Pazartesi, haftanın o en sancılı, en yorucu başlangıcı… Güneş, bulutların ardına saklanmış, gri bir örtüyle sarmalamıştı şehri. Saatler 15:30'u gösterirken, ofisteki herkes o meşhur pazartesi sendromunun pençesinde, günü bitirme telaşına kapılmıştı. Klavyeler tıkırdıyor, kahve fincanları dolup taşıyor, telefonlar çalıyor ama kimsenin yüzü gülmüyordu. Ta ki o keskin, tiz ses kulakları sağır edene kadar…
Önce bir telefon çaldı. Klasik bir melodi yerine, acı acı, kulakları tırmalayan bir alarm sesi. Herkes irkildi, omuzlar gerildi, bakışlar birbirine döndü. Telefonun sesi sanki bir uyarı, bir felaketin habercisi gibiydi. Sessizce fısıldaşan bir panik havası çöktü ofise. Kimin telefonu çaldığı, neyin bu kadar acil olduğu merakı herkesin içine bir kurt gibi düştü. Birkaç saniye sonra, aynı anda birkaç telefon daha çalmaya başladı. Bu kez sadece bir alarm değil, yankılanan, birbirine karışan acil çağrılar... Kalpler daha da hızlandı.
Telefon sesleri daha da şiddetlenirken, pencereden gelen bir ses daha eklendi kaosa. Bir siren… Yaklaşan, acı acı inleyen bir ambulans sireni. O an, o telefonların, o alarmların ne anlama geldiği, o telaşın neden bu kadar büyük olduğu anlaşılmıştı. Bir şeyler ters gitmişti. Büyük bir şey. Ambulansın sesi yaklaştıkça, ofisin camlarına çarptıkça, herkesi bir korku sardı. Kalpler, sanki göğüs kafeslerini zorluyordu. Gözler, kapıdan gelecek haberlere dikilmiş, nefesler tutulmuştu.
Ofisin uğultusu birden kesildi. Herkes, o acı siren sesine odaklanmıştı. Sanki dünya o ses etrafında dönüyordu. İşler, dosyalar, toplantılar, hepsi önemsizleşmişti. Tek önemli şey, dışarıda yaşanan o korkunç olay, o acı seslerin nedeniydi. O siren sesleri, sanki herkesi kendi küçük dünyasından koparıp, gerçeğin soğuk yüzüyle karşı karşıya getirmişti. O an, herkes tek bir şey merak ediyordu: Kim? Nerede? Ne oldu?
Ambulansın sesi, gitgide yaklaşırken, ofisin içindeki sessizlik de gitgide koyulaşıyordu. O uzun, çaresiz sessizliğin ardından kapı açıldı ve bir meslektaşımız, yüzü bembeyaz, gözleri dolu dolu bir şekilde içeri girdi. "Kaza..." diye fısıldadı. O an, tüm o korku, endişe ve merak yerini derin bir üzüntüye, tarifsiz bir acıya bıraktı. Pazartesi sendromu, anlamsızlaşmış, o acı siren sesinin yankısı, kulaklarda çınlamaya devam ediyordu. Hayatın kırılganlığı, acımasızlığı ve bir pazartesi öğleden sonrasında gelen o keskin ambulans sireninin acı sesiyle bir kez daha yüzümüze vurulmuştu. Saatler 15:30'u gösteriyor ve zaman, o acı haberi taşıyan ambulansın siren sesinde donmuş gibiydi.
Ofisteki o derin sessizlik, meslektaşımızın fısıltısıyla daha da ağırlaştı. "Kaza..." kelimesi, havada asılı kaldı, herkesin zihninde yankılanarak, yavaşça bir anlam kazandı. Ancak bu sadece bir başlangıçtı. O anki şok, yerini daha da derin bir acıya bırakacaktı. Meslektaşımız, titrek bir sesle devam etti: "İnşaat... tavan çökmüş..." Gözleri, korku ve çaresizlikle doluydu. Sanki yaşanan felaketin ağırlığı, omuzlarına çökmüştü.
Ofis çalışanları, o cümleyi duyar duymaz bir anlığına donakaldılar. İnşaat? Tavan çökmesi? Bu kelimeler, o an bambaşka bir boyuta taşınmıştı. Ofisin güvenli duvarları, bir anda anlamsızlaşmış, dışarıda yaşanan tehlike, sanki içeriye kadar sızmıştı. Herkesin aklı, olay yerinde, o yıkımın altında kalmış insanlara gitmişti. Ama en acı ayrıntı, daha sonra geldi.
"5.6 Elektrikçi... içindeymiş..." Meslektaşımızın sesi, fısıltıdan öte bir iç çekiş gibiydi. Elektrikçi... O kelime, o an, bir hayatın, bir umudun aniden kesilmesi demekti. Gözler, birbirini buldu. Herkes, o tanıdık yüzü hatırlamaya çalıştı. O inşaat alanında çalışan, o güvenli sandığımız binaya hayat veren, o görünmez kahramanlardan biri... Şimdi, o yıkıntının altında, hayat mücadelesi veriyordu. Olayın boyutu, daha da derinleşti. Artık sadece bir kaza değil, bir insanın hayatı söz konusuydu.
Ambulans sireninin sesi, hala dışarıda yankılanıyordu. Her siren, sanki o yıkımın altında kalan elektrikçinin çığlığıydı. Her siren, bir umudun azaldığı, bir çaresizliğin arttığı anlama geliyordu. Ofisteki herkes, birer birer masalarından kalktı. O işler, o toplantılar, o pazartesi telaşı, hepsi bir anda önemini kaybetmişti. Herkes, bir şeyler yapmak istiyordu. Bir umut ışığı yakmak, o çaresizliğe bir son vermek... Ama ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
İnşaat tavanının çökmesi, sadece bir bina yıkıntısı değildi. Bir ailenin, bir arkadaş çevresinin, bir toplumun yıkımıydı. O enkazın altında, sadece molozlar değil, umutlar, hayaller ve bir insanın yaşamı vardı. Herkesin içine bir kor düşmüştü. O acı, o çaresizlik, o korku, sanki havaya karışmış ve tüm ofisi sarmıştı.
Pazartesi öğleden sonrası, artık sıradan bir gün değildi. Artık bir insanın hayatının, bir çöküntünün, bir çaresizliğin sembolüydü. Saatler 15:30'u gösteriyor ve zaman, o yıkımın altında kalan elektrikçinin kaderini bekliyordu. O acı siren sesleri, sanki herkesin kalbinde çınlıyor ve o an, herkes o acıdan bir parça taşıyordu. O kaza, o çöküntü, sadece bir bina yıkıntısı değildi; aynı zamanda insanların içindeki umut ve merhametin de sınandığı bir andı. Ve herkes, o sınavdan birer parça alarak, sessizce kaderi bekliyordu.
Ofisteki o sessiz bekleyiş, yerini yavaşça bir hareketliliğe bıraktı. Herkes, ne yapabileceği konusunda çaresizce bakınırken, o derin acının ve endişenin ağırlığı altında birer birer harekete geçti. Telefonlar tekrar çalmaya başladı. Bu kez arayanlar, haber almaya çalışan yakınlardı. O kaotik sessizlik, yerini fısıltılara, sakin konuşmalara, endişeli sorulara bıraktı.
O an, herkesin zihninde aynı soru vardı: "Yaşıyor mu?" Cevabını bilmedikleri o soru, sanki herkesin nefesini kesiyordu. O belirsizlik, o çaresizlik, insanları daha da umutsuzluğa itiyordu. Ama yine de, bir umut ışığı vardı içlerinde. O umut, onları harekete geçiriyordu. Bir şeyler yapılmalıydı.
Hızla geçen dakikaların ardından, bir meslektaşımız daha içeri girdi. Bu kez, yüzünde biraz daha umut vardı. "Hastaneye kaldırılmış" dedi. Bu cümle, ofiste derin bir nefes alınmasına sebep oldu. Yaşıyordu! Enkazdan çıkarılmıştı ve şimdi hastanede, bir umutla hayata tutunmaya çalışıyordu. Ama bu, sadece bir başlangıçtı. Mücadele şimdi başlıyordu.
O an, herkesin aklı hastaneye, o yoğun koşuşturmanın içine gitmişti. Gözler, o acı ve umut dolu koridora, doktorların, hemşirelerin ve hasta yakınlarının arasında yaşanan o hayati mücadelenin tam ortasına odaklanmıştı. Kalpler, o hastane köşesindeki koşuşturmalarla birlikte atmaya başladı.
Hastanenin o meşhur kokusu, o steril atmosfer, şimdi daha da anlam kazanmıştı. Koridorlar, acı çığlıklarının, telaşlı ayak seslerinin, umut dolu duaların yankısıyla doluydu. Acil servisin kapısı, bir yandan umudu, bir yandan çaresizliği sembolize ediyordu. Doktorlar, hemşireler, adeta birer melek gibi, hayat kurtarmak için adeta yarışıyordu.
O hastane köşesinde, zaman durmuştu. Her saniye, bir ömür gibi geçiyordu. Hasta yakınlarının umutlu bakışları, bekleyişin acısını daha da derinleştiriyordu. Herkes, bir haber bekliyordu. Herkes, o kapının açılıp, iyi bir haber verilmesini diliyordu. O an, kimse zengin, fakir, güçlü ya da güçsüz değildi. Herkes, aynı umutla, aynı korkuyla, aynı çaresizlikle bekleşiyordu.
Elektrikçinin ailesi, hastanenin bekleme salonunda, gözyaşları içinde bekliyordu. Annesi, eşi, çocukları, hepsi çaresiz bir şekilde kaderin tecellisini bekliyordu. Dualar, fısıltılar, içten yakarışlar, o hastane koridorlarında yankılanıyordu. O acı ve umut dolu bekleyiş, o hastane köşesinin sessiz çığlığıydı.
Hastanenin o yoğun köşesinde, adeta hayat ve ölüm arasında bir mücadele yaşanıyordu. Her bir koşuşturma, her bir müdahale, umuda bir adım daha yaklaşmak demekti. Ve o mücadele, hastane koridorlarında, bir yandan umudu, bir yandan da o acı gerçeği gözler önüne seriyordu. O elektrikçi, o bilinmez kaderiyle, tüm hastane personelinin, tüm yakınlarının ve tüm ofis çalışanlarının kalbinde bir yer edinmişti. Pazartesi, saat 15:30... O an, hem bir acının, hem de umudun başlangıcı olmuştu. Ve herkes, o hastane köşesindeki koşuşturmanın sonucunu merakla bekliyordu.
Önce bir telefon çaldı. Klasik bir melodi yerine, acı acı, kulakları tırmalayan bir alarm sesi. Herkes irkildi, omuzlar gerildi, bakışlar birbirine döndü. Telefonun sesi sanki bir uyarı, bir felaketin habercisi gibiydi. Sessizce fısıldaşan bir panik havası çöktü ofise. Kimin telefonu çaldığı, neyin bu kadar acil olduğu merakı herkesin içine bir kurt gibi düştü. Birkaç saniye sonra, aynı anda birkaç telefon daha çalmaya başladı. Bu kez sadece bir alarm değil, yankılanan, birbirine karışan acil çağrılar... Kalpler daha da hızlandı.
Telefon sesleri daha da şiddetlenirken, pencereden gelen bir ses daha eklendi kaosa. Bir siren… Yaklaşan, acı acı inleyen bir ambulans sireni. O an, o telefonların, o alarmların ne anlama geldiği, o telaşın neden bu kadar büyük olduğu anlaşılmıştı. Bir şeyler ters gitmişti. Büyük bir şey. Ambulansın sesi yaklaştıkça, ofisin camlarına çarptıkça, herkesi bir korku sardı. Kalpler, sanki göğüs kafeslerini zorluyordu. Gözler, kapıdan gelecek haberlere dikilmiş, nefesler tutulmuştu.
Ofisin uğultusu birden kesildi. Herkes, o acı siren sesine odaklanmıştı. Sanki dünya o ses etrafında dönüyordu. İşler, dosyalar, toplantılar, hepsi önemsizleşmişti. Tek önemli şey, dışarıda yaşanan o korkunç olay, o acı seslerin nedeniydi. O siren sesleri, sanki herkesi kendi küçük dünyasından koparıp, gerçeğin soğuk yüzüyle karşı karşıya getirmişti. O an, herkes tek bir şey merak ediyordu: Kim? Nerede? Ne oldu?
Ambulansın sesi, gitgide yaklaşırken, ofisin içindeki sessizlik de gitgide koyulaşıyordu. O uzun, çaresiz sessizliğin ardından kapı açıldı ve bir meslektaşımız, yüzü bembeyaz, gözleri dolu dolu bir şekilde içeri girdi. "Kaza..." diye fısıldadı. O an, tüm o korku, endişe ve merak yerini derin bir üzüntüye, tarifsiz bir acıya bıraktı. Pazartesi sendromu, anlamsızlaşmış, o acı siren sesinin yankısı, kulaklarda çınlamaya devam ediyordu. Hayatın kırılganlığı, acımasızlığı ve bir pazartesi öğleden sonrasında gelen o keskin ambulans sireninin acı sesiyle bir kez daha yüzümüze vurulmuştu. Saatler 15:30'u gösteriyor ve zaman, o acı haberi taşıyan ambulansın siren sesinde donmuş gibiydi.
Ofisteki o derin sessizlik, meslektaşımızın fısıltısıyla daha da ağırlaştı. "Kaza..." kelimesi, havada asılı kaldı, herkesin zihninde yankılanarak, yavaşça bir anlam kazandı. Ancak bu sadece bir başlangıçtı. O anki şok, yerini daha da derin bir acıya bırakacaktı. Meslektaşımız, titrek bir sesle devam etti: "İnşaat... tavan çökmüş..." Gözleri, korku ve çaresizlikle doluydu. Sanki yaşanan felaketin ağırlığı, omuzlarına çökmüştü.
Ofis çalışanları, o cümleyi duyar duymaz bir anlığına donakaldılar. İnşaat? Tavan çökmesi? Bu kelimeler, o an bambaşka bir boyuta taşınmıştı. Ofisin güvenli duvarları, bir anda anlamsızlaşmış, dışarıda yaşanan tehlike, sanki içeriye kadar sızmıştı. Herkesin aklı, olay yerinde, o yıkımın altında kalmış insanlara gitmişti. Ama en acı ayrıntı, daha sonra geldi.
"5.6 Elektrikçi... içindeymiş..." Meslektaşımızın sesi, fısıltıdan öte bir iç çekiş gibiydi. Elektrikçi... O kelime, o an, bir hayatın, bir umudun aniden kesilmesi demekti. Gözler, birbirini buldu. Herkes, o tanıdık yüzü hatırlamaya çalıştı. O inşaat alanında çalışan, o güvenli sandığımız binaya hayat veren, o görünmez kahramanlardan biri... Şimdi, o yıkıntının altında, hayat mücadelesi veriyordu. Olayın boyutu, daha da derinleşti. Artık sadece bir kaza değil, bir insanın hayatı söz konusuydu.
Ambulans sireninin sesi, hala dışarıda yankılanıyordu. Her siren, sanki o yıkımın altında kalan elektrikçinin çığlığıydı. Her siren, bir umudun azaldığı, bir çaresizliğin arttığı anlama geliyordu. Ofisteki herkes, birer birer masalarından kalktı. O işler, o toplantılar, o pazartesi telaşı, hepsi bir anda önemini kaybetmişti. Herkes, bir şeyler yapmak istiyordu. Bir umut ışığı yakmak, o çaresizliğe bir son vermek... Ama ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
İnşaat tavanının çökmesi, sadece bir bina yıkıntısı değildi. Bir ailenin, bir arkadaş çevresinin, bir toplumun yıkımıydı. O enkazın altında, sadece molozlar değil, umutlar, hayaller ve bir insanın yaşamı vardı. Herkesin içine bir kor düşmüştü. O acı, o çaresizlik, o korku, sanki havaya karışmış ve tüm ofisi sarmıştı.
Pazartesi öğleden sonrası, artık sıradan bir gün değildi. Artık bir insanın hayatının, bir çöküntünün, bir çaresizliğin sembolüydü. Saatler 15:30'u gösteriyor ve zaman, o yıkımın altında kalan elektrikçinin kaderini bekliyordu. O acı siren sesleri, sanki herkesin kalbinde çınlıyor ve o an, herkes o acıdan bir parça taşıyordu. O kaza, o çöküntü, sadece bir bina yıkıntısı değildi; aynı zamanda insanların içindeki umut ve merhametin de sınandığı bir andı. Ve herkes, o sınavdan birer parça alarak, sessizce kaderi bekliyordu.
Ofisteki o sessiz bekleyiş, yerini yavaşça bir hareketliliğe bıraktı. Herkes, ne yapabileceği konusunda çaresizce bakınırken, o derin acının ve endişenin ağırlığı altında birer birer harekete geçti. Telefonlar tekrar çalmaya başladı. Bu kez arayanlar, haber almaya çalışan yakınlardı. O kaotik sessizlik, yerini fısıltılara, sakin konuşmalara, endişeli sorulara bıraktı.
O an, herkesin zihninde aynı soru vardı: "Yaşıyor mu?" Cevabını bilmedikleri o soru, sanki herkesin nefesini kesiyordu. O belirsizlik, o çaresizlik, insanları daha da umutsuzluğa itiyordu. Ama yine de, bir umut ışığı vardı içlerinde. O umut, onları harekete geçiriyordu. Bir şeyler yapılmalıydı.
Hızla geçen dakikaların ardından, bir meslektaşımız daha içeri girdi. Bu kez, yüzünde biraz daha umut vardı. "Hastaneye kaldırılmış" dedi. Bu cümle, ofiste derin bir nefes alınmasına sebep oldu. Yaşıyordu! Enkazdan çıkarılmıştı ve şimdi hastanede, bir umutla hayata tutunmaya çalışıyordu. Ama bu, sadece bir başlangıçtı. Mücadele şimdi başlıyordu.
O an, herkesin aklı hastaneye, o yoğun koşuşturmanın içine gitmişti. Gözler, o acı ve umut dolu koridora, doktorların, hemşirelerin ve hasta yakınlarının arasında yaşanan o hayati mücadelenin tam ortasına odaklanmıştı. Kalpler, o hastane köşesindeki koşuşturmalarla birlikte atmaya başladı.
Hastanenin o meşhur kokusu, o steril atmosfer, şimdi daha da anlam kazanmıştı. Koridorlar, acı çığlıklarının, telaşlı ayak seslerinin, umut dolu duaların yankısıyla doluydu. Acil servisin kapısı, bir yandan umudu, bir yandan çaresizliği sembolize ediyordu. Doktorlar, hemşireler, adeta birer melek gibi, hayat kurtarmak için adeta yarışıyordu.
O hastane köşesinde, zaman durmuştu. Her saniye, bir ömür gibi geçiyordu. Hasta yakınlarının umutlu bakışları, bekleyişin acısını daha da derinleştiriyordu. Herkes, bir haber bekliyordu. Herkes, o kapının açılıp, iyi bir haber verilmesini diliyordu. O an, kimse zengin, fakir, güçlü ya da güçsüz değildi. Herkes, aynı umutla, aynı korkuyla, aynı çaresizlikle bekleşiyordu.
Elektrikçinin ailesi, hastanenin bekleme salonunda, gözyaşları içinde bekliyordu. Annesi, eşi, çocukları, hepsi çaresiz bir şekilde kaderin tecellisini bekliyordu. Dualar, fısıltılar, içten yakarışlar, o hastane koridorlarında yankılanıyordu. O acı ve umut dolu bekleyiş, o hastane köşesinin sessiz çığlığıydı.
Hastanenin o yoğun köşesinde, adeta hayat ve ölüm arasında bir mücadele yaşanıyordu. Her bir koşuşturma, her bir müdahale, umuda bir adım daha yaklaşmak demekti. Ve o mücadele, hastane koridorlarında, bir yandan umudu, bir yandan da o acı gerçeği gözler önüne seriyordu. O elektrikçi, o bilinmez kaderiyle, tüm hastane personelinin, tüm yakınlarının ve tüm ofis çalışanlarının kalbinde bir yer edinmişti. Pazartesi, saat 15:30... O an, hem bir acının, hem de umudun başlangıcı olmuştu. Ve herkes, o hastane köşesindeki koşuşturmanın sonucunu merakla bekliyordu.