Gül 34
Usta
SEVGİMİZİ PAYLAŞMAYI BİLİYOR MUYUZ
Merhaba
Siz, siz olun insani değerlerinizi öldürmeyin, Ağlamaksa ağlamak, gülmekse gülmek, hüzünlenmekse hüzünlenmek, sevmekse sevmek. İnsan bir makina değil, duygusuyla, merhametiyle, sevgisiyle insandır.
Ve nitekim yaşamak. Tek bir dokunuşta, bir bakışta gizli, hissetmekle kalan sahici değerler... Yapay değerlerimizde büyüttüğümüz, her şeyi lükste, parada, maddiyatta aramanın, hırsın, bencilliğin, çürümüşlüğün gerçek değeri ne ola ki.
Hayatımıza o kadar çok karmaşa ve ucuz değerler girdi ki; her gün biraz daha kaos, biraz daha karmaşa içinde yaşamın farkına varmadan kaybolup gidiyoruz. O kadar acele yaşıyoruz ki hayatı. Bir tabloya bakarken, ya da bir şiiri okurken bile neyi anlattığını, üzerinde durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz.
Geldiğimiz yüzyılda insanlar artık sadece yaşamlarını daha zengin bir ortamda sürdürme kaygısı taşıyorlar. Asıl değerlerin yerini (saygı, sevgi, dostluk, güven, paylaşım gibi) maddi değerler almış. Oysa ki sevgi, vefa, dostluk duygusu kutsal değerlerdir maddi değerlerle, maddi çıkarlarla ölçmek onu aşağılamaktan başka bir şey değildir.
O kadar çok sevgi var ki yarım kalan, bu acelecilikten sevgileri bile yaşayamıyor ve paylaşamıyoruz. Birbirimize yeterince vakit ayıramıyoruz. Yaşamın yanı başımızda su gibi akıp geçtiğinin farkına varamıyoruz. Dostluklar bile sahte ve çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor. Farkında mısınız, ne kadar çok özlüyoruz doğal dostlukları ve sevgileri?
Belki basit ama işte ders almamız gereken bir hikaye.
"İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yeli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar.
Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar, sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, "hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik? " Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..."
Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor. Inkalar’ın yaşlı torunu. Çünkü kimilerimiz bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kalıyor, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. ... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.
Sanıyoruz ki, çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Evet kimi zaman bunlara sahip oluyoruz ama ruhumuz yanımızda olmadan."
Peki biz gerçekten dost olabiliyor muyuz insanlara, çıkarsız sevebiliyor muyuz insanları?
Neden hep yalnızlığı seçiyoruz çoğunlukla; neden hep boğulduğumuzu sanıp kaçıyoruz insanlardan? Bu acelecilik, bu korku, bu kaçış niye? Sevgileri, gerçek dostlukları, insani ilişkilerimizi öldürmüyor muyuz hep beraber, sevgilerimizi de öldürecek kadar sevgi katili olmuyor muyuz?
Biliyoruz ki, düşündüklerimizle yaşantımız arasındaki ilintiler çoğu kez özlenenin, umulanın dışında kalıyor. Toplum olarak da, bireysel olarak da, durmadan bir karamsarlığa bir yılgınlığa doğru sürükleniyoruz. Bunları söylerken edebiyat yaptığımı ya da bilgiçlik tasladığımı sanmayın. Salt bireycilik, bireysel saplantılar değil bunlar. Toplumsal bir yangına dönüşmüş durumda.
Bunları yazarken bir arkadaşımın anlattığı ve yazarının ismini bilmediğim kısa bir öykü geldi aklıma. Hatırladığım kadarıyla öykü şöyle...
“”Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, “Ahhhhh” diye bağırır. Dağdan, “Ahhhhh” diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla “Sen kimsin?” diye sorar; ama aldığı tek yanıt “Sen kimsin?” olur. Çocuk bu yanıta kızar ve “Sen bir korkaksın” diye bağırır.Dağdan aldığı yanıt “Sen bir korkaksın” dır. Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?”diye sorar.
“Oğlum, dikkat et” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım” diye bağırır.Ses “Sana hayranım” diye yanıtlar. Baba “Sen harikasın” diye bağırdığında, bu kez dağdan “Sen harikasın” yanıtı gelir. Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu pek anlayamamıştır.
Baba oğluna durumu açıklar: ”Oğlum, insanlar buna yankı derler ama; ama gerçekte YAŞAM’ın kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.
Oğlum yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü için geçerlidir.””
İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; insanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir...
“Sevinçler paylaşıldıkça artar, üzüntüler paylaşıldıkça azalır” sözü insanlar için en güzel ve en doğru yol gösterici olarak algılanmalıdır.
Bazen karşımızdakilerin varlığına bile tahammül edemiyoruz, çarpık sağlıksız bir kişiliğe doğru sürükleniyoruz. Salt “Sevmeyi bilmek” başlıklı yazımdan dolayı onlarca tehdit ve küfür maili aldığımı yazsam inanır mısınız?
Ey siz sessiz sevgilerin sessiz ortakları... Bu serin gecenin ıslak damlacıkları bedeninize yayılırken, üşüyüp kaçmak yerine, yüreğinize sevginin sıcaklığını esir edin... Ve bunu kendinize bahşedilmiş en kutsal ödül sayın. Sevin, yalnızca sevin...
Dünyanın en güzel şeyi insanların sevildiğini bilmesidir, daha da güzeli sevebilmesidir, sevmeyi bilmesidir. Sevmek hiç bir zaman çılgınlık değildir. Sevmek insan tarafımızı bulmamızdır. Dünyada sevmeyenlere, sevemeyenlere acımalı. Sevebilen insan, kendini ve yaşamı keşfeden insandır; talihli insandır. Duygulu duyarlı ve güzel insandır.
Sevgidir insanı yücelten, insanın yaşamına anlam ve derinlik kazandıran. Sevmeyenler ve sevemeyenler ot gibi yaşayıp, ot gibi gidenlerdir. Ah evet, sevgisiz bir dünyada hala sevmeyi bilen siz duyarlı dostlara selam, bilmeyenlere de bir mesaj iletiyorum bu şekilde...
‘”Dünyayı şairler ya da çocuklar yönetse, o zaman dirlik düzenlik olur; çünkü ikisinin de yüreği sevgi doludur, ikisi de açık yüreklilikle yaklaşır hem beyninin hem yüreğinin sorunlarına” diyen yazara katılmamak mümkün mü?.
Beynimi beyninizin aydınlığına yaslayıp, yüreğimi yüreğinizin sıcaklığına; güzel, yalın yapmacıksız duygularınızdan öpüyorum.
Yaşamı savunma sorumluluğu ve bilinciyle
mutluluklara…
Merhaba
Siz, siz olun insani değerlerinizi öldürmeyin, Ağlamaksa ağlamak, gülmekse gülmek, hüzünlenmekse hüzünlenmek, sevmekse sevmek. İnsan bir makina değil, duygusuyla, merhametiyle, sevgisiyle insandır.
Ve nitekim yaşamak. Tek bir dokunuşta, bir bakışta gizli, hissetmekle kalan sahici değerler... Yapay değerlerimizde büyüttüğümüz, her şeyi lükste, parada, maddiyatta aramanın, hırsın, bencilliğin, çürümüşlüğün gerçek değeri ne ola ki.
Hayatımıza o kadar çok karmaşa ve ucuz değerler girdi ki; her gün biraz daha kaos, biraz daha karmaşa içinde yaşamın farkına varmadan kaybolup gidiyoruz. O kadar acele yaşıyoruz ki hayatı. Bir tabloya bakarken, ya da bir şiiri okurken bile neyi anlattığını, üzerinde durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz.
Geldiğimiz yüzyılda insanlar artık sadece yaşamlarını daha zengin bir ortamda sürdürme kaygısı taşıyorlar. Asıl değerlerin yerini (saygı, sevgi, dostluk, güven, paylaşım gibi) maddi değerler almış. Oysa ki sevgi, vefa, dostluk duygusu kutsal değerlerdir maddi değerlerle, maddi çıkarlarla ölçmek onu aşağılamaktan başka bir şey değildir.
O kadar çok sevgi var ki yarım kalan, bu acelecilikten sevgileri bile yaşayamıyor ve paylaşamıyoruz. Birbirimize yeterince vakit ayıramıyoruz. Yaşamın yanı başımızda su gibi akıp geçtiğinin farkına varamıyoruz. Dostluklar bile sahte ve çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor. Farkında mısınız, ne kadar çok özlüyoruz doğal dostlukları ve sevgileri?
Belki basit ama işte ders almamız gereken bir hikaye.
"İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yeli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar.
Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar, sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, "hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik? " Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..."
Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor. Inkalar’ın yaşlı torunu. Çünkü kimilerimiz bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kalıyor, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. ... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.
Sanıyoruz ki, çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Evet kimi zaman bunlara sahip oluyoruz ama ruhumuz yanımızda olmadan."
Peki biz gerçekten dost olabiliyor muyuz insanlara, çıkarsız sevebiliyor muyuz insanları?
Neden hep yalnızlığı seçiyoruz çoğunlukla; neden hep boğulduğumuzu sanıp kaçıyoruz insanlardan? Bu acelecilik, bu korku, bu kaçış niye? Sevgileri, gerçek dostlukları, insani ilişkilerimizi öldürmüyor muyuz hep beraber, sevgilerimizi de öldürecek kadar sevgi katili olmuyor muyuz?
Biliyoruz ki, düşündüklerimizle yaşantımız arasındaki ilintiler çoğu kez özlenenin, umulanın dışında kalıyor. Toplum olarak da, bireysel olarak da, durmadan bir karamsarlığa bir yılgınlığa doğru sürükleniyoruz. Bunları söylerken edebiyat yaptığımı ya da bilgiçlik tasladığımı sanmayın. Salt bireycilik, bireysel saplantılar değil bunlar. Toplumsal bir yangına dönüşmüş durumda.
Bunları yazarken bir arkadaşımın anlattığı ve yazarının ismini bilmediğim kısa bir öykü geldi aklıma. Hatırladığım kadarıyla öykü şöyle...
“”Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, “Ahhhhh” diye bağırır. Dağdan, “Ahhhhh” diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla “Sen kimsin?” diye sorar; ama aldığı tek yanıt “Sen kimsin?” olur. Çocuk bu yanıta kızar ve “Sen bir korkaksın” diye bağırır.Dağdan aldığı yanıt “Sen bir korkaksın” dır. Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?”diye sorar.
“Oğlum, dikkat et” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım” diye bağırır.Ses “Sana hayranım” diye yanıtlar. Baba “Sen harikasın” diye bağırdığında, bu kez dağdan “Sen harikasın” yanıtı gelir. Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu pek anlayamamıştır.
Baba oğluna durumu açıklar: ”Oğlum, insanlar buna yankı derler ama; ama gerçekte YAŞAM’ın kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.
Oğlum yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü için geçerlidir.””
İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; insanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir...
“Sevinçler paylaşıldıkça artar, üzüntüler paylaşıldıkça azalır” sözü insanlar için en güzel ve en doğru yol gösterici olarak algılanmalıdır.
Bazen karşımızdakilerin varlığına bile tahammül edemiyoruz, çarpık sağlıksız bir kişiliğe doğru sürükleniyoruz. Salt “Sevmeyi bilmek” başlıklı yazımdan dolayı onlarca tehdit ve küfür maili aldığımı yazsam inanır mısınız?
Ey siz sessiz sevgilerin sessiz ortakları... Bu serin gecenin ıslak damlacıkları bedeninize yayılırken, üşüyüp kaçmak yerine, yüreğinize sevginin sıcaklığını esir edin... Ve bunu kendinize bahşedilmiş en kutsal ödül sayın. Sevin, yalnızca sevin...
Dünyanın en güzel şeyi insanların sevildiğini bilmesidir, daha da güzeli sevebilmesidir, sevmeyi bilmesidir. Sevmek hiç bir zaman çılgınlık değildir. Sevmek insan tarafımızı bulmamızdır. Dünyada sevmeyenlere, sevemeyenlere acımalı. Sevebilen insan, kendini ve yaşamı keşfeden insandır; talihli insandır. Duygulu duyarlı ve güzel insandır.
Sevgidir insanı yücelten, insanın yaşamına anlam ve derinlik kazandıran. Sevmeyenler ve sevemeyenler ot gibi yaşayıp, ot gibi gidenlerdir. Ah evet, sevgisiz bir dünyada hala sevmeyi bilen siz duyarlı dostlara selam, bilmeyenlere de bir mesaj iletiyorum bu şekilde...
‘”Dünyayı şairler ya da çocuklar yönetse, o zaman dirlik düzenlik olur; çünkü ikisinin de yüreği sevgi doludur, ikisi de açık yüreklilikle yaklaşır hem beyninin hem yüreğinin sorunlarına” diyen yazara katılmamak mümkün mü?.
Beynimi beyninizin aydınlığına yaslayıp, yüreğimi yüreğinizin sıcaklığına; güzel, yalın yapmacıksız duygularınızdan öpüyorum.
Yaşamı savunma sorumluluğu ve bilinciyle
mutluluklara…