Sorularla OSMANLI
Kaynak : Prof.Dr. Ahmet Akgündüz
İttihatçılar kaç gruptur?
İttihâd ve Terakki Cemiyeti içinde cereyan eden çeşitli görüş ve fikirlerin tamamı iki kola ayrılıyordu:
Birincisi; Maalesef, tamamen batı taklitçisi, mason, farmason ve hatta Osmanlı ve din düşmanı grubudur ki, Osmanlı Devleti’ni Avrupalı devletlere şikâyet edecek kadar alçalan ekip bunlardır. Bunların içinde Tevfik Fikret gibi tamamen dinsiz olanlar; Prens Sabahaddin gibi İngilizlerin oyuncağı haline gelecek kadar basiretsiz olanlar; Ermeni, Sırp ve Yunanlılar gibi tamamen gayri müslim olanlar bulunmaktadır. II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında, Dâr’ülHikmet’ilİslâmiyye azası Seyyid Sa’dedin Paşa’nın Bediüzzaman’ı ikaz gayesiyle söylediği şu cümleler, bu birinci grubu çok iyi anlatmaktadır: "Kesin olarak öğrendim ki, kökü ecnebide kendisi de burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş ve demiş ki, Bu eser sahibi dünyada kaldrğı müddetçe, biz mesleğimizi yani dinsizliği bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız". İşte birinci grubun gayesi, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve siyâseti dinsizliğe alet etmektir.
İkincisi; Hamiyet, milliyet, hürriyet ve müsavatı gerçek manada müdafaa eden Ahrâr grubudur ki, sonradan Ahrâr Fırkası adı altında İttihâd ve Terakki’den ayrılmak istemişlerdir. Ahmed Rıza Bey, Enver ve Niyazi Beylerin bu manada İttihâdcı olduklarını ve ancak birinci grubun esiri olduklarını düşünüyoruz. Nitekim Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey, daha işin başından birinci grubun hıyanetlerini görerek cemiyetten istifa etmiştir. Bu ikinci gruba mensup olan hakiki hürriyetperverler, daha sonra Abdülhamid’e yaptıkları zulümlerden pişman olmuşlar ve kusurlarını itiraf etmişlerdir.
Maalesef, II. Meşrûtiyetin kurulmasından sonra, İttihâd ve Terakkinin içinde hâkim olan kuvvet birinci grup olmuştur. Hakiki hürriyetçiler iki defa hükümetin başına geçtikleri halde, birinciler tarafından çeşitli oyun ve entrikalarla devrilmişlerdir. İşte Mehmed Akif gibi İslâm âlimlerinin kendilerine nasihat ettikleri İttihâdcılar grubu, Ahrâr denilen ikinci gruptur.
İttihâd ve Terakki adı verilen siyâsî cemiyet nasıl teşekkül etti ve nasıl iktidara geldi? Bunların fikrî yapıları nedir?
1908 yılında Abdülhamid’in şahsî idaresi 30. Y’.lını bulmuştu. Bu idarenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların Abdüihamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhalefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhad Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdüihamid zamanında engellenmişti.
İşte Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhad Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Akif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şerl hürriyetin sınırları içinde kalan meşrutî bir hükümetle yaralan sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, Abdülhamid muhalifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhalifler, 1876 Kanunı Esâsi’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Halbuki Abdülhamid’in bütün derdi buydu.
İşte böyle bir ortamda, 1890 yılında Harbiye ve Askerî Tıbbiye talebeleri tarafından Abdülhamid’e muhalif gizli ve siyasi bir cemiyet İttihâd ve Terakki adı altında kuruldu. 1897’de bu cemiyet dağıtıldı ise de, üyeleri Paris’e kaçtı ve az da olsa Ahmed Rıza Bey başkanlığında faaliyetlerine devam ettiler. Batı, Ermenilerin Kızıl Sultân diyerek yaftaladığı Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösteren bu cemiyete yine kucak açtı. Yahudilere yurd vermediği için Siyonist teşkilâtlar da onun aleyhindeydi. Ama dünya Müslümanlarını temsil eden Abdülhamid, uzun yıllar tahtta kalmak uğruna Müslümanların aleyhine olan bu işleri yapamazdı. Avrupalılarla işbirliğine giren İttihâdcılar, Arapça, Fransızca, İngilizce, Ermenice ve Arnavudca olarak çıkardıkları gazetelerle, Abdülhamid aleyhinde her türlü çirkin iftiraları yaymaya başladılar. Bunları teker teker tetkik eden Prof. Şükrü Hanioğlu, "Bazan ilim adına okumaktan utanacak kadar edepsiz ithamları görüyorum" demektedir. Tarihçiler, bu basında yer alan ithamların % l’ine bile inanmamaktadırlar. İngiliz Ali Bey’in oğlu Ahmed Rıza Bey’in Paris’te çıkardığı Meşveret Gazetesi bunların en meşhurlarındandı. Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde ve hem de Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı hatıralarında, Abdülhamid hakkında adı geçen gazetelerde yazdıklarından pişman olduklarını ve onu tanıyamadıklarını itiraf ettiği gibi, 1918 sonlarında vatanlarını terk eden Enver, Tal’at ve Cemal Paşalar gibi İttihâdcıların liderleri de benzeri itirafları yapmışlardır.
1899 yılında Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, oğulları ile birlikte Brüksel’e giderek Abdülhamid aleyhtarlarına katıldı. Arkasında İngiltere olan ve bazı şahsî menfaatler yatan bu adamın misyonunu oğlu Prens Sabahaddin Bey devraldı. Avrupalılar gittikçe dozunu arttıran bu harekete Jön Türkler (Genç Türkler) diyorlardı. Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle bunlardan bazılarına Şeyn Türkler (Çirkin Türkler) demek gerekiyordu. Şubat 1902’de Paris’te Ahrârı Osmaniye Kongresi yapıldı. Osmanlı Devleti’nin aleyhinde olan müslim gayri müslim bu kongreye herkes katılmıştı. Prens Sabahaddin Bey’in şuursuzca ortaya attığı ademi merkeziyyet fikrinden ilham alan Kongre, Osmanlı Devleti’nde milliyet esasına göre mahalli muhtariyetlerin kurulmasını öngörüyordu. Bu, Ermenistan, Kürdistan, Rum Pontus ve benzeri yeni devletlerin kurulması demekti. Prens Sabahaddin Abdülhamid’i Ermeni Katili diye itham ederken, dinle alakası olmayan Tevfik Fikret de, Abdülhamid’i bomba ile öldürmek isterken öldürülen Ermeni komitecilerine ağıtlar yakan şiirler yazıyordu. Midhad Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey gibi, bu kadarına isyan ederek kararları imzalamayan vatanperverler de aralarında vardı.
İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kendine yakın bulduğu III. Ordu subaylarının arasında yayılmaya başladı. Selanik ve Manastır şubeleri açıldı. Sonradan Bey ve Paşa haline gelen postacı Tal’at Efendi işin başına geçti. 1908’de Kur’ân, bayrak ve silah üzerine yemin eden III. Ordunun bütün subayları ittihâdcı olduklarını açıkça ilan ediyorlardı. Artık asker siyâsete karışmıştı. Neticede Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunlarından Mehmed Said Hâlim Paşa ve Ömer Tosun Paşa gibi rütbeliler de cemiyete giriyordu. Cemiyetin fiili liderleri, Tal’at Efendi, Kurmay Binbaşı Enver Bey, Kıdemli Yüzbaşı Niyazi Efendi’ydi.
İttihâdcıların en önemli sloganı ittihâdı anâsır yani güya istibdad yıkılıp meşrutiyet gelince, Osmanlı Devleti’ndeki bütün milletler, din, dil, mezheb ve ırk farkı gözetilmeksizin aynı devletin vatandaşları olarak birlikte yaşayacaklardı. Bu sadece sathî bir düşünce idi. Zira bu düşünce ile yola çıkan İttihâdcılar, Balkanlarda binlerce Müslümanın kanını akıtan Bulgar, Yunan ve Sırp Çeteleri ile işbirliği yaptılar ve hatta Makedonyadaki yabancı konsolosluklara muhtıra vererek, istibdâdı hazır ve idarei müstebiddâne dedikleri Abdülhamid idaresinin yıkılmasını bile arzu ettiler. Bununla kalmayıp siyasi cinayetler işlemeye başladılar. Binbaşı Enver Bey, Selanik Merkez kumandanı Albay Nâzım Bey’i tabanca ile öldürdü. Artık İttihâdcılar çetelere dönüşmüşlerdi.
Emellerine ulaşmak için yabancı devletleri bile devreye sokmaktan ve her türlü iftiradan çekinmeyen İttihâdcıların bu şımarıklığı karşısında, II. Abdülhamid, evvela tam sorumlu sadrazam sıfatıyla Küçük Said Paşa’yı sadrazamlığa ve Erkânı Harbiyyei Umumiyye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa’yı da harbiye nâzın sıfatıyla ordunun başına getirerek kabineyi ciddi manada değiştirdi. Devletin III. Ordu dışında kalan 6 ordusu İttihâdcıların hareketi karşısında sessizliklerini koruyorlardı. I. Ordu hareketi benimsemiyordu. 1876 darbesini I. Ordu yapmışken, 1908 darbesine III. Ordu hazırlanıyordu. Abdülhamid ise, kan dökülmesini asla arzu etmeyen bir liderdi. II. Meşrutiyet, milletin değil, çete gibi davranan ittihâdcıların eseri olduğundan demokrasiyi doğuramayacaktı. Zira 23 Temmuz 1908’de Abdülhamid’in Kanunı Esasi’yi ilan eden İradesiyle başlayan II. Meşrûtiyetten sonra, bir sürü parti kuruldu. Ancak hepsi de İttihâd ve Terakki Partisi tarafından küçümsendi, hakir görüldü, hatta vatan haini ilan edildi. İttihâd ve Terakki Partisine I. Cumhuriyet Halk Partisi ve bu döneme de I. Tek Partili Dönem demek daha uygundur. II. Meşrutiyetten sonra sadrazamları ve kabineyi hep İttihâd ve Terakki Partisi belirledi.
İttihâd ve Terakki Partisinin sloganı Fransız İhtilalinden tercüme edilen "hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet" idi. Ancak hiç bir zaman bu esaslara uymadılar. Bunların memlekete yaptıkları zararları şöylece özetlemek mümkündür:
a) Ordu siyâsete alet edildi ve bu kötü adet Cumhuriyet döneminde de devam ettirildi. Onlar bazı makamları elde ettiler; ama devlet ve memleket kaybetti,
b) Orduyu İttihâdcı (Halaskar) ve muhalifler diye böldüler; bu yüzden Balkan Harbi kaybedildi. Çünkü bölünen ordular zafer kazanamazdı,
c) Türk milletine siyasi demagojiyi İttihâdcılar yerleştirdi. Halkı ikiye böldüler. Muhaliflerine mürteci demeye bunlar başladı,
d) Abdülhamid’in icra ettiğini iddia ettikleri istibdadı tek kişi temsil ediyordu, onu iktidardan almakla istibdada son verilebilirdi; İttihâdcıların istibdadını ise tek kişi temsil etmiyordu. Kanlı, suikastlı, sehpalı, devletin temellerine dinamit koyan ve orduyu kullanan oligarşik bir istibdad devri başlamıştı. Artık devlet, Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün başını çektiği oligarşik istibdadla idare ediliyordu.
Nitekim 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile bu denilenler oldu. İki dereceli olarak yapılan seçimler neticesinde, 275 milletvekili olan Meclis, 17 Aralık 1908’de açıldı. Sadece 140 Türk milletvekili vardı. Azınlıklar çoğunluktaydı ve İttihâdcıların dediklerinin aksine, bu azınlık milletvekilleri, Osmanlı Devleti’nin birliğini değil, ittihâdı anâsır sloganıyla kendi milletlerini ve bağımsızlıklarını savunmaya başladılar. İnkılâbı Osmânî diyerek Meşrutiyete sahip çıkan İttihâd ve Terakki Partisi ne yaptığını bilmiyordu. Ermeni Katili diye itham ettikleri Abdülhamid’e yaptıklarının cezasını çekmeye başladılar ve Nisan 1909’da Adana Ermenileri isyan ettiler. Binlerce Müslümanın kanına giren Bulgar, Sırp, Yunan ve Ermeni çeteleri için afvı umumi ilan edildi. Taşnak Komitesi reisi milletvekili yapılmıştı. Ermeni komitaları dış devletlerden ağır silahlar almaya başladılar. Taşnak ve Hınçak Ermeni Komitaları resmen Anadolu’da şubeler açmaya başladı. Nisan 1909’da İngiliz Gizli Servisi ve Kilikya Piskoposu Muşeg’in tahrikleriyle tarihe Adana Vak’ası diye geçen Ermeni isyanı başladı. İttihâdcıların liderlerinden Cemal Bey olayı bastırmaya gitti; ancak 47 Müslüman ve sadece 1 Ermeniyi idam etti. Akıllarınca Ermenilere hoş görünerek onları devlete bağlıyorlardı. İşte İttihâd ve Terakki’nin istibdad devri idamlarla başladı ve idamlarla bitti.
İttihâd ve Terakki’nin fikrî yapısını iki safhada değerlendirmek mümkündür: Birinci safha, İttihâdı anâsır sloganı ile hürriyet, müsavat ve refah müdafii olan bir anlayıştır ki, biraz evvel bunu kısaca açıklamıştık. Buna kısaca, Namık Kemal’in anladığı manada bir Osmanlıcılık diyebiliriz. Ancak bunu becerebildiklerini söyleyemeyiz. İkinci safha ise, tam manasıyla Turancı milliyetçilik felsefesidir. 1913 yılından itibaren bu felsefe hâkim olmaya başlamıştır. Zaten bu safhada Ziya Gökalp de partinin Genel Sekreteridir.
II. Abdülhamid, Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulmaması için ne gibi tedbirler almıştır? İsrail Devleti’ni kendi zamanında engellediği doğru mudur?
Yüce Ecdadımız, Yahudilerle olan münasebetlerinde, Kur’ânın şu düstur ve ikazını gözden uzak tutmamıştır: "Andolsun ki, Yahudilerle Müşrikleri, mü’minlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulacaksın".
Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün Müslüman Türkler’in ezelî düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatleri ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Filistin’le olan alâkaları da bunlardan biridir. Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî nizâmı bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hâkimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar. Halbuki vak’a tam tersidir.
Yahudiler, Siyonizm’in kurucusu olan Theodor Herzl başkanlığında İsviçre’nin Basel Şehrinde I. Siyonist Kongresi’ni toplamışlardı. Yahudi bankerler ve zenginler, Yahudi Devleti kurmak için seferber edilmişlerdi. Avusturya Büyükelçisinin tavassutu ile Herzl 19.5.1901’de Abdülhamid tarafından kabul edildi. Herzl, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlattı ve Filistin’e yerleşmek istediklerini masumca izah etti. Eğer bu teklif kabul edilirse, Osmanlıya sadık vatandaş olacaklarını ve Osmanlı Devleti’ne milyonlarca altın yardım edeceklerini bütün dünya Yahudileri adına teklif etti. Bir gazetecinin cihan sultânına yaptığı bu çirkin teklifi şiddetle reddeden Abdülhamid, Ermenilerden sonra Yahudileri de karşısına aldığını biliyordu. Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, reisleri Theodor Herzl’i (18601904) bizzat Padişah’a göndererek, Osmanlı’ya karşı para silâhını kullansalar da, Padişah’tan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir:
"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz".
Osmanlı Devleti, Yahudiler’in bu topraklara yerleşme arzusuna karşı çok önemli hukukî tedbirler almıştır. Biz bunları kısaca zikredecek ve özellikle misâl olmak üzere II. Abdülhamid’in bir iradesi üzerinde duracağız.
Birincisi: Osmanlı Devleti Yahudiler’in bu topraklara sığınmaması için evvelâ Filistin topraklarının hukukî statüsünü 18 Recep 1287/ 1871 tarihli İradei Seniyye ile bu araziyi mîrî yani devlet arazisi haline getirmiştir. Ancak % 20’si yine mülk arazi şeklinde devam ettiği için Yahudiler bu kısımdan koparabildiklerine yerleşebiliyorlardı. İkinci Abdülhamid tahta geçer geçmez 25 Rebiülâhir 1308/1883 tarihli iradesini neşretti: Bu hukukî düzenleme ile Filistin Arazîsi hakkındaki muhtemel kanunî boşlukları doldurarak Yahudiler’e mülk satışını dolaylı olarak engellemiş bulunuyordu. Bir taraftan da hazinei hâssadaki şahsî mal varlığıyla Filistin’de mümkün olduğu kadar çok toprak satın alarak bu kapıyı kapamaya gayret gösteriyordu.
İkincisi: Alınan tedbirlere rağmen Filistin arazisine olan Yahudi akını tam önlenemeyince II. Abdülhamid Sadaret’in ve Meclisi Mahsûs’un basiretsiz ve ileriyi göremeyen rapor ve mazbatalarına rağmen Yahudi meselesini önemli ölçüde çözecek bir İrâdei Seniyye neşretmiştir.
İçlerinde Ahmed Cevdet Paşa’nın da bulunduğu Sadrazam Muhammed Salih Kâmil paşa başkanlığındaki Meclisi Mahsus, Filistin topraklarındaki Safed kazasına turist olarak gelen 400 ve Hayfa’ya gelen 40 Yahudi’nin Osmanlı tâbiiyyetine alınması yolundaki mazbatalarını 20 Zilhicce 1308/14 Temmuz 1307/1891 tarihinde Sadarete arz ederler. Sadaret de bu mazbatayı aynı tarihli ve Kâmil Paşa imzalı bir Tezkere ile Padişah’a takdim eder. Padişah Abdülhamid ise fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülükle konuyu 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891) tarihli İradesiyle vuzuha kavuşturur.
Bu tarihî belgede, Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Yahudiler’e şu gerçeklerle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır:
a) Yahudiler’in Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarına toplanmaları ve orada yerleşmek istemeleri, bir Yahudi Devleti kurma amacını gütmektedir. Buna engel olmak kesinlikle şarttır. Zaman, Osmanlı Devletini ve onun basiretli Padişahını haklı çıkarmıştır.
b) Osmanlı toprakları her isteyenin yerleşebileceği boş topraklar değildir. Ya özel mülkiyet konusudur ya vakıf arazidir ya da devlet arazisidir. 1278 tarihli irade bu noktadan önem taşımaktadır.
c) Kendilerini bütün âleme medenî milletler olarak ilân eden Avrupa’lıların memleketlerinden kovdukları Yahudiler’i Osmanlı ülkesine almanın haklı bir gerekçesi ve mânâsı yoktur. Hiçbir hukuk kaidesi ve insanlık da bunu gerektirmez.
d) Osmanlı ülkesinde asırlar boyu gözetlenen Ermeniler Devletin başına belâ olmuştur. Ortada bir Ermeni fesadı varken, bir de Yahudiler’i kabul etmek devletin geleceği açısından tehlikelidir. Gerçekten I. Dünya Savaşı ve onu takip eden tarihlerde Yahudiler, en az Ermeniler kadar fesada sebep olmuşlar ve Ulu Hakan Abdülhamid’i bu sözünde haklı çıkarmışlardır.
Bütün bu sebeplerle artık hiç bir Musevî Osmanlı vatandaşlığına alınmayacak ve Yahudiler’in Osmanlı ülkesine yerleşmelerine asla müsaade edilmeyecektir.
Üçüncüsü: II. Abdüihamid bununla da yetinmeyerek başta Filistin toprakları olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudiler’e toprak ve mülk satışını yasaklamıştır.
Dördüncüsü: II. Abdülhamid’in taviz vermediğini gören Yahudiler, üyeleri olan Emanuel Karaso eliyle Yahudilere mülk vermek için rüşvet aldılar. Ancak sonradan İttihat ve Terakki hükümeti tarafından çok zor anlaşılan II. Abdülhamid’in haklı siyâseti kısmen devam ettirilerek, 29 Şevval 1332/7 Eylül 1330 tarihinde (1911 Tarihinde) "teb’ai ecnebiyye"nin Arazî Kanunu’nun hakkı karâr ve ihya’ı mevâtı (ölü toprakların ihyası)na ait 78. ve 103. maddeleri hükümlerinden yararlanamamalarına dair "Şûrayı Devlet Kararı" yayınlanmıştır. Böylece Yahudiler’in bu yolla da olsa Filistin topraklarına sığınmaları engellenmek istenmiştir.
Özetle, Filistin’i devlet garantisi ile koruyan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki ile zayıflayınca, Filistin davası da zayıflamış ve Osmanlı Devleti yıkılınca o dava da yıkılmıştır. Yahudiler de maalesef emellerine kavuşmuşlardır
Ermenilerin Sultân Abdülhamid’i öldürmek üzere planladıkları Bomba Olayının aslı ve esası nedir?
II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni sadece büyük devletlere karşı değil, onların kuvvetinden yararlanmak isteyen iç ve dış fesad şebekelerine karşı da korumak durumundaydı. 1895 ve 1896 yıllarında İstanbul’da çıkarılan ve Ermeni Patriği İzmirliyan tarafından tahrik edilen Ermeni Patırtıları, Abdülhamid’in kararlı tutumu ile bastırılınca, Ermeni Komitacıları, bu sefer II. Abdülhamid’in canına kastetmişlerdir. Maalesef onlara bu konuda yardım edenler, 1897’de Osmanlı ordusu karşısında perişan olan Yunanlılar, Filistin’den istedikleri toprakları elde edemeyen Yahudiler, Rumlar ve en acı olanı da Ermeni Katili diye Abdülhamid’i tenkid eden bazı İttihâdcılar’dır.
Ermeni komitecileri, Ermeni davası ile alakası olmayan Belçikalı profesyonel terörist Jorris’le İsviçre’de anlaşmışlardır. Turist sıfatıyla İstanbul’a gelen Jorris, Cuma Selamlığını fırsat bilerek, Yıldız Camii çıkışında, bombasını patlatmak ve Padişahı öldürmek üzere hazırlık yapmıştı. Ancak Şeyhülislâm Cemâleddin ile bir iki dakika konuşması, bombanın Padişah henüz caminin basamaklarında iken patlamasına sebep oldu ve kurtuldu. Olayı yaşayan bir İngiliz Komutanının ifadesiyle, Abdülhamid, soğukkanlılıkla ve sakin bir yüz ile olayı yatıştırdı ve kendi kullandığı araba ile Saray’a döndü (21 Temmuz 1905).
Bazı zâlim kalemler, Abdülhamid’e akla gelmez iftiralar ederken, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için uğraşan ve bu gaye ile kendilerine engel gördükleri II. Abdülhamid’i öldürme planları kuran ve saltanatının son günlerine doğru 9 Temmuz Bomba Olayı diye meşhur olan suikast planını hazırlayan Ermeniler hakkında ise şu ifadeleri kullanmaktadır:
"Nihayet, hakikat tamamıyla meydana çıkarıldı. Osmanlı Milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için bu kahramanca hareketin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı. Bombanın Jorris ve arkadaşları olan Ermeni vatandaşlarımız tarafından bin türlü müşkilât ile hazırlandığı ve Cuma günü Selâmlık resmi âlîsi icra olunduğu sırada Abdülhamid’i temaşaya gelen ziyaretçi arabaları ile beraber Cami yakınına getirildiği...".
Bu satırları, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin dahi kaleme alacağını tasavvur etmek mümkün değildir. İnsanın siyasi hırs yüzünden tarihine ve geçmişine bu kadar düşman olması da, asla düşünülemez.
İkinci Abdülhamid neden Hamidiye Alaylarını kurmuştur?
Çoğu basit sebeplerle başlayan Doğu Anadolu’daki isyanların Osmanlı Devleti’ni yıkmayı hedefleyen dış güçler tarafından tahrik edildiğinin II. Abdülhamid farkına varmıştır. Gerçekten İngiltere bütün istihbarat gücüyle 1806 yılından itibaren bölgede faaliyete başlamıştır. Bütün hedef, Ermenilere ve Kürtlere birer kukla devlet kurdurtmaktır. 1918’de Irak’ta Şeyh Mahmûd’a kurdurttukları kukla devlet de bu maksada matuftur. Rusya’nın bu bölgedeki yıkıcı faaliyetleri fiilen 1805 yılında başlamıştır. Bu bölgelere atadığı konsoloslar, fiilen birer casus gibi çalışmışlardır. 1880’deki Rum isyanı tamamen Rusların tahriki ile başlamıştır. Bu arada Fransa, Amerika, İran ve özellikle Musevilerin de yıkıcı rolleri mevcuttur. Bölgenin her şehrinde birer istihbarat merkezi gibi özel okullar açmaları ve hem Ermeni hem de Kürt isyancıları buralarda eğitip korumaları, bu tahrik edici faaliyetlerin başında gelmektedir.
Dış güçlerin bu bölücü hareketlerini gören II. Abdülhamid, çareyi İslâm kardeşliğini bölgede takviye etmekte bulmuştur. Bu gaye ile 1891 tarihli Nizâmnâmeye göre, Şark’ta Osmanlı Devleti’nin İslâm kardeşliği politikasını Müslüman halka anlatmak; Ermenilerin oyunlarına gelmemek; merkezî otoriteyi tekrar temin etmek ve o bölgedeki insanları gönüllü vatan müdafileri olarak istihdam etmek gayeieriyie Hamidiye Alayları denilen mahallî askerî kuvvetleri tesis ve teşkil eylemiştir. Subayları Kürd Beylerinden ve çocuklarından seçilen, Hamidiye Süvari Alayları, sadece kendi alaylarında geçerli olmak üzere askeri rütbeleri de kullanıyorlardı; ancak en yüksek rütbe albaylık idi. Doğu Anadolu’da Müslüman köylüyü koruyacak olan bu alayların kurulması sebebiyle Avrupa Devletleri kıyamet kopardılar. Ancak 1908 yılında İttihâdcılar tarafından resmen ilga edilinceye kadar devam etti. Gerçekten bugün Doğuda Müslüman halk yaşıyorsa, hayatlarını Abdülhamid’in bu siyâsetine borçlu olduklarını tarihçiler açıkça ifade etmektedirler.
Hamidiye alayları ile takviye edilen İslâm Birliği, I. Dünya Savaşına kadar ve hatta 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanına kadar tesirini icra etmiştir
II. Abdülhamid’in muhalifleri tarafından kullanılan Yıldız Mahkemesi olayının aslı ve kararları hakkında neler diyebilirsiniz?
Yıldız Mahkemesi, askeri siyâsete karıştırarak Sultân Abdülaziz’i şehid eden ve sonra da bu cinayetlerine intihar süsü veren Midhad Paşa ve benzeri canileri yargılamak üzere kurulmuş bir mahkemedir. Temmuz 1881’de açıklanan kararlan gereği, Midhat Paşa, Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, Damad Nuri Paşa ve bazı görevliler idama mahkûm edilmiş ve ancak cezaları Hicaz’ın Tâif Kalesinde hayat boyu hapse çevrilmiştir. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ise, sürgünde bulunduğu için zaten cezadan kurtulmuştur.
Yıldız Mahkemesi’nin verdiği kararların iki mühim sebebi vardır: Birincisi, cinayete kurban giden Abdülaziz’in katillerini yargılamaktır. İkincisi ise, İngilizlerin V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı da sadrazam yaparak emellerine kavuşmalarına mani olmaktır. II. Abdülhamid, fevkalade dahi bir siyâsetle her iki gayeyi de gerçekleştirmiştir. Hiç bir zaman idam cezalarını da tatbik etmemiştir. Kur’ânı Kerim’i eline alıp herkesçe bilinen malum sözünü söyledikten sonra kürsüye çarpacak kadar İslâm düşmanı olan İngiliz Başvekili Gladstone, Yıldız Mahkemesi meselesinde Midhat Paşa lehine edebsizce baskılar yapmıştır. Hatta Tâif’te bir İngiliz ajanı Midhat Paşa’yı kaçırmak üzereyken son anda yakalanmış ve bunun üzerine Mayıs 1884’de Midhat ve Mahmûd Paşalar hücrelerinde boğdurulmuşlardır. 33 yıllık saltanatı boyunca meydana gelen tek siyasi cinayet olayıdır. Bunun da haklı sebepleri vardır.
Kaynak : Prof.Dr. Ahmet Akgündüz
İttihatçılar kaç gruptur?
İttihâd ve Terakki Cemiyeti içinde cereyan eden çeşitli görüş ve fikirlerin tamamı iki kola ayrılıyordu:
Birincisi; Maalesef, tamamen batı taklitçisi, mason, farmason ve hatta Osmanlı ve din düşmanı grubudur ki, Osmanlı Devleti’ni Avrupalı devletlere şikâyet edecek kadar alçalan ekip bunlardır. Bunların içinde Tevfik Fikret gibi tamamen dinsiz olanlar; Prens Sabahaddin gibi İngilizlerin oyuncağı haline gelecek kadar basiretsiz olanlar; Ermeni, Sırp ve Yunanlılar gibi tamamen gayri müslim olanlar bulunmaktadır. II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında, Dâr’ülHikmet’ilİslâmiyye azası Seyyid Sa’dedin Paşa’nın Bediüzzaman’ı ikaz gayesiyle söylediği şu cümleler, bu birinci grubu çok iyi anlatmaktadır: "Kesin olarak öğrendim ki, kökü ecnebide kendisi de burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş ve demiş ki, Bu eser sahibi dünyada kaldrğı müddetçe, biz mesleğimizi yani dinsizliği bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız". İşte birinci grubun gayesi, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve siyâseti dinsizliğe alet etmektir.
İkincisi; Hamiyet, milliyet, hürriyet ve müsavatı gerçek manada müdafaa eden Ahrâr grubudur ki, sonradan Ahrâr Fırkası adı altında İttihâd ve Terakki’den ayrılmak istemişlerdir. Ahmed Rıza Bey, Enver ve Niyazi Beylerin bu manada İttihâdcı olduklarını ve ancak birinci grubun esiri olduklarını düşünüyoruz. Nitekim Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey, daha işin başından birinci grubun hıyanetlerini görerek cemiyetten istifa etmiştir. Bu ikinci gruba mensup olan hakiki hürriyetperverler, daha sonra Abdülhamid’e yaptıkları zulümlerden pişman olmuşlar ve kusurlarını itiraf etmişlerdir.
Maalesef, II. Meşrûtiyetin kurulmasından sonra, İttihâd ve Terakkinin içinde hâkim olan kuvvet birinci grup olmuştur. Hakiki hürriyetçiler iki defa hükümetin başına geçtikleri halde, birinciler tarafından çeşitli oyun ve entrikalarla devrilmişlerdir. İşte Mehmed Akif gibi İslâm âlimlerinin kendilerine nasihat ettikleri İttihâdcılar grubu, Ahrâr denilen ikinci gruptur.
İttihâd ve Terakki adı verilen siyâsî cemiyet nasıl teşekkül etti ve nasıl iktidara geldi? Bunların fikrî yapıları nedir?
1908 yılında Abdülhamid’in şahsî idaresi 30. Y’.lını bulmuştu. Bu idarenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların Abdüihamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhalefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhad Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdüihamid zamanında engellenmişti.
İşte Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhad Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Akif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şerl hürriyetin sınırları içinde kalan meşrutî bir hükümetle yaralan sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, Abdülhamid muhalifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhalifler, 1876 Kanunı Esâsi’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Halbuki Abdülhamid’in bütün derdi buydu.
İşte böyle bir ortamda, 1890 yılında Harbiye ve Askerî Tıbbiye talebeleri tarafından Abdülhamid’e muhalif gizli ve siyasi bir cemiyet İttihâd ve Terakki adı altında kuruldu. 1897’de bu cemiyet dağıtıldı ise de, üyeleri Paris’e kaçtı ve az da olsa Ahmed Rıza Bey başkanlığında faaliyetlerine devam ettiler. Batı, Ermenilerin Kızıl Sultân diyerek yaftaladığı Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösteren bu cemiyete yine kucak açtı. Yahudilere yurd vermediği için Siyonist teşkilâtlar da onun aleyhindeydi. Ama dünya Müslümanlarını temsil eden Abdülhamid, uzun yıllar tahtta kalmak uğruna Müslümanların aleyhine olan bu işleri yapamazdı. Avrupalılarla işbirliğine giren İttihâdcılar, Arapça, Fransızca, İngilizce, Ermenice ve Arnavudca olarak çıkardıkları gazetelerle, Abdülhamid aleyhinde her türlü çirkin iftiraları yaymaya başladılar. Bunları teker teker tetkik eden Prof. Şükrü Hanioğlu, "Bazan ilim adına okumaktan utanacak kadar edepsiz ithamları görüyorum" demektedir. Tarihçiler, bu basında yer alan ithamların % l’ine bile inanmamaktadırlar. İngiliz Ali Bey’in oğlu Ahmed Rıza Bey’in Paris’te çıkardığı Meşveret Gazetesi bunların en meşhurlarındandı. Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde ve hem de Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı hatıralarında, Abdülhamid hakkında adı geçen gazetelerde yazdıklarından pişman olduklarını ve onu tanıyamadıklarını itiraf ettiği gibi, 1918 sonlarında vatanlarını terk eden Enver, Tal’at ve Cemal Paşalar gibi İttihâdcıların liderleri de benzeri itirafları yapmışlardır.
1899 yılında Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, oğulları ile birlikte Brüksel’e giderek Abdülhamid aleyhtarlarına katıldı. Arkasında İngiltere olan ve bazı şahsî menfaatler yatan bu adamın misyonunu oğlu Prens Sabahaddin Bey devraldı. Avrupalılar gittikçe dozunu arttıran bu harekete Jön Türkler (Genç Türkler) diyorlardı. Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle bunlardan bazılarına Şeyn Türkler (Çirkin Türkler) demek gerekiyordu. Şubat 1902’de Paris’te Ahrârı Osmaniye Kongresi yapıldı. Osmanlı Devleti’nin aleyhinde olan müslim gayri müslim bu kongreye herkes katılmıştı. Prens Sabahaddin Bey’in şuursuzca ortaya attığı ademi merkeziyyet fikrinden ilham alan Kongre, Osmanlı Devleti’nde milliyet esasına göre mahalli muhtariyetlerin kurulmasını öngörüyordu. Bu, Ermenistan, Kürdistan, Rum Pontus ve benzeri yeni devletlerin kurulması demekti. Prens Sabahaddin Abdülhamid’i Ermeni Katili diye itham ederken, dinle alakası olmayan Tevfik Fikret de, Abdülhamid’i bomba ile öldürmek isterken öldürülen Ermeni komitecilerine ağıtlar yakan şiirler yazıyordu. Midhad Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey gibi, bu kadarına isyan ederek kararları imzalamayan vatanperverler de aralarında vardı.
İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kendine yakın bulduğu III. Ordu subaylarının arasında yayılmaya başladı. Selanik ve Manastır şubeleri açıldı. Sonradan Bey ve Paşa haline gelen postacı Tal’at Efendi işin başına geçti. 1908’de Kur’ân, bayrak ve silah üzerine yemin eden III. Ordunun bütün subayları ittihâdcı olduklarını açıkça ilan ediyorlardı. Artık asker siyâsete karışmıştı. Neticede Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunlarından Mehmed Said Hâlim Paşa ve Ömer Tosun Paşa gibi rütbeliler de cemiyete giriyordu. Cemiyetin fiili liderleri, Tal’at Efendi, Kurmay Binbaşı Enver Bey, Kıdemli Yüzbaşı Niyazi Efendi’ydi.
İttihâdcıların en önemli sloganı ittihâdı anâsır yani güya istibdad yıkılıp meşrutiyet gelince, Osmanlı Devleti’ndeki bütün milletler, din, dil, mezheb ve ırk farkı gözetilmeksizin aynı devletin vatandaşları olarak birlikte yaşayacaklardı. Bu sadece sathî bir düşünce idi. Zira bu düşünce ile yola çıkan İttihâdcılar, Balkanlarda binlerce Müslümanın kanını akıtan Bulgar, Yunan ve Sırp Çeteleri ile işbirliği yaptılar ve hatta Makedonyadaki yabancı konsolosluklara muhtıra vererek, istibdâdı hazır ve idarei müstebiddâne dedikleri Abdülhamid idaresinin yıkılmasını bile arzu ettiler. Bununla kalmayıp siyasi cinayetler işlemeye başladılar. Binbaşı Enver Bey, Selanik Merkez kumandanı Albay Nâzım Bey’i tabanca ile öldürdü. Artık İttihâdcılar çetelere dönüşmüşlerdi.
Emellerine ulaşmak için yabancı devletleri bile devreye sokmaktan ve her türlü iftiradan çekinmeyen İttihâdcıların bu şımarıklığı karşısında, II. Abdülhamid, evvela tam sorumlu sadrazam sıfatıyla Küçük Said Paşa’yı sadrazamlığa ve Erkânı Harbiyyei Umumiyye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa’yı da harbiye nâzın sıfatıyla ordunun başına getirerek kabineyi ciddi manada değiştirdi. Devletin III. Ordu dışında kalan 6 ordusu İttihâdcıların hareketi karşısında sessizliklerini koruyorlardı. I. Ordu hareketi benimsemiyordu. 1876 darbesini I. Ordu yapmışken, 1908 darbesine III. Ordu hazırlanıyordu. Abdülhamid ise, kan dökülmesini asla arzu etmeyen bir liderdi. II. Meşrutiyet, milletin değil, çete gibi davranan ittihâdcıların eseri olduğundan demokrasiyi doğuramayacaktı. Zira 23 Temmuz 1908’de Abdülhamid’in Kanunı Esasi’yi ilan eden İradesiyle başlayan II. Meşrûtiyetten sonra, bir sürü parti kuruldu. Ancak hepsi de İttihâd ve Terakki Partisi tarafından küçümsendi, hakir görüldü, hatta vatan haini ilan edildi. İttihâd ve Terakki Partisine I. Cumhuriyet Halk Partisi ve bu döneme de I. Tek Partili Dönem demek daha uygundur. II. Meşrutiyetten sonra sadrazamları ve kabineyi hep İttihâd ve Terakki Partisi belirledi.
İttihâd ve Terakki Partisinin sloganı Fransız İhtilalinden tercüme edilen "hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet" idi. Ancak hiç bir zaman bu esaslara uymadılar. Bunların memlekete yaptıkları zararları şöylece özetlemek mümkündür:
a) Ordu siyâsete alet edildi ve bu kötü adet Cumhuriyet döneminde de devam ettirildi. Onlar bazı makamları elde ettiler; ama devlet ve memleket kaybetti,
b) Orduyu İttihâdcı (Halaskar) ve muhalifler diye böldüler; bu yüzden Balkan Harbi kaybedildi. Çünkü bölünen ordular zafer kazanamazdı,
c) Türk milletine siyasi demagojiyi İttihâdcılar yerleştirdi. Halkı ikiye böldüler. Muhaliflerine mürteci demeye bunlar başladı,
d) Abdülhamid’in icra ettiğini iddia ettikleri istibdadı tek kişi temsil ediyordu, onu iktidardan almakla istibdada son verilebilirdi; İttihâdcıların istibdadını ise tek kişi temsil etmiyordu. Kanlı, suikastlı, sehpalı, devletin temellerine dinamit koyan ve orduyu kullanan oligarşik bir istibdad devri başlamıştı. Artık devlet, Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün başını çektiği oligarşik istibdadla idare ediliyordu.
Nitekim 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile bu denilenler oldu. İki dereceli olarak yapılan seçimler neticesinde, 275 milletvekili olan Meclis, 17 Aralık 1908’de açıldı. Sadece 140 Türk milletvekili vardı. Azınlıklar çoğunluktaydı ve İttihâdcıların dediklerinin aksine, bu azınlık milletvekilleri, Osmanlı Devleti’nin birliğini değil, ittihâdı anâsır sloganıyla kendi milletlerini ve bağımsızlıklarını savunmaya başladılar. İnkılâbı Osmânî diyerek Meşrutiyete sahip çıkan İttihâd ve Terakki Partisi ne yaptığını bilmiyordu. Ermeni Katili diye itham ettikleri Abdülhamid’e yaptıklarının cezasını çekmeye başladılar ve Nisan 1909’da Adana Ermenileri isyan ettiler. Binlerce Müslümanın kanına giren Bulgar, Sırp, Yunan ve Ermeni çeteleri için afvı umumi ilan edildi. Taşnak Komitesi reisi milletvekili yapılmıştı. Ermeni komitaları dış devletlerden ağır silahlar almaya başladılar. Taşnak ve Hınçak Ermeni Komitaları resmen Anadolu’da şubeler açmaya başladı. Nisan 1909’da İngiliz Gizli Servisi ve Kilikya Piskoposu Muşeg’in tahrikleriyle tarihe Adana Vak’ası diye geçen Ermeni isyanı başladı. İttihâdcıların liderlerinden Cemal Bey olayı bastırmaya gitti; ancak 47 Müslüman ve sadece 1 Ermeniyi idam etti. Akıllarınca Ermenilere hoş görünerek onları devlete bağlıyorlardı. İşte İttihâd ve Terakki’nin istibdad devri idamlarla başladı ve idamlarla bitti.
İttihâd ve Terakki’nin fikrî yapısını iki safhada değerlendirmek mümkündür: Birinci safha, İttihâdı anâsır sloganı ile hürriyet, müsavat ve refah müdafii olan bir anlayıştır ki, biraz evvel bunu kısaca açıklamıştık. Buna kısaca, Namık Kemal’in anladığı manada bir Osmanlıcılık diyebiliriz. Ancak bunu becerebildiklerini söyleyemeyiz. İkinci safha ise, tam manasıyla Turancı milliyetçilik felsefesidir. 1913 yılından itibaren bu felsefe hâkim olmaya başlamıştır. Zaten bu safhada Ziya Gökalp de partinin Genel Sekreteridir.
II. Abdülhamid, Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulmaması için ne gibi tedbirler almıştır? İsrail Devleti’ni kendi zamanında engellediği doğru mudur?
Yüce Ecdadımız, Yahudilerle olan münasebetlerinde, Kur’ânın şu düstur ve ikazını gözden uzak tutmamıştır: "Andolsun ki, Yahudilerle Müşrikleri, mü’minlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulacaksın".
Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün Müslüman Türkler’in ezelî düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatleri ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Filistin’le olan alâkaları da bunlardan biridir. Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî nizâmı bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hâkimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar. Halbuki vak’a tam tersidir.
Yahudiler, Siyonizm’in kurucusu olan Theodor Herzl başkanlığında İsviçre’nin Basel Şehrinde I. Siyonist Kongresi’ni toplamışlardı. Yahudi bankerler ve zenginler, Yahudi Devleti kurmak için seferber edilmişlerdi. Avusturya Büyükelçisinin tavassutu ile Herzl 19.5.1901’de Abdülhamid tarafından kabul edildi. Herzl, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlattı ve Filistin’e yerleşmek istediklerini masumca izah etti. Eğer bu teklif kabul edilirse, Osmanlıya sadık vatandaş olacaklarını ve Osmanlı Devleti’ne milyonlarca altın yardım edeceklerini bütün dünya Yahudileri adına teklif etti. Bir gazetecinin cihan sultânına yaptığı bu çirkin teklifi şiddetle reddeden Abdülhamid, Ermenilerden sonra Yahudileri de karşısına aldığını biliyordu. Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, reisleri Theodor Herzl’i (18601904) bizzat Padişah’a göndererek, Osmanlı’ya karşı para silâhını kullansalar da, Padişah’tan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir:
"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz".
Osmanlı Devleti, Yahudiler’in bu topraklara yerleşme arzusuna karşı çok önemli hukukî tedbirler almıştır. Biz bunları kısaca zikredecek ve özellikle misâl olmak üzere II. Abdülhamid’in bir iradesi üzerinde duracağız.
Birincisi: Osmanlı Devleti Yahudiler’in bu topraklara sığınmaması için evvelâ Filistin topraklarının hukukî statüsünü 18 Recep 1287/ 1871 tarihli İradei Seniyye ile bu araziyi mîrî yani devlet arazisi haline getirmiştir. Ancak % 20’si yine mülk arazi şeklinde devam ettiği için Yahudiler bu kısımdan koparabildiklerine yerleşebiliyorlardı. İkinci Abdülhamid tahta geçer geçmez 25 Rebiülâhir 1308/1883 tarihli iradesini neşretti: Bu hukukî düzenleme ile Filistin Arazîsi hakkındaki muhtemel kanunî boşlukları doldurarak Yahudiler’e mülk satışını dolaylı olarak engellemiş bulunuyordu. Bir taraftan da hazinei hâssadaki şahsî mal varlığıyla Filistin’de mümkün olduğu kadar çok toprak satın alarak bu kapıyı kapamaya gayret gösteriyordu.
İkincisi: Alınan tedbirlere rağmen Filistin arazisine olan Yahudi akını tam önlenemeyince II. Abdülhamid Sadaret’in ve Meclisi Mahsûs’un basiretsiz ve ileriyi göremeyen rapor ve mazbatalarına rağmen Yahudi meselesini önemli ölçüde çözecek bir İrâdei Seniyye neşretmiştir.
İçlerinde Ahmed Cevdet Paşa’nın da bulunduğu Sadrazam Muhammed Salih Kâmil paşa başkanlığındaki Meclisi Mahsus, Filistin topraklarındaki Safed kazasına turist olarak gelen 400 ve Hayfa’ya gelen 40 Yahudi’nin Osmanlı tâbiiyyetine alınması yolundaki mazbatalarını 20 Zilhicce 1308/14 Temmuz 1307/1891 tarihinde Sadarete arz ederler. Sadaret de bu mazbatayı aynı tarihli ve Kâmil Paşa imzalı bir Tezkere ile Padişah’a takdim eder. Padişah Abdülhamid ise fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülükle konuyu 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891) tarihli İradesiyle vuzuha kavuşturur.
Bu tarihî belgede, Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Yahudiler’e şu gerçeklerle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır:
a) Yahudiler’in Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarına toplanmaları ve orada yerleşmek istemeleri, bir Yahudi Devleti kurma amacını gütmektedir. Buna engel olmak kesinlikle şarttır. Zaman, Osmanlı Devletini ve onun basiretli Padişahını haklı çıkarmıştır.
b) Osmanlı toprakları her isteyenin yerleşebileceği boş topraklar değildir. Ya özel mülkiyet konusudur ya vakıf arazidir ya da devlet arazisidir. 1278 tarihli irade bu noktadan önem taşımaktadır.
c) Kendilerini bütün âleme medenî milletler olarak ilân eden Avrupa’lıların memleketlerinden kovdukları Yahudiler’i Osmanlı ülkesine almanın haklı bir gerekçesi ve mânâsı yoktur. Hiçbir hukuk kaidesi ve insanlık da bunu gerektirmez.
d) Osmanlı ülkesinde asırlar boyu gözetlenen Ermeniler Devletin başına belâ olmuştur. Ortada bir Ermeni fesadı varken, bir de Yahudiler’i kabul etmek devletin geleceği açısından tehlikelidir. Gerçekten I. Dünya Savaşı ve onu takip eden tarihlerde Yahudiler, en az Ermeniler kadar fesada sebep olmuşlar ve Ulu Hakan Abdülhamid’i bu sözünde haklı çıkarmışlardır.
Bütün bu sebeplerle artık hiç bir Musevî Osmanlı vatandaşlığına alınmayacak ve Yahudiler’in Osmanlı ülkesine yerleşmelerine asla müsaade edilmeyecektir.
Üçüncüsü: II. Abdüihamid bununla da yetinmeyerek başta Filistin toprakları olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudiler’e toprak ve mülk satışını yasaklamıştır.
Dördüncüsü: II. Abdülhamid’in taviz vermediğini gören Yahudiler, üyeleri olan Emanuel Karaso eliyle Yahudilere mülk vermek için rüşvet aldılar. Ancak sonradan İttihat ve Terakki hükümeti tarafından çok zor anlaşılan II. Abdülhamid’in haklı siyâseti kısmen devam ettirilerek, 29 Şevval 1332/7 Eylül 1330 tarihinde (1911 Tarihinde) "teb’ai ecnebiyye"nin Arazî Kanunu’nun hakkı karâr ve ihya’ı mevâtı (ölü toprakların ihyası)na ait 78. ve 103. maddeleri hükümlerinden yararlanamamalarına dair "Şûrayı Devlet Kararı" yayınlanmıştır. Böylece Yahudiler’in bu yolla da olsa Filistin topraklarına sığınmaları engellenmek istenmiştir.
Özetle, Filistin’i devlet garantisi ile koruyan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki ile zayıflayınca, Filistin davası da zayıflamış ve Osmanlı Devleti yıkılınca o dava da yıkılmıştır. Yahudiler de maalesef emellerine kavuşmuşlardır
Ermenilerin Sultân Abdülhamid’i öldürmek üzere planladıkları Bomba Olayının aslı ve esası nedir?
II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni sadece büyük devletlere karşı değil, onların kuvvetinden yararlanmak isteyen iç ve dış fesad şebekelerine karşı da korumak durumundaydı. 1895 ve 1896 yıllarında İstanbul’da çıkarılan ve Ermeni Patriği İzmirliyan tarafından tahrik edilen Ermeni Patırtıları, Abdülhamid’in kararlı tutumu ile bastırılınca, Ermeni Komitacıları, bu sefer II. Abdülhamid’in canına kastetmişlerdir. Maalesef onlara bu konuda yardım edenler, 1897’de Osmanlı ordusu karşısında perişan olan Yunanlılar, Filistin’den istedikleri toprakları elde edemeyen Yahudiler, Rumlar ve en acı olanı da Ermeni Katili diye Abdülhamid’i tenkid eden bazı İttihâdcılar’dır.
Ermeni komitecileri, Ermeni davası ile alakası olmayan Belçikalı profesyonel terörist Jorris’le İsviçre’de anlaşmışlardır. Turist sıfatıyla İstanbul’a gelen Jorris, Cuma Selamlığını fırsat bilerek, Yıldız Camii çıkışında, bombasını patlatmak ve Padişahı öldürmek üzere hazırlık yapmıştı. Ancak Şeyhülislâm Cemâleddin ile bir iki dakika konuşması, bombanın Padişah henüz caminin basamaklarında iken patlamasına sebep oldu ve kurtuldu. Olayı yaşayan bir İngiliz Komutanının ifadesiyle, Abdülhamid, soğukkanlılıkla ve sakin bir yüz ile olayı yatıştırdı ve kendi kullandığı araba ile Saray’a döndü (21 Temmuz 1905).
Bazı zâlim kalemler, Abdülhamid’e akla gelmez iftiralar ederken, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için uğraşan ve bu gaye ile kendilerine engel gördükleri II. Abdülhamid’i öldürme planları kuran ve saltanatının son günlerine doğru 9 Temmuz Bomba Olayı diye meşhur olan suikast planını hazırlayan Ermeniler hakkında ise şu ifadeleri kullanmaktadır:
"Nihayet, hakikat tamamıyla meydana çıkarıldı. Osmanlı Milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için bu kahramanca hareketin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı. Bombanın Jorris ve arkadaşları olan Ermeni vatandaşlarımız tarafından bin türlü müşkilât ile hazırlandığı ve Cuma günü Selâmlık resmi âlîsi icra olunduğu sırada Abdülhamid’i temaşaya gelen ziyaretçi arabaları ile beraber Cami yakınına getirildiği...".
Bu satırları, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin dahi kaleme alacağını tasavvur etmek mümkün değildir. İnsanın siyasi hırs yüzünden tarihine ve geçmişine bu kadar düşman olması da, asla düşünülemez.
İkinci Abdülhamid neden Hamidiye Alaylarını kurmuştur?
Çoğu basit sebeplerle başlayan Doğu Anadolu’daki isyanların Osmanlı Devleti’ni yıkmayı hedefleyen dış güçler tarafından tahrik edildiğinin II. Abdülhamid farkına varmıştır. Gerçekten İngiltere bütün istihbarat gücüyle 1806 yılından itibaren bölgede faaliyete başlamıştır. Bütün hedef, Ermenilere ve Kürtlere birer kukla devlet kurdurtmaktır. 1918’de Irak’ta Şeyh Mahmûd’a kurdurttukları kukla devlet de bu maksada matuftur. Rusya’nın bu bölgedeki yıkıcı faaliyetleri fiilen 1805 yılında başlamıştır. Bu bölgelere atadığı konsoloslar, fiilen birer casus gibi çalışmışlardır. 1880’deki Rum isyanı tamamen Rusların tahriki ile başlamıştır. Bu arada Fransa, Amerika, İran ve özellikle Musevilerin de yıkıcı rolleri mevcuttur. Bölgenin her şehrinde birer istihbarat merkezi gibi özel okullar açmaları ve hem Ermeni hem de Kürt isyancıları buralarda eğitip korumaları, bu tahrik edici faaliyetlerin başında gelmektedir.
Dış güçlerin bu bölücü hareketlerini gören II. Abdülhamid, çareyi İslâm kardeşliğini bölgede takviye etmekte bulmuştur. Bu gaye ile 1891 tarihli Nizâmnâmeye göre, Şark’ta Osmanlı Devleti’nin İslâm kardeşliği politikasını Müslüman halka anlatmak; Ermenilerin oyunlarına gelmemek; merkezî otoriteyi tekrar temin etmek ve o bölgedeki insanları gönüllü vatan müdafileri olarak istihdam etmek gayeieriyie Hamidiye Alayları denilen mahallî askerî kuvvetleri tesis ve teşkil eylemiştir. Subayları Kürd Beylerinden ve çocuklarından seçilen, Hamidiye Süvari Alayları, sadece kendi alaylarında geçerli olmak üzere askeri rütbeleri de kullanıyorlardı; ancak en yüksek rütbe albaylık idi. Doğu Anadolu’da Müslüman köylüyü koruyacak olan bu alayların kurulması sebebiyle Avrupa Devletleri kıyamet kopardılar. Ancak 1908 yılında İttihâdcılar tarafından resmen ilga edilinceye kadar devam etti. Gerçekten bugün Doğuda Müslüman halk yaşıyorsa, hayatlarını Abdülhamid’in bu siyâsetine borçlu olduklarını tarihçiler açıkça ifade etmektedirler.
Hamidiye alayları ile takviye edilen İslâm Birliği, I. Dünya Savaşına kadar ve hatta 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanına kadar tesirini icra etmiştir
II. Abdülhamid’in muhalifleri tarafından kullanılan Yıldız Mahkemesi olayının aslı ve kararları hakkında neler diyebilirsiniz?
Yıldız Mahkemesi, askeri siyâsete karıştırarak Sultân Abdülaziz’i şehid eden ve sonra da bu cinayetlerine intihar süsü veren Midhad Paşa ve benzeri canileri yargılamak üzere kurulmuş bir mahkemedir. Temmuz 1881’de açıklanan kararlan gereği, Midhat Paşa, Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, Damad Nuri Paşa ve bazı görevliler idama mahkûm edilmiş ve ancak cezaları Hicaz’ın Tâif Kalesinde hayat boyu hapse çevrilmiştir. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ise, sürgünde bulunduğu için zaten cezadan kurtulmuştur.
Yıldız Mahkemesi’nin verdiği kararların iki mühim sebebi vardır: Birincisi, cinayete kurban giden Abdülaziz’in katillerini yargılamaktır. İkincisi ise, İngilizlerin V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı da sadrazam yaparak emellerine kavuşmalarına mani olmaktır. II. Abdülhamid, fevkalade dahi bir siyâsetle her iki gayeyi de gerçekleştirmiştir. Hiç bir zaman idam cezalarını da tatbik etmemiştir. Kur’ânı Kerim’i eline alıp herkesçe bilinen malum sözünü söyledikten sonra kürsüye çarpacak kadar İslâm düşmanı olan İngiliz Başvekili Gladstone, Yıldız Mahkemesi meselesinde Midhat Paşa lehine edebsizce baskılar yapmıştır. Hatta Tâif’te bir İngiliz ajanı Midhat Paşa’yı kaçırmak üzereyken son anda yakalanmış ve bunun üzerine Mayıs 1884’de Midhat ve Mahmûd Paşalar hücrelerinde boğdurulmuşlardır. 33 yıllık saltanatı boyunca meydana gelen tek siyasi cinayet olayıdır. Bunun da haklı sebepleri vardır.