Sevdiklerinin acısıyla dolu bir hikaye

yesim434

Hırçın Karadeniz Kızı Biricik Yeşim
AdminE

Sevdikleridir İnsanlara Acı ve Gözyaşı Döktüren


Güneş, alçalmaya başladığında gökyüzünü kan kırmızısına boyardı. İşte o saatlerde Leyla, pencerenin önüne oturur, uzaklara dalıp giderdi. Elleri, yıpranmış bir fotoğrafın üzerinde titrer, gözleri ise çoktan kurumuş gözyaşlarının iziyle dolardı.

Sevdiğin insan seni en çok yaralayandı belki de.

Leyla, bir zamanlar Mete’yi severdi. Öyle delicesine, öyle çılgınca ki, aşkın kendisi onlar için yazılmış bir lanet gibiydi. İlk buluşmalarında yağmur yağıyordu ve Mete, Leyla’nın saçlarının arasına kaybolan damlaları avuçlarıyla toplamaya çalışmıştı. “Seni seviyorum,” demişti o gece, “ölüm bile ayıramaz bizi.”

Ama ölüm ayırmadı, hayat ayırdı.

Mete, gün geçtikçe değişti. Belki de hep böyleydi, Leyla onu olduğundan farklı görmüştü. Önce sözleri keskinleşti, sonra bakışları. Onu sevdiği için miydi bilinmez, Leyla her şeye katlandı. Yalnızlığa, küçümsenmeye, aşağılanmaya… “Belki düzelir,” diye düşündü hep. Çünkü sevmek, sabretmekti ona göre.

Bir gece, Mete elinde bir şişeyle geldi. Gözleri bulanık, nefesi ağırdı. Leyla ona sarılmak istedi, belki biraz sakinleştirebilirdi. Ama Mete’nin tokadı yüzünde patladı. İlk değildi, son da olmayacaktı. Leyla yere düştü, dudaklarından sızan kan, beyaz halıya damladı. O an anladı: Sevdiği adam, onu öldürecekti.

Kaçtı. Bir bavul, birkaç hatıra ve kırık bir kalple. Mete arkasından bağırdı: “Gidersen ölürüm!” Ama Leyla dönüp bakmadı. Çünkü biliyordu, bazen sevmek, vazgeçebilmekti.

Yıllar geçti. Leyla, yaralarını sardı, hayata tutundu. Mete ise o gece verdiği sözü tuttu. Leyla’sız yaşayamadı. Bir tabanca, bir mektup ve son bir çığlık: “Seni seviyorum.”

Leyla, haberi aldığında ağlamadı. Sadece o eski fotoğrafı eline aldı ve yırtıp attı. Belki de en acı olan buydu: Sevdiğin insan, hem seni hem kendini mahvedebilirdi.

Ve insanlara en çok acıyı, gerçekten sevdikleri verirdi.

"Sevdikleridir İnsanlara Acı ve Gözyaşı Döktüren"

Leyla, Mete’nin ölüm haberini aldığında şehir, sonbaharın hüzünlü sessizliğine gömülmüştü. Sokaklar yapraklarla kaplıydı, sanki her biri onun dökülen umutlarını simgeliyordu. Cenazeye gitmedi. Gitmeyi düşündü, belki son bir kez yüzünü görmek, belki de kalbindeki o ağır yükten kurtulmak için… Ama ayakları onu oraya taşımadı. Çünkü bazen, ölüm bile bitiremezdi acıyı.

O gece, eski bir defter buldu çekmecesinin en arkasında. Mete’yle yaşadığı güzel anları yazdığı bir günlük. Sayfaları çevirdikçe, her satır bir bıçak gibi saplandı kalbine. En acı olan, mutlu anıların zehire dönüşmesiydi. Defteri yaktı. Alevler, geçmişi kül ederken, Leyla’nın gözlerinde yansıyan, kaybettiklerinin son görüntüsü oldu.
Zaman, yaraları sarmak için yeterli değildi, ama Leyla kendini işine verdi. Bir kafede çalışmaya başladı. Gelen giden müşteriler, onun için sadece birer silüetti. Ta ki Can adında bir adam gelene kadar.

Can, her gün aynı saatte gelir, köşedeki masaya oturur ve bir kitap okurdu. Sessiz, derin bakışlı, kelimelerini özenle seçen biri. Bir gün, Leyla’nın elinden düşen fincanı tutarken göz göze geldiler. O anda, Leyla’nın içinde bir şey kıpırdadı. Korktu. Çünkü sevmek, yeniden acı çekmek demekti.

Ama Can, sabırlıydı. Ona gülümsedi, küçük sohbetler etti. Zamanla, Leyla’nın duvarları yıkılmaya başladı. Bir akşam, kafenin ışıkları sönerken, Can ona bir şey itiraf etti:
"Ben de bir zamanlar çok sevmiştim. Ve kaybetmenin ne demek olduğunu biliyorum."

Leyla’nın gözleri doldu. Acı, onları birleştiren bir dil olmuştu.
Her şey yoluna giriyor gibiydi, ta ki bir gece Mete’nin ailesinden bir mesaj gelene kadar. "Mete’nin sana yazdığı mektupları bulduk. Okumalısın."

Leyla’nın elleri titredi. Geçmiş, kapısını çalıyordu. Mektupları açtığında, Mete’nin pişmanlık dolu satırlarıyla karşılaştı:
"Leyla, sen gidince her şey anlamsızlaştı. Beni affet. Seni seviyorum, bu yüzden de mahvettim."

O an, Leyla kendini suçlu hissetti. Belki de onu kurtarabilirdi? Belki biraz daha sabretse, belki farklı bir şey yapsa…

Can, onun bu halini görünce yanına oturdu ve elini tuttu:
"Bazı insanlar, sevdiği için değil, sahip olmak istediği için sever. Sen onun elinden geleni yaptın. Artık kendini affetmelisin."

Leyla, gözyaşlarını tutamadı. Çünkü sevmek, bazen kendini de affedebilmekti.
Zaman geçti. Leyla, mektupları yaktı. Can’la yeni bir hayat kurdu. Birlikte küçük bir şehre taşındılar, deniz kenarında bir ev aldılar. Sabahları dalga sesleriyle uyanıyor, akşamları birlikte yıldızları seyrediyorlardı.

Ama bazen, gecenin sessizliğinde Leyla uyanır, pencereden dışarı bakardı. Mete’yi düşünürdü. Acı tamamen bitmiş miydi? Hayır. Ama artık onunla yaşamayı öğrenmişti.

Bir gün, sahilde yürürken Can ona sordu:
"Pişman mısın?"
Leyla gülümsedi:
"Hayır. Çünkü her şey, beni bu ana getirdi."
Sevdiklerimiz bize acı verseler de, bazen o acı, bizi gerçek mutluluğa hazırlar.
İnsan, sevdiği kadar güçlüdür. Bazen o sevgi, bir yıkım olur; bazen de bir kurtuluş. Leyla, her ikisini de yaşadı. Ama sonunda anladı ki:

"En büyük cesaret, sevmeye devam etmektir."
 

Deniz Fenerinin Işığı

Can ve Leyla'nın deniz kenarındaki evinin balkonundan, geceleri uzaktaki fenerin ışığı görünürdü. Leyla, o ışığın kendisine bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünürdü. Sanki geçmişin sisli limanlarından yankılanan bir uyarıydı bu.

Bir temmuz gecesi, fener bekçisi yaşlı Halil Amca kapılarını çaldı. Elinde sararmış bir mektup vardı:
"Bu, Mete'nin bana bıraktığı son yazı. Sana iletmem gerektiğini söyledi."

Leyla'nın nefesi kesildi. Mektupta sadece bir cümle yazılıydı:
"Deniz fenerinin altında senin için bir şey sakladım."
Can, Leyla'yı yalnız göndermek istemedi. Birlikte, geceyarısı fenerin altını kazdılar. Toprağın altından çıkan, paslanmış bir kutu ve içinde - Leyla'nın ona hediye ettiği gümüş bileklikle sarılı - bir gebelik sonlandırma belgesi çıktı. Tarih, Leyla'nın kaçtığı geceye denk geliyordu.

"Ben... Hiç bilmiyordum..." diye hıçkırdı Leyla. Mete'nin bunu sakladığını, belki de onu kaybetme korkusuyla böyle bir karar aldığını anladı. Sevginin en karanlık yüzüydü bu: Sahip olmak uğruna, sevdiğinin ruhunu öldürmek.

Can, Leyla'ya sarıldı:
"O, seni sevdiği için değil, kendini sevdiği için böyle yaptı. Ama sen... Sen gerçek sevginin ne olduğunu biliyorsun."
Ertesi sabah, Leyla bilekliği denize attı. Dalgalar onu alıp götürürken, içindeki son ağırlık da kayboldu gibi oldu. Ama hayat sürprizlerle doluydu.

Bir hafta sonra, balıkçılar ağlarına takılmış bir şişe buldular. İçinde, Mete'nin çocukken yazdığı bir not vardı:
"Büyüyünce, ilk aşkımla hep mutlu olacağım."

Leyla gülümsedi. Belki de herkesin trajedisi, çocukken hayal ettiği aşkı büyüdüğünde tanıyamamasıydı.
Zaman, yaraları tamamen sarmadı ama kabuk bağlattı. Leyla ve Can, fenerin yanına küçük bir kütüphane açtılar. İsmini de "Yarım Kalan Hikayeler Kütüphanesi" koydular.

Bir gün, genç bir kız geldi kütüphaneye. Gözleri Leyla'nın gençliğindeki gibi derin ve hüzünlüydü. Elinde bir defter vardı:
"Ben de birini çok sevdim. Ama acı çekmekten korkuyorum."

Leyla, ona sıcak bir çay ikram etti ve şefkatle gülümsedi:
"Sevmek, acıyı göze almaktır. Ama asıl cesaret, kendini sevmeye değer bilmektir."

O akşam, Can'la birlikte sahilde yürürken, Leyla sonunda tamamen özgür olduğunu hissetti. Çünkü sevginin en büyük dersi şuydu:
"İnsan bazen sevdiğini kaybeder ki, kendini bulsun."

SON
 


Mesajınızı yazın...
Geri
Top