• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Sorularla OSMANLI

wien06

V.I.P
V.I.P
Sorularla OSMANLI
Kaynak : Prof.Dr. Ahmet Akgündüz



İttihatçılar kaç gruptur?

İttihâd ve Terakki Cemiyeti içinde cereyan eden çeşitli görüş ve fikirlerin tamamı iki kola ayrılıyordu:

Birincisi; Maalesef, tamamen batı taklitçisi, mason, farmason ve hatta Osmanlı ve din düşmanı grubudur ki, Osmanlı Devleti’ni Avrupalı devletlere şikâyet edecek kadar alçalan ekip bunlardır. Bunların içinde Tevfik Fikret gibi tamamen dinsiz olanlar; Prens Sabahaddin gibi İngilizlerin oyuncağı haline gelecek kadar basiretsiz olanlar; Ermeni, Sırp ve Yunanlılar gibi tamamen gayri müslim olanlar bulunmaktadır. II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında, Dâr’ülHikmet’ilİslâmiyye azası Seyyid Sa’dedin Paşa’nın Bediüzzaman’ı ikaz gayesiyle söylediği şu cümleler, bu birinci grubu çok iyi anlatmaktadır: "Kesin olarak öğrendim ki, kökü ecnebide kendisi de burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş ve demiş ki, Bu eser sahibi dünyada kaldrğı müddetçe, biz mesleğimizi yani dinsizliği bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız". İşte birinci grubun gayesi, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve siyâseti dinsizliğe alet etmektir.



İkincisi; Hamiyet, milliyet, hürriyet ve müsavatı gerçek manada müdafaa eden Ahrâr grubudur ki, sonradan Ahrâr Fırkası adı altında İttihâd ve Terakki’den ayrılmak istemişlerdir. Ahmed Rıza Bey, Enver ve Niyazi Beylerin bu manada İttihâdcı olduklarını ve ancak birinci grubun esiri olduklarını düşünüyoruz. Nitekim Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey, daha işin başından birinci grubun hıyanetlerini görerek cemiyetten istifa etmiştir. Bu ikinci gruba mensup olan hakiki hürriyetperverler, daha sonra Abdülhamid’e yaptıkları zulümlerden pişman olmuşlar ve kusurlarını itiraf etmişlerdir.

Maalesef, II. Meşrûtiyetin kurulmasından sonra, İttihâd ve Terakkinin içinde hâkim olan kuvvet birinci grup olmuştur. Hakiki hürriyetçiler iki defa hükümetin başına geçtikleri halde, birinciler tarafından çeşitli oyun ve entrikalarla devrilmişlerdir. İşte Mehmed Akif gibi İslâm âlimlerinin kendilerine nasihat ettikleri İttihâdcılar grubu, Ahrâr denilen ikinci gruptur.

İttihâd ve Terakki adı verilen siyâsî cemiyet nasıl teşekkül etti ve nasıl iktidara geldi? Bunların fikrî yapıları nedir?

1908 yılında Abdülhamid’in şahsî idaresi 30. Y’.lını bulmuştu. Bu idarenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların Abdüihamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhalefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhad Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdüihamid zamanında engellenmişti.

İşte Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhad Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Akif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şerl hürriyetin sınırları içinde kalan meşrutî bir hükümetle yaralan sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, Abdülhamid muhalifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhalifler, 1876 Kanunı Esâsi’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Halbuki Abdülhamid’in bütün derdi buydu.

İşte böyle bir ortamda, 1890 yılında Harbiye ve Askerî Tıbbiye talebeleri tarafından Abdülhamid’e muhalif gizli ve siyasi bir cemiyet İttihâd ve Terakki adı altında kuruldu. 1897’de bu cemiyet dağıtıldı ise de, üyeleri Paris’e kaçtı ve az da olsa Ahmed Rıza Bey başkanlığında faaliyetlerine devam ettiler. Batı, Ermenilerin Kızıl Sultân diyerek yaftaladığı Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösteren bu cemiyete yine kucak açtı. Yahudilere yurd vermediği için Siyonist teşkilâtlar da onun aleyhindeydi. Ama dünya Müslümanlarını temsil eden Abdülhamid, uzun yıllar tahtta kalmak uğruna Müslümanların aleyhine olan bu işleri yapamazdı. Avrupalılarla işbirliğine giren İttihâdcılar, Arapça, Fransızca, İngilizce, Ermenice ve Arnavudca olarak çıkardıkları gazetelerle, Abdülhamid aleyhinde her türlü çirkin iftiraları yaymaya başladılar. Bunları teker teker tetkik eden Prof. Şükrü Hanioğlu, "Bazan ilim adına okumaktan utanacak kadar edepsiz ithamları görüyorum" demektedir. Tarihçiler, bu basında yer alan ithamların % l’ine bile inanmamaktadırlar. İngiliz Ali Bey’in oğlu Ahmed Rıza Bey’in Paris’te çıkardığı Meşveret Gazetesi bunların en meşhurlarındandı. Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde ve hem de Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı hatıralarında, Abdülhamid hakkında adı geçen gazetelerde yazdıklarından pişman olduklarını ve onu tanıyamadıklarını itiraf ettiği gibi, 1918 sonlarında vatanlarını terk eden Enver, Tal’at ve Cemal Paşalar gibi İttihâdcıların liderleri de benzeri itirafları yapmışlardır.

1899 yılında Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, oğulları ile birlikte Brüksel’e giderek Abdülhamid aleyhtarlarına katıldı. Arkasında İngiltere olan ve bazı şahsî menfaatler yatan bu adamın misyonunu oğlu Prens Sabahaddin Bey devraldı. Avrupalılar gittikçe dozunu arttıran bu harekete Jön Türkler (Genç Türkler) diyorlardı. Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle bunlardan bazılarına Şeyn Türkler (Çirkin Türkler) demek gerekiyordu. Şubat 1902’de Paris’te Ahrârı Osmaniye Kongresi yapıldı. Osmanlı Devleti’nin aleyhinde olan müslim gayri müslim bu kongreye herkes katılmıştı. Prens Sabahaddin Bey’in şuursuzca ortaya attığı ademi merkeziyyet fikrinden ilham alan Kongre, Osmanlı Devleti’nde milliyet esasına göre mahalli muhtariyetlerin kurulmasını öngörüyordu. Bu, Ermenistan, Kürdistan, Rum Pontus ve benzeri yeni devletlerin kurulması demekti. Prens Sabahaddin Abdülhamid’i Ermeni Katili diye itham ederken, dinle alakası olmayan Tevfik Fikret de, Abdülhamid’i bomba ile öldürmek isterken öldürülen Ermeni komitecilerine ağıtlar yakan şiirler yazıyordu. Midhad Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey gibi, bu kadarına isyan ederek kararları imzalamayan vatanperverler de aralarında vardı.

İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kendine yakın bulduğu III. Ordu subaylarının arasında yayılmaya başladı. Selanik ve Manastır şubeleri açıldı. Sonradan Bey ve Paşa haline gelen postacı Tal’at Efendi işin başına geçti. 1908’de Kur’ân, bayrak ve silah üzerine yemin eden III. Ordunun bütün subayları ittihâdcı olduklarını açıkça ilan ediyorlardı. Artık asker siyâsete karışmıştı. Neticede Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunlarından Mehmed Said Hâlim Paşa ve Ömer Tosun Paşa gibi rütbeliler de cemiyete giriyordu. Cemiyetin fiili liderleri, Tal’at Efendi, Kurmay Binbaşı Enver Bey, Kıdemli Yüzbaşı Niyazi Efendi’ydi.

İttihâdcıların en önemli sloganı ittihâdı anâsır yani güya istibdad yıkılıp meşrutiyet gelince, Osmanlı Devleti’ndeki bütün milletler, din, dil, mezheb ve ırk farkı gözetilmeksizin aynı devletin vatandaşları olarak birlikte yaşayacaklardı. Bu sadece sathî bir düşünce idi. Zira bu düşünce ile yola çıkan İttihâdcılar, Balkanlarda binlerce Müslümanın kanını akıtan Bulgar, Yunan ve Sırp Çeteleri ile işbirliği yaptılar ve hatta Makedonyadaki yabancı konsolosluklara muhtıra vererek, istibdâdı hazır ve idarei müstebiddâne dedikleri Abdülhamid idaresinin yıkılmasını bile arzu ettiler. Bununla kalmayıp siyasi cinayetler işlemeye başladılar. Binbaşı Enver Bey, Selanik Merkez kumandanı Albay Nâzım Bey’i tabanca ile öldürdü. Artık İttihâdcılar çetelere dönüşmüşlerdi.

Emellerine ulaşmak için yabancı devletleri bile devreye sokmaktan ve her türlü iftiradan çekinmeyen İttihâdcıların bu şımarıklığı karşısında, II. Abdülhamid, evvela tam sorumlu sadrazam sıfatıyla Küçük Said Paşa’yı sadrazamlığa ve Erkânı Harbiyyei Umumiyye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa’yı da harbiye nâzın sıfatıyla ordunun başına getirerek kabineyi ciddi manada değiştirdi. Devletin III. Ordu dışında kalan 6 ordusu İttihâdcıların hareketi karşısında sessizliklerini koruyorlardı. I. Ordu hareketi benimsemiyordu. 1876 darbesini I. Ordu yapmışken, 1908 darbesine III. Ordu hazırlanıyordu. Abdülhamid ise, kan dökülmesini asla arzu etmeyen bir liderdi. II. Meşrutiyet, milletin değil, çete gibi davranan ittihâdcıların eseri olduğundan demokrasiyi doğuramayacaktı. Zira 23 Temmuz 1908’de Abdülhamid’in Kanunı Esasi’yi ilan eden İradesiyle başlayan II. Meşrûtiyetten sonra, bir sürü parti kuruldu. Ancak hepsi de İttihâd ve Terakki Partisi tarafından küçümsendi, hakir görüldü, hatta vatan haini ilan edildi. İttihâd ve Terakki Partisine I. Cumhuriyet Halk Partisi ve bu döneme de I. Tek Partili Dönem demek daha uygundur. II. Meşrutiyetten sonra sadrazamları ve kabineyi hep İttihâd ve Terakki Partisi belirledi.

İttihâd ve Terakki Partisinin sloganı Fransız İhtilalinden tercüme edilen "hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet" idi. Ancak hiç bir zaman bu esaslara uymadılar. Bunların memlekete yaptıkları zararları şöylece özetlemek mümkündür:

a) Ordu siyâsete alet edildi ve bu kötü adet Cumhuriyet döneminde de devam ettirildi. Onlar bazı makamları elde ettiler; ama devlet ve memleket kaybetti,

b) Orduyu İttihâdcı (Halaskar) ve muhalifler diye böldüler; bu yüzden Balkan Harbi kaybedildi. Çünkü bölünen ordular zafer kazanamazdı,

c) Türk milletine siyasi demagojiyi İttihâdcılar yerleştirdi. Halkı ikiye böldüler. Muhaliflerine mürteci demeye bunlar başladı,

d) Abdülhamid’in icra ettiğini iddia ettikleri istibdadı tek kişi temsil ediyordu, onu iktidardan almakla istibdada son verilebilirdi; İttihâdcıların istibdadını ise tek kişi temsil etmiyordu. Kanlı, suikastlı, sehpalı, devletin temellerine dinamit koyan ve orduyu kullanan oligarşik bir istibdad devri başlamıştı. Artık devlet, Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün başını çektiği oligarşik istibdadla idare ediliyordu.



Nitekim 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile bu denilenler oldu. İki dereceli olarak yapılan seçimler neticesinde, 275 milletvekili olan Meclis, 17 Aralık 1908’de açıldı. Sadece 140 Türk milletvekili vardı. Azınlıklar çoğunluktaydı ve İttihâdcıların dediklerinin aksine, bu azınlık milletvekilleri, Osmanlı Devleti’nin birliğini değil, ittihâdı anâsır sloganıyla kendi milletlerini ve bağımsızlıklarını savunmaya başladılar. İnkılâbı Osmânî diyerek Meşrutiyete sahip çıkan İttihâd ve Terakki Partisi ne yaptığını bilmiyordu. Ermeni Katili diye itham ettikleri Abdülhamid’e yaptıklarının cezasını çekmeye başladılar ve Nisan 1909’da Adana Ermenileri isyan ettiler. Binlerce Müslümanın kanına giren Bulgar, Sırp, Yunan ve Ermeni çeteleri için afvı umumi ilan edildi. Taşnak Komitesi reisi milletvekili yapılmıştı. Ermeni komitaları dış devletlerden ağır silahlar almaya başladılar. Taşnak ve Hınçak Ermeni Komitaları resmen Anadolu’da şubeler açmaya başladı. Nisan 1909’da İngiliz Gizli Servisi ve Kilikya Piskoposu Muşeg’in tahrikleriyle tarihe Adana Vak’ası diye geçen Ermeni isyanı başladı. İttihâdcıların liderlerinden Cemal Bey olayı bastırmaya gitti; ancak 47 Müslüman ve sadece 1 Ermeniyi idam etti. Akıllarınca Ermenilere hoş görünerek onları devlete bağlıyorlardı. İşte İttihâd ve Terakki’nin istibdad devri idamlarla başladı ve idamlarla bitti.

İttihâd ve Terakki’nin fikrî yapısını iki safhada değerlendirmek mümkündür: Birinci safha, İttihâdı anâsır sloganı ile hürriyet, müsavat ve refah müdafii olan bir anlayıştır ki, biraz evvel bunu kısaca açıklamıştık. Buna kısaca, Namık Kemal’in anladığı manada bir Osmanlıcılık diyebiliriz. Ancak bunu becerebildiklerini söyleyemeyiz. İkinci safha ise, tam manasıyla Turancı milliyetçilik felsefesidir. 1913 yılından itibaren bu felsefe hâkim olmaya başlamıştır. Zaten bu safhada Ziya Gökalp de partinin Genel Sekreteridir.

II. Abdülhamid, Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulmaması için ne gibi tedbirler almıştır? İsrail Devleti’ni kendi zamanında engellediği doğru mudur?

Yüce Ecdadımız, Yahudilerle olan münasebetlerinde, Kur’ânın şu düstur ve ikazını gözden uzak tutmamıştır: "Andolsun ki, Yahudilerle Müşrikleri, mü’minlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulacaksın".

Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün Müslüman Türkler’in ezelî düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatleri ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Filistin’le olan alâkaları da bunlardan biridir. Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî nizâmı bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hâkimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar. Halbuki vak’a tam tersidir.

Yahudiler, Siyonizm’in kurucusu olan Theodor Herzl başkanlığında İsviçre’nin Basel Şehrinde I. Siyonist Kongresi’ni toplamışlardı. Yahudi bankerler ve zenginler, Yahudi Devleti kurmak için seferber edilmişlerdi. Avusturya Büyükelçisinin tavassutu ile Herzl 19.5.1901’de Abdülhamid tarafından kabul edildi. Herzl, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlattı ve Filistin’e yerleşmek istediklerini masumca izah etti. Eğer bu teklif kabul edilirse, Osmanlıya sadık vatandaş olacaklarını ve Osmanlı Devleti’ne milyonlarca altın yardım edeceklerini bütün dünya Yahudileri adına teklif etti. Bir gazetecinin cihan sultânına yaptığı bu çirkin teklifi şiddetle reddeden Abdülhamid, Ermenilerden sonra Yahudileri de karşısına aldığını biliyordu. Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, reisleri Theodor Herzl’i (18601904) bizzat Padişah’a göndererek, Osmanlı’ya karşı para silâhını kullansalar da, Padişah’tan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir:

"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz".

Osmanlı Devleti, Yahudiler’in bu topraklara yerleşme arzusuna karşı çok önemli hukukî tedbirler almıştır. Biz bunları kısaca zikredecek ve özellikle misâl olmak üzere II. Abdülhamid’in bir iradesi üzerinde duracağız.

Birincisi: Osmanlı Devleti Yahudiler’in bu topraklara sığınmaması için evvelâ Filistin topraklarının hukukî statüsünü 18 Recep 1287/ 1871 tarihli İradei Seniyye ile bu araziyi mîrî yani devlet arazisi haline getirmiştir. Ancak % 20’si yine mülk arazi şeklinde devam ettiği için Yahudiler bu kısımdan koparabildiklerine yerleşebiliyorlardı. İkinci Abdülhamid tahta geçer geçmez 25 Rebiülâhir 1308/1883 tarihli iradesini neşretti: Bu hukukî düzenleme ile Filistin Arazîsi hakkındaki muhtemel kanunî boşlukları doldurarak Yahudiler’e mülk satışını dolaylı olarak engellemiş bulunuyordu. Bir taraftan da hazinei hâssadaki şahsî mal varlığıyla Filistin’de mümkün olduğu kadar çok toprak satın alarak bu kapıyı kapamaya gayret gösteriyordu.

İkincisi: Alınan tedbirlere rağmen Filistin arazisine olan Yahudi akını tam önlenemeyince II. Abdülhamid Sadaret’in ve Meclisi Mahsûs’un basiretsiz ve ileriyi göremeyen rapor ve mazbatalarına rağmen Yahudi meselesini önemli ölçüde çözecek bir İrâdei Seniyye neşretmiştir.

İçlerinde Ahmed Cevdet Paşa’nın da bulunduğu Sadrazam Muhammed Salih Kâmil paşa başkanlığındaki Meclisi Mahsus, Filistin topraklarındaki Safed kazasına turist olarak gelen 400 ve Hayfa’ya gelen 40 Yahudi’nin Osmanlı tâbiiyyetine alınması yolundaki mazbatalarını 20 Zilhicce 1308/14 Temmuz 1307/1891 tarihinde Sadarete arz ederler. Sadaret de bu mazbatayı aynı tarihli ve Kâmil Paşa imzalı bir Tezkere ile Padişah’a takdim eder. Padişah Abdülhamid ise fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülükle konuyu 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891) tarihli İradesiyle vuzuha kavuşturur.

Bu tarihî belgede, Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Yahudiler’e şu gerçeklerle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır:

a) Yahudiler’in Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarına toplanmaları ve orada yerleşmek istemeleri, bir Yahudi Devleti kurma amacını gütmektedir. Buna engel olmak kesinlikle şarttır. Zaman, Osmanlı Devletini ve onun basiretli Padişahını haklı çıkarmıştır.

b) Osmanlı toprakları her isteyenin yerleşebileceği boş topraklar değildir. Ya özel mülkiyet konusudur ya vakıf arazidir ya da devlet arazisidir. 1278 tarihli irade bu noktadan önem taşımaktadır.

c) Kendilerini bütün âleme medenî milletler olarak ilân eden Avrupa’lıların memleketlerinden kovdukları Yahudiler’i Osmanlı ülkesine almanın haklı bir gerekçesi ve mânâsı yoktur. Hiçbir hukuk kaidesi ve insanlık da bunu gerektirmez.

d) Osmanlı ülkesinde asırlar boyu gözetlenen Ermeniler Devletin başına belâ olmuştur. Ortada bir Ermeni fesadı varken, bir de Yahudiler’i kabul etmek devletin geleceği açısından tehlikelidir. Gerçekten I. Dünya Savaşı ve onu takip eden tarihlerde Yahudiler, en az Ermeniler kadar fesada sebep olmuşlar ve Ulu Hakan Abdülhamid’i bu sözünde haklı çıkarmışlardır.

Bütün bu sebeplerle artık hiç bir Musevî Osmanlı vatandaşlığına alınmayacak ve Yahudiler’in Osmanlı ülkesine yerleşmelerine asla müsaade edilmeyecektir.

Üçüncüsü: II. Abdüihamid bununla da yetinmeyerek başta Filistin toprakları olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudiler’e toprak ve mülk satışını yasaklamıştır.

Dördüncüsü: II. Abdülhamid’in taviz vermediğini gören Yahudiler, üyeleri olan Emanuel Karaso eliyle Yahudilere mülk vermek için rüşvet aldılar. Ancak sonradan İttihat ve Terakki hükümeti tarafından çok zor anlaşılan II. Abdülhamid’in haklı siyâseti kısmen devam ettirilerek, 29 Şevval 1332/7 Eylül 1330 tarihinde (1911 Tarihinde) "teb’ai ecnebiyye"nin Arazî Kanunu’nun hakkı karâr ve ihya’ı mevâtı (ölü toprakların ihyası)na ait 78. ve 103. maddeleri hükümlerinden yararlanamamalarına dair "Şûrayı Devlet Kararı" yayınlanmıştır. Böylece Yahudiler’in bu yolla da olsa Filistin topraklarına sığınmaları engellenmek istenmiştir.

Özetle, Filistin’i devlet garantisi ile koruyan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki ile zayıflayınca, Filistin davası da zayıflamış ve Osmanlı Devleti yıkılınca o dava da yıkılmıştır. Yahudiler de maalesef emellerine kavuşmuşlardır

Ermenilerin Sultân Abdülhamid’i öldürmek üzere planladıkları Bomba Olayının aslı ve esası nedir?

II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni sadece büyük devletlere karşı değil, onların kuvvetinden yararlanmak isteyen iç ve dış fesad şebekelerine karşı da korumak durumundaydı. 1895 ve 1896 yıllarında İstanbul’da çıkarılan ve Ermeni Patriği İzmirliyan tarafından tahrik edilen Ermeni Patırtıları, Abdülhamid’in kararlı tutumu ile bastırılınca, Ermeni Komitacıları, bu sefer II. Abdülhamid’in canına kastetmişlerdir. Maalesef onlara bu konuda yardım edenler, 1897’de Osmanlı ordusu karşısında perişan olan Yunanlılar, Filistin’den istedikleri toprakları elde edemeyen Yahudiler, Rumlar ve en acı olanı da Ermeni Katili diye Abdülhamid’i tenkid eden bazı İttihâdcılar’dır.

Ermeni komitecileri, Ermeni davası ile alakası olmayan Belçikalı profesyonel terörist Jorris’le İsviçre’de anlaşmışlardır. Turist sıfatıyla İstanbul’a gelen Jorris, Cuma Selamlığını fırsat bilerek, Yıldız Camii çıkışında, bombasını patlatmak ve Padişahı öldürmek üzere hazırlık yapmıştı. Ancak Şeyhülislâm Cemâleddin ile bir iki dakika konuşması, bombanın Padişah henüz caminin basamaklarında iken patlamasına sebep oldu ve kurtuldu. Olayı yaşayan bir İngiliz Komutanının ifadesiyle, Abdülhamid, soğukkanlılıkla ve sakin bir yüz ile olayı yatıştırdı ve kendi kullandığı araba ile Saray’a döndü (21 Temmuz 1905).

Bazı zâlim kalemler, Abdülhamid’e akla gelmez iftiralar ederken, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için uğraşan ve bu gaye ile kendilerine engel gördükleri II. Abdülhamid’i öldürme planları kuran ve saltanatının son günlerine doğru 9 Temmuz Bomba Olayı diye meşhur olan suikast planını hazırlayan Ermeniler hakkında ise şu ifadeleri kullanmaktadır:

"Nihayet, hakikat tamamıyla meydana çıkarıldı. Osmanlı Milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için bu kahramanca hareketin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı. Bombanın Jorris ve arkadaşları olan Ermeni vatandaşlarımız tarafından bin türlü müşkilât ile hazırlandığı ve Cuma günü Selâmlık resmi âlîsi icra olunduğu sırada Abdülhamid’i temaşaya gelen ziyaretçi arabaları ile beraber Cami yakınına getirildiği...".

Bu satırları, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin dahi kaleme alacağını tasavvur etmek mümkün değildir. İnsanın siyasi hırs yüzünden tarihine ve geçmişine bu kadar düşman olması da, asla düşünülemez.

İkinci Abdülhamid neden Hamidiye Alaylarını kurmuştur?

Çoğu basit sebeplerle başlayan Doğu Anadolu’daki isyanların Osmanlı Devleti’ni yıkmayı hedefleyen dış güçler tarafından tahrik edildiğinin II. Abdülhamid farkına varmıştır. Gerçekten İngiltere bütün istihbarat gücüyle 1806 yılından itibaren bölgede faaliyete başlamıştır. Bütün hedef, Ermenilere ve Kürtlere birer kukla devlet kurdurtmaktır. 1918’de Irak’ta Şeyh Mahmûd’a kurdurttukları kukla devlet de bu maksada matuftur. Rusya’nın bu bölgedeki yıkıcı faaliyetleri fiilen 1805 yılında başlamıştır. Bu bölgelere atadığı konsoloslar, fiilen birer casus gibi çalışmışlardır. 1880’deki Rum isyanı tamamen Rusların tahriki ile başlamıştır. Bu arada Fransa, Amerika, İran ve özellikle Musevilerin de yıkıcı rolleri mevcuttur. Bölgenin her şehrinde birer istihbarat merkezi gibi özel okullar açmaları ve hem Ermeni hem de Kürt isyancıları buralarda eğitip korumaları, bu tahrik edici faaliyetlerin başında gelmektedir.

Dış güçlerin bu bölücü hareketlerini gören II. Abdülhamid, çareyi İslâm kardeşliğini bölgede takviye etmekte bulmuştur. Bu gaye ile 1891 tarihli Nizâmnâmeye göre, Şark’ta Osmanlı Devleti’nin İslâm kardeşliği politikasını Müslüman halka anlatmak; Ermenilerin oyunlarına gelmemek; merkezî otoriteyi tekrar temin etmek ve o bölgedeki insanları gönüllü vatan müdafileri olarak istihdam etmek gayeieriyie Hamidiye Alayları denilen mahallî askerî kuvvetleri tesis ve teşkil eylemiştir. Subayları Kürd Beylerinden ve çocuklarından seçilen, Hamidiye Süvari Alayları, sadece kendi alaylarında geçerli olmak üzere askeri rütbeleri de kullanıyorlardı; ancak en yüksek rütbe albaylık idi. Doğu Anadolu’da Müslüman köylüyü koruyacak olan bu alayların kurulması sebebiyle Avrupa Devletleri kıyamet kopardılar. Ancak 1908 yılında İttihâdcılar tarafından resmen ilga edilinceye kadar devam etti. Gerçekten bugün Doğuda Müslüman halk yaşıyorsa, hayatlarını Abdülhamid’in bu siyâsetine borçlu olduklarını tarihçiler açıkça ifade etmektedirler.

Hamidiye alayları ile takviye edilen İslâm Birliği, I. Dünya Savaşına kadar ve hatta 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanına kadar tesirini icra etmiştir

II. Abdülhamid’in muhalifleri tarafından kullanılan Yıldız Mahkemesi olayının aslı ve kararları hakkında neler diyebilirsiniz?

Yıldız Mahkemesi, askeri siyâsete karıştırarak Sultân Abdülaziz’i şehid eden ve sonra da bu cinayetlerine intihar süsü veren Midhad Paşa ve benzeri canileri yargılamak üzere kurulmuş bir mahkemedir. Temmuz 1881’de açıklanan kararlan gereği, Midhat Paşa, Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, Damad Nuri Paşa ve bazı görevliler idama mahkûm edilmiş ve ancak cezaları Hicaz’ın Tâif Kalesinde hayat boyu hapse çevrilmiştir. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ise, sürgünde bulunduğu için zaten cezadan kurtulmuştur.

Yıldız Mahkemesi’nin verdiği kararların iki mühim sebebi vardır: Birincisi, cinayete kurban giden Abdülaziz’in katillerini yargılamaktır. İkincisi ise, İngilizlerin V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı da sadrazam yaparak emellerine kavuşmalarına mani olmaktır. II. Abdülhamid, fevkalade dahi bir siyâsetle her iki gayeyi de gerçekleştirmiştir. Hiç bir zaman idam cezalarını da tatbik etmemiştir. Kur’ânı Kerim’i eline alıp herkesçe bilinen malum sözünü söyledikten sonra kürsüye çarpacak kadar İslâm düşmanı olan İngiliz Başvekili Gladstone, Yıldız Mahkemesi meselesinde Midhat Paşa lehine edebsizce baskılar yapmıştır. Hatta Tâif’te bir İngiliz ajanı Midhat Paşa’yı kaçırmak üzereyken son anda yakalanmış ve bunun üzerine Mayıs 1884’de Midhat ve Mahmûd Paşalar hücrelerinde boğdurulmuşlardır. 33 yıllık saltanatı boyunca meydana gelen tek siyasi cinayet olayıdır. Bunun da haklı sebepleri vardır.
 
1877 Martında açılabilen Meclisi Meb’ûsân neden Şubat 1878’de kapatıldı? II. Abdülhamid demokrasi düşmanı mıydı?

Maalesef tarihi çarpıtanlar, Mart 1877’de açılan Meclisi Meb’üsân’ının Şubat 1878’de kapatılmasını, devri istibdada giriş olarak değerlendirmektedirler. Halbuki, Midhat Paşa ve liyakatsiz ekibi, Osmanlı Devleti’ni 93 Harbi diye bilinen felâkete sürüklemiş ve devlet yıkılmayla karşı karşıya kalmıştı. Eğer o günkü siyasi şartlar içinde Meclis kapatılmasaydı, şu anda Türkiye Cumhuriyeti topraklan da Müslüman Türklerin elinde olmazdı. Kuvayı Milliye, İstanbul ve İzmir’i değil, Konya ve Sivas’ı savunmak durumunda kalırdı. Tarihin kanunlarına uyan II. Abdülhamid, Meclis’i kapatıp şahsî idare devrini açmakla, Osmanlı Devleti’nin ömrünü 3040 yıl daha uzatmış oldu. Şöyle ki;

Evvela, Meclisi Meb’ûsân’ın zabıtları okununca anlaşılacaktır ki, düveli mu’azzama bu meclisin açılmasını, Osmanlı Devleti’nin huzura kavuşması için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istemiştir. İcrayı baskı altında tutan bir meclis söz konusudur. İkinci olarak, Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu meclisten bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmışlardır. Zaten 240 üyeden sadece 6070 kişinin Türk asılllı olduğu düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir. Gerçekten Girid’in, Tesalya’nın ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden milletvekilleri çıkmıştır. Bazı milletvekilleri, Doğu’da bir Ermeni Prensliğinin kurulması için teklifler vermişlerdir. Buna Yeşilköy’e kadar gelen Rusya’nın baskısını ve özellikle de, "biz, Berlin Andlaşmasını, Osmanlı Devleti’nin lehine olsun diye yapmıyoruz; sadece Ayastafanos Andlaşması Avrupalı Devletlerin aleyhine olduğu için buradayız" diyecek kadar ileri giden Bismark’ın sözlerini okursanız, meselenin vehametini daha iyi anlayabilirdiniz. Eğer bu meclis ile Berlin Andlaşması imzalansaydı, Balkanlarda kurulan yeni devletler kadar Anadolu’da ve Ortadoğu’da da yeni devletler kurulacaktı. II. Abdülhamid de bu devleti, Midhat Paşa’nın mirası olarak değil, ecdadının ve milletinin mirası olarak devralmıştı. Nitekim iptal kararından sonra, Prens Bismark şöyle demiştir: "Bir devlet, tek milletten meydana gelmedikçe, parlamentonun faydadan ziyade zarar getireceği ortadadır.". Nitekim bu işten rahatsız olan, Ermenistanı ve benzeri bağımsız devletleri destekleyen İngiltere ve Fransız’lardı.

Elbette ki İslâm’ın tavsiye ettiği şûra meclisini andıran bu meclise, gerekleri yerine getirilmek şartıyla karşı çıkmak mümkün değildir. Ancak bu şartlarda bir demokrasi talebi, sadece devletin yıkılmasını istiyenlere yardım etmek demektir.

93 Harbi nedir ve sebep olanlar kimlerdir? Berlin Muahedesi bu sebeple mi imzalanmıştır?

Midhat Paşa ve arkadaşları, Kanunı Esâsi’yi ilan ederek, Avrupalıların gözüne gireceklerini ve onların devlet üzerindeki baskılarını kaldıracaklarını umuyorlardı. Umdukları olmadı. Avrupalılar, Tersane Konferansı ile Osmanlı Devleti’ni Bulgaristan ve BosnaHersek gibi eyâletlerde ıslâhata zorluyordu. Midhat Paşa ve arkadaşları, Ocak 1877’de, çoğunluğu Türk olmayan Meclis’e bu teklifleri reddettirdi ve Rusya ile savaşı göze aldı. Hatta Midhat Paşa, bu konuda yeni Padişah Abdülhamid’i azarladı. Batılı devletler de büyükelçiliklerini çekerek Osmanlı Devleti’ni Rusya ile başbaşa bıraktılar. Mart 1877’de altı büyük Avrupa Devleti, daha hafif tekliflerle Londra Protokolünü imzaladılar ve Rus Çarı II. Aleksandr’ın barış yanlısı olmasını da kullanarak, Karadağ’a Nikşik Kazasının verilmesi şartıyla, savaşı önlemek istediler. Ancak Midhat Paşa’nın ekibinin elinde olan ve Abdülhamid’i devre dışı bırakan grup, bu teklifi de reddetti ve resmen Nisan 1877’de halkın 93 harbi dediği harp başlamış oldu.

Maalesef harbe sebep olanlar, Midhat Paşa ve ekibidir. İki cephede birden başlayan 93 Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkılmakla karşı karşıya getirmiştir. Tuna Cephesinde başkumandan Abdülkerim Nâdir Paşa’dır (Halk arasında Abdi Paşa diye bilinir). Üst üste hatalar yapılmıştır. Sırbistan’ı yanına alan Rusya güçlerini arttırırken, Osmanlı’ya bağlı kalmak isteyen Romanya’nın basit istekleri reddedilerek onlar da Rusların tarafına geçmişlerdir. 19 Temmuz 1877’de Şıpka Geçidini geçen Ruslar, nihayet Plevne’ye kadar dayanmışlardır. Plevne komutanı Gâzî Osman Paşa, 20 Temmuz 1877’de, 30 Temmuz 1877’de ve Ekim 1877’de üç defa Rusların üstün kuvvetlerine karşı tarihe Plevne Zaferleri diye geçen başarıları elde etmişse de, Aralık 1877’de teslim olmak mecburiyetinde kalmış ve sonra da esir edilmiştir. Artık Osmanlı orduları Rusları durduramamıştır; maalesef 20 Ocak 1878’de Edirne’yi ve nihayet Şubat 1878’de ise Yeşilköy’ü (Ayastafanos) işgal etmişlerdir. Avrupa cephesinde savaş, Rusların kesin zaferiyle sona ermiştir.

Kafkas cephesinde ise, komutan Ahmed Muhtar Paşa’dır ve iyi bir komutandır. Ancak silah ve ordu itibariyle Osmanlı’dan üstün olan Ruslar, Haziran 1877’de Ahmed Muhtar Paşa’ya yenilmişlerse de, Mayıs 1877’de Ardahan’ı işgal etmişlerdir. Diğer komutanların destek vermemeleri üzerine, Kasım 1877’de Kars düşmüş ve Ruslar Aziziye Tabyalarına kadar gelmiştir. Nene Hâtûnların direnişiyle karşılaşan Ruslar Erzurum’u alamamışlardır.

Devletin yıkılmak üzere olduğunu gören Abdülhamid, İngiltere Kraliçesi Victoria’dan mütâreke imzalanması için aracı olmasını talep etmiştir. Mütâreke ancak Ocak 1878’de imzalanabilmiştir. İstanbul’un Rusların eline geçmesinden korkan Avrupalı devletler hemen harekete geçmişler ise de, Osmanlı Devleti, Mart 1878’de Yeşilköy (Ayastafanos) Andlaşmasım kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Ruslarla imzalanan bu andlaşma, tam bir intihar andlaşmasıdır. İşte II. Abdülhamid’in 30 yıl sürecek ve devleti bir müddet daha muhafaza edecek olan diplomatik dehası, evvela Ayastafanos’u geçersiz kılma teşebbüsleriyle başlamıştır. İlk işi, Elviyei Selâse (Kars, Ardahan ve Bâyezid) Osmanlı’ya iade edilmek ve imzalanan Andlaşma yerine Berlin Muahedesini kabul ettirmek şartıyla, Kıbrıs, İngiltere’ye taviz olarak verilmiştir. Berlin Muahedesi de iyi bir andlaşma değildir. 1699 tarihli Karlofça Andlaşmasından sonra Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan tasfiye eden ikinci andlaşmadır. Ancak Ayastafanos ile mukayesesi de mümkün değildir. Zira Osmanlı’nın Balkanlardaki ömrünü 1913 yılına kadar (Londra Muahedesi) devam ettirmiştir. Berlin Muahedesi ile, Osmanlıya bağlı üç prensliğe yani Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a istiklâliyet verilmiştir. Berlin Muahedesinin en kötü şartları, Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ve Makedonya’da da gayri müslimler lehine devletin bazı ıslâhat yapmaya mecbur bırakılmasıdır.

Kısaca 93 Harbi ve bunun acı meyvesi olan Berlin Muahedesi, II. Abdülhamid’in değil, onu başlangıçta kukla gibi kullanmak isteyen Midhat Paşa ve ekibinin eseridir. Abdülhamid’in tek başına idareyi almasının sebebi de budur. Yoksa devletin yıkılacağı kesindi


Sultân Abdülaziz intihar mı etmiştir yoksa şehid mi edilmiştir?

30.5.1876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir. Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitaben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır. Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V. Murad için yapılan dairelere getirilmiştir. Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir. Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir.

4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefat ettiği öğrenilmiştir. Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, "sultân Abdülaziz’in sabahleyin validesini ve cariyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığım" söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir. Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur.

Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir. Zira;

Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.

İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alelacele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni Paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir.

Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani valide sultân ve cariyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Valide Sultan’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır.

Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V. Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir. Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir.

Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinayet olduğu yönündedir.

Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayri meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir.


1856 (1272) tarihli Islâhat Fermanının getirdiği yenilikler nelerdir? Neden hem Müslümanlar ve hem de gayri müslimler bu fermandan memnun olmamışlardır?

Islâhat Fermanı da tıpkı Tanzimat Fermanı gibi, hukuk tarihimizde temel hak ve hürriyetlerin gündeme getirildiği ilk fermanlardan değildir. Belki Islâhat Fermanı, Tanzîmât Fermanından da kötü bir muhteva arz etmektedir. Zira Tanzîmât Fermanının uygulaması ve hazırlanış gayesi tenkit edilse bile, o dönemde, Tanzimat ya’ni yeniden düzenlemelerin yapılması ve mevcut suiistimallere son verilmesi, bir zaruretti. Tanzîmât’a kimse karşı duramazdı; karşı durulan, yapılan yeni düzenlemelerin şekliydi. Islâhat fermanı ise, bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olmak şöyle dursun, suiistimalleri önlemek gayesiyle yapılan bir düzenleme de değildi. Belki Avrupalı Hıristiyan devletlerin baskısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki gayrı müslimlere yeni geniş haklar tanımak; Kur’ân ve Sünnet’in vermediğini onlara vermeye kalkışmak ve hatta Müslüman halkı geri plana iterek, gayrı müslimleri ön plana çıkarmak gayesiyle zorla ilan edilmiş bir belgedir. Konuyla ilgili iki otoritenin sözlerini özetleyerek, bu konuyu da kapatmak istiyorum:

Birinci otorite, Hollandalı bir hukukçudur ve II. Abdülhamid’e yazdığı bir Lâyihada Islâhat Fermanı hakkında şöyle demektedir:

"Tanzimat hakkında söylediklerimiz 1856 tarihli Ferman hakkında dahi geçerlidir. Bunda da Bâbı Âli Rusya Devleti aleyhine harp ilan etmesi için dostları olan devletler tarafından yapılan teşvikler üzerine, daha önce yapılan va’dler ve özellikle kanunî ıslâhatlar tekrar edilmiştir. Bundan fazla olarak Osmanlı Devleti’nde mezhep hürriyeti esasının tamamen icra edileceği va’d edilmiştir. Bununla birlikte, İslâm mürtedleri hakkında İslâm Hukukunun ta’yin ettiği cezalar lağv edilmemiştir. Gayrı müslimlerin yargılanması ile alakalı va’dler, da’vaların neşir ve ilanı ile ilgili istekler ve işkencenin kaldırılması gibi hususlar, zaten İslâm Hukukunda var olan hususlardır".

İkinci otorite ise, Osmanlı Hukukunun yıldız simalarından Ahmed Cevdet Paşa’dır ve Islâhat fermanı hakkında şunları söylemektedir:

"1272 senesi içinde en fazla önemle üzerinde durulan konu, gayri müslim teb’anın imtiyazları meselesi idi. Kurulan komisyon bazı kararlar aldı ki, Islâhat Fermanı dediğimiz fermandır.

Bu Ferman’ın hükmüne göre, müslim ve gayrı müslim teb’a, bütün haklarda eşit olacaktı. Daha önce yapıları sulh akdinin maddelerinden biri, Hıristiyanların imtiyazları meselesi idi. Şimdi ise, bütün gayrı müslimlerin imtiyazları mevzu bahis idi. Müslümanların çoğu, "Babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik. İslâm Milleti hâkim millet iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehli İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür." deyu söylenmeye başladılar. Gayrı müslim teb’a ise, o gün hâkim millet olma sevinci içinde idiler".

Ancak gayri müslimler kendi dindaşlarından aidat toplayamadıklarından dolayı onlar da memnun değillerdi.

Tamamını vermek kitabı maksadından çıkaracağından, sadece mevzu ile alakalı bazı maddelerini sadeleştirerek nakledelim:

"Aşağıdaki hususların icrasına İrâdei Seniyyem sâdır olmuştur:

Gülhâne’de okunan Hattı Hümâyunum ile ve yapılan Tanzîmât gereğince, her din ve mezhebde bulunan bütün teb’am hakkında, hiç bir istisna söz konusu olmaksızın, can, mal ve namus emniyeti te’kit edilmiştir. Va’dlerin fiile çıkarılması için gerekli tedbirler alınacaktır.

Osmanlı diyarında bulunan Hıristiyan ve diğer gayrı müslim cemâ’atlerine, dedelerim tarafından verilen bütün imtiyazlar ve muafiyetler ibkâ edilecektir. Ancak her bir cemâ’at, belli bir zaman dilimi içinde mevcut imtiyaz ve muafiyetlerini tesbit ederek yapılacak ıslâhat iradelerini tarafımıza arz edecekler; nezâretimizin emri altında ve hususan Patrikhanelerde kurulacak komisyonlarla bu tesbit işlemleri yapılacaktır.

Patriklerin seçim usulleri tesbit ve icra edilecek; Osmanlı devleti ile cemaatlerin ruhanî liderleri arasında yapılacak görüşmeler sonucunda alınacak kararlarla, bunların yemin merasimleri belli esaslara bağlanacak; bu zamana kadar patriklere ve cemaat başlarına verilen hediyeler kaldırılarak, bunun yerine patriklere ve cemaat başlarına belli gelirler tahsis edilecek; diğer papazlara ve görevlilere de rütbelerine göre maaşlar verilecek; ancak Hıristiyan papazlarının menkul ve gayrimenkul mallarına asla dokunulmayacaktır.

Bütün cemaatlerin idareleri ve maslahatlarının görülmesi, aralarından seçilen üyelerden oluşacak bir meclise devredilecek; cemâatlere ait mabedler, mektepler hastahaneler, mezarlıklar ve diğer binaların tamirine mâni’ olunmayacak; bu yerlerin yeniden inşası lazım geldiğinde, cemaat başlarının tasvibi ile durum tarafımıza arz edilecek ve gereken yapılacaktır.

Bir mezhebe tâbi1 olanların sayısı ne olursa olsun, o mezhebin tam bir serbestlik içinde icrası için gerekli tedbirler alınacak; bir sınıf diğer sınıfa üstün tutulmayacak ve hakaret manasını taşıyan sözler söylenmeyecektir.

Her din ve mezhep kendi âyinini serbestçe yapabilecek; hiç kimse bulunduğu dinin âyinini yapmaktan alıkonulmayacak; din ve mezhep değiştirmeye kimse zorlanmıyacaktır.

Devlet memurlarının seçim ve tayini, Padişahın İrâdesine ve tasdikine bağlıdır. Ancak Osmanlı vatandaşları, hangi din ve milletten olurlarsa olsunlar, devletin hizmet ve memuriyetlerine, ehil olmak şartıyla kabul edileceklerdir.

Bütün din ve millet mensupları, askerî ve mülkî mekteplere kabul edilecekleri gibi, her cemaat, maarif ve sanayi’e dair millî mekteplerini açabileceklerdir. Ancak bu mekteplerin meseleleri, bir kısım üyeleri tarafımdan tayin edilecek ve bir kısmı da cemaat tarafından seçilecek bir Medisi Maârif tarafından, Nezâret’in murakabesi altında yürütülecektir.

Müslüman ve gayrı müslimler arasında meydana gelecek ticâret ve ceza da’vaları, Muhtelit Divanlara havale edilecek; divanların da’va meclisleri alenî olacak; şahitler takrirlerini kendi dinleri üzerine yapacaklar ve mezheplerine göre yemin edeceklerdir.

Hukuk da’vaları da eyâlet ve sancaklardaki Muhtelit Meclislerde, vali ve kadı’nın huzurunda şer’an yahut nizâmen görülecektir.

İnsan haklarını adaletin haklarıyle te’lif edebilmek için, sanıklar veya cezaî te’dibe müstahak olanların hapis ve tevkiflerine mahsus olan bütün hapishane ve nezarethanelerde, mümkün mertebe az müddet zarfında ıslâhına gayret edilmesi yoluna gidilecek; her halükârda hapishanelerde cismânî ceza ve işkenceye asla müsaade edilmeyecektir. Aksine hareket edenler, Ceza Kanunnâmesi hükümlerine göre yargılanıp cezalandırılacaktır.

Bütün Osmanlı ülkesinde emniyet ve zabtiye işlerinin herkesin mal ve canlarını koruyacak şekilde tanzimi zaruridir. Vergi adaleti diğer mükellefiyetlerin eşitliğini mucip olduğu gibi, hukukda adalet de vazifelerde eşitliği gerektireceğinden, gayrı müslim teb’a da Müslüman teb’a gibi, askerî vazifeyi ifa konusunda mükellefiyet altında olacaklardır. Bedel vermek ve akçe ödemekle askerî hizmetten muaf olmak ve gayri müslim teb’anın askeriyede istihdamı konusunda ayrıca nizâmnâmeler düzenlenecektir.

Eyâlet ve Liva Meclislerinde gayrı müslim üyelerin seçilmesi konusunda gerekli düzenlemeleri yapmak ve bu Meclislerin terkip ve teşkili hakkındaki nizâmâtın ıslâhına gayret göstermek gerekir.

Alımsatım, menkul ve gayrimenkul tasarrufları hakkındaki bütün kanunlar, Osmanlı vatandaşı olan herkes hakkında eşit uygulanacaktır.

Osmanlı vatandaşları üzerine tarh olunacak olan vergi ve diğer tekâlifin tahsili, sınıf ve mezheplerine bakılmayarak aynı usule tâbi’ olacak; özellikle a’şârın tahsilinde ve bu hususta meydana gelen suiistimallerin önlenmesinde her türlü tedbir alınacak; doğrudan doğruya vergi tahsili usulü yayıldıkça, iltizâm usulünün terki yoluna gidilecek; devlet memurlarının iltizâm almaları şiddetle men’ edilecek; bayındırlık hizmetleri için tayin ve tahsis olunacak meblağları temin etmek üzere hususi vergiler ilâve edilecek ve mahallî vergiler de mümkün mertebe mahsulâta halel vermeyecek tarzda tanzim olunacaktır.

Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini gösterecek bütçesinin hazırlanması; mevzu ile alakalı nizâmların icra edilmesi; memurların maaşlarının muntazaman te’diyesi icabeder.

Meclisi Vâlâ’nın üyeleri, gerek normal ve gerekse fevkalade toplantılarda, re’y ve mütâla’alarını, doğruca beyân ve ifâde etmeleri; bundan dolayı asla rencide olunmamaları gerekir.

Fesâd çıkarma, irtikâb ve zulme dâir kanunların hükümleri, bütün Osmanlı vatandaşları hakkında eşit olarak tatbik edilecektir.

Devleti Aliyye’nin sikke usulünün tashih edilmesi; devletin malî i’tibarının artması için banka gibi müesseselere izin ve müsâ’ade verilmesi; servet kaynaklarının kolaylıkla nakli için gereken yolların yapılması ve ticâret ile zirâ’at işlerine engel olan şeylerin bertaraf edilmesi de icab etmektedir.

Bu hükümler, bütün Osmanlı ülkesine neşredilecek ve tatbiki için gereken her şey yapılacaktır.

110 Cemâziyelâhire 1272 /1856.".



İşte hakkında çok şeyler söylenen Islâhat Fermanı’nm asıl maddeleri de bu zikredilenlerden ibarettir. İyi tetkik edildiğinde, yeni bir şey getirmediği; daha önce İslâm Hukukunun kabul ve tesbit edip eski Osmanlı Padişahlarının uyguladıkları hak ve hürriyetleri, uygulamadaki suiistimallerden dolayı tekrar hatırlatarak te’yid ettiği ve gayri müslimlere verilen imtiyazlarda ise, İslâm Hukukunun hükümlerini zorlayacak ve hatta yer yer tecâvüz edecek kadar ileri gittiği hemen görülecektir. Daha fazla ma’lumat isteyenler, Ahmed Cevdet Paşa’nın Tezâkir’indeki ciddi bilgileri mütâla’a edebilirler. Zaten Tanzimat’ın mimarı olan Reşid Paşa da bu fermanı beğenmemiştir. Tanzimat veya Islâhat Fermanlarının eski hukuk nizâmının terk edilerek yeni ve batı kaynaklı bir hukuk nizâmına geçiş olarak değerlendirilmesi ise, Osmanlı Hukuk nizâmının asla bilinmemesi demektir"
 
Tanzimat devri ne demektir? Tanzimat’tan sonra yapılan İdarî değişiklikler (1839-1920) nelerdir?

Tanzimat, yeniden düzenlemeler demektir. Osmanlı tarihinin 3 Kasım 1839 (26 Şa’ban 1255) tarihli Gülhane Hattı Hümâyûn’u veya Tanzimat Fermanı adı verilen ferman ile başlayan ve 1293/1876 tarihine kadar devam eden devresine Tanzimat; 18761878 yılları arasındaki devresine I. Meşrûtiyet; 18781908 yılları arasında II. Abdülhamid’in tek başına idare devri (bazı tarihçiler tarafından istibdâd devri) ve 1908’den sonrasına ise II. Meşrûtiyet devri denmektedir. Biz Tanzîmât’tan sonra ifadesi ile bu devrelerin tamamını kastediyoruz. Osmanlı Devleti’nin idarî yapısı açısından gerçekten yeniden düzenlemeler devri demek olan bu dönemde yapılan değişiklikleri kısaca inceleyeceğiz:

Merkezî teşkilâttaki değişiklikleri de iki ana bölüme ayıracağız:

a) Divanı Hümâyûn’un yerine geçen kurullar ve bunlarda yapılan değişikliklerdir. Kronolojik olarak özetlersek;

1255/1839 tarihli Tanzimat Fermanıyla, II. Mahmûd devrinde 1253/1837’de kurulan Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye’nin danışma meclisi manası devam ettirilmiş, üyeleri artırılmış ve devletin hukukî düzenlemelerinin yapıldığı bir yasama ve idarî yargı organı haline getirilmiştir. 1271/1854 yılında bu kurulun kanun layihalarını hazırlama, nizâmnâmeleri ve talimatları düzenleme görevi, yeni kurulan Meclisi Âlii Tanzimat adlı yüksek bir meclise verilmiş ve Meclisi Vâlâyi Ahkâmı Adliye ise sadece bir idarî ve adlî yargı organı olarak göreve devam etmiştir. 1278/1861 yılında ise bu her iki meclis de Meclisi Ahkâmı Adliye adı altında birleştirilerek üç daireye ayrılmıştır. Birincisi, idarî işlere; ikincisi, kanun ve nizâmnâmeleri hazırlamaya ve üçüncüsü ise, idarî yargıya bakmakla görevlendirilmiştir.

8 Zilhicce 1284/1868 yılında bu yüksek kurulların yapısı yeniden değiştirilmiş ve aynı tarihli iki ayrı nizâmnâme ile iki yeni üst merci ihdas edilmiştir. Birincisi; Divanı Ahkâmı Adliye’dir ve tamamen yüksek bir adlî mahkeme niteliğindedir. Ayrıntılı bilgiyi yargı bahsinde vereceğiz. İkincisi ise; Şûrâyı Devlet’tir. Temel görevi idarî yargı olmak ve Danıştay’ın çekirdeğini oluşturmakla birlikte, ilk kurulduğu andan 1876 tarihine kadar aynı zamanda yasama fonksiyonunu da ifa etmiştir. En önemli görevi bütün kanun ve nizâmnâmeleri tetkik etmek ve layihalarını hazırlamaktır. Teşkilâtı hakkındaki ayrıntılı bilgiyi yargı bahsinde vereceğiz.

1293/1876 tarihli Kanuni Esasî ile açılan I. Meşrutiyet döneminde devlet teşkilâtında yeni bir düzenlemeye gidilmiştir:

400 senelik Divanı Hümâyûn’un sınırlı yasama fonksiyonunun Şûrâyı Devlet ve benzeri kurullardan alınarak Heyeti A’yan ve Hey’eti Meb’ûsân’dan oluşan Meclisi Umumiye verildiğini biliyoruz. Bu Kanunı Esasî’ye göre, devletin yürütme fonksiyonu, sadrazamın başkanlığında toplanacak olan, dahilî ve haricî bütün önemli devlet işlerinin mercii bulunan Meclisi Vükelâ’nındır. Bu, bakanlar kurulu demektir. Böylece Şûrâyı Devletin yasama fonksiyonu ile yürütme kurulu özelliği ortadan kalkmıştır. Ayrıca tıpkı günümüzde olduğu gibi, başta bakanlar ve yüksek yargı organı mensupları olmak üzere belli şahısların yargılanması için bir de Divanı Âli teşkil edilmiştir.

b) Tanzîmât döneminde artık Divanı Hümâyûn değil, belli kurullar veya meclisi vükelâ vardır. Aynı zamanda divan üyelerinin yerini vekiller veya nazırlar almıştır. Cumhuriyete kadar devam eden bu nezâret (bakanlık) ler arasında şunlar bulunmaktadır. Başvekalet (sadâret); Adliye ve Mezâhib Nezâreti; Bahriye Nezâreti (1283/1867); Dâhiliye Nezâreti; Defteri Hâkânî Nezâreti (Eski Defter Emini); Evkaf Nezâreti; Harbiye Nezâreti, Hariciye Nezâreti, Ma’âdin ve Orman Nezâreti, Ma’ârıf Nezâreti, Nâfi’a Nezâreti; Posta ve Telgraf Nezâreti, Ticâret Nezâreti, Sıhhiye Nezâreti ve Meşihat. Vükelâ yani bakanlardan her biri kendi bakanlığına dair idarî işlerin yürütülmesinden sorumludur.

1293/1876 Anayasası ile rayına oturtulan bakanlık sistemi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra da devam etmiştir. Bakanlık sayıları zaman zaman artmış veya azalmıştır yahut da isimleri değiştirilmiştir.


Yeniçeri ocağının lağvedilmesi olayına neden Vak’ai Hayriye denmiştir?

465 yıl, Osmanlı Devleti’nin zaferden zafere koşmasında, Müslümanların can, mal ve ırzlarının korunmasında ve kısaca 24 milyon km2/lik Osmanlı diyarının fethedilmesinde büyük payı olan Yeniçeri Ocağı, tamamen çürümüştü. Yeniçeri ocağına yaklaşık 200 senedir vasıfsız insanlar alındığından, bu ocağın kanunları ayaklar altına alındığından ve en önemlisi de yeniçeri ocağı askerleri, askerliği bırakıp siyâsete, servete ve sefâhete bulaştıklarından dolayı, son Rus Harbinde patır patır dökülmüşlerdi. Padişah da, devlet ricali de ve hatta yeniçeri ağaları da, artık bu teşkilâtın yürümeyeceğinde müttefik idiler.

II. Mahmûd zeki bir devlet adamıydı ve tarihden de ders almıştı. Hemen bu teşkilâtı kaldırmayı denemedi ve 17 yıl bekledi. Önce neferlerini ocağından seçerek ve Şeyhülislâm Tâhir Efendi’den ilga fetvasını alarak, Mayıs 1825’de Eşkinci Ocağı denilen eğitimli ve düzenli bir ordunun çekirdeğini teşkil etti. Artık yeniçeriler, bütün propagandalarına rağmen, ulemâ da dahil bütün destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu arada başta Yeniçeri ağası Celâleddin Ağa olmak üzere, kendi ağalarının çoğunluğu da Padişahın yakın adamları ve nizâmı cedidin taraftarları idiler. Gönüllü yeniçerilerden oluşan bu askerler eğitime başlayınca, yeniçeriler âdetleri üzere kazan kaldırıp isyan ettiler. 14 Haziran 1826 günü akşamı ayaklanan yeniçerilerin elinden son yeniçeri ağası olan Celâleddin Ağa zor kurtulabildi. 15 Haziran 1826 günü İstanbul’un fetih gününü hatırlatan bir gün oldu. Et Meydanında (Aksaray Meydanı) ayaklanan yeniçerilere karşı II. Mahmûd Sancağı Şerifi Sultân Ahmed Meydanına dikerek halkı itaate davet etti. Sadrazam Benderli Selim Paşa, Ağa Hüseyin ve İzzet Paşalara askerleri ile birlikte şehre inmeleri için emir verildi. Başta Şeyhülislâm ve Kazaskerler olmak üzere bütün ulemâ, devlet ricali ve yeniçeri dışındaki Kapıkulu Ocakları Padişahın yanında yer aldı. Halk ve asker yeniçeri ocağının bulunduğu Aksaray Meydanına geldiler ve binlerce yeniçeriyi katlederek ocağı tasfiye ettiler.

Padişah, sadrazam, bütün vezirler, Şeyhülislâm, Kazaskerler, Mevleviyet Kadıları, Hocalar ve büyük cami imamlarının da katıldığı bir meşveret meclisini topladı. Beğlikçi Pertev Efendi’nin kaleme aldığı ve Reisülküttâb Seydâ Efendi’nin okuduğu ilâve kararı ittifakla kabul edildi. Yeniçerilerin manevi dayanağı gibi görülen Bektaşî dergâhları kapatıldı ve ileri gelen şeyhleri sürgün edildi. Bu karar herkesin kabul ettiği bir karardı ve ittifakla vak’ai hayriye =hayırlı olay diye tarihe geçti. Ancak bundan sonra yapılanlar, halkı rahatsız etmeye başladı. Mesela kabristanlardaki âbidevî yeniçeri başlıklarının tahrip edilmesi; yeniçeri teşekkülü diye muhteşem Osmanlı askeri muzıkası olan Mehterhanenin ilga olunması manasız hareketlerdi.

Yeni bir Osmanlı ordusu kurularak adına Asâkiri Mansûrei Muhammediye adı verildi. Yeniçeri ağalığı yerine seraskerlik makamı ihdas olundu ve Ağa Hüseyin Paşa ilk serasker oldu. Ağa Kapısı meşîhata devredildi ve seraskerlik makamı da Bâbı Seraskerî adıyla Eski Saray denilen şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasına taşındı.

İşte tarihte vak’ai hayriye denilen hadisenin temeli budur.


II. Mahmûd devrinde yapılan köklü değişiklikler (1808-1839) nelerdir? Bakanlar Kurulu sistemi bu dönemde Avrupa’dan nasıl adapte edilmiştir?

II. Mahmut, 400 senelik Osmanlı idarî teşkilâtını Tanzimat’tan sonra kemalini bulacak olan yeni şekle sokmayı başarmıştır. Ancak Avrupa’yı kuru kuruya taklitten ibaret olan bu rüzgar, şeklî olmaktan öteye geçememiştir. Yaptığı yeniliklerin çoğunluğu Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilâtına aittir. 1241/1826 yılında Yeniçeri Ocağını kapattıktan sonra kendisini daha güçlü hisseden II. Mahmut, merkezî teşkilâtta şu önemli değişiklikleri yapmıştır:

Merkezî teşkilâtın çekirdeğini oluşturan Divanı Hümayun’un bir şûra meclisi olma özelliğini kaybetmesinden dolayı meşveret usulünü yeniden canlandırmak ve Divanı Hümayun’un daha önceleri ifa ettiği icra ve yargı görevini birbirinden ayırmak üzere iki önemli yüksek kurul teşkil edilmiştir: Birincisi, Divanı Hümayun’un yasama yetkisini ve kazaî görevini ifa etmek üzere kurulan Meclisi Ahkâmı Adliye’dir. Bu meclis, Divanı Hümayun’un adlî yönünü devam ettirmiştir. Lüzumlu görülen kanunları, memleketin ihtiyaç duyduğu çeşitli idarî, adlî ve malî konularda gerekli düzenlemeleri yapma görevi bu meclise verilmiştir. İkincisi ise, yürütmenin yüksek bir kurulu mahiyetinde bulunan Dârı Şûrâyı Bâbı Ali’dir. Devletin idarî fonksiyonunu icra görevi tamamen bu müesseseye devredilmiştir. 11 Muharrem 1254/1837’de kurulan bu müesseseler, eski Divanı Hümayun’un görevlerini üstlenmiş ve başta yeni ihdas edilen nezâretlerin reisleri olmak üzere büyük devlet adamları bu kurulların üyesi olarak toplantılarına katılmışlardır. Yani her iki kurul da yasama ve yürütme organı olarak görev yapmışlardır. Divanı Hümâyûn fonksiyonunu kaybedince onu teşkil eden idarî birimler de önemlerini yitirmişler ve bu gün de devam eden nezâret usulü (bakanlar ve bakanlar kurulu şekli) benimsenmeye başlanmıştır. Yani devletin yürütme fonksiyonu çeşitli bakanlıklar arasında paylaşılma yoluna gidilmiştir.

Sadâret Kethüdâlığı ilga edilerek Umûri Mülkiye Nazırlığı (içişleri Bakanı) ihdas edilmiştir (1251/1835).

Reis’ülKüttabiık unvanı Hariciye Nezâreti unvanına çevrilmiştir (1251/1836).

Bâbı Âli Çavuşbaşılık unvanı De’âvî Nazırlığına (Adliye Bakanlığı) dönüştürülmüştür (1252/1836).

Zahire Nezâreti ve Meclisi Umûri Nâfia lağvedilerek yerine Ticâret Nezâreti ihdas edilmiştir (6. R.ahir 1255/1839).

Defterhane’nin yerine 1253/1838 yılında Maliye Nezâreti teşkil edilmiştir.



Baruthaneler Nezâreti ve benzeri askeri idareler ilga edilerek Harbiye Nezâreti te’sis edilmiştir (1251/1835). Ayrıca Dârı Şûrâyı Askerî oluşturulmuştur.

Sarayın iç idaresine bakan idarî üniteler Enderûnu Hümâyûn Nezâreti adı altında yeni bir yapıya kavuşturulmuştur (1249/1833).

Çeşitli vakıflara ait idarî teşkilâtlar birleştirilerek 1242/1826’da Evkafı Hümâyûn Nezâreti kurulmuştur.

Şeyhülislâmlığın da bir nezâret gibi kabul edilmesinden sonra, 1254/1838 tarihinde sadrazam ve sadâret tabirlerinin yerine başvekil ve başvekâlet ifâdeleri ikâme edilmiştir. Bütün bu nazırlardan meydana gelen kurula da bakanlar kurulu anlamında meclisi vükelâ ve heyeti vekile denmiştir.

İlk resmî gazete olan Takvimi Vakayi’i de çıkaran ve başta Kanunnâmei Cezâyı Askerî olmak üzere devletin askerî ve sivil memurları ile ilgili hukukî düzenlemeleri yaptıran II. Mahmut, Tanzîmât hareketinin de hazırlayıcısı olmuştur. 1254/1838 tarihli Tarîki İlmîye Dair Ceza Kanunnâmei Hümâyun’u ile de, yargı görevini yerine getiren adliye ve ilmiye mensupları düzene sokulmak istenmiştir.



Üzülerek ifade edelim ki, II. Mahmûd zamanındaki ıslâhat bir iki mesele dışında öze değil, şekle yönelik olarak yapılmıştır. Avrupa’nın ilim, fen ve teknolojisi alınacak yerde, giyim, kuşam ve diğer pek de güzel olmayan âdetleri taklid edilir hale gelmiştir. Bu yüzden yapılan ıslâhat, halk tarafından beğenilmemiştir. Damad Halil Rif’at Paşa’nın "Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecburuz" sözü yanlış tatbik edilmiştir. Devlet dairelerinde II. Mahmûd’un resimlerinin asılması, setre, pantolon ve fes giyilmesinin mecburi hale getirilmesi, hatta sadece yeniçeriler kullandı diye mehterin ve mehterhanenin ilga olunması ve en önemlisi de sadâret ve sadrazam tabirleri yerine başvekâlet ve başvekil tabirlerinin kullanılmaya başlanması, bu basit ve öze yönelik olmayan batılılaşma örneklerindendir. Bu sebepledir ki, bütün ıslâhat hareketlerine rağmen, II. Mahmûd dönemi başarılar ve zaferler devri değil, tam manasıyla bir çöküş ve yıkılış devri olmuştur. Halbuki akıllı ıslâhat yapılsaydı ve halkın inançlarına aykırı hareketlere gidilmeseydi, hem yapılanları halk destekleyecek idi ve hem de Kavalalı oğlu İbrahim Paşa Kütahya’ya kadar geldiğinde, halk onu alkışlamayacaktı. Kısaca Osmanlı Devleti, II. Mahmûd döneminde kendi yürüyüşünü terk etti; ama başkasının yürüyüşünü de öğrenemedi.


Kabakçı İsyanı, bir irtica hareketi midir? III. Selim’in hal’ edildiği İkinci Edirne Vak’asının asıl sebebi nedir?

Üzülerek ifade edelim ki, Cumhuriyet döneminde kaleme alınan tarihlerin önemli bir kısmında Kabakçı Mustafa isyanı, sadece bir irtica hareketi olarak ele alınmaktadır. Halbuki olay, öyle anlatıldığı gibi değildir. Meseleyi olduğu gibi aktaran muteber Osmanlı kaynaklarından özetleme yoluna gideceğiz.

Yeniçeri teşkilâtının tamamen çalışmaz hale geldiği, yeni usul tâlim ve terbiyeye de yeniçerilerin rıza göstermek istemeyerek işi yokuşa sürdükleri, bu askerle Osmanlı Devleti’nin bir adım müsbet adım atmasının mümkün olmadığı herkesin kabul ettiği gerçeklerdir. Yani Avrupa usulü eğitimli askere Osmanlı Devleti acilen muhtaç durumdadır; bunu Kaynarca Andlaşması ile sonuçlanan son seferde yeniçeriler de itiraf etmişlerdir. III. Selim, evvela yeniçeriyi eğitmeyi amaçlamış ise de, söz verdikleri halde buna yaklaşmamışlardır. Bunun üzerine Şubat 1793’de Levend Çiftliğindeki Bostancı Ocağına bağlı olarak, Avrupa usulüne göre eğitimli asker yetiştirecek Nizâmı Cedid kurulmuştur. Yeniçerilerin bütçesine dokunmamak üzere, İrâdı Cedid Hazinesi de bu maksatla tesis edilmiştir. Yeni vergilerle zenginleştirilen bu hazinede 1212 senesi itibariyle 60.000 kese toplanmış ve bu da hem Nizâmı Cedid Askerinin çoğalmasına ve hem de yeniçerilerin gözlerine batmasına sebep olmuştur. Günden güne başarılarının artması, yeniçeriler gibi halkı rahatsız eden hallerinin görülmemesi ve asâkiri şâhâne adıyla anılmaya başlanmaları, aradaki rekabeti iyice arttırmıştır.

"Eski köyde yeni âdet, ne kadar yerinde olursa olsun, avâmı nâsın ondan nefreti bu âlemin bir eski âdetidir" kuralınca, bir takım hayır ve şerri birbirinden ayıramayan, devlet ve millet gayreti gözetmeyen bazı cahiller, bu yeni sisteme şer’i cedid ve kâfirleri taklid nazarıyla bakarak, hem nizâmı cedidin ve hem de yeni vergilerin aleyhinde konuşmaya başlamışlardır. Halbuki ilim ve hakikat ehli olanlar, itiraz edilen Avrupa usulü giyim ve hatta tranpet çalmanın dahi dinen caiz olduğunu açıklayarak bunları susturmuşlar; gayri müslimlere teşebbüh ile onlardaki ilim ve fennin alınmasını birbirinden ayırmışlardır. Bu arada nizâmı cedid sebebiyle ikbal ve itibar sahibi olan insanları kıskananlar da boş durmamışlardır. Nizâmı Cedid askerleri belli bir meblağa ulaşınca, devletin hazinesini boşaltmaktan başka bir işe yaramayan yeniçeri güruhu, aleyhteki telkinlerin tesiriyle, "Moskof olurum, nizâmı cedid olmam" diyerek işi istismar etme fırsatı bulmuşlardır.

İstanbul’daki devlet adamları da ikiye ayrılmışlardır; Nizâmı Cedid taraftarları ve yeniçeri taraftarları. Peki işin bu raddeye gelmesinin asıl sebepleri nelerdir?

Bunun bazı tarihçiler tarafından görülmek istenmeyen dört önemli sebebi vardır:

Birincisi; Nizâmı Cedid’in temelinde bir sakatlık bulunmaktadır. Bu sebeple halka mal olamamıştır. Başlangıçta çok güzel bir şekilde ulemâ ve devlet ricalinden bu konuda lâyihalar istenmiştir. Bu lâyihalardaki ma’kul ve gayrı makul bütün teklifler, meşveretle değerlendirilip neticeye gidilecek yerde, Padişahın mahrem olan yakınları ve müşavirlerinin ve hatta saray personelinin eline ve diline düşmüştür. Bunlara Osmanlı tarihçileri saltanatın atabekleri demektedirler. Bunun üzerine Nizâmı Cedidin âşıkı olan ulema ve devlet ricali kenara çekilirken, bu işi kendileri için menfaat kapısı görenler, Nizâmı Cedidci olarak görünmeye başlamışlardır. Bunların içinde her ne kadar Sır Kâtibi Ahmed Efendi gibi, dirayetli insanlar da bulunsa da, Nizâmı Cedid’i yürütüyor görünenler, bu hareketi servet yığma vesilesi olarak görmüşler; neticede Nizâmı Cedid adına toplanan paralarla, İstanbul’da görülmedik tarzda villalar ve yalılar yaptırmışlar; rüşvet kapıları sonuna kadar açılmış; Nizâmı Cedidciler ise gündüz yârân sohbetine çevirdikleri Bâbı Âli’ye ve geceleri de kayıklarla mehtaba çıkar olmuşlar; Sultân Selim de yakınlarına fazla itimad ederek devletin ruhu mesabesinde olan devlet sırlarını bu yakınlarına sohbetlerde fâş etmeye başlamıştır. Bunu fırsat bilen saray hizmetlileri, tam bir başıbozukluk içinde halkın içine karışmışlar; Lale Devrindeki musiki sohbetleri, Kâğıthane gezileri ve helva sohbetleri gittikçe artar hale gelmiştir. Halk, III. Selim’i, II. Selim’e benzetir hale gelmiştir. Bu eğlenceden sadece gençler değil, devletin en yüksek tepesindeki insanlar da nasibini almıştır.

Memleket içte ve dışta isyanlar ve harplerle kavrulurken, saltanatın atabekleri denilen III. Selim’in yakınları, servet yığmaya ve bu malları hesapsızca harcamaya devam edince, devir dönmeye başlamıştır. Nizâmı Cedidi teşvik eden devlet adamları servet yığmaya devam ettikleri gibi, yakınları da bu fırsatı değerlendirince, artık nizâmı cedid, halktan haksız yere bol bol paralar toplayarak sefih bir hayat için harcama manasına alınır şekilde anlaşılmaya başlanmıştır. Halbuki yeni nizâmları uygulamak, fedâkârlık ve şahsî menfaatlerini ve rahatını terk ile mümkündür.

İşte başlangıçta Nizâmı Cedid’in lehinde olanlar, işi yürüten saltanat atabeklerinin aleyhine geçmişlerdir. İhtişam ve sefâhet çoğalınca, yeni vergilerle bunalan halk geçim derdine düşünce; Nizâmı Cedidci yeni zenginler "İstanbul zengin beldesidir; fakirler ve müflisler buradan ayrılsın" demeye başlayınca, âlimler, akıllı devlet adamları ve halk Nizâmı Cedid’in aleyhine geçmişlerdir. Buna Padişah’ın yakınındaki saltanat atabeklerine güvenerek, halka ve devlete ait her bilgiyi bunların vasıtası olmadan alamamak gibi büyük hatası de eklenince, hedefe Padişah da girmiştir. Şah vâkıf gerekdir ahvâle * Vükelâya kal ursa vay hâle

Zikredilen sebeplerden dolayı, III. Selim, başta kendi sadrazamı olmak üzere, devlet ricalinin ve halkın itimadını kaybetmiştir.

Bütün bunların etkisiyle, yeniçeri güruhu eğitimli askerlerin günden güne artmasından ve itibar kazanmasından dolayı, her türlü iftirayı yapar bir hale geldiler. III. Selim ve çevresi ise, medeniyetin gereği olan şeyleri aşarak, alafranga adıyla çok lüzumsuz şeylere sarılır oldular. Lüzumlu lüzumsuz her konuda Avrupa mukallidi olmaya başladılar. Bu aşırılıklarından dolayı, avam onları tekfir eder, ötekiler de Avrupa’dan gelen her şeyi reddettiklerinden dolayı karşı tarafı taassupla suçlar oldular. Her ikisi de yanlış bir yola girdiler.

İkincisi; III. Selim kimseyi incitmek istemeyen ve yeri gelince azl ve ceza kurumlarını işletemeyen bir yaratılışta idi. Mücâzât ve mükâfat gibi devlet terazisinin birini ihmal, diğerini de tehlikeye atacağının farkında değildi. Yakınları ne derse yapan ve fikrinde sebat etmeyen bir şahsiyete sahipti.

Üçüncüsü; III. Selim’in güvendiği yakınları ve müşavirleri, devleti istila edercesine, ikbalden dolayı ne yapacaklarını şaşırdılar. Sefâhet ve ihtişamda haddi aştılar. Böylece kamuoyunu III. Selim’in aleyhine çevirdiler.

Dördüncüsü; Yeniçeriler, Nizâmı Cedidcileri tahkir ve tekfir ettikleri halde, cezalandırılmayınca tam manasıyla şımardılar ve azıttılar.

Beşincisi; Şehzade Mustafa, saltanata fazlaca haris olduğundan, iyilik gördüğü III. Selim’e karşı tavır aldı ve yukarıdaki sebepleri çok iyi kullanmaya başladı.

Bütün bu sebeplerle muhalif grup iyice cesaretlenerek ve başta Sadrazam İsmail Paşa olmak üzere küskün devlet adamlarını, a’yânları ve İstanbul’daki yeniçerileri yanlarına alarak İkinci Edirne Vak’asının meydana gelmesine sebep oldular. Kadı Abdurrahman Paşa komutasındaki Nizâmı Cedid ordusunun geri dönmesi ve bu isyancıların istediklerini elde etmeleri, onları daha da azdırdı (1807). Bu sırada nizâmı cedidin azılı düşmanı olan Topal Atâullah Efendi Şeyhülislâmlık makamına geldi. Osmanlı Devleti’nin kuvvetli olmasını istemeyen Fransız Elçisi Sabastiyani, yeniçerileri Nizâmı Cedid aleyhine kışkırtmaya başladı. Artık hem Rumeli’ye doğru sefere çıkan ordu içinde ve hem de İstanbul’daki kahve köşelerinde, saltanatın aleyhine her türlü dedikodu yapılıyordu. Bu sırada III. Selim, Topal ve riyakâr olan Atâullah Efendi’yi meşihata getirmekle kalmamış ve müfsid birisi olan Köse Musa Paşa’yı da sadâret kaymakamlığına getirmiş. Bu ikisinin fitne ateşini alevlendirmesiyle ayaklanan yeniçeri yamakları, Kastamonulu Kabakçı Mustafa adındaki bir neferi başlarına geçirerek, isyana başlamışlardı. Boğaz Nâzın Mahmûd Râif (İngiliz Mahmûd diye meşhurdur) Paşa’yı parçalayan isyancılar, Köse Musa’nın Nizâmı Cedid birliklerini hileyle durdurmasından da yararlanarak,isyanı her tarafa yaymışlardı. Bu isyanı durdurmak isteyen III. Selim’in Nizâmı Cedid’i, Atâullah Efendi ve Köse Musa’nın tahrikleriyle ilga etmesi de, fayda sağlamamıştı. Bir gün sonra III. Selim de tahttan indirilmişti. Sonra da IV. Mustafa’nın tahrikleriyle, Temmuz 1808’de III. Selim şehid edildi.



Netice olarak, Nizâmı Cedid, güzel bir başlangıçtır; güzel projeleri kendilerine vesile ederek servetlerini arttıran ve bunu gayri meşru yollarla yemeyi âdet haline getiren bir grup, Avrupalılaşma adı altında, hem meşrugayri meşru demeden tam bir Frenk hayatı yaşamaya başlamışlar ve hem de hakir gördükleri halkı yeni yeni vergilerle perişan etmişlerdir. Bunu fırsat bilen bazı geri kafalılar da, hiçbir zaman tasvip edilemeyecek olan bu çirkin olayları meydana getirmişlerdir. Maalesef olanlar, bazı menfaat gruplarının lehine ve ama devlet ile milletin aleyhine olmuştur. III. Selim’in bizzat Nizâmı Cedid askerinin başına geçip de âsileri te’dip ile devleti esasından ıslah ve tanzim etmesi mümkün iken, maalesef nezâket ve yumuşaklığı tercih etmesiyle ve karşılıklı hatalarla, bunca emekler sarf edilerek meydana getirilen Nizâmı Cedid bir anda mahv edildi. O halde Avrupalılaşmak diyerek Nizâmı Cedide körü körüne karşı çıkmak da, taassup diyerek Nizâmı Cedidcilerin yaptıkları gayri meşru işleri tasvip etmek ve bu hareketi sadece bir irtica hareketi olarak takdim etmek de yanlıştır.
 
Nizâmı Cedid ne demektir? III. Selim bu yeni düzenle neyi gaye edinmiştir?

Bir devletin iki temel vazifesi vardır: Birincisi, memleket içinde adaleti ayakta tutarak vatandaşların haklarını korumak ve ikincisi de, vatanın sınırlarını düşmana karşı savunmaktır. III. Selim tahta çıktığında yani 1789 yılında, Osmanlı Devleti, memleketin her tarafına yayılan derebeylik ve a’yânlar idaresiyle birinci vazifesini ve imzaladığı Küçük Kaynarca Andlaşması ile de ikincisini yapamaz hale gelmişti. Bütün bu bozukluklar, Lale Devrinden beri devam edip gidiyordu. I. Mahmûd, III. Mustafa ve I. Abdülhamid, bunların farkına varmalarına rağmen, yeniçeri engelinden dolayı istenilenleri yapamadılar.



Birincisini yapabilmenin şartı hukukî, idarî ve iktisadî hayata ait köklü ıslâhatlar yapmak ve ikincisini yerine getirmenin şartı da, artık savaş yapamaz hale gelen Osmanlı askerini yani kapıkullarını yeniden düzenlemek idi. İşte bu alanlarda yapılacak olan yeni düzenlemelere ve ıslâhata nizâmı cedîd adı verildi ve bu düzenlemelerden özellikle askerî alanda yeniden tertip edilen ve Avrupa usulü eğitilen düzenli orduya nizâmı cedîd askerleri denmesi hasebiyle, bu tabirden birinci derecede bu ikinci mana anlaşılmaya başlandı.

III. Selim, tesis ettiği güzel bir adetle Meclisi Meşveret ile devleti yönettiğinden, bu problemi de aynı yolla çözüme kavuşturmak istiyordu. Bunun için henüz seferden dönmek üzere olan Sadrazama ve yetkili zatlara, Osmanlı Devleti’nin zaafa uğrayan askerî meselelerini ve buna ilâveten diğer problemlerini çözme tekliflerini ihtiva eden lâyihalar hazırlamalarını ve bu layihaların tartışılarak en iyi metodun tesbit olunarak hemen uygulamaya geçilmesini emreden hattı hümâyûnlar gönderdi.

Burada önemle belirtmemiz gereken bir husus vardır. Bazı tarihçiler (Yılmaz Öztuna ve Enver Ziya Karal gibi), açılan bu teklifin bütün Osmanlı Kanunlarına şamil olduğunu zannetmişler ve netice olarak da, değişikliğe karşı çıkanları mürteci, taraftar olanları radikal ve devrimci ve ortada olanları da bazan muhafazakâr diye İsimlendirmişlerdir. Halbuki bu tamamen yanlıştır. Tartışılan İslâm Hukukunun hükümleri değil, İslâm Hukukunun ülü’lemre verdiği yetkiye dayanılarak tedvîn edilen ve Kanuni devrinde kemâlini bulan kanun hükümleridir, kanunnamelerdir. Dolayısıyla, III. Selim’i yüzünü batıya çeviren ve şerî’attan yüz çeviren bir padişah olarak vasıflandırmak mümkün değildir.

III. Selim’in fermanı üzerine ikisi yabancı olmak üzere 21 mütehassıs Osmanlı askerî kanunları ve diğer örfî kanunları üzerinde kanaatlerini açıklayan lâyihaları hazırladılar. Bunların arasında, muhafazakâr diye bilinen Rumeli Kazaskeri pâyelisi Tatarcık Abdullah Efendi, o zaman Defterdar olan Şerif Efendi, Sadrazam Yusuf Paşa, Çavuşbaşı Râşid Efendi, Sadrı Âli Kethüdası Mustafa Reşîd Efendi (Köse Kethüda) ve Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunların tamamının ittifak ettiği nokta, yapılacak yeni düzenlemelere ordudan başlanmasıdır. Ancak tekliflerin ayrıntılarında farklılık vardır. Bunları üç grupta toplamak mümkündür:

1) Tatarcık Abdullah Efendi’nin başını çektiği bir grup, Yeniçeri ocağına Kanuni kanunlarındaki gibi itibar edilmesini ve ancak Avrupa’daki yeni harp teknolojisinin ve eğitim usullerinin bu kanunlara adapte edilerek alınmasını savunmuşlardır.

2) Sadrazam Yusuf Paşa’nın başını çektiği bir grup ise, yeniçeri ocağının ıslâhının mümkün olmadığını; tamamen yeni bir ordu tanzim edilerek ve Avrupa ordularındaki yeni eğitim metotları da esas alınarak mevcut sistemin değişmesini müdâfaa etmektedirler.

3) Muhâsebei Evvel Hacı İbrahim Efendi ve ReisülKüttâb Abdullah Berrî Efendilerin başını çektiği bir grup ise, askerin mutlaka tanzim edilmesini, ancak bunun için yeniçeri kanunlarının iptali yönüne gidilmesinin doğru olmadığını arzu etmişlerdir.

Bu üç görüşten de anlaşılacağı gibi, herkes bu düzenlemenin yapılmasında müttefiktir. Ancak usullerde ayrılmaktadır. Bu görüş ayrılıkları, tamamen, askerî hukuk ve teşkilât ile yani kanunnamelerdeki hükümlerle alakalıdır. Bunu, bütün bir Osmanlı hukuk sistemine teşmil ederek, düzeni değiştirmeyi, Osmanlı Devleti’nin esas kabul ettiği Şer’i şerifden taviz manasına almak ve muhalif olanları irtica ile suçlamak, tarihi anlamamak demektir.

III. Selim, ikinci şıkkı esas almış ve Osmanlı ordusunun tamamen şirazeden çıktığını bildiğinden dolayı, Şubat 1793 yılında bütün lâyihaları özetleyerek bir Risâle’de toplatmış ve temel olarak şu kararları almıştır: a) Mevcut asker nizâmı yeniden düzenlenecek; b) Avrupa’daki eğitimli askerler benzeri yeni bir ordu kurulacak (nizâmı cedid askeri) ve c) Savaş teknikleri ve askerî eğitim yeniden tanzim olunacak. İşte nizâmı cedid deyince akla gelmesi gereken bunlardır.

Bu nizâmı cedid rüzgarı bununla da kalmamıştır. Gerçekten 1206 ve 1207 hicrî yıllarında yeni düzenlemeler olmak üzere gördüğümüz bir dizi ıslâhat yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1) Taşradan İstanbul’a olan göç yeniden düzenlenerek teftişi sıkı kurallara bağlanmıştır.

2) Gemicilik mesleği teşvik edilmesi için nizâmnâme yapılmıştır.

3) Resmi elbiseler ve protokol kaideleri yeniden tanzim olunmuştur.

4) Yeniçeri ocağının ıslâhı için tedbirler alınmıştır.

5) Asker maaşları düzenlenmiştir.

6) Bahriye Zabitleri Kanunu çıkarılmıştır.

7) Yargı Islâhatı yapılmıştır.

8) Topçu ve Arabacı Kanunları kabul edilmiştir.

9) İrâdı Cedid Hazinesi kurulmuştur.

10) Asâkiri Mu’alleme Kanunu çıkarılmıştır.

Bu ıslâhat, aklı başında olan hiç kimse tarafından reddedilemezdi. Ancak uygulanmasında problemler çıkmış ve III. Selim’in tahtına ve canına mal olmuştur. Yoksa, Nizâmı Cedid Islâhatından kasıt, rejim değişikliği demek değildir. Nitekim konuyu daha sonra tekrar ele alan Ahmed Cevdet Paşa, nizâmı cedid nizâmının şer’an ve aklen gerekli olduğunu, ancak hakikatı halden habersiz bir takım rezillerin bu askerlere dil uzattıklarını ve maalesef III. Selim’in de şefkatinden dolayı bu rezilleri cezalandırmayarak sonunda canından olduğunu gayet açık anlatmaktadır.


Patrona Halil isyanının mahiyeti nedir ve neden çıkmıştır? Lale devri ile ilgisi var mıdır?

Bu olayı da, "her musibet, geçmişteki bir cinayetin neticesi ve gelecekteki bir mükâfatın da mukaddimesidir" kaidesine göre açıklamak gerekmektedir. Gerçekten Lale Devrinde, Padişah Saraylarında ve Sadrazam Köşklerinde, bize ulaşan kaynaklardaki bilgilere göre, gayri meşru bir fiil görülmese ve hatta sadece dedikodu halinde kalsa bile, o dönemin İstanbul’unda halk arasında bazı ahlaksızlıkların ve gayri meşru eğlencelerin yayıldığı kesindir. İslama sımsıkı sarılmayan devletler, hemen mağlubiyet ve açlık gibi umumi felaketlerle cezalandırılmaktadır. İşte Lale Devri için de söz konusu olan budur.

İran cephesinden Osmanlı Devleti aleyhinde haberler gelmeye başlamıştır. 1143/1730’da Sadrazam İbrahim Paşa, İran Savaşı için Padişahın bizzat sefere katılmasını arzu etmektedir. Ancak şahsiyeti ve alıştığı hayat itibariyle buna hazır olmayan Padişah, buna gönülsüzdür ve red cevabı vermekte gecikmemiştir. Tam bunu fırsat bilen fitne ateşi, sadrazamın aleyhine bazı şeyler yaymaya başladığı gibi, Padişah aleyhinde de "mahmûd’ülhisâl bir Padişah isteriz" diye dedikodu yaptırmak şeklinde alevlenmeye başlamıştır. Sadrazamın, başta damatları olmak üzere, yakınlarını devlet kademelerine getirmesinden rahatsız olanlar, bu dönemde yapılan eğlenceler ve ziyafetler yüzünden bunların gayri meşru olduğunu ileri sürenler, altı yedi aydır bu fitneyi ateşlemek için uğraşan bahriyeli, bir nefer olan Patrona Halil ve arkadaşlarının, Bâyezid Câmiinin Kaşıkçılar Kapısı tarafında, "Şer’ ile davamız vardır; Ümmeti Muhammed’den olanlar dükkânlarını kapayıp bizimle gelsin" demeleriyle birlikte, tarihe Patrona Halil İsyanı diye geçecek olan kargaşayı başlatmışlardır.

Bu isyanın başını çekenler, Muslubeşe, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Çınar Ahmed ve Ali Usta gibi ayak takımları ile bunların fikir babası olan ve daha önce Damad İbrahim Paşa’dan zarar gören eski İstanbul Kadısı Zülâlî Hasan Efendi, Hâriç Müderrislerinden Deli İbrahim ve Ayasofya Vaizi İspirizâde Ahmed Efendi gibi insanlardır. Şeyhülislâm Abdullah Efendi’nin şerî’at adına araya girme teşebbüsleri de fayda vermeyince, âsilerin isteklerine uyularak sadrazam, Şeyhülislâm ve İbrahim Paşa’nın yakınları olan bütün damatları görevden alındı ve çoğu sürgün edildi. Sadrazam iki damadı ile birlikte boğuldu. At Meydanında toplanan asiler bununla da yetinmediler; kendi adamları olan ve Rumeli Kazaskerliğine getirilmesini istedikleri Zülâlî Hasan Efendi ile İstanbul Kadılığına getirilmesini arzu ettikleri İbrahim Efendi’nin küstah tavırlarıyla Padişah’ın feragat ederek yerine Sultân Mahmûd’un padişah olmasını istediler. İstekleri üzerine, III. Ahmed, 2 Ekim 1730’da Osmanlı tahtını biraderi II. Mustafa’nın oğlu Sultân Mahmûd’a terk etti.



Âsiler bununla da kalmadılar. İbrahim Paşa aleyhine kadına düşkünlüğünü ve başta Sa’dâbâd olmak üzere köşkler aleyhine de fitne ve fesada vesile olduklarını ileri sürerek bu köşklerin yakılmasını istediler. Yakılmasına gönlü razı olmayan ve ancak yıkılmasına izin veren Padişah’ın fermanı ve İstanbul Kadısı İbrahim Efendi’nin fetvasıyla, halk ve devlet, Kağıthane’deki yüzlerce köşkü yıktılar. İsyan süresince yağmalamalar ve her türlü rezalet yaşandı. Neticede 13 gün süren isyan 11 Ekim 1730 tarihinde son buldu. Önce sadrazamlığa göz diken Patrona Halil, devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülerek Revan Seraskerliğine tayin edilmiştir. Ancak Kırım Hanı ve Şeyhülislâmın da yardımıyla, Kasım 1730’da Sofa Köşküne davet edilen zorbacıların başı Patrona Halil ile Muslubeşe hemen katledilmiş ve asi liderlerinden 18’inin cesedi III. Ahmed Çeşmesinin yanına atılmıştır. 1731’deki ikinci bir isyan hareketi ise sonuçsuz kalmıştır.

Hadisenin, Lale devrinde yaşanan İslama aykırı hallerin bir cezası olduğu açıktır. Ancak Patrona Halil ve arkadaşlarının da, İslama hizmet gayesiyle değil, kendi şahsî kin ve menfaatlerini tatmin gayesiyle bu işe kalkıştıkları da gün gibi ortadadır. İbret alınırsa önemli bir olaydır.


Lale devrinde sadece keyif ve eğlence mi yapılmıştır? Fikir ve kültür hayatına yönelik bir şey yapılmamış mıdır?

III. Ahmed’in 1718-1730 tarihleri arasında ve Nevşehirli İbrahim Paşa’nın sadâreti ile geçen devresine Lale Devri dendiğini daha evvel ifade etmiştik. Acaba bu devir sadece eğlencelerle mi geçmiştir? Bu sorunun cevabı verilmelidir.

Eski adı Muşkara olan ve İbrahim Paşa’nın gayretiyle köyden şehire dönüşen Nevşehir’de doğan İbrahim Paşa, 1689 yılında Saray’a intisap etmiş ve 1717 yılında III. Ahmed’in kızı Fatma Sultân ile de evlenince iyice Padişah’m gözüne girmeye başlamıştır. III. Ahmed’in çok güvendiği İbrahim Paşa, Mayıs 1718 tarihinde sadrazamlığa getirilmiştir. Kendisi tamamen sulh taraftarı ve sakin yaşamayı seven bir insandır. III. Ahmed’in de şahsiyeti buna uyum sağlayınca, bu dönem Lale devri olarak tarihe geçmiştir.

Bu dönem sadece eğlence ile geçmemiştir. Zira Matbaanın açılması başta olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin fikir ve kültür hayatına dair çok önemli katkılar bu devirde sağlanmıştır.

Evvela, kendisi de tahsilli olan İbrahim Paşa, ilim ve san’at adamlarını sonuna kadar desteklemiştir. Eğer Osmanlı vekâyi’nüvislerinin İbrahim Paşa dönemini anlatan yüzlerce sayfalık tarih kitaplarını ve mesela Çelebizâde’nin Râşid Tarihi Zeylini incelerseniz, hem Padişah’m ve hem de İbrahim Paşa’nın dinî ilimler ve diğer ilimlerde uzman olan âlimlerle hususi dersler düzenlediğini, tanzim edilen ziyafetlerde Şeyhülislâm ve benzeri şahsiyetlerin daima hazır bulunduğunu görürsünüz.

İkinci olarak, Damad İbrahim Paşa tarihe çok meraklı olduğundan, Osmanlı ve Türk Tarihi ile ilgili en önemli çalışmalar bu dönemde yapılmıştır. Aynî’nin Ikd’ülCümân isimli meşhur tarihi, Hondmir’in Farsça çok geniş bir tarih olan Habîb’üsSiyer adlı eseri, Mevlevi Ahmed Dede’nin Câmi’udDüvel adlı muazzam eseri, hep bu dönemde kurulan ilim heyetleri tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

Üçüncü olarak, Damad İbrahim Paşa’nın bir küçük köy olan Muşkara’yı bir şehir haline getirerek imar etmesi, başta İstanbul’daki Dâr’ülHadis Medresesi olmak üzere çok sayıda vakıf eserler meydana getirmesi, başta çinicilik olmak üzere kaybolmaya yüz tutan bazı Türk sanatlarını ihyaya çalışması ve nihayet Matbaa gibi önemli bir müesseseyi yerleştirmesi, onun sadece eğlence ve ziyafetlerle vakit geçirmediğini açıkça göstermektedir.

Dördüncü olarak, Nedim, Seyyid Vehbi, Tarihçi Râşid, Nahîfî ve Ahmed Neylî gibi edip ve şairler, Damad İbrahim Paşa’nın himayesiyle ölmez eserlerini vermişlerdir.

Osmanlı Devleti, ilim ve teknoloji konusunda, Gerileme Devrinden beri, ilk defa bu dönemde Avrupa’yı takip eder hale gelmiştir. Ayrıca devleti idaresinde Sokullu ve Köprülü’ye ulaşması mümkün olmayan bu devlet adamının, İslâmi açıdan istikameti ve dindarlığı itibariyle onlar gibi olduğu tarihçilerin verdiği bilgiler arasındadır.


Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Çarının karısı Katerina ile gayri meşru hayat yaşayarak Osmanlı ordusunu sattığı ve böylece Prut Zaferi’nin Osmanlı Devleti’nin aleyhine geliştiği söylenmektedir. Bu olayın aslı nedir?

Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynakları elimizdedir ve bunların en ayrıntılı olanı da Râşid’in sadece III. Ahmed devrine 4 cilt ayırdığı meşhur tarihidir. Bu kaynakların hiç birinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayri meşru bir ilişkide bulunduğu veya en azından Rus Çarı ve hanımının bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri yazılı değildir.

Olayın aslı şudur: Çorum’un Osmancık Kasabasından olan Mehmed Paşa, musikiye meyli ve sesinin güzelliği sebebiyle Pâkçe Müezzin lakabı ile anılmıştır. III. Ahmed’in padişah olmasıyla



1. İmrahor’luğa getirilen Mehmed Paşa, kendisini tezkiye eden Kalyakoz Ahmed Paşa’nın aleyhine çalışmış ve Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi’nin tavsiyesi ile 1704 yılında 1. defa sadrazamlığa getirilmiştir. Sevmedikleri hakkında dili uzun olan ve yeterli tahsili olması hasebiyle konuşmasını da iyi beceren Mehmed Paşa, dilinin cezasını çekerek, 1706 yılında azl olunmuştur. 1710 Eylül’ünde tekrar sadrazamlık makamına gelen Baltacı, fazla becerikli bir kumandan olmamasına rağmen, Prut Zaferine imza basan komutan sıfatıyla, henüz İstanbul’a gelmeden itibar kazanmaya başlamıştır.

Bilindiği gibi 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle Petro’nun savaş meydanına gelmeyerek uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmiştir. Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile hanımı asla harp meydanına gelmemişti. Çar, mağlup olacağını anlayınca, Başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye gönderdi ve sulh andlaşması yapılmasını arzuladı. İsveç Kralı’nın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşavirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed Paşa, çok cazip şartlarla sulh akdi yaptı ve muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıktı (Prut Muâhedenâmesi, Temmuz 1711). Burada bilinmesi gereken gerçekler şunlardır:



1) İsveç Kralı XII. Cari ve Kırım Hanı Devlet Giray, Baltacı’nın sulh teklifini reddetmesini ve Rusların sıkıştığı böyle bir dönemde kolay şartlarla andlaşma yapılmamasını müdafaa ediyorlardı. Bunların görüşü haklıdır ve Baltacı’nın acele ettiği de doğrudur. Ruslar, sonradan sözlerinde durmamakla bu görüşü teyid etmişlerdir.



2) Baltacı Mehmed Paşa’nın zaten aleyhinde olan ve Padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Damad Ali Paşa ve Darüssa’ade Ağası Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve planlarına hız verdiler. Paşa, henüz İstanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırladılar. İlk planları, Baltacı’nın İsveç Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini, vermiş olsaydı Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde edildiğini, Rus Çarı tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla Padişah’a anlatmak oldu. Taraftarları da, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı yakalamamak için bir sebep bulunmadığını ilave ettiler. İşte bu noktada Hammer, Rus Çarı’nın karısı Katerina’nın sulh andlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Veziri A’zama mektup ilettiğini ifade etmektedir. Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın asla rüşvet almadığını, belki müşavirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul ettiğini kaydetmektedirler.

Padişah da, böylesine bir zafere imza atan Sadrazamın bu ithamlarla azledilmesinin doğru olmayacağını ifade ederek, ilk etapta gelen ithamları reddetti. Ancak Baltacı aleyhtarları, Edirne’de veziri azamın kapıkulu maaşlarını vermeye başlaması üzerine yeniden harekete geçtiler. Bu sefer Padişah’a, Edirne’de ulufe vermesinin ne manaya geldiğini dostlarına sorması icab ettiğini, yaptığı hataları affettirmek için Kapıkulu ile gizli anlaşmalar içinde olduğunu arz ettiler. Padişahın hakem kabul ettiği Şeyhülislâm da aleyhte beyan verince Baltacı Mehmed Paşa azledilerek (Kasım 1711) Midilli Adasında ikamete memur edildi.



3) Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerina ile çadırda beraber olduğuna dair, muteber Osmanlı kaynaklarında ve hatta çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi, kaynaklarda Çar ve hanımının asla harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiaların tamamen yalan olduğunu ifade eden beyanlar yer almaktadır. Râşid meseleyi şu cümlelerle özetlemektedir:

"Rikâbı hümâyûn tarafında olanlar dahi sadrazam hakkında gizlice nice kale gelmez nesneler yazdıklarından. Padişahın gadabını tahrik ettiler. Veziriazam meydana gelen büyük hizmetleri mukabelesinde çeşitli iltifat ve ikramlar beklerken, olmayan hıyanet suçlamasıyla karşı karşıya kalmış ve kıskançların hileleri ile nâmeşkûr olmuştur".

Netice olarak, Baltacı Mehmed Paşa’nın İsveç Kralı ile Kırım Hanı’nı dinlememesi, müşavirlerinin sözleriyle hareket etmesi, her şeyi ben bilirim havasına girmesi ve neticede bu fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul edilmektedir. Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler. Osmanlı tarihçileri, bunun da Darüssa’ade Ağası ile yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Ancak hiç bir tarihçi ve hatta Rus Vekâyi’nâmeleri bile, Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftiradan ibarettir.
 
1683 Eylülünde meydana gelen Viyana Bozgununun sebepleri neler olabilir? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kabahati var mıdır?

Her musibet bir cinayetin neticesidir ve bir mükâfatın da mukaddimesidir. O halde bu bozgun felaketinin de bir sebebi vardır. Bu sebebi, sadece, Kara Mustafa Paşa’nın bazı taktik ve şahsiyet kusurlarına yüklemek doğru değildir. Hadisenin olduğu günlerde Osmanlı Vak’anüvis’i olan Silahdâr Mehmed Efendi bu noktayı çok güzel özetlemiştir. Bu görüşlerini de esas alarak bir iki noktayı açıklamakta yarar vardır.

1) Bu sefere katılan Osmanlı ordusunun maddi hazırlığı son derece mükemmel idi. Topuyla tüfeğiyle ve de ordunun diğer donanımı ile düşman kuvvetlerine ezici bir üstünlüğü mevcuttur. Ancak asıl can damarını teşkil eden asker grubu, Allah"n bu nimetlerine şükretmesini bilmemiştir. Hatta sefer sırasında askerin ve hem de Recep, Şaban ve Ramazan ayına rastlayan mübarek günlerde, nimetin şükrünü eda edecek yerde şımardıkları ve gayri meşru fiilleri işledikleri bizzat Osmanlı tarihçileri tarafından açıkça ifade edilmiştir. Burada Kara Mustafa Paşa’nın fevkalade istikametli bir hayatı olduğunu hemen belirtelim. Silahdar’ın ifadesiyle;

"bu mertebe ihsan olunan büyük nimetlerin kadrin bilmeyüp bu kuvveti kahireyi kendü hareket ve tedbirimizle elde ettiğimizi zannettik ve Allah’ın lütfü olduğunu unuttuk; neticesinde hilâfı me’mul olarak bu hezimete maruz kaldık".

2) Maalesef, kurmay heyeti, askerin çokluğuna ve intizamına bakarak gurura kapılmış ve hem Kırım Hanı Murad Giray ve hem de Erdel Kralı Mihal’in ikazlarına riayet edilmemiştir. Onlar Yanıkkale’nin fethedilerek Viyana’nın gelecek yıla bırakılmasını ısrarla tavsiye etmişlerdir.

3) Osmanlı ordusu ve özellikle de vasıfsız insanların yeniçeri ocağına alınışları, ilk acı meyvesini Viyana bozgununda vermiştir. Çünkü askerin önemli bir kısmı, iş ciddiye binince, Viyana’ya gelinceye kadar elde ettikleri ganimetin ve servetin derdine düşmüşler ve asıl gazayı unutmuşlardır. Askerin çokluğunun değil, ölürsem şehid kalırsam gazi ruhuna sahip olmanın önemi burada anlaşılmaktadır.

4) Daha önceki gazalarda en büyük vasıfları, İslâm’ın tesbit ettiği usuller çerçevesinde harp etmek, insanların mal ve ırzlarına göz dikmemek olan Osmanlı askerleri, bu seferde geçtikleri yerlerde ciddi tahribatlar yapmışlar ve İslâm’ın bu ulvi düsturlarına tam riayet edememişlerdir. Maalesef cezasını da ağır bir şekilde ödemişlerdir

5) Elbette ki bütün bunların yanında, maddi sebepler de vardır. Bunların başında iki ayı bulan muhasara sırasında askerin yorgun ve bitkin düşmesi, harbin esasını teşkil eden atların kısmen bakımsız kalmaları ve komutanların taktik hataları ve nihayet Kırım Hanı’nın neticenin bu kadar vahim olacağını hesap edemeyerek Mustafa Paşa’ya ihanet etmesi bunlardan bazılarıdır. Ancak biz, asıl sebebin manevi sebepler olduğu kanaatindeyiz. Zira her musibet bir cinayetin neticesidir.


IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultân’ın devleti tek başına idare ettiği söylenmektedir. Bu da doğru mudur?

Kısmen doğrudur; ancak Hatice Turhan Sultân, Kösem ve Hürrem Sultân ile kıyaslanmayacak kadar iyi kalpli ve devletin selâmetini düşünen bir hanım efendidir. 1627 yılında Rus bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu güzel kız, Kör Süleyman Paşa tarafından Kösem Sultân’a hediye edilmiş ve daha sonra da Saray’da terbiye edilerek ve Müslüman olarak, I. İbrahim’e câriye verilmiştir. Sonradan kadın efendiliğe yükselen Hatice Turhan Sultân, IV. Mehmed’in de annesidir.

Oğlu IV. Mehmed 7 yaşında Padişah olunca, Kösem Sultân ile olan Nâibelik mücadeleleri başlamış ve ancak 1651 yılında Kösem Sultân boğdurulunca, tam 34 yıl Valide Sultanlık makamında kalmak üzere, Osmanlı Devleti’nin o zamanlar ikinci protokolü olan makama geçmiştir. Vâlidei Muazzama unvanı ona aittir. Zira 1656 yılında devleti Köprülü’lere devredinceye kadar, tam manasıyla bir Padişah gibidir. Aziller ve tayinler artık onun hattı hümâyûnu ile yapılmaktadır. Mührün üzerinde "Mazharı Lütfi Samed Vâlidei Sultân Mehmed" yazılacak kadar iktidarı artmıştır. Kızlar ağası Uzun Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa gibi çevresinin tesiriyle yanlışlıklar yaptığı da olmuştur. Kösem Sultân zamanındaki suiistimaller, kısmen de olsa onun zamanında da devam etmiştir.

Neticede Mimar Kasım Ağa ve benzeri basiret sahibi insanların tavsiyesi ile, devlet işlerini 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşa’ya devrederek devletin gerilemesini en az 30-40 sene geciktirmiştir. Zaten oğlu IV. Mehmed de, aynı yıl reşîd ilan edilmiştir. Kendisi de bütün vaktini, ibadet, dua ve hayra tahsis etmiştir. III. Murad’ın Hasekisi Safiye Sultân tarafından başlatılan ve ancak inşası tamamlanamayan Yeni Cami, Turhan Sultân’ın himmetiyle 1663 yılında tamamlanmıştır. Çanakkale’deki kaleler de mescidi ile beraber onun eseridir. 1683 yılında huzur içinde vefat etmiş ve Yeni Cami’deki türbesine defn olunmuştur.


II. Osman’dan itibaren Osmanlı idaresinde kadınlar saltanatının başladığı ve bunun başını da Kösem Sultân’ın çektiği söylenmektedir. Bu iddiaların aslı nedir?

Maalesef bu iddiaların bir kısmı doğrudur. Kadınlar Saltanatı, çok zayıf da olsa Kanuni devrinde Hürrem Sultân ile başlamış ve IV. Mehmed’in Köprülü’leri iş başına getirmesine kadar devam etmiştir. Bunun da sebebi, tahta geçen padişahların, eski Osmanlı Padişahları gibi ehliyetli ve dirayetli olmamasıdır.

Bilindiği gibi, Mehpeyker Sultân veya tüysüzlüğü yahut diğer hasekilerin önüne geçmesi sebebiyle Kösem Sultân diye adlandırılan I. Ahmed’in kadın efendisi, IV. Murâd ve I. İbrahim’in de annesidir. Asıl adı Anastasia ve babası da bir Rum papazı olan bu kadın, Osmanlı sarayına câriye olarak girmiş ve Müslüman olduktan sonra Padişah’ın kadın efendiliğine kadar yükselmiştir. Bundan sonraki gelişmeleri şöylece özetlemek mümkündür:

1) IV. Murad’ın birinci saltanat devresi yani IV. Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlarının ve Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devredir (1032/1623-1041/1632). Bu devre, 8 küsur sene devam etti. Oğlu Padişah olunca Topkapı Sarayı’na getirilmiş ve bir daha Eski Saray’a dönmemiştir. Valide Sultân ve hatta Nâibei Saltanat yani saltanatın vekili sıfatlarıyla devleti 8 yıl idare etti denilebilir. IV. Murad’ın gerçekten padişahlık yaptığı ikinci devrede de, Padişah İstanbul’da olmadığı zaman Nâibei Saltanat olarak işleri yürüttüğü gibi, Padişah tahtta olduğu vakitlerde de işlere karışmaya devam etti.

2) Diğer oğlu I. İbrahim sultân olunca, Valide Sultân sıfatıyla devleti idare etmeye devam etti. Fakat Sultân İbrahim’e başta en çok sevdiği Hasekisi Telli Haseki Hümaşah ve musâhibesi Şekerpare olmak üzere, Saray’daki hanımlar daha etkili olmaya başlayınca, annesini dinlemedi, hatta Saray’dan uzaklaştırıldı ve Rodos’a sürülmek istendi. Maalesef bu hadiseler sebebiyle oğlu olan I. İbrahim’e karşı tavır aldı ve bazı tarihçilerin yorumlarına göre, onun tahttan indirilmesinde ve hatta 10 gün sonra idam edilmesinde birinci derecede rol oynadı. Ancak I. İbrahim’in hal’i ile alakalı âlimlerle yaptığı konuşma bu iddiaları reddeder mahiyettedir.

3) Kösem Sultân’ın devlet işlerini Padişah gibi yürüttüğü asıl dönem, torunu IV. Mehmed devridir. 7 yaşında Padişah olan IV. Mehmed, sadece şeklen padişah idi. Asıl işleri yürüten ise Valide Sultân sıfatıyla Kösem Sultândı. IV. Mehmed’in asıl validesi olan Turhan Sultân başta olmak üzere, herkes bu durumdan şikâyetçiydi. Sadrazamları bile tayin edip istifalarını kabul edecek kadar devlet işleriyle iç içeydi. Naima’nın ifadesiyle, "elli yıl devlet ve saltanat sürüp bütün işlerde tasarruf sahibesi idi". Arkasındaki ağalarla birlikte devam ettirdiği idareye karşı halk ayaklandı. Buna karşı, dışarıdaki ağalarla ittifak ederek, IV. Mehmed’i aradan kaldırıp yerine kardeşi II. Süleyman’ı tahta geçirme planlarına başladı. Ancak plan duyuldu ve Kösem Sultân 3 Eylül 1651 gecesi Padişah ve Turhan Valide Sultân’ın adamları tarafından boğularak öldürüldü. Artık Vâlidei Şehîde veya Vâlidei Maktule diye anılacaktı. 11 yıldan fazla Naibe sıfatıyla bir cihan devletini idare etti.

4) Bütün bu anlatılanlardan, Kösem Sultân’ın eski dinine geri döndüğü veya iyi bir Müslüman olmadığı gibi yanlış manalar çıkarılmamalıdır. Bütün bu anlatılanlar, kadınların da saltanata karşı ne kadar alakalı olduklarının delilleridirler ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde kadın dört duvar arasındaydı şeklindeki itirazlara karşı da müşahhas bir cevaptır. Bunun yanında Kösem Sultân, iyi bir Müslüman idi. Her sene hapishaneleri dolaşır ve borçtan tutuklu olanları kurtarırdı. Fakirlere her zaman yardım ederdi. Hayır eserleri arasında medreseleri, mektepleri, Dâr’ülHadisleri ve sebilleri bulunmaktadır. Saltanatı müddetince biriktirdiği servet ise, tamamen hazineye devredilmiştir.


IV. Mehmed’in 7 yaşında halife unvanı ile padişahlığa getirilmesi İslâm Hukukuna göre caiz midir?

Caiz değildir. Zira halifenin şartlarından biri de, baliğ ve mümeyyiz (âkil) olması yani tam ehliyetli olmasıdır. Çocuğun, akıl hastasının veya kölenin halife olması caiz değildir. İslâm hukukçuları bu ve benzeri şartları, halifenin kadı olabilecek sıfatlara sahip olması gerekir şeklinde özetlemişlerdir.

Bu sert hükümlere göre, IV. Mehmed’in buluğa erinceye kadar sultân kabul edilmesi mümkündür; ancak halife kabul edilmesi mümkün değildir. Nitekim bu manayı IV. Mehmed’in cülusundan evvel Valide Sultân ile ilim adamları arasında geçen şu konuşma da teyid etmektedir. Valide Sultân’a, aklı sıkıntıda olan I. İbrahim’in hal’ olunarak yerine 7 yaşındaki oğlu IV. Mehmed’in geçirilmesi teklifi ile gelen âlimlerden eski Anadolu Kazaskeri olan Hanefi Efendi’ye, Valide Sultân sormuştur: "Ama şimdi yedi yaşında ma’sumun saltanatı nice mümkündür?". Buna Hanefi Efendi’nin verdiği cevap enteresandır:

"Mezhebimiz hukukçuları olan Hanefi âlimleri, aklı bozulan baliğ insanların saltanatı caiz değildir. Aklı başında olan küçüğün caizdir buyurdukları kitaplarımızda yazılıdır. Bu şekilde fetvalar verilüp maslahat tamam olmuştur. Ma’sum küçük de olsa tahta çıkar; veziri işleri yürütür. Ama aklı olmayan tahtta oturmaya devam ederse, ona bir şey öğretmek de mümkün olmaz; bu durum kana, cana ve ırza zarar verir; şer’i şerifin hükümleri külliyen iptal edilmiş olur".

Kısaca formalite icabı tahta geçen IV. Mehmed’in yerine önceleri Kösem Sultân, sonra da Turhan Sultân, nâibei saltanat sıfatıyla işleri yürüttüğü gibi, Sofu Mehmed Paşa, Köprülü Mehmed Paşa ve benzeri sadrazamlar da icranın başı olarak devleti idare etmeye başlamışlardır.


Sultân İbrahim devrinin tam zevk ü safa devri olduğu ve bunda da Telli Haseki başta olmak üzere Saray Kadınlarının rolü olduğu söylenmektedir. Bunlar doğru mudur?

Maalesef kısmen de olsa doğrudur. Bilindiği gibi, III. Murad zamanında şehzadeler idam olunmuş ve Osmanlı tahtı, mecburen gerçekten sıkıntılı bir hayatı bulunan I. İbrahim’e kalmıştır. Zira kendisinden başka Osmanlı Hanedanına mensup erkek çocuk mevcut değildir. Halk, asker ve özellikle de saray, I. İbrahim’in erkek çocuğu olmasını şiddetle arzu etmektedirler. Bu sebeple, Valide Sultân başta olmak üzere, çevresi, zaten hayatı sıkıntılı olan Sultân İbrahim’in, meşru dairede de olsa, çok sayıda câriye ile beraber olmasını teşvik etmişlerdir. Şahsiyeti tam teşekkül etmeyen ve diğer Osmanlı Padişahları gibi eğitimi de mükemmel olmayan Sultân İbrahim, böyle bir hayatın neticesi olarak, kadınların dümen suyuna ister istemez girmiştir. Başta Telli Haseki olmak üzere, Hasekileri ve Saray’daki musâhibeleri, ona istediklerini yaptırır hale gelmişler ve bu da devlet içinde karmaşaya, suiistimale, rüşvet alıp vermeye ve hatta bazan da zulme sebep olmuştur.



Eyâletler ve sancaklar, Hasekilere paşmaklık olarak verilmeye başlanınca, altı yediye varan Hasekilerinin mal varlıkları senelik 100.000 kuruşu aşmış ve bunu fırsat bilen hâinler de devletin hazinesini alt üst etmişlerdir. Artık askerin maaşı verilemez hale gelmiş; devlet görevlerine gelmenin yolu olarak ehliyet yerine harem kadınlarının iltiması ortaya çıkmış; ehliyetsizlerin iş başına gelmesi vazifelerin açık arttırmayla satılmasına kadar varmış; görevliler sık sık değiştirildiğinden dolayı tayin edilen ile görevden alınan bazan görev yerlerine ulaşmadan bir başka durumla karşılaşır olmuşlardır. Buna I. İbrahim’in samur aşkı da katılınca, artık bu devre Samur Devri bile denmiştir. Bütün bu israflar, lüksler ve bunu takip eden haksızlık ve suiistimaller, Osmanlı Hazinesini batırma noktasına getirince, vatandaşa yeni yeni vergiler konmaya başlanmıştır. Bu da vatandaşı bezdirmiştir. Devleti ayakta tutan hazine, asker ve vatandaş üçlüsü yara alınca, devlet de sallanmaya ve cephelerde mağlubiyete alışmaya mecbur kalmıştır.

Buna acı bir misâl olmak üzere, Telli Haseki’yi nikahlayan I. İbrahim’in mehir olarak Mısır Hazinesi vermesini, onun isteği üzerine dairesinin kürkler ve samurlarla döşenmesini zikr edebiliriz. Nitekim bu hal, hem ulemanın ve ocak ağalarının isyanına ve hem de kendisinin şehid edilmesine sebep olmuştur. Bunları bilmek, tarihten ibret almak için şarttır.

Bu zevk ü safayı, kesinlikle bugünkü anlamda gayri meşru eğlenceler olarak anlamak doğru değildir. Meşru dairedeki keyfin suiistimali söz konusudur. Bu sebeple bazı batılı yazarların fırsatı ganimet bilerek anlattıkları gayri meşru eğlence tarzları doğru değildir.


I. İbrahim’e Deli İbrahim denmektedir. Gerçekten deli midir?

I. İbrahim’in buhranlı bir hayatı bulunduğu, kendisinin mütevazı, sadedil, hırs, gururdan uzak, elmas gibi yüreği olan ve hassas yapıda bir insan olduğunda tarihçiler müttefiktirler. I. Mustafa ile ilgili söylenen hafif akıllılık gibi tabirler dahi, bu sultân için kullanılmamıştır. Her zaman hatalarını kabul eden bir şahıstır. Ancak başta Telli Haseki Hasekisi ve bazı musâhibeleri olmak üzere, çevresindeki bazı insanlar, onun bu zayıf şahsiyetinden istifade etmişler ve tabir yerindeyse kanına girmişlerdir. Padişah olmadan evvelki stresli hayatın da tesiriyle, onda samur merakının aşırılığı ve bu yüzden samur vergisini koyması, mücevherli kayıklar yaptırması ve doğruluğu şüpheli olmakla birlikte sakalının tellerine inciler dizdirmesi gibi garip davranışları bulunduğu söylenmektedir. Kaynaklar onun kindar, mal düşkünü ve kıskanç olduğunu kabul etmektedirler.

Burada iki durumu vuzuha kavuşturmak gerekmektedir:

Birincisi, mu’teber Osmanlı kaynaklarında onun için Deli lakabı kullanılmamaktadır. Sadece son zamanlarda kaleme alınan bazı kaynaklar, ısrarla bu lakabını ön plana çıkarmaktadırlar. Bu lakabı ilk kullanan ve çevreye yayan katlini arzuladığı Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi ile Anadolu’nun huzuru için idam ettirdiği Şi’î isyancılardan Kesikbaş Emirgûneoğlu’dur. Halbuki onun devletin asker?, malî, adi? ve idarî ıslahatı için yaptıkları ve yapılanlara olan teşvikleri, isnad edilen bu sıfatın doğru olmadığına yeterli bir delildir.

İkincisi, Bütün bunlara rağmen, I. İbrahim’in tahta çıktığı zaman hasta olduğu kesindir. Kaynaklar, onun zaman zaman hafakanlar içinde kaldığını ve yüreğinin sıkıldığını ifade etmektedirler. Sadrazama yazdığı hattı hümâyûnları da bunu göstermektedir. Devrinin şartları göz önüne alındığında, Sultân İbrahim’in muhakemesinde ve idrâk melekelerinde bir bozukluk olmadığını, uzmanlar belirtmektedirler. Acılı geçmişi, iyi bir eğitim görmemiş olması, şahsiyetinin oturmayışı ve bunlarla birlikte sorumluluk duygusunun fazlalığı, onu bu hale sokan sebeplerdir. Uzmanların tesbitine göre, onun rahatsızlığı, anksite bozukluğu denilen nevroz türünde bir hastalıktır. Psikotik ve deli değildir. Zaten hekimler de elemi asabî teşhisini koymuşlardır ki, bu da yaygın anksieteden başkası değildir. Bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır. O zaman Deli İbrahim isnadı yanlıştır.
 
Füzenin kâşifi kabul edilen Lagarı veya Lagrî Hasan Çelebi’nin de idam edildiği veya Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından engellendiği söylenmektedir. Bu da doğru mudur?

Lagari Hasan Çelebi, füzeciliğin atası sayılmaktadır. Füze ile uçan ilk Türk’tür. 1633 yılında IV. Murad’ın kızı Kaya Sultân’ın doğduğu gece yapılan şenlikler sırasında füzeyle uçma hünerini gösterdi. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde anlattığına göre, Hasan Çelebi 50 okkalık barut macunuyla dolu 7 kollu, kendi îcadı olan bir fişeğe binerek yardımcılarının ateşlemesiyle uçmayı başarmıştır. Füzenin barutu bitince de daha önce hazırlamış olduğu kanatları açmış, Sinan Paşa Sarayı önünde denize inmiştir. Bu gösteri üzerine IV. Murad tarafından mükâfatlandırılmış, sipahi sınıfına yazdırılmıştır. Daha sonra Lagarî Hasan Çelebi Kırım’a gitmiş, orada Selâmet Giray Hanın yanında ölmüştür.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Roketle uçma olayını şu şekilde anlatmaktadır:



"Murad Hân’ın Kaya Sultân isimli kızı dünyaya geldiği gece akika kurbanı şenliği oldu. Bu Lagarî Hasan elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek îcad eyledi. Sarayburnu’nda Hünkâr huzurunda fişenge bindi ve şakirtleri (yardımcıları) fitili ateşlediler. Lagarî, "Padişahım seni Huda’ya ısmarladım. İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum" diyerek semaya fırladı. Yanında olan diğer fişekleri ateşleyip rûyu deryayı çırağan eyledi. Fişengi kebirinin barutu kalmayınca zemine doğru inerken kartal kanatlarını açarak Sinan Paşa Köşkü önünde deryaya indi ve padişahın huzuruna geldi. Zemini bûs ederek, "Padişahım, İsâ Nebî sana selam söyledi" diyerek şakaya başladı. Bir kese akçe İhsan olunup 70 akçe ile sipahi yazıldı.".

Bu konudaki en önemli kaynağımız olan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde ne Hezarfen’in ve ne de Lagarî Hasan Çelebi’nin, bu ilmî buluşlarından dolayı idam edildiklerine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Hatta tam tersine, bunların taltif edildiklerine dair izahlar vardır. O halde, şayet bunlardan biri idam edilmişse, başka bir sebepten dolayı olabilir. Ancak o sebebi de kesin belirlemek zordur. Ayrıca bir takım müfterilerin iddia ettiği gibi, ilim âşıkı Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin böyle bir hadise ile alakalı ilmin ve teknolojinin aleyhinde bir fetvası da mevcut değildir. Bu tür iddialar, ecdada ve tarihimize yapılan iftiralardan ibarettir.

Netice olarak şunu ifade edelim ki, "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" kaidesince, doğru tarihimizi bilmeyenler, tarihimize ve medeniyetimize düşman kesilmektedirler.

Önemle ifade edelim ki, VVeekly Word News Dergisinin neşrettiğine göre, Norveçli âlim Roffavik, ilk uzay roketinin Türkler tarafından icad olunduğunu batıya kabul ettiren bir araştırma yapmıştır.


IV. Murad’ın kendi döneminde uçma denemeleri yapan Hezarfen Ahmed Çelebi’yi idam ettirdiği söylenmektedir. Acaba doğru mudur?

İdam iddiası doğru değildir; ancak sürgün edildiği doğrudur. Şöyle ki, IV. Murad’ın hükümdarlık yaptığı yıllarda Hezarfen Ahmed Çelebi adında bir Türk bilgini uçma teşebbüslerine girişti. İlk önce Ok Meydanından kısa mesafeli dokuz deneme yaptı. Hepsinde de başarılı oldu. Milâdî takvim 1636 yılını gösteriyordu. Hezarfen Ahmed Çelebi büyük uçuşunu yapmaya hazırlanmaya başladı. Galata Kulesi’nin üstüne çıktı. Kendini rüzgara bırakıp Üsküdar’a uçacaktı.

O gün İstanbul halkı deniz kıyısını doldurmuştu. Kısa bir zamanda mahşerî bir kalabalık toplandı. IV. Murad, sadrazam ve vezirleriyle birlikte Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkünden olup bitenleri seyrediyordu. Herkesi alabildiğine bir heyecan kaplamış, bütün gözler Galata Kulesinin tepesine dikilmiş, kendini boşluğa atacak kahramanı bekliyorlardı.

Nihayet beklenen an geldi. Hezarfen Ahmed Çelebi, "Bismillah" deyip kendini boşluğa bıraktı. Vücuduna taktığı kanatlarıyla Boğaza doğru süzüldü. Herkes hayretteydi. Hezarfen Ahmed Çelebi Lodos rüzgarının da yardımıyla bir kuş gibi uçup İstanbul Boğazını geçmiş, Üsküdar’daki Doğancılar’a inmişti. Onun bu başarısından hoşlanan Sultân IV. Murad, kendisine bir kese altın verdi. Maalesef bu ihsanına rağmen "Böyle kimselerin bekası caiz değil" diye Cezâir’e sürgün ettiği ve orada vefat ettiği Evliya Çelebi’nin kayıtları arasındadır. İdam edildiği ve deryaya atıldığı iddiası asla doğru değildir.

Hezarfen Ahmed Çelebi uçma tasarısını ilk gerçekleştiren bir bilgin olarak havacılık tarihinde yerini alırken, planörcülüğün de öncülüğünü yapmış oluyordu. Çünkü, o uçuşunda bir planörcü gibi rüzgarın esişini dikkate almış, ona göre uçmasını gerçekleştirmişti. Onun bu başarısını gören halk ona "bin fenli" mânâsında "Hezarfen" lâkabını taktı. Hezarfen Ahmed Çelebi bu uçma denemelerinde Türkistan’ın Fârâb şehrinde olan İsmail Cevheri’yi örnek almıştı.


Murad’ın sefîh ve içkici olduğuna dair iddialar hakkında ne dersiniz?

Konuyu iki açıdan incelemek yerinde olacaktır:

Birincisi, IV. Murad’ın sefîh olduğu iddiasıdır. Bilindiği gibi, sefâhet, şer’an yasak olan şeylere, zevk ve eğlenceye dalma manasına gelmektedir. Bugün ifade ettiği manayla, özellikle gayri meşru kadınlarla düşüp kalkmaya ve içkili alemlere katılmaya denir. Bu zikredilen manada IV. Murad’ın sefâhet içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiç bir temel tarih kitabında, böyle bir şey kayd edilmemiştir. Maalesef Cumhuriyet döneminde yazılan tarih kitaplarının, "şakaya, nükteye, eğlenceye ve maalesef sefâhete düşkündü" demeleri, "MelâMb ve melâhîye" yani oyun ve eğlencelere düşkün olduğunu ifade eden Osmanlı tarihçilerinin bu beyânları, hep gayri meşru oyun, eğlence ve sefâhet olarak anlatılmıştır ki, tamamen yanlıştır.

IV. Murad’ın ve bütün Osmanlı Padişahlarının gayrı meşru kadınlarla beraber olmalarına ihtiyaç yoktur. Zira teserrî dediğimiz cariyelerle, meşru dairede hayat yaşamaları her zaman mümkündür. Nitekim IV. Murad’ın Ayşe Sultân isimli bir hanımı ve karıkoca hayatı yaşadığı yedi sekiz de cariyesi olduğu nakledilmektedir. 11 oğlu ve 4 kızı olduğu nakledilmektedir. Bunlardan Kaya Sultân, Safiye Sultân ve Rukıyye Sultân dışındakiler, küçük yaşta vefat etmişlerdir. Meşru dairede istediği ve başkasıyla evli olmayan her câriye ile beraber olması mümkün olan bir insanın, gayri meşru yollarla bir kadınla beraber olması mümkün değildir.

İkincisi, IV. Murad’ın içkici ve sarhoş olduğuna dair iddialardır. Sefih olması hususundaki yanlış izahlar, onun içkici birisi olduğu konusundaki izahlar gibidir. Osmanlı Padişahlarından I. Bâyezid ve IV. Murad, Osmanlı tarihçileri tarafından içki kullandıklarına dair nakiller bulunan iki Padişahtırlar. Ancak bunların açıktan içki kullandıklarına dair olan rivayetler de kesin doğru değildir. Bu konuda en doğru ifade Naima’nın şu tesbitleridir:

"Çocukluğunda örnek bir hâkân hayatı yaşayan IV. Murad, gençliğinin ilk yıllarından itibaren hevâ ve heveslerini tahrik eden kötü arkadaşlarının teşvikiyle (Silahdar ve Emir Güne oğlu gibi), rütbesine lâyık olmayan bazı işlere teşebbüs eyledi. Sohbetlerinde, hep ehli kemal bulunsaydı, selefleri olan Padişahları unuttururdu ve bu zamana kadar onun gibi bir Padişah görülmezdi".

Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve bir sarhoş olduğu söylenemez. vBile’ diyoruz: çünkü IV. Murad’ın içki içtiğini kesin bir şekilde bilmiyoruz. Zira;

"(Bir seferden) İstanbul’a dâhil olduklarında, hamre yasağ olub cümle meyhaneleri yıkdırub bu bâbda mübalağa olundu. Ve bizzat kendüleri gece ve gündüzlerde gezüb buldukları sarhoşu kati ederlerdi. Hatta birini bizzat ok ile vurub deryaya düşdükde helak oldu deyü geçdiler. Ba’dehû ol biçare çıkub halâs buldı".

Böylesine içki düşmanı olan bir Padişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur. Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimal dahilinde görüyoruz. Gizlice içse dahi, bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz.

Bir kısım yazarların IV. Murad ile alakalı bazı kelimeleri ve tesbitleri yanlış yorumladıkları da bir gerçektir. Bunlara bir örnek verip konuyu kapatalım:

"Murad IV, 1 Şevvalde bayram tebriklerini kabulden ve Sinan Paşa köşkünde İç ağalarının türlü hünerlerini seyredip, biraz at koşturduktan sonra Atmeydanı’nda Silâhtar Mustafa Paşa’ya tahsis edilen saraya giderek, istirahat etti ve akşam yemekte yakınlarının (Silâhtar ve Emirgûneoğlu) teklifi ile, tövbeyi bozarak fazlaca içki içti; bu sefahat gecesinin ertesi günü hastalandı; bütün tedavilere ve kan alınmasına rağmen, gündengüne fenalaştı".

Değerli tarihçi hocamız Cavit Baysun’un bu bilgileri Naima’dan aktardığı çok açık. Onun için aktarma yaptığı yeri, biz de sadeleştirerek nakledeceğiz ve meselenin nasıl saptırıldığını daha rahat anlayacağız:

"Ramazan Bayramında erkân ve a’yân el öpüp gittiler. Kendileri mu’tâd üzere deryada Sinan Paşa Köşküne inip (okçuluk ve atıcılıkta) hünerli olan şahısların çeşitli (harp) oyunlarını ve eğlencelerini seyrettiler. Ol sâhibkırân gül gibi açılıp handan oldular ve bir mikdar at koşturdular. Daha sonra At Meydanı’na nazır Silahdar Paşa Sarayına varub meydana ve etrâfı âleme nazır Köşk’de oturup hava aldılar. Büyük ziyafet tertip olundu. Bu sırada Silahdar Paşa ve bazı özel sohbet arkadaşları, şevkini ve neşesini arttırmak ve gönlünü açmak kasdıyla, gül renkli kâseye bakmalarını rica ve niyaz ettiler. Nefsin kuvvelerini ferahlandırmak ve arzulan harekete getirmek iddiasıyla hafifmeşrep arkadaş sohbetlerine onu teşvik ettiler. O gün orada Padişahlara yakışır şekilde zevk ve sohbet edüp Saray’a geldiler. Ertesi günü durumları değişti ve şiddetli hastalıktan vücutları etkilenip zayıfladı.".

Şimdi ikisini mukayese edelim ve kendi kendimize soralım: Acaba tövbeyi bozup fazlaca içki içtiğini hangi ifadeden çıkarabilirsiniz? Sefâhet gecesi manasını hangi kelimelerden anlayabilirsiniz? Hele hele Ramazan Bayramında bir Osmanlı Padişahının içki alemi yapıp eğlendiğini, bu satırlardan sonra nasıl iddia edebilirsiniz? O halde gizliden gizliye içki içtiğini ve ancak bu halinden pişmanlık duyarak tevbeyi arzuladığını ifade etmek ile, içki meclisleri düzenleyip sefâhet alemlerinde yaşadığını söylemek arasında fark olsa gerektir.


Osmanlı Padişahları neden hacca gitmemişlerdir? Genç Osman’ın öldürülmesinde hacca gitmek istemesinin rolü var mıdır?

Bu soru çokça sorulmaktadır. Ancak bu sorunun cevaplandırılacağı en güzel yer, II. Osman meselesidir. Zira II. Osman’ın katli olayında bu sorunun cevabı da verilmiştir. Evvela haccın farz olmasının şartlarını özetleyelim: Müslüman olmak; akıllı olmak; ergen olmak; hac yolu için hem gıda ve hem de yol masraflarını karşılayabilecek kadar zengin olmak; haccın farz olduğunu bilmek; yol emniyeti bulunmak.

Bu kısa izahlardan sonra, Osmanlı Padişahlarının neden hacca gitmediklerinin cevabını arayalım:

1) İslâm Hukukuna göre, cihâd, Müslümanlar için farzı kifâyedir. Bu sebeple fert olarak bir Müslüman, açık bir düşman tehlikesi bulunmadığı müddetçe, farzı ayn olan haccı farzı kifâye olan cihâda tercih edebilecektir. Cihâd, fert olarak Müslümanların hac ibadetine engel olmayacaktır. Bunun tek istisnası, düşmanın bertaraf edilebilmesi için hacca gidecek Müslümanlara da ihtiyaç olmasıdır. İşte bu noktada halife ve sultânların hükmü, Müslüman fertlerden farklıdır ve onlar için cihâd yani düşmanların hücumunu bertaraf ederek Müslümanların emniyetini sağlamak ve bunun için gerekirse savaşmak, farzı ayndır. Hz. Peygamber’e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, sırasıyla, Allah’a ve Peygamberine iman, Allah yolunda cihad ve haccı mebrûr cevabını vermiştir. Sebebi bellidir; Müslümanların canını, malını ve namusunu korumak hukukullah da denilen kamu haklarındandır; yani cemiyete ait bir ibadettir. Bazan kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir. İşte burada da durum budur.

Osmanlı Padişahlarının II. Selim’e kadar gelenlerinin tamamı, ömürlerinin yarısını Allah yolunda cihâd için seferlerde geçirmişlerdir. Üzerlerine farzı ayn olan ve hukukullah mahiyetinde bulunan cihâdı ve nizâmı âlemin devamını, şahsî farz olan hacca tercih etmeleri için, Şeyhülislâmlar fetva vermişlerdir. II. Bâyezid Amasya’da vali iken hacca gitmeye niyetlenirken, sadrazam ve diğer devlet erkânının imzası ile gönderilen mektupta, hemen gelip tahta geçmesi gerektiğini, hacca gitmeyi halka ve devleti idare etme işi olmayanlara bırakması icab ettiğini tavsiye etmişler; aksi takdirde düşmanın cesaretlenerek Müslümanlara saldırmasına sebep olacağını ikaz eylemişlerdir.

Aynı şekilde ısrarla hacca gitmek isteyen ve bu niyetinin bedelini canıyla ödeyen II. Osman’a, Kayınpederi ve Şeyhülislâm olan Es’ad Efendi aynen şu fetvayı vermiş ve fıkıhtaki bu hükmü özetlemiştir: "Padişahlara hac lâzım değildir; oturup adi eylemek evlâdır. Caiz ki, bir fitne zuhur eyleye". Verilen bu fetvayı tasdik eden asrının kutbu Aziz Mahmûd HUdâyî Hazretleri de, II. Osman’ı fetvaya uyması için ciddi ikaz eylemiştir. Hatta bu meseleden dolayı Padişah’ın askeri tahrik ettiniz tarzında tahkirine hedef olan ve sonradan Şeyhülislâmlık makamına gelen Yahya Efendi’nin ifadeleri de tamamen fıkhın ölçülerine uygundur:

"Padişahım! Hâşâ ki, ulema duacılarınız eşkıyayı tahrik ede. Ancak içten gelerek bu niyetinizi istemezdik. Sebebi budur ki, ecdadınız etmemişler, bu tarike gitmemişler, günahımız varsa ol kadarcadır.".

Nitekim halk ve asker arasında yayılan dedikoduyu özetleyen şu cümleler de meseleyi açıklamaktadır:

"Nizâmı âlem içün padişahlar haccı terk edegelmiştir. Düşmanın ortaya çıkması ve düşmanların memleketi karıştırma ihtimali var iken, Memâliki Mahrûse’yi koyup gitmek hatadır.".

2) Bazı İslâm hukukçuları, bedeni sıhhatli olma şartını açarak, sıhhatli olsa bile tutuklu olma veya kendisini hacdan alıkoyan zâlim idareciden korkmanın da haccın edasını engelleyeceğini ifade ederken, sultân ve o manadaki devlet yetkililerinin de mahbus yani tutuklu gibi kabul edileceğini; sadece beytülmal dışında kendine ait malından haccın farz olacağını ve bu özür devam ettiği müddetçe ölünceye kadar hacca gidemeyebileceğini hükme bağlamışlardır. Günümüzdeki gibi ulaşım imkânlarının gelişmediği ve bir hac görevinin en az üç ay süreceği bir asırda, Osmanlı Padişahlarının hacca gitmeleri gerektiğini düşünmek, İslâm Hukukunu bilmemek olur. Kaldı ki, ömürlerinin yarısını cephede geçiren Padişahların, neden Mısır’a kadar cihâda gidip de hacca varmadıkları da ileri sürülemez; zira ordunun başında mücahid bir komutan olarak sefere giden padişahla, kendi şahsî ibadeti için üç ay memleketini yalnız bırakan padişah bir tutulamaz. Bunun en müşahhas misâli II. Osman’a karşı askerin ve hatta halkın duyduğu tepkidir. İslâm âlimleri, haccın şartlarından olan yol emniyetini ihlal eden Karamita grubunun isyanı sebebiyle, 326/937 tarihinden itibaren 20 yıl kadar haccın farz olmadığını, çünkü yollarda anarşi yaşanabileceğini ifade etmişlerdir.

Özetle Osmanlı Padişahlarına dinen bizzat hacca gitmeleri farz olmamıştır. Ancak kendi yerlerine bedel olarak başkalarını mutlaka göndermişlerdir. Ayrıca Sultân Abdülaziz’in gizlice tebdili kıyafet ederek hacca gittiği söylenmektedir. Ancak elimizde bunu doğrulayacak bir vesika bulunmamaktadır.


Hâile-i Osmaniye adı verilen Genç Osman olayını kısaca özetler misiniz?

Hâile-i Osmaniye, yeniçerilerin kazan kaldırarak II. Osman’ın canına kıydıkları acı musibet demektir. Bilindiği gibi, II. Osman, I. Ahmed’in oğlu olup Hatice Mahfirûze Sultân’dan Kasım 1604 yılında dünyaya gelmişti. 14 yaşında yani Şubat 1618’de tahta geçen ve Genç Osman diye de bilinen II. Osman, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilecek kadar âlim ve Fâris yahut Fârisî mahlaslarıyla şiir yazacak kadar da edibdi. Üzerinde müessir olan üç şahsiyetten birisi Hocası Ömer Efendi ve diğeri de Kızlar Ağası Mustafa Ağa ile Süleyman Ağa idi.

Sadrazam Halil Paşa’yı yerinde bırakan Padişah, Kaimmakam Sofi Mehmed Paşa’nın yerine Kara Mehmed Paşa’yı getirdi. İlk işi 1612 Nasuh Paşa anlaşması ile sona ermiş gibi görünen ve ancak devam eden İran’la olan ihtilafı sona erdirmek oldu ve Eylül 1618’de anlaşma imzalandı.

Sıra 1617 yılından beri devam eden Lehistan problemine gelmişti. Veziri azam İstanköylü Ali Paşa harp açılmasına taraftardı, diğer erkânı devlet ise istemiyorlardı. Seferden önce Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâlüddin Efendi’den fetva alarak kardeşi Şehzade Mehmed’i kati ettirdi ve ahım aldı. Eylül 1620 tarihinde başlayan Lehistan seferi, Ekim 1621 tarihinde barış antlaşması ile sona erdi. Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa şehid olmuş ve ordu moralsiz kaldığından istenen zafer elde edilememişti. II. Osman askerlere ve asker de kara hadımların sözlerine inandığı için II. Osman’a kırılmışlardı.

II. Osman bazı ıslâhatları yapmak niyetindeydi ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi. Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı.

Kızlar ağası Süleyman Ağa ile Hocası Ömer Efendi padişahı hacca gitmesi için ikna etmeye başladılar. Hacca gitmesine, askerler, Kayınpederi ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi ile Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şiddetle karşı çıkıyordu. Devreye kapıkulu askerleri girdi ve Padişah’ı hacca göndermek isteyen Ömer Efendi, Süleyman Ağa ve Veziriazam Dilâver Paşa’nın başını isteyerek başta Rumeli Kazaskeri Yahya Efendi olmak üzere ulemayı araya soktular. Fayda vermedi ve sonunda askerler isyan ederek Bâbı Hümâyun’dan içeri girdiler. Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştikten sonra, II. Osman Orta Camiye getirildi. Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın talimatıyla kemend ile boğulmak istendi. Muvaffak olunamayınca, Yedikule’ye götürüldü ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada şehid edildi. (Mayıs 1622). Ne yazık ki, bu fitnenin başında Sultân Mustafa’nın Valide Sultân’ı bulunmaktaydı.

II. Osman’ın öldürülmesi, Osmanlı tarihinin en acı olaylarından biridir ve maalesef Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa olayı gibi tarihin akışını değiştirmiştir. II. Osman, bir zamanlar Osmanlı Devieti’nin yükselmesine sebep olan yeniçeri teşkilâtının artık çürüdüğünün farkına varmıştı ve bu gerileme sebebini ortadan kaldıramadan vefat etti.
 
Sultân I. Mustafa’nın zamanını kısaca özetler misiniz? Tamamen akıl hastası olduğu doğru mudur?

Sultân Mustafa, iki defa Osmanlı tahtına oturmuştur:

Birincisi: Kasım 1617Şubat 1618 tarihleri arasındaki 3 aylık saltanattır. I. Ahmed vefat ettiği zaman, koyduğu ekberiyyet ve erşediyyet kaidesine göre, kendi şehzadeleri henüz küçük idiler. Bunun üzerine II. Osman’ın şahsiyetinden çekinen ve Kösem Sultân diye de bilinen Mâhpeyker Haseki’nin de etkisiyle, kardeşi Sultân Mustafa tahta oturtuldu. Kendisi saltanattan uzak kalmak istiyordu ve Osmanlı kaynaklarının ifadesine göre, aklında hafiflik, re’yinde ve işlerinde isabetsizlik bulunması hasebiyle, devlet ve ilim adamları iç huzuruyla bi’atı yapamadılar. I. Ahmed devrinde devleti tek başına yürüten Dârüssa’âde Ağası Mustafa Ağa, Şeyhülislâm Es’ad Efendi, Kâimmakam Sofi Mehmed Paşa ve diğer yetkilileri ikna ederek hal’i için fetva aldılar ve I. Ahmed’in oğlu II. Osman’ı tahta çıkardılar.

İkincisi; Mayıs 1622Eylül 1623 yani 1.5 yıllık saltanattır. II. Osman’ın büyük bir zulümle Mayıs 1622’de yani 4 yıl sonra tahttan indirilmesinden sonra, Veziriazam Davud Paşa kullanılarak Sultân Mustafa yeniden tahta çıkarılmıştır. Ancak II. Osman’ın ölümüne sebep olan yeniçerilerden ve Davud Paşa’dan halk rahatsızdır. Bu arada Saray’da bulunan şehzadelerin de öldürüleceği haberi alınınca, halk ayaklanmaya başlamış ve Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin tavsiyesiyle Kara Davud Paşa azledilerek yerine Mere Hüseyin Paşa getirilmiştir. Karışıklık devam edince sırasıyla Lefkeli Mustafa Paşa ve Gürcü Mehmed Paşa sadrazamlığa tayin olundu. İç karışıklıktan istifade etmek isteyen iç ve dış mihraklar Osmanlı Devleti’ni sarsıyordu. Trablusşam Beylerbeyi Yusuf Paşa ve Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa, yeniçerilere kin kusarak isyan etmişler ve çok sayıda yeniçeriyi de katletmişlerdi. İstanbul’a gelmek üzere hazırlık yapıyordu. Sipahiler, II. Osman’ın katillerinin bulunması için baş kaldırdılar ve bunun üzerine Kasım 1622’de toplanan divan Davud Paşa’nın idamına karar verdi. Ağustos 1623 yılında Sadrazamlığa getirilen Kemankeş Ali Paşa, basiretiyle devlet adamlarını topladı ve Sultân Mustafa’nın saltanat koltuğunda kalmaması gerektiğine karar verildi. Tahttan sevinçle Eylül 1623 tarihinde ayrılan Sultân Mustafa, Ocak 1639 tarihinde vefat etti.

Sultân Mustafa’nın dünyevî saltanatı istemeyen bir hali olduğu kesindi. Aklının hafif, tedbirinin zayıf ve saltanat koltuğunda dahi çocukça hareketlerde bulunan biri olduğu da doğruydu. Osmanlı kaynakları açıkça akıl hastası demek olan mecnun tabirini kullanmamaktadırlar. Konuyu Solakzâde’nin ifadeleriyle noktalamakta yarar görüyoruz: "26 yaşında idiler. Yalnız bir mikdar aklı hafif olup buna hapiste uzun süre kalması sebep olmuştur; giderek aklı başına gelir deyü doktorların tedaviye devam etmeleri kaydıyla Şeyhülislâm Es’ad Efendi kavliyle amel olunmuştur".

III. Mehmed’in oğlu olan Sultân Mustafa’nın tesbit edilen kadını ve çocukları mevcut değildir. İkballeri vardır. Kadın efendileri bilinmemektedir.


Kuyucu Murâd Paşa kimdir? Neden Osmanlı tarihinde zulmün kötü misâli olarak gösterilmektedir?

Peçevî, bu büyük devlet adamını, "Bu ol veziri azamdır ki, Memâliki Âli Osman’ı eşkıyadan temizlemişdir ve 500 yıl önce Şeyhi Ekber Hazretleri (Muhyiddini Arabî) Kuyucu Koca diye ona işaret ile kitabına yazmıştır" şeklinde kısaca anlatmakta ve daha fazla izahın gerekli olmadığını ilave etmektedir.

Aslen Hırvat olan bu devlet adamı, sırasıyla kethüda, sancak beği ve ardından Diyarbekir, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyiliği ve nihayet 1015/1606 yılında veziri azam olmuştur. Anadolu’daki eşkıyayı katletmiş ve katlettiği eşkıyayı kuyuya attırdığı için de Kuyucu lakabını almıştır. 90 yaşına kadar istikametli bir hayat yaşamış ve Padişah’ın Baba iltifatına mazhar olmuşlardır.

O halde neden bu devlet adamının aleyhinde fazlaca konuşulmaktadır?

Bilindiği gibi, III. Murad devrinde Anadolu’da başlayan Celâlî isyanları, III. Mehmed devrinde artarak devam etmiş ve özellikle mezhep mücadelesini esas alan Kalenderoğlu’nun isyanı ile, Anadolu yakılıp kavrulmaya başlamıştır. İşte Anadolu’nun isyanlarla kıvrandığı ve bu sebeple de Osmanlı Devleti’nin tarihinde bir ilke imza atarak 1606 yılında Zitvatorok Andlaşmasını imzalamaya mecbur kalması üzerine, Kuyucu Murad Paşa, Osmanlı padişahının fermanıyla aşağıdaki başarılara imza atmıştır.

1) Murad Paşa’nın ilk üzerine yürüdüğü Celâlî, Konya’daki Saraçoğlu Ahmed’dir ve çevresine 30.000 kişi toplayacağını söyleyen bu eşkıya hemen idam edilmiştir. Bunu Silifke ve Adana’yı işgal eden Cemşid ve Mush Çavuş eşkıyalarını temizlemek takip etmiştir.

2) İkinci önemli işi, bir türlü durdurulamayan Canbolad Oğlu ve de Lübnan ile Suriye taraflarında baş kaldıran Dürzi eşkıyalardır. Canbolad Oğlu ile 1607 yılında İskenderun yakınlarında yaptığı muharebeyi kazanan Murad Paşa, Canbolad Oğlu’nun İstanbul’a teslim olmaya ve Dürzi liderlerini de kaçmaya mecbur etmiştir.

3) Asıl problem olan Kalenderoğlu Pîrî veya Mehmed’e gelince, aslında eski bir çavuş, kethüda ve hatta mütesellim olarak görev yapan bu şahıs, 1604’de isyan etmiş ve Anadolu Beylerbeyini mağlup ederek Manisa ve çevresini hâkimiyeti altına almıştı. Üzerine yürüyen Murad Paşa’dan çekinen Kalenderoğlu önce Ankara sancak beyliğini kabul etmiş, ancak halk kabul etmeyince yeniden isyan ederek ve de Canboladoğlu kuvvetlerinden kaçanları da çevresine toplayarak 30.000 kişilik bir kuvvetle Bursa ve çevresini yakıp yıkmıştır (1607). Bu olay İstanbul’da duyulunca büyük heyecan uyandırmıştır. İstanbul’a gelmesinden korkulan Kalenderoğlu’nun üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetleri bozguna uğramış ve komutanları öldürülmüştür. Bu bozgun Ege’deki bir çok şehrin de yakılıp yıkılmasına sebep olmuştur. Kovalamacalar sonunda Murad Paşa, 1608 yılında Göksün taraflarında Kalenderoğlu ile karşı karşıya gelmiş ve kuvvetlerini dağıtınca Kalenderoğlu destek aldığı İran’a sığınmıştır. Nitekim ona destek veren Tavil’in kardeşi Meymun ve benzeri eşkıyalar da neticede İran Şah’ına iltica etmişlerdir.

4) Murad Paşa’nın görevi bununla da bitmemektedir. Bayburt’ta Murad Haniler ve Beyşehir’de ise Emîr Şâhî denilen eşkıyayı tamamen ortadan kaldırmıştır. Kısaca bir asra yakın Osmanlı Devleti’ni alt üst eden Celâlî isyanlarını Murad Paşa sona erdirmiştir. Tarihlerin kaydettiğine göre, Kuyucu Murad Paşa’nın üç sene süren bu eşkıya temizleme hareketi sırasında, 50.000 küsur eşkıya öldürülmüştür. Elbette ki bunlar arasında masum olanlar da vardır ve bulunabilir. Ancak aleyhteki ithamlar tamamen, mezhep taassubundan kaynaklanan ve tek taraflı olan abartmalardır".


Celâlî isyanları hakkında özetle bilgi verebilir misiniz? Sizce bunların sebepleri nelerdir?

Celâlî, Celâl’e mensup demektir. Yavuz Sultân Selim zamanında Bozok’da 1519 yılında isyan eden Kızılbaş Şeyh Celâlin isyanı üzerine, daha sonra meydana gelen isyanlara hep Celâlî isyanları ve âsilere de Celâlîler denmiştir. O halde, celâliği, geniş anlamda, devlete isyan yani bağy veya hurûc alessultân diye de isimlendirebiliriz.

Celâlî isyanlarını iki ayrı safhada incelemek mümkündür:

Birinci safhada, Safevi Devleti’nin himayesinde, bir mezhep mücadelesi tarzında başlayan ve daha ziyade İran’ın tahrikleri sonucu Osmanlı Devleti’ne fırsat buldukça isyan eden Şi’î Türkmenlerin hareketleridir. Bunlara Alevî veya Kızılbaş isyanları da denmektedir. Bu manada en önemli isyan II. Bâyezid devrinde Antalya taraflarında başlayan Şahkulu isyanı idi. Çaldıran Zaferi bu tip isyanları ortadan kaldırmaya yetmedi ve 1519’da Yavuz tarafından bastırılan Şeyh Celâl isyanı ile, artık memnun olmayan kitlelerin hareketine adını veren olay meydana gelmiş oldu. Kanuni’nin zamanında da Şehzade Mustafa’nın idamıyla fırsat bulan Celâlîler, Düzmece Mustafa diye birinin etrafında toplanarak devlete isyan ettiler. Şehzade Bâyezid’in durumu ise, İran Şahının da tahrikiyle tam bir isyana dönüştü. Alevîlik davasıyla isyan eden Celâliler arasında Sülün, Baba Zünnun, Domuzoğlan, Karaisalı Cemâatinden Veli Halife ve nihayet Hacı Bektaşı Veli’nin neslinden olduğunu iddia eden Âsi Kalender bulunmaktadır.

İkinci safha ise, Osmanlı Devleti’nin hukukî, sosyal ve iktisadî hayatının bozulması ve bunun neticesinde devlet teşkilâtında kayırmaların, baskıların, zulümlerin ve rüşvetin artması üzerine, bu sebeplerden biriyle devlete kırgın olanlarla daha evvel Celâlî isyanlarının temelini teşkil eden mezhep mücadelesinin birleşmesi safhasıdır. Bu ikisi başlayınca, Osmanlı devleti kontrolü çok ciddi manada kaybetmiştir. Bu kontrolün kaybı, hem hukukî alanda ve hem de malî alanda yanlışlıkların ve zulümlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Biraz evvel gördüğümüz gibi, artık düzenli bir hukuk sisteminin devamı olmak üzere yeni çıkarılan kanunlar ve bunlara göre verilen tezkireler değil, meydana gelen haksızlıkları önlemek ve kanunların tatbik edilmeziiklerini ortadan kaldırmak için çıkarılan adâletnâmeler gündemdedir.

İşte bu noktada devletin idaresinden hoşlanmayan gruplar, bu öfkelerini ortaya koymak üzere bir çıkış yolu aramışlar ve devlete baş kaldıran her reisin maalesef arkasında yer almaya başlamışlardır. Bunlara Safevi devletinin tahriklerini ve de seferlerde alınan kötü neticeleri de ekleyince, Osmanlı Devleti’nin en az 200 yılına damgasını vuran Celâlî isyanları ortaya çıkmıştır. Bu sebeplerden bazılarını şöylece özetlemek mümkündür:

1) Osmanlı Devleti’ni yücelten hukuk ve adalet sistemindeki bozulma bu isyanların birinci sebebidir. Zira devlet görevlileri, adaleti arka plana itince ve re’âyâya ağır vergiler salmaya başlayınca, vatandaş devletinden her geçen gün soğumuştur. Bir taraftan idarecilerin zulmüne ve diğer taraftan Celâlilerin baskısına dayanamayan halk, celâyı vatan ederek yani evini yurdunu terk ederek çoğunlukla bir başka Celâli grubuna karışıyordu.

2) Osmanlı iktisadî hayatındaki bozulma önemli bir isyan sebebiydi. Bir tarafdan refah ve lüks ve diğer tarafdan da buna ulaşmak için başvurulan rüşvet yolu, bunların yanında vatandaşın vergi ve fakirlik kıskaçları arasında kalması, insanları isyana teşvik ediyordu. III. Murad devri Osmanlı Devleti’nde enflasyonun yaşandığı ilk dönemdir. Bu yüzden yeniçeri isyanları da başlamıştır.

3) Osmanlı Devleti’nin savaşlarda zafer yerine mağlubiyetler alması da isyanların önemli sebepleri arasındadır. Mesela uzun süren Osmanlı Avusturya savaşları, halkı bıktırmış ve psikolojik açıdan insanları devletten soğutmuştur. Bu arada bir ateşli silah olarak tüfeğin Anadolu’da bol miktarda bulunması da, tarihçiler tarafından, savaşlar kadar isyanlara sebep olarak gösterilmektedir.

4) İlmiye sınıfının bozulması ve devlet işlerinde ehliyet yerine yakınlara ve dostlara görev verilmesi, devlete isyan edenlerin maalesef kalitesini yükseltmiştir. Yani Celâlîler, eskisine nazaran daha güçlü reisler çevresinde toplanmaya başlamışlardır. Devlet hayatında yanlış uygulamalardan rahatsız olan bazı vasıflı devlet adamları da, maalesef patlamaya hazır bomba gibi duran isyancı grupların başlarına geçebiliyorlardı. Karayazıcı, Deli Hasan, Tavil Ahmed ve Canboladoğlu isyanları bunlara misâl olarak verilebilir.


Sokullu Mehmed Paşa kimdir? Devşirme olduğu ve Türk düşmanlığı yaptığı doğru mudur?

Bosna’nın Vişegard Kazasına bağlı Rudo Nahiyesinin Sokkuloviçi köyünden bir devşirmedir. Sırp olması kuvvetle muhtemeldir. Sokullu Beğ neslinden yani Şahin Oğullarından gelmektedir. 1512 yılında dünyaya gelen Sokullu, Yeşilce Bey tarafından devşirilerek Edirne Sarayı’na getirilmiştir. Oradan İstanbul’a nakledilmiş ve Küçük Oda hizmetiyle Enderun’a alınmıştır. Sırasıyla Hazine Odası ve Hasoda’ya alınan ve de rikâbdârlık, çuhadarlık ve silâhdarlık gibi Saray içi görevlere getirilen Sokullu Mehmed, daha sonra dışarı çıkarak Çaşnigirbaşılık, Kapıcılar Kethüdalığı, 1550’de Rumeli Beylerbeyliği; İran seferindeki başarısı sebebiyle vezirlik makamına yükselmiştir. 1561 yılında

II. Selim’in kızı İsmihan Sultân ile evlenen Sokullu, 1564 yılında II. Vezir ve Semiz Ali Paşa’nın vefatından sonra da veziri azam olmuştur. İki sene Kanuni devrinde, sekiz yıl II. Selim zamanında ve 6 yıl da III. Murad zamanında bu görevi sürdürmüştür.

Kanuni Sultân Süleyman’ın vefatı sırasında 40 gün kadar ölüm haberini gizleyerek tam bir basiret örneği haline gelen Sokullu, II. Selim zamanında manen Padişah makamındadır. Sultân Murad’ın hocası Hoca Sa’deddin Efendi, musahibi Şemsi Ahmed Paşa ve kethüdası Canfedâ Kadın ve benzeri kişilerin aleyhteki gayretleri neticesinde,

III. Murad’ın nazarından düşmüştür. Her ne kadar azledilmese de, fiilen yetkilerini kullanamaz hale gelmiştir. Nişancı Feridun Bey başta olmak üzere en yakın arkadaşları ve yakınları, kendisine sorulmadan görevden uzaklaştırılmıştır. Âdil bir Padişah olan III. Murad bütün tahriklere rağmen, Sokullu’ya zarar vermemekte direnmiştir. Ancak Sokullu, Kabasakal tarafındaki Sarayında İkindi Divanı halindeyken, meczup bir Boşnak tarafından hançerle yaralanmış ve 1579 yılında vefat etmiştir.

Peçevî, bizzat Tiryaki Hasan Paşa’dan dinlediğini söyleyerek, III. Murad’ın tahta çıktığı günden beri Sokullu’yu sevmediğini ifade etmekteyse de, onun ölümünde dahli olmadığını da ilave etmektedir. Her gece teheccüd namazını kaçırmayacak kadar takva sahibi olan Sokullu Mehmed Paşa’nın, vefatından kısa bir zaman evvel, şahadetini istediği nakledilmektedir. III. Murad’ın bu katil olayında dahli bulunduğu şeklindeki iddialar doğru olmasa gerektir. Bu görüşü destekleyecek ciddi bir kaynak mevcut değildir.

Tavîl yani Uzun Mehmed Paşa diye de bilinen Sokullu’nun elbette ki iyi ve kötü yönleri olacak ve 14 yıllık sadrazamlığı döneminde tenkit edilebilecek tasarrufları bulunacaktır. Nitekim yakınlarını ve dostlarını fazlaca tutması ve makamları öncelikle onlara vermesi şeklindeki tenkit bunlardan biridir. Ayrıca İnebahtı felâketinde önemli derecede hissesi bulunmaktadır. Onun babasının bir papaz olması ise, Müslüman olduktan sonra ifa ettiği hizmetler karşısında İslâmiyet açısından hiç bir önem arz etmemektedir. Sadâreti zamanında himaye ettiği İslâm âlimleri, inşâ ettirdiği cami ve medreseler ve Mekke’de tesis ettiği hayır vakıfları ve en önemlisi de ömrünün sonuna kadar tam bir takva hayatı yaşaması, bu tür iddiaların kasıtlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Sokullu’nun müsbet yönleri arasında II. Selim ve III. Murad gibi atalarına asla benzemeyen iki zayıf Padişah zamanında, devleti dirayetle ve büyük bir tecrübe ile idare etmesi başta gelmektedir. Ayrıca Don ve Volga nehirlerinin birleştirilmesi ile sonuçsuz kalan Süveyş Kanalı projesi de Sokullu’ya ait önemli ve ileriyi gördüğünün delili olan fikirlerindendir. Bu özellikleri sebebiyle Hammer ve onu takip eden bazı tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin duraklama ve hatta gerileme devrini, Sokullu’nun vefatı ile başlatsalar da, bunu aynıyla kabul etmek çok zordur.

Sokullu’nun tenkit edilebilecek olan yönlerinin başında, 14 yıllık sadrazamlığı döneminde asla serdâr olarak ordunun başında sefere gitmemesi ve Padişahları da bu noktada teşvik etmemesidir. Bu yüzden statükocu, hatta müstebid ve makamını korumakta hırslı bir devlet adamı olarak vasıflandıranlar olmuştur. II. Selim’in tahta çıkışında yeniçerilerin isyanına sebep olan tavırları ve III. Murad’ın tahta çıkışında gösterdiği temellük yani yapmacık tavırlar, onun değerini kısmen düşürmüş olsa bile, bazı araştırmacıların onun hakkında söyledikleri şeyler kanaatimize göre doğru değildir.


III. Murad zamanında Astronom Takıyyuddin tarafından yapılan İstanbul Rasadhânesi’nin Osmanlı Şeyhülislâmı Kâdîzâde Şemseddin Ahmed Efendi tarafından yıktırıldığı doğru mudur?

Bu olayı ayrıntılarıyla anlatmakta yarar vardır. Asıl adı Takıyyuddin Mehmed bin Ma’rûf ve unvanı da erRâsıd yani astronom olan Takıyyuddin, 1521 yılında Şam’da dünyaya gelmiştir. Babası da Mısır’ın ileri gelen âlimlerinden olan Takıyyuddin, Mısır ve Şam’dan sonra İstanbul’a gelerek meşhur hocaların yanında ilmini tamamladı. Tekrar Mısır’a döndü ve astronomi dersleri de aldı. II. Selim zamanında tekrar İstanbul’a döndü ve 979/1571 yılında Müneccimbaşılığa yükseltilerek İstanbul’da astronomi çalışmalarına hız verdi. Takıyyuddin, astronomik hesaplarda esas alınan eski Uluğ Bey Zîc’inin tamamen eskidiğini ve mutlaka yenilenmesi gerektiğini devlet ricaline anlatmaya çalıştı.

Şeyhülislâm Hoca Sa’deddin’in ciddi tavsiyeleri ile III. Murad’ın dikkatini çekti ve İstanbul’da Tophane Bayırı üzerinde yani şu anda Fransız Sefarethanesinin bulunduğu yerin yakınlarında İstanbul Rasadhânesini kurdu. III. Murad’ın talimatıyla bu Rasadhânenin bütün masrafları devlet hazinesinden karşılandı ve bunun için 10.000 altın harcandı. Kendisine de 3.000 altınlık bir ze’âmet verildi. Burası kuruluncaya kadar, Galata Kulesinde çalışmalarına devam etti. Kuruluş tarihi 987/1579’dır.

Müneccimbaşı Takıyyuddin Efendi bu konuda bir ilke imza basıyordu. Zira Avrupa’da Danimarka Kralı II. Frederick’in teşvikleriyle TychoBrahe’nin kurduğu rasadhâne ancak 1585 tarihinde tamamlanmıştı. Osmanlı Devleti 10 yıla yakın bir zaman önde gidiyordu. Takıyyuddin, bu sahada 20’ye yakın eser verdi ve çalışmaları engellenmek istese de, 1585 yılında vefat edinceye kadar araştırmalarını aralıksız sürdürdü.

1577-1580 yılları arasında Hoca Sa’deddin’den sonra Şeyhülislâmlık makamına oturan Kâdîzâde Ahmed Şemseddin Efendi, doğru ve tok sözlü bir insandı. Padişahın bir çok fermanlarını şer’i şerife aykırıdır diyerek reddetti. Yargı mensuplarını protokolde Beylerbeyilerin önüne geçirmek için elinden geleni yaptı. Ancak bazı meselelerde, şahsî anlaşmazlıkların da etkisiyle, "astronomi ilminin sırlarına vâkıf olarak istikbali öğrenmeye çalışmanın devlete uğursuzluk getireceği" gerekçesiyle, III. Murad’a, Takıyyüddin’in inşa ettirdiği Rasadhânenin yıkılması için ilamda bulundu. Şeyhülislâmın ilamına uyan Padişah, Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’ya, Rasadhânenin yıkılması için kati talimat verdi ve İstanbul Rasadhânesi maalesef yıkıldı.

Böyle bir kararı tasvip etmek mümkün değildir. Ancak Şeyhülislâmın karşı çıktığı husus, müneccimlik yaparak geleceğe ait haberler vermektir. Bu konuyu Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanmaya çalışan yazarlar, başka meselelerde, müneccimliğe şiddetle karşı çıkarlarken, burada farklı bir yaklaşım sergilemektedirler. Çifte standartlı davranmamak gerektir. Ayrıca bu mesele, Şeyhülislâm ile diğer makamlar arasında bir çekememezlik konusu da olabilir. Sonradan Kâdîzâdelerin, aşırı fikir ve tutumları sebebiyle, Osmanlı tarihinde soğuk bir taassup rüzgarının esmesine yol açtıklarını biliyoruz. Şeyhülislâm Kâdîzâde’yi aynı kefeye koymak mümkün olmasa dahi, Kâdîzâdeler ve benzeri soğuk taassup sahipleri için Kâtip Çelebi son noktayı koymaktadır ve biz de sonuna kadar bu görüşün yanındayız:

"Müslümanların sultânı bu makule soğuk taassup sahiplerini, kim olursa olsun, tedip etmesi dinî görevleri arasındadır. Çünkü seiefde bu çeşit muta’aassıplar yüzünden çok fesadlar meydana gelmiştir. Gerek Halvetî ve gerek Kâdîzâdeli bazı ahmakların görünürdeki salâhlarına bakılmayıp bunlara fırsat verilmeye. Nizâmı âlem ancak ve ancak halk haddinden tecâvüz etmemekle mümkündür".

Mahallî ve belli şahısların zihniyetine ait olan hatalar tamim edilmemelidir. Bu olayın Osmanlı’da ilmi geri bıraktığı doğrudur; ancak bunun Osmanlı Devleti’nde genel bir zihniyet olduğu doğru değildir. Çünkü ta Fâtih devrinden beri konu ile ilgili çalışmalar tarihçiler tarafından çok iyi bilinmektedir.
 
III. Murâd’ın ve oğlu III. Mehmed’in ma’sum kardeşlerini öldürmeleri, İslâm Hukuku açısından izah edilebilir mi?

Hayır edilemez. III. Murad, çevresinin de etkisiyle ve siyâseten kati esasına dayandırarak beş kardeşini idama mahkûm ettirmiştir. Bu idam hadiseleri, had cezası mahiyetinde değillerdir. Fıkıh kitaplarında tasvir edilen siyâseten kati kategorisine girdiği de şüphelidir. Girse de, mevhum mazarratı nazara alan çok zayıf bir görüşe dayanmaktadır.

III. Mehmed, bu konuda en pervasız ve şer’î hükümlere aykırı davranandır denilebilir. Zira elimizde kuvvetle muhtemel bir zararın olduğuna dair kesin bilgi bulunmamakla beraber, siyâseten kati müessesesinin suiistimal edildiği de bir vâkı’adır. Zira 19 tane erkek kardeşini ve basit jurnaller yüzünden kendi oğlunu (Şehzade Mahmûd), günahsız bir şekilde idam ettirmiştir. Bunun şer’î bir izahını yapmak mümkün değildir. Zira herhangi bir isyan söz konusu olmadığı gibi, fitne ve fesadın vukuu da tahakkuk safhasında değildir.

Bu kısa izahtan sonra, şu soruyu cevaplandırmak gerekmektedir: Acaba bunlar hiç bir şeye dayanmadan mı bu fiili işlemişlerdir? Hayır. Dayandıkları bazı esaslar vardır. Bunlardan birisi, zayıf da olsa, bazı İslâm Hukukçularının şu fetvalarıdır:

"Nizâmı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî’ fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, kati edilebileceklerine fetva verilmiştir.

Ayrıca ülü’lemre tanınan bu siyâset hakkının tatbiki için bilfiil fesadın tahakkuku ve sebebi âdî olan şahsın filhakika şerir ve müttehem olması da şart değildir. Zira vukuundan evvel def’i fesâd, vukuundan sonra ref’inden daha kolay olduğu müsellemdir. Bir bid’atçının bid’atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kullan ondan korumak ve nizâmı âlem için, o mübtedi’i kati ve idam etmesi caizdir".

Dede Efendi’nin çok zayıf fetvaları da esas alarak, kardeş katlinin sınırlarını genişlettiğinin biz de farkındayız. Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığını biz de kabul ediyoruz. Kısaca bu hareketi tasvip etmek mümkün değildir diyoruz. Bu meseleyi bütün yönleriyle daha evvel izah ettiğimizden tekrara girmek istemiyoruz. Ancak o sorunun cevabını mutlaka okumanızı tavsiye ediyoruz.


Sultân III. Murad’ın aile hayatı aleyhinde çok şeyler duyuyor ve zamanında devleti kadınların idare ettiğini bazı eserlerden okuyoruz. Bunlarda hakikat payı var mıdır?

Osmanlı Padişahları içinde en çok cariyelerle münasebette bulunan (teserrî hakkını kullanan) ve en fazla çocuğu olan Padişah’dır. Biraz sonra sayacağımız tahmînen dört kadını dışında 40’a yakın haseki denilen gözdesi bulunduğu söylenmektedir. Çocuklarının sayısı 100’ü geçmektedir. Ancak bunlar bebekken veya küçük yaşlarda öldüklerinden dolayı, ölümünde hayatta 19’u erkek ve 30’u kız olmak üzere 49 çocuğunun bulunduğu iddia edilmektedir. Maalesef 19 şehzadesi, Mehmed III Padişah olunca zayıf fetvalarla fitnenin defi için öldürüldü ve şehid sayıldıklarından cenaze namazlarını Şeyhülislâm Bostanzâde Efendi kıldırdı. Önemle ifade edelim ki, III. Murad’ın 40’a yakın câriye ile yaşaması, meşru bir hakkın suiistimali veya ifrat sayılabilir. Ancak meşru dairede kaldığı ve başkasının namusuna değil, has odalık olarak aldığı cariyelerle beraber olduğu kesindir. Bunlardan aynı anda devamlı olarak hayat yaşadığı 4 kadının olduğu ifade edilmektedir.

III. Murad’ın bu hayatı yaşamasında devlet işlerine karışan Safiye Sultân ile Valide Sultân Nurbânû’nun mühim rolü vardır. Kim, ne derse desin, Osmanlı Padişahları arasında her konuda en çok suiistimal yapan Padişah III. Murad ve oğlu III. Mehmed olmuştur. Buna rağmen, Farsça ve Arapça bir divan yazacak kadar âlim ve şair olan III. Murad, meşru daire dışına çıkmamıştır. Bu hayatı yaşamasında, cinsî hayatının da önceleri problemli olmasının tesiri bulunduğu ve neticede genç yaşta, bu düzensiz hayatın etkisiyle vefat ettiği tarihçiler tarafından açıklanmaktadır.

III. Murad’ın bu düzensiz hayatından istifade eden Valide Sultânlar ve hatta Kalfalar bile, devlet idaresine karışır hale gelmişlerdir. Şöyle ki:

Maalesef Osmanlı Devleti’nin duraklamasında ve hatta gerilemesinde en büyük rolü oynayan sebeplerden biri de, bir yüzyıla yakın, Kadın Efendilerin devlet işlerine karışmaları olmuştur. Özellikle Kanuni’nin karısı Hürrem Sultân, Mahidevran’ı Manisa’ya sürdürüp baş kadınlığı ele geçirdikten sonra, bir zamanların Valide Sultânları gibi, haremin reisi haline gelmiş ve daha da ileri giderek devletin işlerine karışmıştır. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinde mühim rol oynamıştır denilirse, mesele daha iyi anlaşılacaktır. Kanunî Sultân Süleyman’ın vefatından sonra Padişahların ordularının başına geçerek sefere gitmeyişlerinde ve Saraya kapanıp kalmalarında maalesef bu şekildeki Kadın Efendilerin mühim rolü olmuştur. III. Murad’ın baş kadını Safiye Sultan’ın ve bunu takip eden Kösem Sultan’ın hem baş Kadın Efendi ve hem de Valide Sultân sıfatlarıyla nasıl devleti idare etmeye kalkıştıkları, maalesef tarihin acı sayfalarında kötü örnekler olarak doludur. IV. Mehmed’i idare eden Turhan Sultân’dan sonra bu işin ortadan kalktığını söyleyebiliriz.

III. Murad’ın annesi Nurbânû Sultân ile Safiye Sultân arasındaki çekişmeden istifâde eden Canfedâ Kalfa’nın bile, Nurbânû Sultan’ın yanında yer alarak III. Murad’a tesir ettiği ve hatta kardeşi İbrahim’i liyâkati olmadığı halde Diyarbekir Beylerbeyliğine tayin ettirdiği nakledilmektedir. Kanunî Sultân Süleyman zamanından beri Harem’in dışişleriyle meşgul olan ve Yahudi asıllı olduğu söylenen Esther Kira isimli Kalfa’nın da Sipahilerin isyanına sebep olduğu ve neticede çıkardığı fitne sebebiyle Sultân Ahmed Meydanında idam edildiği nakledilen acı olaylar arasında yer almaktadır.

ZEVCELERİ:

1- Safiye Valide Sultân (Venedikli Baffo); III. Mehmed ile Ayşe Sultan’ın annesi ve câriye. Osmanlı hareminde devlet işlerine en çok müdahale eden Kadın Efendi.

2- Şemsi Ruhsâr Haseki; Rukıyye Sultan’ın annesi. Medine’de vakfı var.

3- Şâhi Hûbân Haseki.

4- Mâzperver Haseki. (Meşru dairede beraber olduğu cariyelerin 4O’ı ve çocuklarının 100’ü aştığı söylenmektedir. Biz sadece bazılarını kaydetmekle yetindik.).

III. Murad’ın babasından farkı, iki yönde kendini göstermektedir: Birincisi, babası kendi hayatını yaşarken, devlet işlerini tamamen Sokullu Mehmed Paşa gibi liyakatli devlet adamlarına bırakmıştı. III. Murad ise, hem Saray’da kendi hayatını yaşıyor ve hem de devlet işlerini vasıflı devlet adamlarına bırakamıyordu. İşte bu boşluktan istifade eden Valide Sultân Nurbanu, Kadın efendi Safiye Sultân ve kalfa Canfedâ devlet işlerine de karışmaya başlamışlardı. İkincisi, babası II. Selim’in en azından gençliğinde de olsa gayri meşru denebilecek bazı fiilleri işlediği söylenmektedir. Ancak III. Murad, babasından farklı olarak hem Arapça ve Farsça şiir yazacak kadar âlim ve hem de hayatında gayri meşru hiç bir iş yapmayacak kadar da takva sahibi idi. Onun en büyük kusuru, meşru daire içinde de kalsa, kadınlar konusundaki suiistimalidir.


III. Murâd, şahsiyeti, devrindeki olaylar ve önemli devlet ve ilim adamları hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Selim II ile Hasekisi NurBânû Sultânın oğulları olub, babasının Saruhan Sancak Beğliği sırasında 5 Cemâziyelevvel 953/4 Temmuz 1546 tarihinde Manisa’nın Bozdağ Yaylağında dünyaya gelmiştir. 966/1558 tarihinde Şehzade Murad Akşehir Sancak Beğliğine getirilmiş ve babasıyla amcasının taht mücadelesinde Konya Muhafızlığı görevini yürütmüştür. 1562 tarihinde Manisa Sancak Beğliğine tayin edilmiş ve padişah oluncaya kadar bu vazifede kalmıştır.

III. Murad zayıf iradeli ve muhtelif tesirler altında kalabilen bir şahsiyete sahipti. Bu yüzden Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrazamlığı süresince işler iyi gitmişse de, onun vefatından sonra devlet idaresi Valide Sultânların ve bazı menfaatperestlerin tesiriyle daima kötüye gitmiş ve Osmanlı Devleti’nin duraklaması tam manasıyla III. Murad devri ile başlamıştır. 21 sene kapalı bir hayat yaşayan III. Murad, sarayında münzevî bir hayat yaşamış, son zamanlarına doğru Cuma namazlarını dahi Saray Camiinde edâ etmeye başlamıştır. Meşru dairede kalmakla birlikte kadına düşkün bir tabî’atı vardır. Osmanlı tarihinde en fazla kadınla meşru dairede yaşayan padişah unvanını alabilir. Hemen belirtelim ki, bu kadına düşkünlüğü gayri meşru hayat yaşıyor manasına alınmamalıdır. Zira aynı zamanda şair olan III. Murad bir cihetten de mutasavvıftır ve Fütûhâtı Sıyâm ve Esrârnâme adlı iki tane tasavvufa dair eserleri de vardır.

Babası II. Selim’in ölüm haberi üzerine, Manisa Sancakbeyi bulunan oğlu Murad, İstanbul’a gelerek 28 yaşında 1574 yılında tahta geçti. Murad devrinde vuku’ bulan hadiseler şunlardır:

Fas Sultanlığının Osmanlı Hâkimiyetine Girmesi: Afrika kıtasının bütün kuzey kısımları Osmanlı hâkimiyetinde bulunmasına rağmen sadece Fas Sultanlığı müstakil bir devlet halinde bulunuyordu. Ancak son yıllarda Fas’ta taç ve taht kavgaları baş göstermişti. Fas Sultânı Mevlây Muhammed, Portekizlilerle işbirliğine başlamış bulunuyordu. Buna karşılık Fas tahtını ele geçiremeyen Abdülmelik, Osmanlılara sığınıp, kendisinin Fas Sultanlığına getirilmesini istemişti. İsteği kabul edilerek Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa’ya emir verildi. Fas ordusu mağlûp edilerek Abdülmelik, Fas Sultanlığına getirildi (1576). Bu tarihten sonra Fas’ta Osmanlı hâkimiyeti başladı. Bu sırada saltanat iddiasından vazgeçmeyen Mevlây Muhammed Portekizlilerden yardım istedi. Portekiz Kralı Sebastian 80 bin kişilik büyük bir kuvvetle Fas’a geldi. Ramazan Paşa idaresinde Osmanlı ve Fas kuvvetleri 1578 yazında Portekizlileri Vadi’ssebil Savaşı’nda fena halde bozguna uğrattılar. Kral Sebastian, muharebe meydanında öldü.

Lehistan’daki Osmanlı Hâkimiyeti (1575): Lehistan Kralı Sigismund Ogüst ölünce, memleket taht kavgasına düşmüştü. Avusturya ve Rusya kendilerinin gösterdikleri namzetlerin Leh Kralı olması için faaliyet gösteriyorlardı. Hattâ bu maksatla, Rusya kuvvet bile sokmaya kalkıştıysa da, Osmanlı kuvvetlerini karşısında bulunca geri çekilmeye mecbur kaldı. Osmanlı Devleti için Lehistan çok ehemmiyetliydi. Bu yüzden diğer devletlerden daha atik davranıp, nüfuzunu kullanarak kendisine tâbi Erdel Beyi Bathory’yi Leh Krallığına seçtirdi (1575). Lehistan bundan sonra vergiye bağlandı ve 1578 yılına kadar Osmanlı himayesinde bir devlet olarak kaldı.

Sokullu Mehmed Paşa’nın Ölümü (1579): III. Murad’ın cülusundan sonra hükümet idaresinin başında yine Sokullu Mehmed Paşa vardı. Ancak son zamanlarda saraydaki bazı şahısların tesiriyle Sokullu’ya olan itimad ve muhabbet azaldı ve hatta Sokullu’nun zevcesi İsmihan Sultân ve Valide Nurbânû Sultân olmasaydı belki de görevden azledilecekti. Üç padişah devrinde aralıksız sadrazamlık yapan Sokullu Mehmed Paşa, Osmanlı tarihinde ehemmiyetli yeri olan bir devlet adamıdır. Aslen Bosna’nın Sokkuloviçi köyünden alınmış bir devşirmedir. Zekâ ve kabiliyetiyle yükselmiş, kaptanı deryalık dâhil, devletin çeşitli hizmetlerinde bulunmuştur. Bir savaş adamı olmaktan ziyâde, onun siyasi tarafının daha büyük olduğu görülür. Sultân III. Murad devrinde, Sokullu’nun eski nüfuzunun kalmadığı anlaşılıyor.

İran Harpleri ( 1578 = 1590): III. Murad, padişah olduğu zaman, İran Hükümdarı Şah Tahmasb, Tokmak Han idaresinde bir elçilik heyeti yollayarak tebriklerini ve hediyelerini sunmuştu. Elçilik heyeti İstanbul’da gayet iyi karşılanmıştı. Fakat bir müddet sonra Şah Tahmasb’ın ölmesiyle İran’da taht kavgaları başladı. Bir ara Tahmasb’ın oğlu İsmail, şahlığı elde etti. Bunun zamanında Osmanlıİran dostluğu bozuldu. Osmanlı Devleti Avrupa ile sulhlar yaparak İran ile meşgul olmaya başladı. Çünkü Şah, Osmanlılarla süren barışı terk ederek, Doğudaki Kürtleri aleyhimize kışkırtıyordu. II. Şah İsmail de ölünce İran’da taht kavgalarının sürüp gitmesinden Osmanlılar istifade etmek istediler. Doğudaki valilerin de durumunu müsait görüp, İran’a saldırmanın vaktidir yollu haberler üzerine, Sultân III. Murad 1578 yılında İran’a harb açtı. O zaman Sokullu Mehmed Pasa daha sağdı ve İran savaşına engel olmak istedi. Sokullu Mehmed Paşa, İran’ın geniş bir ülke olduğunu, galip gelinse bile Şit olan halkının itaat altına alınamayacağını söylüyordu ki, bunda ne kadar haklı olduğu sonradan anlaşıldı: Padişah, kendisi sefere gidecek karakterde bulunmadığından, ordunun başına Lala Mustafa Paşa’yı serdar tayin etti.

Lala Mustafa Paşa’nın asıl hedefi, Gürcistan’ı istilâ etmek olacaktı. Topladığı kuvvetlerle Gürcistan’a girip, fetihlere başlayan Lala Mustafa Paşa, Tokmak Han idaresinde bir İran ordusunun üzerine geldiğini duyunca buna karşı maiyetindeki kumandanlardan Özdemiroğlu Osman Paşa’yı yolladı. Osman Paşa, İran kuvvetleriyle Çıldır’da karşılaştı ve Tokmak Han’ı mağlûp etti (1578). Lala Mustafa Paşa, Gürcistan içinde ilerleyerek Tiflis’i ele geçirdi ve Şirvan’a doğru ilerledi. Şirvan’ın bir kısmını zapteden Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa’yı serdar tayin ederek kendisi Erzurum’a döndü. İran kuvvetleri Osman Paşa üzerine taarruza geçtiierse de mağlûp olup çekildiler. Fakat İranlıların tecavüzü bitmiyordu. Kuvvetleri çok azalan Osman Pasa, geri çekilmek zorunda kaldı. Muharebelerin İran lehine dönmeye başlaması üzerine Lala Mustafa Paşa, azledilerek, yerine Koca Sinan Paşa serdar tayin edildiyse de kayda değer hiç bir muvaffakiyet elde edilemedi. Özdemiroğlu büyük bir gayretle İran savaşlarına devam ediyordu. Nitekim 1583 yılında Meş’ale Savaşı denen savaşta bir kere daha İranlıları yendi. Meş’ale Savaşı’ndan sonra İranlılar, Şirvan bölgesini boşaltmak zorunda kaldılar. Yeni serdar Ferhad Paşa, büyük kuvvetlerle İran sınırına gelip, bâzı muharebeler yaptı: Daha sonra sadrazam ve serdar tayin edilen Özdemiroğlu Osman Paşa ile beraber Tebriz’i almayı başardılar.

Osman Paşa’nın vefatından sonra Ferhad Paşa, ikinci defa olarak serdarlığa getirildi. Ferhad Paşa’nın bu ikinci serdarlığında Osmanlı orduları bazı muvaffakiyetler daha kazandılar. Ayrıca Doğuda Türkistan Hükümdarı Özbek Han, İran’a saldırınca Şah Abbas, Osmanlılardan barış istedi. 1590 yılında yapılan Ferhad Paşa Antlaşmasına göre: Tebriz, Şirvan, Gürcistan, Dağıstan bölgeleri Osmanlılara verilecekti. Büyük kayıplar karşılığında alınan bu yerler, Osmanlıların elinde fazla kalmayacak, tekrar İranlılara geçecektir.

Yeniçeri ve Sipahi İsyanları: İran’la anlaşma yapıldıktan sonra İstanbul’da Yeniçeri ve Sipahi isyanları vuku’ buldu. Bu isyanlar her ne kadar ulufe (Yeniçerilere üç ayda bir verilen maaş) yüzünden çıkmışsa da, asıl sebebini devlet teşkilâtının bozulmaya yüz tutmasında aramak daha doğru olacaktır. İlk defa III. Murad devrinde Yeniçeri Ocağına rast gele kimseler alınarak kanun bozuldu. Yine ilk defa rüşvetle iş görülmeye başlandı. Askere ayarı düşük akçeler verilmek istenince Yeniçeriler, isyan ederek saraya yürüdüler. Âsiler defterdarın başını istediler. İstekleri yerine getirilince büsbütün şımardılar. 1589 yılında meydana gelen bu olaya Beylerbeyi Vak’ası denmektedir.

III. Murad devrinde 1593 yılında da sipahilerin isyanını görüyoruz. Ulufelerinin geri bırakılmasına kızan Sipahiler, saraya yürüyüp defterdarın kafasını istediler. Kendilerine nasihat etmek için gelenleri kovdular. İstanbul halkı da seyretmek için saraya dolmuştu. Halk dışarı çıkarılırken "Urun hâl..." diye bir ses duyuldu. Saray muhafızları bunu Padişahın emri sanarak âsilerin üzerine saldırdılar ve dört yüze yakın âsiyi öldürdüler. Diğerleri kaçarak kurtuldu.

Yeni Bir Haçlı İttifakı Ve Nemçe (Avusturya) Harbleri (15931606): Bosna Beylerbeyi Telli Hasan Paşa, Avusturya topraklarına 1593 yılında büyük bir akın harekâtına girişmişti. Avusturya valilerinin Osmanlı sınırlarına tecâvüzlerine karşılık yapılan bu harekât, mağlûbiyetle neticelenmiş, komutanla birlikte çok şehid verilmiştir. Bu hadise Osmanlı-Nemçe harblerinin başlamasına sebep olmuştur. Nemçe savaşına Sadrazam Sinan Paşa gönderilmişti. Budin Beylerbeyi imdada giderek Nemçe ordusuyla harbe girdi ve mağlub oldu. Nemçeliler çok sayıda Macaristan kalesini ele geçirdiler. 1594 yılı baharında da Estergon Kalesini muhasara altına aldılar; ancak muvaffak olamadılar. Kırım kuvvetlerinin yardıma gelmesine rağmen tam bu sırada Osmanlı Devleti’nin başına bir gaile daha çıktı: Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Erdel, Eflak ve Boğdan Beyleri Papa’nın teşvikiyle isyan edip Avusturya tarafına geçtiler. Tam bu sırada yani 1595 yılında Padişah III. Murad vefat eyledi. III. Murad’ın saltanatının sonuna doğru Osmanlı topraklan yaklaşık 19.902.191 km2 idi. Buna Avrupa’da Polonya, Afrika’da Fas dâhildir. III. Murad zamanındaki sadrazamlar arasında, yılların sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa, Koca Sinan Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa ve Mesîh Paşa’yı; diğer komutan ve devlet adamlarından Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa, Damad İbrahim Paşa, Okçuzâde Mehmed Paşa ve Muallimzâde Nişanı Mahmûd Çelebi’yi; Şeyhülislâmlar arasında Hâmid Efendi, Ma’lûlzâde Mehmed Efendi, Müeyyedzâde Abdülkadir Efendi, Bostanzâde Mehmed Efendi ve Bayramzâde Hacı Zekeriya Efendi’yi zikredebiliriz.


Sarı Selim diye de bilinen II. Selim’le alakalı kısaca bilgi verir misiniz? Hanımları ve çocukları kimlerdir? Zamanındaki devlet büyükleri ve devletin ulaştığı sınırlar hakkında kısaca açıklama yapar mısınız?

Sarı Sultân Selim diye de bilinen II. Selim 1566’da babasının vefatından 23 gün sonra İstanbul’a gelerek Osmanlı tahtına oturmuştur. Daha sonra da bizzat Belgrad’a gelerek ordunun huzurunda da cülus merasimini tekrarlamıştır. Yeniçeri teşkilâtı cülus bahşişinden dolayı ilk defa bu Padişah’a baş kaldırma belirtileri göstermiştir.

II. Selim, diğer Osmanlı Sultânlarına benzemeyen ve hem dirayette ve hem ilim irfanda onların seviyesine çıkamayan bir şahsiyete sahiptir. Ordunun başında hiç bir sefere çıkmamıştır. Daha evvel Karaman Eyâletinin Paşa Sancağı olan Konya’da, Manisa’da ve Kütahya’da sancakbeyliği yapmış ve 42 yaşındayken Padişah olmuştu. Sokullu Mehmed Paşa da olmasaydı, devleti bu sekiz sene içerisinde belki aynı huzurla idare edemezdi. Ancak Kanuni Sultân Süleyman’ın dirayetli Veziri A’zamı Sokullu Mehmed Paşa, II. Selim yerine devleti idare ediyordu.

II. Selim devrinde patlak veren hadiselerden birincisi Yemen Meselesi idi. Kanunî devrinde iki beylerbeyilik haline getirilen Yemen’de zayıflayan Osmanlı idaresine karşı, Zeyd bin Ali neslinden gelen Topal Mutahhar isyan etti ve San’a ile Te’az taraflarına hâkim olan Murâd Paşa’yı mağlûb ederek kati eyledi. Bunun üzerine Yemen Eyâleti tek eyâlet haline getirilerek 975 Zilhicce/1568 Haziran tarihinde Haleb Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa Beylerbeyiliğe getirildi ve buradaki isyanı bastırdı. Sokullu tarafından Yemen Serdârı olarak gönderilen Sinan Paşa’nın gayretleri de eklenince, Yemen, uzun süre Osmanlı hâkimiyeti altına girdi.

Aynı yıl Kurdoğlu Hızır Reis de Endenozya’ya sefer düzenlemişti. Bu arada 1569 yılında Astırhan’a ve Ruslara karşı sefer düzenlendiyse de, Kale Ruslardan alınamadı.

Bu arada 978/1570 tarihinde Kıbrıs Adası Venediklilerin elinden alındı ve bir Hıristiyan Krallığa da son verilmiş oldu. Kıbrıs Müslüman Türklerin eline geçti.

II. Selim devrinde Osmanlı ordusu ilk defa İnebahtı’da Hıristiyan deniz donanması karşısında mağlûbiyete uğradı. 7.10.1571 tarihinde meydana gelen İnebahtı bozgunu, maalesef Avrupalıların gözünde yenilmez ordu diye bilinen Osmanlı Ordusunun bu vasfını bozdu. Ancak înebahtı’da kaybedilen Osmanlı Donanması kısa bir zaman içerisinde yeniden inşâ olundu. Bu arada Osmanlı ordularının desteğini alan Kırım Hânı Giray Hân’ın 24.5.1571 tarihinde Moskova’yı alacak kadar Rusları perişan ettiklerini burada kaydetmemiz gerekmektedir.

II. Selim devrinin parlak fetihlerinden biri de 1574 tarihinde Tunus’un kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmasıdır. Bunun dışında II. Selim devri, fetihler ve zaferler devresi olmaktan ziyâde sulh ve mu’âhedeler devresi olmuştur.

II. Selim, sekiz senelik saltanatından sonra 50 küsur yaşında Saray’da 18 Şaban 982/1574 tarihinde vefat etmiştir.

Şunu önemli ifâde edelim ki, Osmanlı Devleti’nin duraklama devresi, Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa’yı bir kısım müzevvirlerin iftirasıyla idama mahkûm ettirmesiyle başlar ve II. Selim devrini aslında bir duraklama devri saymak mümkündür. Zira bizzat ordusunun başında mücâhid fî sebîlillah bir Padişah yerine, Sarayından dışarıya çıkmayan ve sadece tenezzüh için Edirne ve benzeri yerlere giden bir Padişah anlayışı hâkim olmaya başlamıştır. Nitekim çok sevdiği Edirne’de Selimiye Camiini inşâ ettirmiştir.

Onun zamanında hizmet ifa eden Sadrazamlar arasında, devleti asıl yürüten insan diye bilinen Sokullu Mehmed Paşa, Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa’yı; diğer devlet adamları meyânında Piyale Paşa, Koca Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi ve Feridun Ahmed Bey’i ve ilim adamları arasında ise Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi, Dede Cöngî Efendi, Kınalızâde Ali Efendi ve İmam Muhammed Birgivî’yi zikredebiliriz.



ZEVCELERİ:

1- Nurbânû Sultân; III. Murad’ın annesi ve İtalyan asıllı bir câriyedir.


ÇOCUKLARI:

1- Sultân Murad III.

2- İsmihân Sultân.

3- Şehzâde Mehmed.

4- Şehzâde Ali.

5- Şehzâde Süleyman.

6- Şehzâde Mustafa.

7- Şehzâde Cihangir.

8- Şehzâde Abdullah.

9- Şehzâde Osman.

10- Gevherhân Sultân.

11- Şah Sultân.

12- Fatma Sultân
 
Sarı Selim’in hayatının diğer Osmanlı Padişahları gibi istikametli olmadığı ve bu yüzden de Osmanlı Devleti’nin duraklama yıllarının bunun zamanında başladığı iddia edilmektedir. Bu doğru mudur?

Selim’in, kendisine kadar gelen Osmanlı Padişahları arasında, Osmanlı tahtına oturan en ehliyetsiz insan olduğunda şüphe yoktur. Ancak bu, hakkında söylenenlerin tamamının da doğru olduğu manasına alınmamalıdır. Meselenin özeti şudur:



A) Şehzade Selim, Manisa’da sancakbeyi olarak görev yaptığı günlerde, gençliğin ve çevresinin tesiriyle, maalesef diğer Osmanlı Padişahları gibi müstakim bir hayat yaşayamamıştır. Yaratılışı itibariyle hâlim ve selimdi, mütevekkil bir yapısı vardı. Atalarının kâbına ulaşamayan ilk Osmanlı padişahıdır. Dahiler halkası onunla kesilmiş ve ancak arada sırada filizler verme dönemi başlamıştır. İstanbul’da doğan ve İstanbul’da ölen ilk padişahtır. Maalesef, çevresine topladığı Sâmî, Sarı Râmî, Kâsımî ve Nigâr gibi şâir ve ressamlar; Celâl Bey gibi musâhibler; Nihâî, Gülabi Bey ve Durak Çelebi gibi müzisyenler ve Mîrek çelebi ve Adanalı Tanburî Şehzade Mustafa Çelebiler gibi hanendeler ile eğlenceli ve şen şakrak bir hayatı tercih etmiştir. Bazı gayrı meşru fiillere teşebbüs ettiği mu’teber tarihçiler tarafından ifade olunmaktadır. Ancak hiç bir Osmanlı Padişahı zina fiilini işlememiştir. Bu konudaki iddialar yanlış ve iftiradır. Babasının zamanında getirilen ve gayri müslimlerce kullanılan hamr ithalat yasağını kaldırmış ve gayri müslimler için de olsa meyhanelerin açılmasına tekrar ruhsat vermiştir. Tekrar önemle beyan ediyoruz ki, bütün bunlar gayri müslimler içindir. Ancak babası Müslüman gençlerin de kaçamak olarak bu yerlere gittiğini bildiğinden ve duyduğundan böyle bir yasağa gerek duymuştur.



B) İşte onun bu özellikleri sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin bir duraklama devrine girdiği doğrudur. Zira bütün devletleri yıkan istibdat (baskı idaresi), rüşvet, sefahet ve cehalet gibi ana sebepler, II. Selim devrinde kendini göstermeye başlamış; ancak Kanuni devrinin ilim adamları cehalet düşmanına; Sokullu Mehmed Paşa gibi dirayetli devlet adamları rüşvet düşmanına; Ebüssuud gibi kazayı elinde tutan büyük hukukçular istibdada kısmen sed teşkil ettiklerinden, bunların acı neticeleri fazlaca görülmemiştir. Koçi Bey ve benzeri âlimler, duraklamayı Kanuni devrinin sonlarına doğru başlatmışlardır ki, elhak doğrudur. Devletteki kadro yığılmaları ve bazı makamların ehliyetsiz kişilere devri ve benzeri hoş olmayan haller, Kanuni devrinin sonlarına doğru başlar. Sadrazam Rüstem Paşa’nın bunların başını çektiği, şehzadeler kavgasındaki rollerinden gayet güzel anlaşılmaktadır. Nitekim Koçi Bey şöyle demektedir:

"Ma’lûmı hümâyûnları olduğu üzere, silsilei âliyei Âli Osman Pâdişâhlarından evvelâ vüs’ati memleket ve kesreti hazîne ve şevket cihetinden kemâl bulan merhum ve mağfur Sultân Süleyman Hân olub ve yine ihtilâl—i âleme bâ’is olan ahvâl dahi anların zamanında zuhur edüb, devlet kemâli kuvvette olmağla eseri ol zamanda duyulamayub, bir kaç senedir ki, zahir oldu".

Bütün bunlara rağmen, eski gayretlerin devamı olarak, onun zamanında Kıbrıs fethedilmiş, Moskova teslim alınmış ve Yemen Osmanlı ülkesine ilhak edilmiştir. Zatenj devrinde düzenlenen Kanunnâmeler de, yükselme hızının bütün bütün durmadığını i göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin düşmanı ve devlet adamı bir tarihçi olan Dimitri] Kantemir, hakkında en çok dedikodu bulunan II. Selim ile ilgili şunları söylemektedir:

"Âlimlerle konuşup hoş vakit geçirmeyi çok sevdiği gibi, soytarılarla da eğlenmesini bilirdi. Fakat bütün bunlara karşın, beş vakit namazını da muntazaman yerine getirirdi. Yeni bir şey söylemiş olmak için okurlarına yaranmak isteyen bazı tarihçiler, Selim’in sofuluk bahanesiyle, sırf şarap içmek ve başka dünya zevklerinden yararlanmak için, Saray’ın gizli dairelerine çekildiğini söylerler. Gerçek olan şudur ki, Selim görünüşte son derece dindar gözükürdü".


Dünyanın ilk Çevre Nizâmnâmesinin Kanuni zamanında hazırlandığı doğru mudur?

Çevre temizliği ve korumasının hukukî mevzuata konu teşkil edecek kadar önemli olduğunun farkına varılması, tesbitlerimize göre 20. asırdan öteye gitmemektedir. Yani fertlerin ve devletlerin bu mes’ele üzerinde önemle durmalarının tarihi yenidir. Çevre ile ilgili hukukî düzenlemenin Türkiye’deki tarihi, henüz iki veya üç senedir dersek, mesele daha iyi anlaşılır. Çevre temizliği ile alâkalı tedbirlerin tarihini de, bir asırdan öncesine götüremezsiniz.

Bu konuda tarihimizin nelere sahip olduğunun bilinmediği de bir hakikattir. "Temizlik dinin yarısıdır" düstûrunu hayâtlarının en önemli esası olarak kabul eden ecdadımız, İslâmiyet’e tam ma’nâsıyla sarıldıkları ve kudretli oldukları devirlerde, her konuda olduğu gibi, çevre temizliği ve koruması hususunda da, diğer milletlere örnek olmuşlardır. Biraz sonra zikredeceğimiz Nizâmnâme bunun müşahhas bir delilidir.

Osmanlı Devletinde, şehir, kaza ve köylerde, şehrin emniyet ve asayişini temin, maddî ve manevî temizliğini muhafaza görevlerini üstlenen hususî memurlar vardır. Bunlara subaşı denmektedir. Köy ve kasabalardakine il subaşıları, diğer büyük merkezdekilerine ise şehir subaşıları denirdi. Bu memurlar, günümüzdeki zabıta, emniyet görevlileri ve kısmen de belediyecilerin vazifelerini ifa ederler ve kadıların emri altında çalışırlardı. Osman Bey’in ilk tayin ettiği iki memurdan birinin subaşı olduğunu kaydedersek, Osmanlıların yerleşim merkezlerinin emniyet, âsâyiş, maddî ve manevî temizlik ve huzuruna ne kadar önem verdiklerini daha iyi anlarız.

Bizi asıl şaşırtan husus ise, Osmanlı Devleti’nin sadece yerleşim merkezlerinin çevre temizliği ve korumasıyla ilgilenmek üzere hususî bir memur tayin etmekle yetinmemesi, görevli memurun eline de, çevre temizliğini te’min için uygulaması gereken hukukî esasları belirleyen bir Nizâmnâmeyi vermiş olmasıdır. Bu özel çevre temizliği görevlisinin adı, çöplük subaşısıdır ve çevre temizliği ile alâkalı Nizâmnâme’nin ilki ise, bundan yaklaşık 460 sene önce yani 1539 yılında hazırlanmıştır. Elimizdeki iki çevre Temizliği Nizâmnâmesinden sadece birisini bu yazımızda iktibas edeceğiz.

Biraz sonra metnini zikredeceğimiz ve üslûbunun sade olması sebebiyle aynen aktaracağımız Nizâmnâme’nin hükümlerini, elbette ki günümüzdeki çevre temizliği konusuyla alâkalı hukukî düzenlemelerle kıyaslamak doğru değildir. Zira zemin ve zaman farklıdır. Yine de 450 sene önceki bu Nizâmnâme’de günümüzde dahi tatbik edilebilecek hükümlerin bulunması, gerçekten dikkat çekicidir. Meselâ, evlerin ve dükkanların çevrelerinin temiz tutulması (Md.l); görülen pisliklerin o çevre halkına temizlettirilmesi (Md.2); hamam ve hanlar gibi umuma ait yerlerin temizliğine dikkat edilmesi (Md.34); çevreyi kirleten esnafın artık maddeleri ve pis sularını, tamamen boş yerlere ve şehir dışına taşımaları mecburiyeti (Md.67); en önemlisi de, arabacıların yani bugün de oto sahiplerinin arabalarını ev ve dükkanların önüne park etmemeleri ve mutlaka özel park yerlerinde durdurma mecburiyetleri (Md.10); bugün de muhtaç olduğumuz ve yürürlükte bulunan esaslardır.

Şimdi de Kanunî Sultân Süleyman devrinde Edirne çöplük subaşısına verilmek üzere hazırlanan Çevre Temizliği Yasaknâmesinin metninden bazı hükümler nakledeceğiz.

’Edirne’nin Mahalleleri Ve Sokakları Ve Çarşılarının Temiz Etmesi İçün Nişanı Hümayun

1. Çağırdub ve yasak ede; min ba’d hiç ehad evi yörelerin ve dükkânların nâpâk tutmayub mezbele ve anın emsalinden nesne vâki olmaya, olursa gidereler.

2. Mezkûr subaşı, bu bâbda kemâli ihtimam üzere olub çarşularda ve mahallelerde dökülen mezbeleleri, kimin evine ve havlusuna yakın olursa anın döktüğü ma’lûm olıcak pâk etdüre. "Biz etmedük" derler ise, edeni bulıvereler, anun yasağı ana ola.

4. Ve hamamların çirgâbı yolları mezbeleler ile tutulmuş ola, kimin evine ve havlusuna ve haremine yakın olursa, ayırtlatduralar. "Biz etmedük" derlerse, edeni bulıvereler, ana pâk etdüre.

6. Ve câmeşûyların ve kan alıcıların kanların ve çirgâbların tarîki amma dökmekden men’ edüb hâli ve halvet yerlere iletdüre.

7. Ve boyacıların ve aşçıların ve başçıların ve semercilerin otların ve gübrelerin yol üstünde dökmekden tamam men’ ve yasak edüb hâli ve halvet yerlere iletdüre.

8. Ve yasak ede ki; arabacılar sığırların na’lband dükkanında aleflemeyüb evvelden kanda alefler ise, gerü anda alet ede. Eğer zaruret olursa, na’lband dükkânlarında aleflemelü olursa, anlara pâk etdüre. Ve mezbeleden ve sığırları tersinden ne olursa, hâricden ve hâli yerlere iletdüre.

Fî Safer sene 946 (1539)"


Mimar Sinan’ın Ermeni olduğu söylenmektedir. Mimar Sinan kimdir?

Mimar Sinan veya Koca Sinan, muteber kaynakların anlattığına göre, 895/14891490 yılında Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya gelmiştir. İbrahim Hakkı Konyalı’ya göre, İbrahim Paşa’nın âzâdlı kölesidir. Ancak bu görüş kabul görmemiştir. Doğru olan kısa hayat hikâyesi şöyledir:

Abdülmennân oğlu Sinan, Yavuz zamanında devşirme olarak İstanbul’a gelmiştir. Kanuni zamanında yeniçeri olan Sinan, 1521’deki Belgrad ve 1522’deki Rodos seferlerine katılmıştır. 1538 Kara Boğdan seferinde Prut Nehri üzerinde 13 günde bir köprü inşâ edince Padişah’ın takdirini kazanmış ve 1539 yılında da mimarbaşı seçilmiştir. 35 yıl bu vazifede kalan Sinan, Osmanlı Devleti’nin her bölgesinde, şaşılacak bir sür’at ile sayısız eserler meydana getirmiştir. Kaynaklar, Mimar Sinan’ın 80 küsur Cami; 80 küsur Mescid; 57 Medrese; 22 Türbe; 7 Dâr’ülKurrâ; 17 İmaret; 3 Dâr’üşŞifâ; 7 Su yolu kemeri; 8 Köprü; 35 Saray; 20 Kervansaray; 6 Mahzen ve 48 hamam inşâ ettiğini, çok az farklarla nakletmektedirler.

Mimar Sinan’ın Kayseri’ye bağlı Ağırnas Köyü’nden olması hasebiyle de aslen Ermeni olduğu iddia edilmiştir; ancak bu iddia tamamen yanlıştır. Zira Ermeniler, Devşirme Kanunu gereği, XVI. Asra kadar Yeniçeri Ocağına alınmaktadırlar; Yavuz zamanında devşirmeden istisna edilmişlerdir. Son zamanlarda bazı Ermeni yazarların, Osmanlı döneminde yaşamış meşhur simaları Ermeni diye vasıflandırmaları ideolojiktir. Bazı Yahudi asıllı yazarlar, Mimar Sinan’ın Yusuf Sinan olduğunu iddia ederek aslen Yahudi olduğunu ileri sürmüşlerse de, bunu teyit edecek bir delil ve belge de yoktur. Babinger ise, Sinan’ın Hristo isminde bir Rum genci olduğunu iddia etmektedir; yine elinde bir belgesi bulunmamaktadır. Bir diğer görüş ise, Sinan’ın Hıristiyan bir Türk ailesinden geldiği yönündedir. Bu görüşe göre, babasının adı Abdülmennân ve dedesinin adı da Doğan Yusuf’tur.

Bize göre doğru olan, Sinan’ın, bir devşirme olduğu ve aslen Hıristiyan bir aileden gelse bile, sonradan hem Türkleşip ve hem de samimi bir Müslüman haline geldiğidir. Er-Risâlet’ül-Mi’mâriyye’de Sinanı Kayserî diye anılmaktadır. 1585 tarihli Sinan’a ait bir vakfiyede ise, kardeşlerinden birini Kayseri’den getirdiği ve Müslüman yaptığı kayd olunmuştur. II. Selim’in Karaman ve Kayseri’deki gayri müslimleri Kıbrıs’a nefyetmesi ile alakalı bir fermanı üzerine, Ağırnas Köyü mensuplarının bu karardan istisna edilmeleri için Mimar Sinan Padişah’a müracaat etmiş ve bu dilekçesi kabul edilmiştir.

Sinan’ın nesli nereden gelirse gelsin, o kabiliyete sahip çıkarak onu Koca Sinan yapan Osmanlı Devleti’nin ilme ve teknolojiye saygı duyan zihniyetidir.


Piri Reis Neden Katledildi?

Büyük Türk denizcisi ve coğrafyacısı Piri Reis’i idama götüren sebepler üzerinde durulurken farklı yorumlar yapılmakta, kimisi onun Hürmüz’de muhasarayı kaldırmak için Portekizlilerden rüşvet aldığını, kimisi devleti adına haraç ve hediye aldığını ve kimisi de bu para işinin imkansız olacağını belirterek stratejik sebeplere bağlı olarak muhasaradan vazgeçtiğini belirtiyorlar. Büyük Türk denizcisi üzerindeki spekülasyonları gidererek sağlıklı düşünmek gerekiyor.

Meşhur Osmanlı denizcilerinden olan Piri Reis, II. Bâyezid devrinde (1494) devlet hizmetine giren Kemal Reis’in yeğenidir. Piri Reis amcası Kemal Reis ile birlikte bir çok deniz seferlerinde bulunmuş, en son görev olarak 1547 yılında Kızıldeniz ve Hint sularında faaliyette bulunacak donanmanın amiralliği anlamına gelen Süveyş/Hint kaptanlığına getirilmiştir. Bu tayinin sebebi Aden’in Portekizlilerin eline geçmesi idi.

Piri Reis’in görevde bulunduğu dönem Portekizlilerin Hint sularında cirit attığı bir döneme rastlar. 1543 yılında Süveyş tersanesini işgal ile Türk donanmasını yakmak isteyen Portekizlilerin teşebbüsleri akim kalacaktır. Bu hareket esnasında Portekizliler Aden’i kısa bir süre zabtettilerse de Süveyş kaptanı Piri Reis’in bizzat donanması ile tazyiki neticesinde Aden kale ve limanı 1548’de Portekizlilerden geri alınmıştır.

Piri Reis 1551’de otuz kadar gemiden oluşan Süveyş donanması ile Hint denizine çıkarak Cidde’de üç gün kalır. Sonra Umman sahilini geçerek Arabistan yarımadasının güney doğusundaki Maskat’ı zaptedip Portekizlilerin yetmiş kadırgasıyla savaş ederek galebe çaldıktan sonra Hürmüz adasındaki Hürmüz kalesine kaçan düşmanı orada muhasaraya başladı; ancak bu muhasarayı geri çekti. Çünkü Hint sularında bulunan bütün Portekiz filolarının birleşerek üzerine geldiği haberini almıştı. Peçevi’ye göre kalenin fethi yakın iken Piri Reis Portekizliler ile muhasaranın kaldırılması üzerinde anlaşma yaparak onlardan devlet adına hediye ve haraç almıştır. Hammer, aldığı hediyelere meftun olarak muhasarayı kaldırdığını, Katip Çelebi ise Hürmüz’e Portekiz yardım kuvvetinin gelmekte olduğu söylentisi üzerine Piri Paşa’nın muhasarayı kaldırmak mecburiyetinde olduğunu söyler. Hammer, muhasarayı kaldırdıktan sonra Basra’ya geldiğinde Portekiz donanmasının Acem körfezini kapatmak için kendisine doğru ilerlediğini haber aldığını ve bunun üzerine sadece hazineleri yüklü üç kadırgayı yanına alarak ayrıldığını belirtir. Muhasarayı kaldırmak için rüşvet aldığı yolundaki rivayete gelince düşmanları, mesela Kubad Paşa ve diğerleri tarafından yapılan asılsız bir itham olarak değerlendirilmektedir. Piri Reis bu sıralarda 80 yaşına gelmiş bir ihtiyar ve hayli zengin bir kimse idi. Bu bakımdan onun rüşvet aldığı iddiası söz konusu olamaz. Ama onun, Osmanlı devleti adına haraç aldığı muhtemeldir.

Muhasarayı niçin kaldırdığı sorusuna daha gerçekçi cevap Piri Paşa’nın askeri strateji gereği kaldırdığı söylenebilir. Zira, Piri Reis burada bulunduğu sırada Portekizlilerin Basra körfezini kapamak istediklerini duyunca içerde mahsur kalmak istemeyerek donanma gemilerinin hepsini çağırmağa imkan olmadığından acele olarak kendisine tabi üç kadırga ile düşman gemileri gelmeden önce denize açılmıştır. Gerek asker gerekse diğer gemiler Basra’dan çıkmamışlardı. Bu şekilde yola çıkan Piri Reis bir gemisini de yolda Bahreyn adaları yakınında kaybettikten sonra 960/1553 yılında Süveyş’e ve oradan da Mısır’a geldi. Piri Reis’in Basra’da bulunan donanması amiralsiz kalmış idi.

Bu durum Piri Reis’in muhaliflerinin eline fırsat verdi. Ülkenin menfaatlerini ayaklar altına almak ve Osmanlı donanmasını kaderine bırakıp kaçmakla suçlandı. Halbuki Piri Reis seviyesinde tecrübeli bir kaptanın yeterli sebebler olmadan Osmanlı filosunu başka bir limanda bırakması mümkün değildir. Piri Reis kendisine emanet edilen filonun hesabını padişaha vermek zorunda olduğunun idraki içindeydi. Kuvvetli ihtimale göre Piri Reis kadırgalarını Portekizlilerin elinde bırakmadı. Bu gemiler sefer esnasında topladığı ganimet mallarıyla ağızlarına kadar doluydu ve Portekiz donanmasının ani hücumuna maruz kalıp mağlup olduğu takdirde bu servetin ellerine geçmesini istemiyordu.

Ancak Piri Reis’in muhalifleri seferin başarısızlıkla geçtiği konusunda Padişahı ikna edeceklerdir. Piri Reis’in muhalifi olan Basra valisi Kubad Paşa Mısır valisine bir mektup yazarak kaptanı gammazlayacaktır. Kaptan ile vali arasındaki husûmetin öncesi vardır. Zira Piri Reis Hürmüz kuşatmasını kaldırdıktan sonra buradan Basra’ya geçerek vali Kubad Paşa’dan yardım istediyse de vali Müslümanlara zulmettiği ve mallarını yağmalattığı iddiasıyla Piri Reis’e yardım etmediği gibi mallarını da almak istemiştir. Piri Reis Frenklere yardım ettiklerinden dolayı Hürmüz şehrini yağmalatmış idi.

Mısır valisi Piri Reis’i orada alıkoyarak veya hapsederek seferin olumsuz neticesini bir ariza ile sadarete bildirdi. Kanuni’nin cevabı Piri Reis’in idamı oldu. Hürmüz muhasarasını kaldırması ve diğer gemiler ile askeri Basra’da bırakarak gelmesi vazifede ciddiyetsizlik ve donanmanın felaketine sebep olduğu şeklinde yorumlandı ve suçlu görülerek 1554 yılında Mısır divanında başı kesildi ve mallan müsadere edildi.

Hatayı kabul etmeyen bir yönetim anlayışına sahip Osmanlı Devleti’nde Piri Reis gibi dünya çapında bir denizci de olsa affedilmiyor, gereken ceza uygulanıyordu. Ancak şu var ki Kubad Paşa’nın Piri Reis’e şahsi düşmanlığının bu kararın verilmesinde önemli rol oynadığını da belirtmek gerekir.


Kanuni Sultân Süleyman ve devrini kısaca anlatır mısınız?

Kanunî Sultân Süleyman devrine şarkiyatçı Ortalon’un söylediği şu sözlerle başlamak İstiyoruz: "Sultân Süleyman’ın eserleri bir sıraya konulsa, en alt katta muharebeleri, onun üstünde bıraktığı âbideler ve en üstte ise, kurmuş olduğu ilmî ve hukukî müesseseler gelir”

Yukarıda zikredilen özelliğinden dolayı Osmanlı tarihinde Kanunî; sadece Osmanlı Padişahlarının değil, dünyada görülen hükümdarların en muhteşemlerinden biri olması haysiyetiyle Batı âleminde Le Manifigue (Muhteşem) ve Grand (Büyük); şairlik mahlası olarak Muhibbi; 13 tane büyük gazaya fiilen iştirak etmiş olması hasebiyle Gâzî ve diğer Osmanlı Padişahlarına dendiği gibi bazan da Süleyman Şah denen Kanunî Sultân Süleyman, bir rivayete göre, 900/1494 yılında Hafsa Sultân’dan Trabzon’da dünyaya gelmiştir. 926/1520 yılında ve 26 yaşında Osmanlı tahtına geçen Kanunî, 974/1566 tarihine kadar yani 46 sene Padişahlık yapmıştır.

Kanuni Sultân Süleyman, evvela başına gaile çıkarmak isteyen, babası zamanında Şam Beylerbeyisi olan ve iktidar değişikliğinden istifâde ederek Melik Eşref unvanıyla hükümdarlığını ilan eden Canberdi Gazâli’yi 1521’de idam ettirdi. Bu gaileyi bertaraf eden Kanunî, daha sonra meşhur seferlerinden 1. Seferi Hümâyûn’unu Belgrâd üzerine yaptı.

1. Macar seferi veya Engürüs seferi de denen bu sefer neticesinde, sırasıyla Böğürdelen (Şabaç), Zemun ve Salankamin kaleleri fethedilmiş ve nihayet daha sonraları Dâr’ül-Cihâd adını alan Belgrâd, 927/1521’de feth olunmuştur. Bu arada Yemen’de fitnelere yol açan İskender adlı şahıs, kendi adamları tarafından öldürülerek, 927/1521 tarihinden itibaren bu beldelerde de Osmanlı Sultânı adına hutbe okunmaya başlanmıştır.

2. Seferi hümâyûnunu asırlarca haçlı ordularına karakolluk yapan Rodos ve adalar üzerine düzenlemiş ve 929/1522 yılının sonlarına doğru Bodrum, Tahtalı ve Aydos kaleleriyle birlikte İstanköy, Sömbeki ve Rodos adaları Osmanlı ülkesine katılmıştır. Hıristiyanlığın İslâm âlemine karşı bir kalesi sayılan Rodos’un zabtı, Avrupa’da büyük bir hayret ve teessür uyandırmıştır. Osmanlı orduları adaları fetihle meşgul iken Anadolu’da problemler çıkaran ve Yavuz tarafından Zülkadriye Eyâleti beylerbeyliğine getirilen Şehsuvaroğlu Ali Bey fitnesi de, Ferhad Paşa kumandasında gönderilen ordu ile 929/1522’de bertaraf olunmuştur. Bu arada Mısır’da çıkan cüzi isyanlar da aynı yıl bastırılmış; vefat eden Hayır Bey’in yerine evvela Mustafa Paşa ve sonra da ikinci vezir Ahmed Paşa getirilmiş ve memlekette huzur ve âsâyiş sağlanmıştır. 930/1523 yılında Şah İsmail’in Sultânı tebrik için elçi gönderdiğini ve aynı yıl kendisinin vefatı üzerine oğlu Tahmasb’ın yerine şah olduğunu da kaydetmek isteriz.

3. Seferi hümâyûn, 2. Engürüs (Macaristan) veya Mohaç seferi olarak da bilinir. Belgrat’ın alınmasından sonra Müslüman Türk akınlarına ma’rûz kalan Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya, bu seferle önemli ölçüde Osmanlı topraklarına katılmıştır. 932/1526 tarihinde Tuna nehri üzerinde bulunan Petro Varadin (Petervardin) kalesini fetheden Osmanlı orduları, daha sonra da sırasıyla Sirem muhitindeki kaleleri, İyluk ve beraberindeki on küsur kaleyi ve nihayet Drava nehri kenarındaki Ösek (Eszek) kalesini zaptetmişlerdir. Kazanılan Mohaç zaferinden sonra, 932/1526 yılının Eylül’ünde Macaristan’ın başşehri olan Budin fethedilmiş ve bunu Segedin, Budin’in tam karşısında yer alan Peşte ve benzeri çevre şehirlerin fetihleri takip eylemiştir. İstanbul’a Macaristan fâtihi unvanıyla dönen Kanuni, bu seferiyle Orta Avrupa’da dengeyi değiştirmiş ve artık Osmanlı Devleti’nin sınırları Avusturya ve Çekoslovakya’ya dayanmıştır.

Ferdinand’ın tekrar Almanlardan destek alarak Budin’e yürümesi üzerine,

4. Seferi Hümâyûn’unu da Macaristan’a düzenleyen Kanuni, 936/1529 tarihinde Budin’i yeniden Osmanlı hâkimiyetine aldı ve yol üzerindeki Estergon’u ele geçirdikten sonra Ferdinand’ın gizlendiği Viyana’ya doğru yürüdü. Netice alınamayan I. Viyana Muhasarası, Alman ve Macarları tekrar ümitlendirdi.

5. Seferi hümâyûnunu yeniden ümitlenen Alman Şarlken ve Macar Ferdinand üzerine yapmayı planlayan Kanunî, 938/1532 tarihinde başladığı bu seferinde, evvela Siklos (Şikloş), Kanije ve nihayet Viyana yolunu Osmanlı ordularına açan Güns kaleleri başta olmak üzere on beşten fazla kaleyi fethetmeyi başarmıştır. Meydandan kaçan Şarlken ve kardeşi Ferdinand’a ağır nâmeier gönderen Kanunî, Budin’i geri aldığı gibi, Papoçe, Şopron, eski başkentlerden Gradcaş, Pojega, Zacisne, Nemçe ve Podgrad kalelerini aldıktan sonra, 939/1532 senesi Kasımında Almanlarla sulh yaparak İstanbul’a dönmüştür.

6. Seferi hümâyûn, Irakeyn seferi veya İran seferi diye de meşhurdur. Şarlken’den sonra Kanunî’nin ikinci büyük rakibi olan Şah Tahmasb, Bitlis hâkimini kendisine tâbi olması için zorluyor ve Osmanlı Devleti’nin başına doğuda gaileler açıyordu. Osmanlı Devleti’ni Olama Hân ve Safevi devletini ise, Bitlis Hâkimi Şeref Hân tutuyordu. 940/1533 yılında sefer, Veziri A’zam İbrahim Paşa komutasında başladı ve yol esnasında Adilcevaz, Erciş, Van ve Ahlat alındıktan sonra 941/1534 yılında Tebriz’e girildi. Daha sonra aynı yılın Eylül’ünde Padişah da sefere katıldı ve Karahan Derbendi geçildikten sonra Hemedan ve Kasrı Şirin yoluyla Bağdat’a ulaşıldı. 941/1534 Aralık ayında Bağdad direnmeden teslim oldu. Kerkük ve Hille gibi Irak beldeleri Osmanlı ülkesine katıldığı gibi, Güney Irak, Kuveyt, Lahsâ, Katîf, Necd, Katar ve Bahreyn bölgeleri de Osmanlı Devleti’ne itaat edince bütün bunlar, Basra Eyâleti adı altında Osmanlı’ya bağlandı (24.7.1538). Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa, aynı yıl Tunus’u fethederek Osmanlı Devleti’ne bağlamıştı.

7. Seferi hümâyûnda Venediklilerin üzerine gidilmiş, Korfu ve Otranto hücuma ma’rûz kalmışsa da, Venediklilerin sulh talebi ve Fransa Kralının da arzusu üzerine 1537 yılında İstanbul’a dönüldü. Bu arada Doğu Hırvatistan’da Osiyek yakınlarındaki Vertizo’ya sokulan düşman askerleri yok edildi.

8. Seferi hümâyûn Kara Boğdan yani Moldavya üzerine yapıldı. 1538 yılında Kanuni Moldavya üzerine yürürken, denizlerde Hadım Süleyman Paşa, Süveyş’ten hareket ederek Yemen ve Aden’i almış ve Hindistan’daki Diu Kalesini kuşatmıştı. Yine aynı yıl, Osmanlı Devleti’ne Batı Cezayir’i kazandıran Barbaros Hayreddin Paşa, Batılı donanmalara karşı kazandığı Preveze deniz zaferi ile Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü haline getirmişti. Kara Boğdan seferi de, her ne kadar sulh ile neticelendi ise de, hem Moldavya bölgesinde ve hem Tuna boyunda Osmanlı sınırları durmadan genişliyordu.

9. Seferi hümâyûn, 1541’de yapılan Budin Seferi’dir. Macaristan’da Osmanlıların himayesindeki Kral Yanoş Zapolya’nın ölümüyle (1540), Avusturyalı Ferdinand’ın buraları işgal etmek istemesi ve hatta Budin ve Peşte’yi kuşatması, Kanunî’yi tekrar bu bölgelere getirdi. 1541 tarihli bu seferle artık Macaristan’ı Budin Eyâleti’nin bir parçası haline getirdi.

Kısa bir süre sonra Ferdinand, Almanların desteği ile yine Budin ve Peşte’yi kuşattıysa da, Kanunî Sultân Süleyman 10. seferi hümâyûnu ile hem Ferdinand’ı ve hem de kendisini destekleyen Almanları, 1543 tarihinde geri çekilmeye ve Osmanlı Devleti’nden sulh andlaşması istemeye mecbur etti. Bu sefer neticesinde Macaristan’ın dinî merkezi olan Estergon, İstolniBelgrad ile beraber iki mühim sancak merkezi olarak Budin’e bağlandı. Peç ve Şikloş, geri alındı. Yapılan andlaşmayı bütün Avrupa devletleri kabul etmek durumunda kalırken, Kanunî, tartışmasız "Cihan Padişahı" unvanını bu gaza ile kazandı. İmparator sıfatı, sadece Muhteşem Süleyman için kullanılabilecekti.

Muhteşem Süleyman, 11. seferi hümâyûnunu, Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmayı âdet haline getiren İran’a yaptı. Buna 2. İran Seferi de denir. 15481549 yıllarında gerçekleştirilen bu sefer ile, Tebriz geri alındı. 15531555 yılları arasında da 3. İran seferini ve genelde ise, 12. Seferi hümâyûnunu yaptı. Buna Nahcivan Seferi de denmektedir. 1554 Temmuz’unda Revan’a gelen Padişah, oradan Nahcivan’a giderek burayı feth eyledi. Kuzey Azerbaycan üzerinden Güney Azerbaycan’a geçince, Şah sulh istedi ve ortalarda görünmeyince de Amasya’ya çekildi. 1555 yılında Amasya’da imzalanan andlaşma ile Gürcistan paylaşıldı ve Irak’da eski sınırlar muhafaza edildi.

Şehzade Mustafa ve Şehzade Bâyezid meseleleriyle yıpranan haşmetli Padişah, son büyük seferini, 1566 yılında Zigetvar’a düzenledi ve burada kuşatma sırasında 72 yaşında iken çadırında vefat etti.

Yavuz döneminde 6.5 milyon km olan Osmanlı Devleti’nin toprakları, Kanunî devrinin sonunda en yüksek seviyesine olmasa da, 15 milyon km2ye yükseldi. Osmanlı Devleti’nin sınırları içine, Avrupa’da bugünkü siyasi sınırlarla Eszak hariç Macaristan, Erdel (Romanya’da), Banat (Romanya ve Yugoslavya’da), Belgrad ve Voyvodana, Hırvatistan ve Slovenya ve daha nice yerler; Asya’da Rodos ve on iki ada, Arabistan, Batı Gürcistan, Doğu Anadolu’nun geriye kalan kısmı, himaye bölgeleri olarak, Yemen, Kuveyt, Bahreyn, Hadramut, Katar ve daha nice yerler; Afrika’dan Eritre, Cibuti, Somali, Habeşistan’ın önemli bölgeleri, Libya, Tunus, Çad ve Büyük Sahra’nın bazı kısımları dâhil olmuştu. Kısaca "Bir sultânı azîm’üşşan idi ki, her hıttada hutbesi yürür ve bin bir kal’ada nevbeti vurulurdu.".

Netice olarak Kanunî Sultân Süleyman devri, hem devletin sınırlarının genişlemesi yani siyâsi ve coğrafi açıdan ve hem de ilim, kültür, hukuk ve maliye gibi konular açısından, Osmanlı Devleti’nin zirvelere yükseldiği bir dönemin kısa adıdır.

Kanunî Sultân Süleyman, hem büyük bir asker, hem kudretli bir idareci ve hem de eşine ender rastlanır bir devlet teşkilâtçısı idi. Bu dehâsını, Fâtih zamanında hazırlanan teşkilât kanunlarını geliştirerek ve kısmen de değiştirerek gösterdi. Denilebilir ki, Osmanlı Devleti’nin siyâsî, kültürel, sosyal, iktisadî, adlî ve kısaca her çeşit yapılanması, Kanunî devrinde zirvesine yükseldiği gibi, devletin merkezî ve taşra teşkilâtı da bu dönemde zirveye yükselmiştir. Bunu, hazırlattığı kanunnâmelerde görmek mümkündür.

Kanuni devrinin zirveye yükselmesinde katkısı bulunan Sadrazamlar arasında Pîrî Mehmed Paşa, Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa’yı; Şeyhülislâmlar arasında Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Çivizâde ve özellikle de Ebüssuud Efendi’yi; diğer devlet adamları arasında Barbaros Hayreddin Paşa, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa, Şeydi Bey ve Ca’fer Ağa’yı; ilim ve maneviyât erbabı arasında ise, Nakşibendi Tarikatının reislerinden Hâce Mahmûd Bedahşî, Şeyh Bâli Efendi, Hâce Derviş Mehmed Efendi, Molla Abdüllatif Efendi ve Kadizâde Acem Efendi’yi zikredebiliriz. Ancak büyük zatlar bunlardan ibaret değildir.

ZEVCELERİ:

1- Hürrem Haseki Sultân; Kanunî’nin nikâhına aldığı ve aslen Ukran bir Ortodoks rahibin kızı yahut Fransız veya İtalyan olduğu hususunda iddialar bulunan câriyedir. Şehzade Mehmed ve Selim’nin annesi.

2- Mahidevran Kadın; Abdullah kızı ve Şehzade Mustafa’nın annesi.

3- Gülfem Hâtûn; Cariyelerden ve Şehzade Murad’ın annesi.

ÇOCUKLARI:

1- Şehzâde Sultân Mahmûd Hân.

2- Şehzâde Sultân Mustafa Hân.

3- Şehzâde Murad.

4- Şehzâde Sultân Mehmed Hân.

5- Şehzâde Abdullah.

6- Mihrimah Sultân.

7- Şehzâde Sultân Selim Hân II.

8- Şehzâde Sultân Bâyezid Hân.

9- Fatma Sultân.

10- Râziye Sultân.

11- Şehzâde Sultân Cihangir.

12- Şehzâde Orhan.
 
Kanunî Sultân Süleyman’a Kanunî denmesinin sebebi nedir? Bazı kimseler, şer’i şerifi terk ederek Avrupa’dan kanunlar almasından dolayı bu isimle yâd edildiğini söylemektedirler. Bu iddianın aslı nedir?

Hem ilim adamlarımızdan ve hem de diğer okuyucularımızdan aldığımız bir önemli soru, üç ciltte toplam 200’e yakın kendi devrinde hazırlanan Kanunnâme neşrettiğimiz Sultân Süleyman’ın "Kanunî" unvanıyla alakalıdır. Bir kısım okuyucular, doğrudan bu unvanın verilişinin sebebini sorarken, bir kısmı da, "islâm hukuku yani şer’î hukukun hükümlerini bir tarafa bırakıp kendi iradesiyle kanun yaptığından dolayı mı bu unvanı almıştır?" diye soruyorlar. Hatta bir kısım okuyucularımız, büyük İslâm âlimlerinin bu meseleden dolayı, Kanunî’ye diğer Padişahlar gibi sıcak bakmadıklarını ifade ederek Osmanlı Kanunnâmelerinin I. Cildinde naklettiğimiz ve uzun uzadıya izahını yaptığımız. Zenbilli Ali Efendi’ye ait şu hakikatli fıkrayı dile getirmektedirler:

"Sultân Süleyman Kanunî, kesretli Kırkçeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: Hilâfı şerîat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir pisledin ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez".

Bu suallere kısa da olsa cevap vermek, yerinde olsa gerektir.

Evvelâ, şunu belirtelim ki; Sultân Süleyman’a "Kanunî" unvanının verilmesinin asıl ve birinci sebebi, Fâtih, II. Bâyezid ve Yavuz zamanında, İslâm Hukukunun ülü’lemre tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılarak hazırlanan ve daha evvel neşrettiğimiz Kanunnâmeler tedvîn edilmiş olsa da, İslâm ve dolayısıyla Osmanlı Hukuk tarihinde, sınırlı yasama yetkisini kullanarak en çok ve en muntazam kanunların, Sultân Süleyman zamanında tedvîn olunmasıdır. Gerçekten de, en çok ve en derli toplu kanunlar, gelmiş geçmiş Padişahlar içinde, Sultân Süleyman zamanında hazırlanmıştır. Nitekim onun devrinde hazırlanan kanunnâmelerin, 12 ciltlik Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin üç cildini teşkil etmesi ve 200’den fazla muntazam Kanunnâmenin bulunması da, bu dediklerimizi te’yîd eylemektedir.

Saniyen, bir kısım büyük İslâm âlimlerinin fevkalâde bir latife üslûbu içinde de olsa, Avrupa’dan bazı kanunları getirdiği için Sultân Süleyman’ı tenkit etmeleri, onun bu unvanının, şer’î kanunlara aykırı ve kendi iradesiyle bazı Avrûpâî kanun vazr etmesinden kaynaklandığı kanaatini, bazı ehli imânda doğurmuş bulunmaktadır. Hemen şunu ifade edelim ki, Zenbilli’nin biraz evvel naklettiğimiz sözü, bir lâtifedir; ancak bir hakikati da tazammun etmektedir. O hakikat da şu olsa gerektir: Kanunî Sultân Süleyman, açıktan şerîata aykırı kanunlar hazırlatmamıştır; ancak şer’îliği tartışmalı olan bazı meselelerde, Ebüssuud gibi, büyük İslâm hukukçularının fetvalarına dayanarak ve İslâm Hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanarak, kanun hükümleri ortaya koydurtmuştur. İslâm Hukukunda râcih kavil vardır; mercûh kavil vardır. Sultân Süleyman, bazı konularda, asrın maslahatlarını da göz önüne alarak, Ebüssuud gibi âlimlerin kanaatiyle, mercûh yani zayıf olan görüşü, râcih yani kuvvetli olan bir görüşe tercih yolunu ihtiyar eylemiştir. Şerlliği tartışılan bu meseleler arasında, asrımızda bir kısım insanlarımızın, meselenin aslını bilmeden "Osmanlı Devleti’nde de faiz vardı" demelerine sebep teşkil eden "mıTâmelei şer’îyye" mevzuu; mîrî arazinin ve icâreteynli vakıfların sınırsız süreli kira akdiyle işletmeye verilmesi; bazı esaslarının şerîata açıkça aykırı olmayacak şekilde Avrupa esnaf kaidelerinden alınmış olması mümkün olan gedik müessesesi; kalpazanlar, cinsî sapıklar ve benzeri cemiyet hayatını bozan suçları işlemeye devam edenlerin ta’zir bilkatl yetkisine dayanılarak idam edilmesi ve irsâdî vakıflar da denilen tahsisat kabilinden vakıflar bulunmaktadır. Bütün bunlarda, tamamen müftülerin fetvalarına dayanan Sultân Süleyman’ın açıkça şerîata muhalif bir hükmü kanun haline getirttiği söylenemez. Ancak zayıf görüşlerin kabulü; zaruret veya âmme maslahatı gibi esâsları bazan bilmeyerek veya ilim adamlarının vasıtasıyla suiistimal ettiği ve dolayısıyla zımnen şer’î hükümlere aykırı davrandığı da muhtemel ve mümkündür; zira Kanunî ma’sûm değildir.

Şunu da hatırlatalım ki, tatbikattaki gayrı meşru1 tasarrufları, Osmanlı Hukukuna mal etmek mümkün olamaz.

Bütün bunları yaparken de, şerîata karşı muhalefet olmaması için titiz davrandığını; manevî mes’ûliyetten kurtulmak gayesiyle, vefatı anında Ebüssuud’dan aldığı fetvaların kendisiyle beraber defnedilmesini vasiyet eylediğini ve en önemlisi de kendi devrindeki kanunları kendisi değil, zamanındaki Ebüssuud gibi İslâm âlimlerinin hazırladığını da burada hatırlatmak istiyoruz.

Şunu da hatırlatalım ki, bu sayıları 200’ü geçen Kanunnâmeler, Osmanlı Hukuk sisteminin tamamı değildir. Belki %10’u bile değildir. Zira Osmanlı Hukuk sisteminin %90’ı, fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şervî hükümler yani şerfattır. Kanuni döneminde de durum böyledir.

Üçüncü olarak, Kanuni unvanının verilmesine sebep, kanunların hiç bir fark gözetilmeksizin herkese âdil bir şekilde onun zamanında tatbik edilmesindendir. Nitekim Kanunnâmesinde yer alan şu madde bu konuda iyi bir delil teşkil eder:

"Cinayetler karşılığında vaz’ olunan cezalar konusunda kaide sabit oldu ki, sipahi, ra’iyyet, şerif, vazî’, denî ve mücrim arasında müşterektir ki, her kim ki bu suçlardan birisi ile mücrim ola, mukabelesinde ta’yin olunan ceza ile cezalandırılır"


Kanuni zamanında ve diğer dönemlerde Osmanlı Devleti’nin resmi hamr adıyla şaraptan vergi aldığını ve hatta bazan meyhane resminin de alındığını görüyoruz. Acaba içki caiz mi görülmektedir ki, bu çeşit resimler alınmaktadır? Bazı kimselerin Kanuni’ye isnad ettiği içki içtiği iddiası doğru mudur?

Kanuni, içki içmeyen ve bilakis takva ile hayatını devam ettiren bir devlet adamıdır. Bu konu, İslâm hukukundaki hükümler bilinmeden istismar edilen bir konudur. Meselenin esası da şudur:

A) İslâm Hukukuna göre sarhoşluk veren bütün içkiler haramdır ve Osmanlı Devleti de bu yasağı şiddetle uygulamıştır. Ancak gayri müslim vatandaşların belli kayıt ve şartlar altında kullanmalarına müsaade edilmiştir. Bu sebeple, İslâm Hukukunun getirdiği şartlar dahilinde Osmanlı ülkesinde de hamr ve benzeri içkiler satılabilecek ve gayri müslimler tarafından kullanılabilecektir. Hatta devletin sınırları içinde, gayri müslimlerin eğlenebilecekleri ve içki içebilecekleri meyhaneler de açılabilecektir. Bütün bunların tek şartı, Müslümanlara zarar verir hale gelmemesidir. Mesela ancak nüfusunun kahir ekseriyeti gayri müslim olan mahallelerde satılabilmekte ve meyhane açılabilmektedir. Osmanlı Devleti’nde Müslümanların ve gayri müslimlerin mahallelerinin ayrı ayrı olmasının bir sırrı da budur.

B) Müslümanlar için caiz olmasa da, gayri müslimler için belli şartlarla serbest bırakılan içki ve domuz gibi mallardan (gayri müslimlere göre maldır; Müslümanlara göre mal kabul edilmemektedir), İslâm devleti vergi alabilecektir. Özellikle Hanefi hukukçuların içtihadı bu şekildedir. İşte Osmanlı Devleti de özellikle İmam Züfer’in içtihadını esas alarak, gayrı müslimlerin ürettikleri şaraplık şireden ve hamr ve benzeri içkilerden şire resmi veya hamr resmi denilen bir vergi almıştır. 1591 yılından itibaren içkiden alınan vergiye zecriye resmi denmiştir. Nitekim Osmanlı Devleti domuzlardan da resmi hınzır veya canavar adıyla vergi almıştır.

C) İçkiden alınan bu vergiler Hamr Emâneti Mukata’atı denilen bir maliye dairesi tarafından tahsil edilmiştir. Hatta Kanuni Sultân Süleyman, gayri müslimlerce açılan meyhanelere Müslümanların da gitmesinden ve de bazı Müslümanların yasak olarak içki kullanmaya başlamasından dolayı, Hamr Emâneti Mukata’asını kaldırmış, Osmanlı sınırlarına sokulan içkilere ve bunların üretimine ciddi yasaklar getirmiştir. Bu arada içki içildiği ve gayri meşru fiiller yapıldığı gerekçesiyle bütün meyhaneler ve kahvehaneler kapatılmıştır. Ancak daha sonra bu yasaklar II. Selim zamanında kaldırılmış ve gayri müslimlere müsaade edilmiştir. III. Selim zamanında yeniden tanzim olunan zecriye resminin tahsili de yeni esaslara bağlanmıştır.

D) O halde Osmanlı Devleti’nde hamr ve benzeri içkilerden vergi alınması veya bu vergilerin tahsili için maliye daireleri teşkil olunması yahut da gayri müslimlere meyhane açmaya ve içki ticâreti yapmaya müsaade edilmesi, Müslümanların ve hele hele içkiyi gayri müslimlere bile yasaklayan Kanuni gibi bir devlet adamının içki içmesi manasına gelmez ve böyle bir iddia kesinlikle doğru değildir.



Osmanlı Devleti’nin Arapları zorla hâkimiyeti altına aldığı ve onları sömürdüğü iddia edilmektedir. Bu iddiaların aslı ve esası var mıdır?

Maalesef bu tür iddialar, ilmî olmaktan ziyade siyasîdir. Osmanlı Devleti’nin idaresi altında asırlarca yaşayan topraklar üzerinde iktidarı elinde bulunduran siyasî güçler kendi suiistimallerini örtmek için böyle bir propagandaya baş vurmaktadırlar. Osmanlı Devleti, zorla ve zulümle hâkimiyetini mazlum milletlere kabul ettiren bir imparatorluk değildir. Belki, Müslümanların ve gayrimüslimlerin, eski tâbirle istimâlet ile yani kendi meyil ve arzularıyla, adaletinden ve huzurundan istifade etmek gayesiyle hâkimiyeti altına girmeyi arzuladıkları ve vardıkları her yere i’lâyı kelimetullah gayesiyle ayak basan bir İslâm devletidir. Altı yüz sene yaşayan bir devletin elbette haseneleri de seyyieleri de olacaktır. Ancak kaderi ilâhinin bu kadar uzun seneler yaşamasını takdir ettiği bu devletin, hasenatı herhalde seyyiâtına gâlibdir. Balkanlardaki bazı Hıristiyan gruplara, kiliselerde yaptıkları âyinlerde papazlar tarafından şöyle duâ ettirildiğini, Amerika’da araştırma yapan bir arkadaşım, kilise kayıt defterinin orijinalinden bir müzede bizzat okumuş ve bize nakletmişti. "Ya Rab! Bize de Osmanlı hâkimiyetinin altına girmeyi nasib et ki, dinimizi huzur içinde yaşayalım". O halde Osmanlı Devleti, kılıca dayalı ve sömürgeci bir imparatorluk değil, eşine tarihte ender rastlanacak olan bir İslâm devletidir. Burada Muhammed Abduh’un şu sözlerini zikr etmeden geçemeyeceğiz (Padişah Abdulhamid’e yazdığı bir layihada diyor):

"İtikad ediyorum ki, bu zamanda imanın şartlarının birincisi Allah’a imandır. İkincisi Peygamber’e imandır. Üçüncüsü de, Osmanlı Devleti’nin bekasına imandır. Zira bu devlet yıkılırsa, Alemi İslâm perişan olacak ve sahipsiz kalacaktır.".

Mesela Kuzey Afrika’da, XVI. asrın ilk çeyreğinde Mağrib ülkeleri Hıristiyan istilasına maruz kalmış ve kendi devletleri zayıf düşmüştür. Bir tımarlı sipahinin çocukları olan Oruç Reis ve Hızır Reis de, bu bölgeye Fâtih zamanında gelmişler ve yerleşmişlerdir. Bahadır kardeşler, kısa zamanda Hıristiyanları durdurma ve iç ihtilafları önlemek üzere gayret göstermişler ve bunda da muvaffak olmuşlardır. Avrupalılar’ın Mağrib Müslümanlarını canavar gibi parçalamayı beklediğini çok iyi bilen Cezayirli Müslümanlar ve bunları birliğe davet eden Oruç ve Hızır kardeşler çareyi Osmanlı Sultânı Yavuz Sultân Selim’e mektup yazmakta bulmuşlardır. Mektubun gayesini tek cümleyle özetlemek mümkündür;

"Biz Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayı ve o devletin bir vilayeti olarak kalmayı istiyoruz. Mümkünse Hızır Reis’i de bize Beylerbeyi (vali) olarak tayin ediniz".

Kuzey Afrika veya bir diğer adıyla Mağrib yani Batı Arap Aleminin Yavuz’a ve Kanunî’ye mektuplar göndererek, Osmanlı Devleti’nin şemsiyesi altına girmeyi can ü gönülden istedikleri gibi, Muhammed Harb ve Abdülcelil EtTemîmî’nin konuyla ilgili araştırmaları, Ortadoğu’daki Araplar açısından da durumun aynı olduğunu ortaya koymaktadır:

Evet! Doğudaki Araplar da tıpkı Mağrib’dekiler gibi, Osmanlı Devleti’ni davet etmişler ve onlara merhaba demişlerdir. Bu durum, Mısır fethinden kısa zaman öncesinden değil, belki çok daha evvel başlamıştır. Özellikle Mısır’daki Müslüman ahali, İslâm’ı tatbik eden kuvvetli bir devlete tabi’ olmayı başından beri istemektedir. Ortadoğu’daki Araplar, tıpkı Mağribliler gibi, Osmanlı Devleti’ni, kendilerini Memlüklü devletinin zulmünden kurtaran bir kurtarıcı olarak görmüşlerdir.

Abdullah bin Rıdvan "Tarihi Mısır" adlı eserinde, Mısır âlimlerinin, Mısır’a gelen Osmanlı sefiriyle gizliden gizliye görüştüklerini ve ona Sultân Gavri’nin şervi şerife muhalif hareket ettiğini şikâyet ettiklerini ve kendilerinin Osmanlı sultanının Mısır’ı fethetmesini beklediklerini ifâde eylediklerini kaydetmektedir. Suriye bölgesi de Mısır’dan farklı değildir. Mısır’dan yola çıkarak Şam’a gelen ve oradan da Haleb’e varan Kansu Gavri’nin Haleb girişinde, çocukların "Yüce Allah sana yardım eylesin ey Sultân Selim" sesleriyle şaşkına döndüğünü tarihçiler kaydetmektedir.

Burada Halep âlimleri, kadıları ve halkın ileri gelenleri tarafından kaleme alınan ve Yavuz Sultân Selim’e takdim edilen bir arîza yani dilekçeyi de değerlendirmek istiyoruz. Muhammed Harb tarafından özeti Arapça’ya tercüme edilen bu belgenin aslı, Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Gerçekten Yavuz’un seferi öncesinde, Halep’te âlimler, kadılar, a’yânlar, eşraf ve ileri gelenler bir araya gelmişler ve kendi durumlarını aralarında tartışmışlardır. Neticede dört mezhebin kadısının ve şehrin ileri gelenlerinin, bütün halka vekâleten bir arîza yazmalarını ve arızada Osmanlı Sultânı Selim’e hitaben istediklerini dile getirmelerini kararlaştırmışlardır. Alınan kararlara göre, Suriye halkı Memlûklu zulmünden bıkmıştır. Memlûklu idarecileri şervi şerife muhalefet etmektedirler. Sultân Selim, Memlûklu saltanatına son vermek isterse, Suriye halkı kendisine hoş geldiniz demeye hazırdır. Kendisini karşılamak üzere Anteb’e kadar geleceklerdir. Bununla da yetinilmeyerek Yavuz’dan güvenilir bir vezirini kendilerine idareci olarak göndermesi istenecektir. Nitekim Şah İsmail’e açıkça destek verdiğinden dolayı, Osmanlı hukukçuları, Memlüklülere harp açılabileceğine dair fetvalar neşretmişlerdir. Bu fetvaları Ali’nin Tarihinde görmek mümkündür.

Mazide İslâm’ın iki bahadır kahramanı Araplar ve Türkler, elele vererek, Kur’ân’ın sadâsını aktârı âlemde en yüksek gür sadalanyla herkese duyurmaya çalışmışlardır. "İnşâallah yine, Araplar, ümitsizliği bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesânüd ve ittifak ile elele verip, Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir".


Yavuz Sultân Selim’in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt Devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddia edilmektedir. Osmanlı Devleti’nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı ve bu iddialar doğru muydu?

Bu iddia, Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika’sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.

Doğu Anadolu’daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz.

Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti’nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti’ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hanedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğullan veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazîleri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti’ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazîsinde tımar nizâmı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir.

Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da uygulana gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti’ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840’lara kadar bu hal aynen devam etmiştir.


Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu doğru mudur?

Bu iddianın tam tersi doğrudur. Yani Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehli sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514’de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır.

Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran’da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlemi İslâm’ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzade Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul’da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şiilerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti. Anadolu’yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.

Nihayet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbni Kemal’in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim’in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu’nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehli sünnet velcemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti’nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm’ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır.

İşte bu hakikati idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdrisi Bitlisi tarafından Padişah’a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti.

Osmanlı Devleti’nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ülİslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa’dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu’nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.

Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu’nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdrisi Bitlisî’ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne ilhakı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısnı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 2530 tane Kürt beyi (ümerâyı ekrâd), Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdrisi Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şiflerin Diyarbekir’i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim’e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.

"Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zahir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehli sünnet mezhebi ve Şafii mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik.

Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle câri olmuşdur".

Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdrisi Bitlisî’nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail’in Diyarbekir’i muhasara altına alan ordularını tarumar eylemiştir. XX. asrın İdrisi Bitlisî’si olan Bediuzzaman 1910’larda Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:

"Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlâd böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir."

Diyarbekir’in Safevî Devleti’nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdrisi Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti’ne itaatlerini temin eylemiştir.

İdrisi Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğierin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti’ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdrisi Bitlisî’ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti’ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya beyaz hükmi şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti’ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti’ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.

Mektubun sonuna doğru, Anadolu’yu şnieştirmek isteyen Şah İsmail’in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.

Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük’den itibaren Kuzey Irak ve Haleb’i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti’ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:

1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25’den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısnı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey.... Ayrıca Şuran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir.

2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbni Harkuş, İbni Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ’at mektubu çok manidardır:

"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adaleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz".
 
Geri
Top