüz Darül Fünun’da reform yapılmasına karar verildi. Bu konuda dönemin hükümetinin kanaati,Darül Fünun’un özellikle son dönemde kendinden bekleneni yerine getiremediği ve gerçekleştirilen inkılâpların gelişimine ayak uyduramadığı şeklindeydi. Atatürk ise bu konudaki görüşünü TBMM’nde yaptığı bir konuşmasında “Üniversite tesisine verdiğimiz ehemmiyeti beyan etmek isterim. Yarım tedbirlerin kısır olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve kurulan üniversitede de radikal tedbirlerle yürümek kati kararımızdır...” sözleri ile ortaya koymuştur.

Bu amaçla İsviçre’nin Cenevre Üniversitesi pedagoji profesörlerinden Albert Malche Türkiye’ye davet edilerek, kendisinden Darül Fünunu Avrupa normlarına göre değerlendiren ayrıntılı bir rapor hazırlaması istendi. 1932 yılı başlarında Türkiye’ye gelen Malche raporunu 1 Haziran 1932’de Türk Hükümetine sundu. Malche Darül Fünun’la ilgili Raporda, özetle Darül Fünun’un bilimsel yetersizliği ifade edilerek, bu durumun ortadan kaldırılması için araştırmaya ve yabancı dil derslerine ağırlık verilmesi önerilmekteydi. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversite reformu konusunda sadece Malche’dan değil, Darülfünun Divanı, fakülte meclisleri ve fakülte reislerinden de reform tasarıları istemiştir. Sonuçta; Malche’ın raporunun yanı sıra fakültelerden gelen raporlar da değerlendirilerek Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan bir rapor Bakanlar Kuruluna sunulmuş, Bakanlar Kurulu da 15 Mayıs 1933 tarihli toplantısında konuyu Meclise götürmüştür. Darülfünun’un ortadan kaldırılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu 31 Mayıs 1933 tarih ve 2252 sayılı kanun ile gerçekleştirilmiştir.

Bir yandan bu gelişmeler sağlanırken diğer yandan da alınan kararları hayata geçirecek çalışmalar sürdürüldü. 20 Mayıs 1933’te Malche’ın başkanlığında Talim ve Terbiye Dairesi üyeleri Avni (Başman) ve Rüştü (Uzel) Beyler,Mühendis Mektebi Müdürü Kerim (Erim) ve Ankara Lisesi Müdürü Osman(Horasanlı) Bey’den oluşan bir “Islahat Komitesi” oluşturuldu. Çalışmalar sonucunda yeni üniversitenin kadrosu oluşturuldu. Buna göre Darül Fünunda görev yapan 92 Öğretim üyesi işten çıkartılırken, 59’u görevine devam ettirildi.Bütün bu çalışmalar sürerken Almanya’daki gelişmelerin sonucu da yakından takip edilmiş, 1933’te iktidara gelen Adolf Hitler’in zulmünden canını kurtarmak için yurt dışına kaçan yüzlerce Alman bilim adamından bir kısmı ile yukarda da belirtildiği gibi temas kurularak Türkiye’ye davet edilmiştir.

Bu şekilde Türkiye’ye gelen profesörlerin büyük bir kısmı İstanbul Üniversitesi’nin Tıp, Fen, Edebiyat ve İktisat fakültelerinde çalışmıştır. Bunun yanında Ankara’da Hukuk Fakültesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi ile Ankara Devlet Konservatuarı, Hıfzısıhha Enstitüsü, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Numune Hastanesi gibi kurumlarda da az sayıda bilim adamı görev yapmıştır. Bu şekilde Batı örneğinde bir bilim yuvası olarak düşünülen üniversite,Edebiyat, Fen, Tıp ve Hukuk Fakülteleri olarak yeniden teşkilatlandırıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği açılan “İlahiyat Fakültesi” İslam Tetkikleri Enstitüsü olarak düzenlendi. Ayrıca Türk İnkılabı Enstitüsü, Kimya Enstitüsü ve Morfoloji Enstitüsü gibi araştırma kurumları açıldı. Yeni Türkiye Devleti’nin akla ve bilime verdiği değer ölçüsünde kalkınabileceğine inanan Atatürk, bilim adamlarına büyük önem vermiştir. Cumhuriyetin onuncu yılında gerçekleştirilen bu düzenlemelerin yanı sıra Ankara’da 1925’de açılan Hukuk Mektebi 1934’de Hukuk Fakültesi haline getirildi. Daha önce açılan Ankara Yüksek Ziraat Mektebi 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsü olarak düzenlendi. 1930’lardan sonra takip edilen milli kültür politikası gereğince Türk dilinin ve tarihinin bilimsel metotlarla araştırılması için Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu (1936). Aynıyıl eski Mülkiye Mektebi, Siyasal Bilgiler Okulu olarak Ankara’da yeniden düzenlendi. Ankara Üniversitesi’ni (1946) meydana getiren bu okullarla Türkiye’de yüksek öğrenimin geliştirilmesi sağlandı.

Bu konuda sonuç olarak şu değerlendirmede bulunabiliriz.Türkiye Devleti’nin eğitim politikası her şeyden önce milli idi. Akla ve bilime dayalı laik ve çağdaşözellikler taşımaktaydı. Öncelikli mesele cehaletin ortadan kaldırılmasıydı. Buamaçla parasız eğitim esas alındı ve ilköğretim bütün ülke çocuklarına zorunlu kılındı. Tevhid-i Tedrisat’la eğitim merkezileştirilerek bu alandaki çalışmalar MEB’nın sorumluluğuna verildi. Böylece ilk kez milli eğitim politikası bir devlet politikası haline getirildi. Yeni devletin kısa sürede gelişip kalkınmasını sağlayacak kadrolar yetişmesi için mesleki ve teknik eğitime ağırlık verilerek öğretimin her kademesinde pratik hayatta işe yarar bilgilerin verilmesi esas alındı.

Eğitim politikalarının, kültür İnkılâbıyla birlikte değerlendirilmesi daha açık bir fikir edinmemize yardımcı olacaktır. Bu yıllardaki okullaşma oranının yüksekliği büyük bir ileri görüşlülükle bu konuya eğilimliğini göstermektedir. 1923-1932yılları arasındaki bütün ekonomik zorluklara rağmen büyüklü küçüklü 2650 yeni okul binası yaptırılmıştır.

Kısacası, öğretmenlerden genç neslin “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller olarak yetiştirilmesi istenen bu dönemde bir taraftan çok düşük olan okur-yazar oranı arttırılmaya çalışılırken diğer taraftan Türk toplumunu muasır medeniyetler seviyesine çıkaracak, cumhuriyet ilkelerine bağlı, diline, tarihine ve kültürüne saygılı, bilimsel zihniyeti benimsemiş milli şuura sahip gençlerin yetiştirilmesi için gayret sarf edilmiştir.



Yararlanılan Kaynaklar :


· Ekmelettin İhsanoğlu / Osmanlı Medeniyeti Tarihi “Eğitim ve Bilim” Bölümü.
· “Eğitim Alanındaki İnkilaplar”
· “Medreseden Mektebe Osmanlı Eğitim Sistemindeki Değişme”
 
Geri
Top