• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi

wien06

V.I.P
V.I.P
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye'deki Rumların (Rum denilenlerin arasında, Türkçe'den başka dil bilmeyen ve konuşmayan Karamanlı Hıristiyan Türkler de vardır) Yunanistan'a, Yunanistan'daki Müslümanların Türkiye'ye zorunlu göçü sürecine verilen addır. Mübadelede 1.500.000 ila 2.200.000 Rum Yunanistan'a, 350.000 ila 500.000 Türk Türkiye'ye göçmüştür. Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya'da oturan Türkler mübadeleden muaf tutulmuşlardır.


Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda sayıda olayda 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır.

1912-1922 yılları arasındaki savaşlar nedeniyle Balkanlar’da, Ege Adalarında ve Anadolu’da büyük acılar yaşandı. Balkan Savaşı sonrasında yüz binlerce Türk savaşta yenik düşen Osmanlı ordusunun peşi sıra korku ve panik içinde doğdukları toprakları terk ederek Anadolu ‘ya sığındı. Benzer trajedi, 1922 yılında Kurtuluş Savaşında yenik düşen Yunan ordusuyla beraber Anadolu’yu terk eden Ortodoks Rumların başına geldi. Bir ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı. Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve kaosa yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı.

Lozan Barış Konferansı toplandığında öncelikle sığınmacılar ve esirler konusu ele alındı. İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda; Yunanistan’da yerleşik Türkler'le Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme uyarınca; İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler hariç Yunanistan’da yerleşik bütün Türkler Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Mübadele sözleşmesinin kapsamına 18 Ekim 1912 tarihinden sonra yurtlarını terk etmiş olanlar da alınarak mülteciler sorununa bir çözüm bulunmuş oldu.Selanik'ten göçmeye çalışan Türk'lerden zorla haraç kesilerek ne var ne yok ellerinden alınmıştır.Selanik'ten göçen müslüman Yunanlar gemilerle mimarsinan limanına getirilerek burdan Trakyanın bölgelerine dağıtılmıştır.Patriotlar genellikle bügünkü Elbasan ve Güzelce bölgelerinde yaşamatadırlar.

Nüfus Mübadelesi Anadolu'daki 2.200.000 Rum'un (ki buna özellikle Mersin , yöresindeki, Hristiyan olan ve Türkçe konuşan halk da dahildir), Yunanistan'a, Yunanistan'daki 500.000 Türk'ün (ki buna özellikle Girit'teki bir kısım Yunanca bazlı ve Türkçe kelimelerin yoğun olduğu bir diyalekt konuşan Müslümanlar dahil) Türkiye'ye gelmesi ile sonuçlanmştır. Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları nüfus mübadelesinden muaf tutulmuş, Lozan ile Türkiye'ye verilen Bozcaada (Tenedos) ve Gökçeada (İmroz) adalarının yoğunlukla Rum olan halkları da mübadele kapsamı dışında kalmıştır. Bugün Yunanistan'da Batı Trakya Türkleri'nin nüfusu 150.000 olarak tahmin edilmektedir ve Oniki Ada Türkler'i'nin nüfusu 5.000 olarak tahmin edilmektir. Türkiye'deki Hristiyan Rum nüfusu ise bugün 5.000 kişiye düşmüştür. Bununla beraber müslüman Günümüzde ise en büyük Rum-Ortodoks nüfusu sırasıyla İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yaşamaktadırlar.

Ayrıca mübadil olan Türkler ve Hıristiyan Rumlar büyük zorluklarla yeni yurtlarına gelmiş ve evlerine yerleşmişlerdir. Cami avlularında, barakalarda ve sokak ortasında kalan bu insanlardan yeni yurtlarına ulaşanların sayısı, yola çıkanların sayısından az olmuştur. Yurda ulaşan mübadillere devlet tarafından yurdun Ege, Marmara, Karadeniz, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerinde verimli araziler ve bunları işleyecek araç-gereç ve malzeme verilmiştir .İstanbul Sarıyer bahçeköy e selanik sancağına bağlı vodina karacaova köylerinden gustulüp ve fuştan dan 80 hane yerleşmiştir ordaki mallarına karşılık 8 dönüm tarla ve 1 ev verilmiştir mübadele esnasında bir sorun yaşanmamıştır gelen ailelerin çoğu gazi evronosla rumeliye giden asker ailelerdir. Tarihteki ilk zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca mübadele, bu insanlara da mübadil deniyor.




1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi Anlaşması

Türk ve Yunan nüfus mübadedelesi ile ilgili sözleşmeler
Lozan-İsviçre'de 30 OCAK 1923 TARİHİNDE İMZALANMIŞTIR



TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ HÜKÜMETİ İLE YUNAN HÜKÜMETİ, aşağıdaki hükümler üzerinde anlaşmaya varmışlardır:


MADDE: 1 Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine (exchange obligatoire) girişilecektir.

Bu kimselerden hiç biri, Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye, ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.


MADDE: 2 Birinci Maddede öngörülen mübadele:

a) İstanbul’da oturan Rumları (İstanbul’un Rum ahalisini);

b) Batı Trakya’da oturan Müslümanları (Batı Trakya’nın Müslüman ahalisini) kapsamayacaktır.


1912 Kanunuyla sınırlandırıldığı biçimde, İstanbul Şehremaneti daireleri içinde, 30 Ekim 1918 tarihinden önce yerleşmiş (etablis) bulunan bütün Rumlar, İstanbul’da oturan Rumlar (İstanbul’un Rum ahalisi) sayılacaklardır.



1913 tarihli Bükreş Andlaşmasının koymuş olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş (etablis) bulunan Müslümanlar, Batı Trakya’da oturan Müslümanlar (Batı Trakya’nın Müslüman ahalisi) sayılacaklardır.


MADDE: 3 Karşılıklı olarak, Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, 1 nci Maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır.



İşbu Sözleşmede kullanılan “göçmenler” (emigrants) terimi, 18 Ekim 1912 tarihinden sonra göç etmesi gereken ya da göç etmiş bulunan bütün gerçek ya da tüzel kişileri kapsamaktadır.


MADDE: 4 Aileleri Türk ülkesini daha önce bırakıp gitmiş olup da kendileri Türkiye’de alıkonulmuş bulunan Rum halkından vücutça sağlam erkekler, işbu Sözleşme uyarınca, Yunanistan’a gönderilecek ilk kafileyi meydana getireceklerdir.


MADDE: 5 İşbu Sözleşmenin 9 ncu ve 10 ncu Maddelerindeki çekinceler (ihtirazi kayıtlar) saklı kalmak üzere, işbu Sözleşme uyarınca yapılacak mübadele yüzünden, Türkiye’deki Rumların ya da Yunanistan’daki Müslümanların mülkiyet haklarına ve alacaklarına hiç bir zarar verdirilmeyecektir.


MADDE: 6 Mubadele edilecek halklara mensup bir kimsenin gidişine, herhangi bir nedenle olursa olsun, hiç bir engel çıkartılmayacaktır. Bir göçmenin, kesinleşmiş bir hapis cezası bulunduğu, ya da henüz kesinleşmemiş bir cezaya çarptırıldığı, ya da kendisine karşı ceza soruşturması yürütüldüğü du rumlarda, söz konusu olan göçmen, cezasını çekmek ya da yargılanmak üzere, kendisine karşı kovuşturmada bulunan ülkenin makamlarınca, gideceği ülkenin makamlarına teslim edilecektir.


MADDE: 7 Göçmenler, bırakıp gidecekleri ülkenin uyrukluğunu yitirecekler ve varış ülkesinin topraklarına ayak bastıkları anda, bu ülkenin uyrukluğunu edinmiş sayılacaklardır.

İki ülkeden birini ya da ötekini daha önce bırakıp gitmiş olan ve henüz yeni bir uyrukluk edinmemiş bulunan göçmenler, bu yeni uyrukluğu, işbu Sözleşmenin imzası tarihinde edinmiş olacaklardır.


MADDE: 8
Göçmenler, her çeşit taşınır mallarını yanlarında ***ürmekte ya da bunları taşıttırmakta serbest olacaklar ve bu yüzden kendilerinden çıkış ya da giriş vergisi ya da başka herhangi bir vergi alınmayacaktır.

Bunun gibi, işbu Sözleşme uyarınca, bağıtlı Devletlerden birinin ülkesini bırakıp gidecek her topluluk (cemaat, communaute) üyesinin (camiler, tekkeler, medreseler, kiliseler, manastırlar, okullar, hastahaneler, ortaklıklar, dernekler, tüzel kişiler ya da ne çeşit olursa olsun başka tesisler personelini de kapsamak üzere) kendi topluluklarına ait taşınır malları yanlarında serbestçe ***ürmek ya da taşıttırmak hakkı olacaktır.

11 nci Maddede öngörülen Karma Komisyonların tavsiyesi üzerine, her iki ülke makamlarınca, taşıma işlerinde en geniş kolaylıklar sağlanacaktır.



Taşınır mallarının tümünü ya da bir kısmını yanlarında ***üremeyecek olan göçmenler, bunları, oldukları yerde bırakabileceklerdir. Bu durumda, yerel makamlar, bırakılan taşınır malların dökümünü (envanterini) ve değerini, ilgili göçmenin gözleri önünde saptamakla görevli olacaklardır. Göçmenin bırakacağı taşınır malların çizelgesini ve değerini gösteren tutanaklar dört nüsha olarak düzenlenecek ve bunlardan biri yerel makamlarca saklanacak, ikincisi, 9 ncu Maddede öngörülen tasfiye işlemine esas alınmak üzere 11 nci Maddede öngörülen Karma Komisyona sunulacak, üçüncüsü göç edilecek ülkenin Hükümetine, dördüncüsü de göçmene verilecetir.


MADDE: 9 8 nci Maddede öngörülen göçmenlerin ve toplulukların kent ve köylerdeki taşınmaz mallarıyla, bu göçmenlerin ya da toplulukların bırakmış oldukları taşınır mallar, 11 nci Maddede öngörülen Karma Komisyonca, aşağıdaki hükümler uyarınca tasfiye edilecektir.

Zorunlu mübadele uygulanacak bölgelerde bulunan ve mübadele uygulanmıyacak bir bölgede yerleşmiş toplulukların din ya da hayır kurumlarına ait olan mallar da, aynı şartlar içinde, tasfiye edilecektir.


MADDE: 10 Bağıtlı Tarafların ülkelerini daha önceden bırakıp gitmiş olan ve işbu Sözleşmenin 3 ncü Maddesi uyarınca nüfus (halkların) mübadelesinin kapsamına girer sayılan kimselere ait taşınır ya da taşınmaz malların tasfiyesi, 9 ncu Madde uyarınca, Türkiye ile Yunanistan’da, 18 Ekim 1912 tarihinden bu yana yürürlüğe konmuş kanunlarla her çeşit yönetmeliklere (tüzüklere) göre ya da başka herhangi bir zoralım (müsadere), zorunlu satış, v.b. gibi, işbu mallar üzerindeki mülkiyet hakkını herhangi bir yoldan kısıtlayıcı nitelikte hiç bir tedbire konu olmaksızın yürütülecektir. İşbu Madde ile 9 ncu Maddede öngörülen mallar, bu çeşit bir tedbire konu olurlarsa, bu mallara, 11 nci Maddede öngörülen Komisyonca, bu tedbirler uygulanmamışçasına, değer biçilecektir.



Kamulaştırılmış mallara gelince, Karma Komisyon, her iki ülkede mübadele kapsamına girecek kimselere ait olup da, mübadele uygulanacak topraklarda bulunan ve 18 Ekim 1912 den sonra kamulaştırılmış olan bu mallara yeniden değer biçecektir. Komisyon, bir zarar verilmiş olduğunu görürse, bu zararı mal sahiplerinin yararına onaracak bir zarar-giderim (tazminat) saptayacaktır. Bu zarar-giderimin tutarı, mal sahiplerinin alacak hesabına ve kamulaştıran ülke Hükümetinin borç hesabına geçirilecektir.

8 nci ve 9 ncu Maddelerde göz önünde tutulan kimseler, şu ya da bu yoldan, yararlanmadan yoksun bırakıldıkları malların gelirlerini elde edememişlerse, bu gelirlerin tutarlarının kendilerine geri verilmesi, savaş öncesi ortalama gelir esas alınarak ve Karma Komisyonca saptanacak yol ve yöntemler uyarınca, sağlanacaktır.

Yunanistan’daki Vakıf mallarının ve bunlardan doğan hak ve çıkarların, ve Türkiye’de Rumlara ait benzer tesislerin tasfiyesine girişirken, 11 nci Maddede öngörülen Karma Komisyon, bu tesislerin ve bunlarla ilgili bulunan özel kişilerin haklarını ve çıkarlarını tam olarak korumak amacıyla, daha önce yapılmış Andlaşmalarda kabul edilmiş ilkelerden esinlenecektir.

11 nci Maddede öngörülen Karma Komisyon, bu hükümleri uygulamakla görevli olacaktır.


MADDE: 11 İşbu Sözleşmenin yürürlüğe girişinden başlayarak bir aylık bir süre içinde, Bağıtlı Yüksek Tarafların her birinden dört ve 1914-1918 savaşına katılmamış Devletlerin uyrukları arasından Milletler Cemiyeti Meclisince seçilecek üç üyeden oluşan ve Türkiye’de ya da Yunanistan’da toplanacak olan bir Karma Komisyon kurulacaktır. Komisyonun Başkanlığını, tarafsız üç üyeden her biri sıra ile yapacaktır.

Karma Komisyon, gerekli göreceği yerlerde, bir Türk ve bir Yunanlı üye ile, Karma Komisyonca atanacak tarafsız bir Başkandan oluşacak ve Karma Komisyona bağlı olarak çalışacak Alt-komisyonlar kurmaya yetkili olacaktır. Karma Komisyon, alt-komisyonlara verilecek yetkileri kendisi saptayacaktır.


MADDE: 12 Karma Komisyon, işbu Sözleşmede öngörülen göçü denetlemek ve kolaylaştırmak ve 8 nci Madde ile 9 ncu Maddede öngörülen taşınır ve taşınmaz malların tasfiyesine girişmekle yetkili olacaktır.

Karma Komisyon, göçün ve yukarıda belirtilen tasfiyenin yol ve yöntemlerini saptayacaktır.

Karma Komisyon, genel olarak, işbu Sözleşmenin uygulanmasında gerekli göreceği tedbirleri almağa ve bu Sözleşme yüzünden ortaya çıkabilecek bütün sorunları karara bağlamaya tam yetkili olacaktır.

Karma Komisyon kararları oy çokluğu ile alınacaktır.

Tasfiye edilecek mallara, haklara ve çıkarlara ilişkin bütün itirazlar Karma Komisyonca kesin olarak karara bağlanacaktır.


MADDE: 13 Karma Komisyon, ilgilileri dinledikten ya da dinlemeğe gereği gibi çağırdıktan sonra, işbu Sözleşme uyarınca tasfiye edilmesi gereken taşınmaz mallara değer biçme işlemine girişmek için tam yetkili olacaktır.



Tasfiye olunacak mallara değer biçilmesinde, bunların altın para ile olan değeri esas alınacaktır.


MADDE: 14 Komisyon, ilgili mal sahibine, elinden alınan ve bulunduğu ülkenin Hükümeti emrinde kalacak olan mallardan dolayı borçlu kalınan para tutarını belirten bir bildiri belgesi verecektir.

Bu bildiri belgeleri esas alınarak borçlu kalınan para tutarları, tasfiyenin yapılacağı ülke Hükümetinin, göçmenin mensup olduğu Hükümete karşı bir borcu olacaktır. Göçmenin, ilke olarak, göç ettiği ülkede, kendisine borçlu bulunulan paraların karşılığında, ayrıldığı ülkede bırakmış olacağı mallarla aynı değerde ve aynı nitelikte, mal alması gerekecektir.



Yukarıda belirtilen biçimde bildiri belgeleri esası üzerinden, her iki Hükümetçe ödenmesi gereken paraların hesabı, her altı ayda bir çıkartılacaktır.



Tasfiye işlemi tamamlandığı zaman, karşılıklı borçlar biribirine eşit çıkarsa, bununla ilgili hesaplar denkleştirilmiş (takas ve mahsup edilmiş) olacaktır. Bu denkleştirme işleminden sonra, Hükümetlerden biri ötekine borçlu kalırsa, bu borç peşin para ile ödenecektir. Borçlu Hükümet, bu ödeme işine süre tanınmasını isterse, yıllık en çok üç taksitle ödenmek şartıyla, Komisyon bu süreyi ona tanıyabilecektir. Komisyon, bu süre içinde ödenmesi gereken faizleri de saptayacaktır.



Ödenecek para oldukça önemli ise ve daha uzun sürelerin tanınmasını gerektirmekteyse, borçlu Hükümet, borçlu olduğu paranın yüzde yirmisine kadar Karma Komisyonca saptanacak bir parayı peşin olarak ödeyecek, geri kalan borç için de, Karma Komisyonca saptanacak oranda faizli ve yirmi yıllık bir süre içinde anaparaya çevrilebilecek (amortise edilebilecek) borçlanma bonoları (istikraz tahvilleri) çıkarabilecektir. Borçlu Hükümet, bu borç için, Komisyonca kabul edilecek sağlancalar (rehinler) gösterecektir. Bu sağlancalar, Yunanistan’da Uluslararası Komisyonca, İstanbul’da Devlet Borcu (Düyun-u Umumiye) Meclisince yönetilecek ve gelirleri toplanacaktır. Bu sağlancalar konusunda anlaşmaya varılamazsa, Milletler Cemiyeti Meclisi bunlarısaptamaya yetkili olacaktır.

MADDE: 15 Göçü kolaylaştırmak amacıyla, ilgili Devletlerce, Karma Komisyonun saptayacağı şartlarla, Komisyona öndelik (avans) olarak ödemede bulunacaktır.

MADDE: 16 Türkiye ve Yunanistan Hükümetleri, işbu Sözleşme uyarınca, ülkelerini bırakıp gidecek olan kimselere yapılacak bildirilerle, bu kimselerin varış ülkesine taşınmak üzere yönelecekleri limanlara ilişkin bütün sorunlar üzerinde, 11 nci Maddede öngörülen Karma Komisyonla anlaşmaya varacaklardır.



Bağıtlı Taraflar, mübadele edilecek halklara, gidişleri için konmuş tarihten önce yurtlarını bırakıp gitmelerine yol açacak, ya da mallarını ellerinden çıkartmak üzere doğrudan ya da dolaylı hiç bir baskıda bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler. Bağıtlı Taraflar, ülkeyi bırakıp giden ya da gidecek olan göçmenleri hiç bir vergiye ya da olağanüstü bir resme bağlamamayı yükümlenirler. 2 nci Madde uyarınca mübadele dışı bırakılacak bölgelerde oturanların, bu bölgelerde kalmak ya da oralara yeniden dönmek haklarıyla, Türkiye ve Yunanistan’da özgürlüklerinden ve mülkiyet haklarından serbestçe yararlanmalarına hiç bir engel çıkartılmayacaktır. Bu hüküm, mübadele dışı bırakılacak söz konusu bölgelerde oturanların mallarını başkalarına geçirmelerine ve bu kimselerden Türkiye’yi ya da Yunanistan’ı kendi istekleriyle bırakıp gitmek isteyeceklerin gidişine engel olma vesilesi olarak öne sürülmeyecektir.


MADDE: 17 Karma Komisyonun çalışmaları ve işlerinin yürütülmesi için gerekli giderler, Komisyonca saptanacak oranlar içinde, ilgili Hükümetlerce karşılanacaktır.


MADDE: 18 Bağıtlı Taraflar, işbu Sözleşmenin uygulanmasını sağlamak üzere, yasalarında gerekli değişiklikleri yapmağı yükümlenirler.


MADDE: 19 İşbu Sözleşme, Bağıtlı Yüksek Taraflar bakımından, Türkiye ile yapılacak Barış Andlaşmasının bir paçasıymış gibi, aynı güç ve aynı değerde sayılacaktır. İşbu Sözleşme, söz konusu Andlaşmanın Bağıtlı Yüksek Taraflardan her ikisince onaylanmasından hemen sonra yürürlüğe girecektir.

BU HÜKÜMLERE OLAN İNANÇLA, yetki belgelerinin, karşılıklı olarak, usulüne uygun olduğu görülmüş ve aşağıda imzaları bulunan Tamyetkili Temsilciler, işbu Sözleşmeyi imzalamışlardır. LAUSANNE’da, otuz Ocak bin dokuz yüz yirmi üç tarihinde, üç nüsha olarak düzenlenmiştir. Bu nüshalardan biri Yunanistan Hükümetine, biri Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine verilecek, üçüncüsü de doğruluğu onaylanmış birer örneğini, Türkiye ile yapılmış Barış Andlaşmasını imzalayan Devletlere yollayacak olan, Fransa Cumhuriyeti Hükümetine, bu Devletin arşivlerine konulmak üzere, teslim edilecektir.

(L.S.)E.K. VENİSELOS.
(L.S.)M. İSMET
(L.S.)D. CACLAMANOS.
(L.S.)Dr. RIZA NUR.
(L.S.)HASAN.
 
Türk-Yunan Münasebetleri


1960-1980 arasındaki Türk-Yunan münasebetlerini, 1974 öncesi ve 1974 sonrası diye iki kısımda ele almak gerekir. 1974 öncesindeki münasebetler hemen tamamen Kıbrıs meselesi etrafında dönmüş ve Batı Trakya Türkleri, Ege adalarının silahlandırılması gibi meseleler daha geri planda kalmış iken, 1974 sonrası Türk-Yunan münasebetlerinin meseleleri Kıbrıstan uzaklaşmış ve esas itibariyle Ege Denizi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunlar da kıt'a sahanlığı, karasularının genişliği, hava kontrol sahası gibi meselelerdir. Keza, Lozan Antlaşmasına aykırı olarak Yunanistanın Ege adalarını silahlandırmış olması da, Türkiye'nin daima üzerinde durduğu ve duracağı bir başka meseledir.

1954-1959 arasındaki Kıbrıs meselesi, Türk-Yunan münasebetlerini bir hayli sarsmış ise de, bilhassa NATO'nun aracılığı ile gerçekleştirilen 1959 Londra ve Zürich anlaşmaları ve Kıbrısın bağımsız bir cumhuriyet olarak ortaya çıkışı, havayı tekrar yumuşatmıştır. Şüphesiz, bu münasebetler 1954'den önceki şekline dönmüş değildir. Fakat, aradaki soğukluk bir hayli ortadan kalkmış ve iki devlet NATO'nun güney-doğu kanadı olarak yeniden bir işbirliği havası içine girmişlerdir.

Fakat 1963-1964 Kıbrıs buhranı ile beraber, Türk-Yunan münasebetleri yeniden ve eskisinden daha şiddetli bir gerginlik dönemine girmiştir. Bu buhran sırasında Makarios ve Kıbrıs rumlarının insanlık-dışı saldırıları karşısında Yunanistan, bu saldırıların önlenmesi ve krizin yokedilmesi için yardımcı olacağı yerde, aksine bu saldırıların destekçisi olmuştur. Çünkü, bu buhran süresince Yunanistanın ümidi, Enosis'in gerçekleşmesi, yani adanın bir bütün olarak Yunanistanın eline geçmesi idi. Enosis hayali ile Yunanistan, Türkiye ile dostluğun ve yakın münasebetlerin getirebileceği bütün avantajları bir kenara itivermiştir.

1967-1974 arasındaki Yunan cuntası ise, Türk-Yunan münasebetleri konusunda, kendinden önceki sivil hükümetlerden çok daha düşüncesiz çıkmıştır. Cunta, kendi siyasi iktidarını Enosis ile perçinlemekten başka bir şey düşünmemiştir. Bu yüzden de Türkiye ile münasebetlerini bozmaktan çekinmemiştir. Fakat bu politikasında tam bir başarısızlığa uğramıştır. 1967 Enosis teşebbüsü sonunda, Kıbrıs'taki 12.000 yunan askerini geri çekmek zorunda kaldığı gibi, 1974 Enosis teşebbüsü ise, cuntanın kendi başını yemiştir. Ne var ki, 1974 Kıbrıs buhranından Türk-Yunan münasebetleri, bir harabe halinde çıkmış ve Türkiye ile olan münasebetlerindeki yıkıntıları bugüne kadar tamir etmek de mümkün olmamıştır. Çünkü bu yıkıntıların üzerine, 1974'den sonra yeni meseleler yığılmıştır. Şimdi, yığılmış olan bu meseleleri anahatları ile ele alalım.

Ege'de Hava Kontrol Sahası

Ege hava kontrol sahası konusundaki anlaşmazlık, doğrudan doğruya 1974 Kıbrıs buhranının ortaya çıkardığı bir mesele olup, buhran geçtikten sonra, boyutlarını daha da genişletmiştir.

Hava kontrol sahası meselesinin iki unsuru vardır. Biri, Yunanistanın Ege adaları üzerindeki milli hava sahasının yüksekliği, diğeri de, FIR (Flight İnformation Region) denen, uçakların Ege üzerinde uçarken, hangi kontrol kulesine bağlı olacakları ve uçuş bilgilerini nereye, Atina'ya mı, yoksa İstanbul'a mı verecekleri meselesidir.

Lozan Antlaşması Ege'de karasularının genişliğini 3 mil olarak kabul etmiş iken, Yunanistan 1936 yılında karasularını 6 mile çıkarmış ve Türkiye buna itiraz etmemiştir. 1964 yılında Türkiye de karasularını 6 mile çıkardı. Milletlerarası hukuk kurallarına göre, adalar üzerinde milli hava sahasının yüksekliği de ancak karasularının genişliği kadar olabilirdi. Dolayısıyla, Ege adaları üzerinde yunan milli hava sahasının yüksekliği de 6 mili geçemezdi. 6 milin üzerindeki hava sahası milletlerarası hava sahası idi. Fakat 1974 krizinden sonra Yunanistan Ege adalarının karasuları genişliğini 12 mile çıkarmak suretiyle, milli hava sahasını da 12 mil yüksekliğe ulaştırmak istedi. Hem hava sahası ve hem de karasuları bakımından Türkiye'nin çok aleyhine olan bu yunan teşebbüsü Türkiye'nin şiddetli tepkisiyle karşılaştı ve Türkiye Yunanistana, karasularını 12 mile çıkardığı takdirde, bunun bir savaş sebebi (casus belli) olacağını bildirdi. Bunun üzerine, Yunanistan, sözünü çok etmesine rağmen, karasularını ve dolayısıyla milli hava sahasını 12 mile çıkarmaya bugüne kadar cesaret edemedi. Keza Amerika da, karasularının 6 milden fazla olmasını kabul etmemektedir.

FIR meselesine gelince: Milletlerarası Sivil Havacılık Teşkilatının (İnternational Civil Aviation Organization-ICAO), Türkiye ve Yunanistan'ın da katılmasiyle 1952 de yaptığı bölge toplantısında, Ege üzerinde uçan bütün uçakların, uçuş bilgilerini Atina'ya vermesine ve ancak Türk karasularına girerken, bu bilgileri İstanbul'a bildirmesine karar verilmiş ve o zamanki Türk-Yunan münasebetlerinin samimi atmosferi dolayısıyla, Türkiye de buna ses çıkarmamıştı.

Yalnız şunu da belirtelim ki, dünyanın neresinde olursa olsun, FIR hatlarının çizilmiş olması, o hava sahası üzerinde o devlete hiçbir şekilde bir egemenlik hakkı doğurmamaktadır. Egemenlik hakkı milletlerarası hukuk kurallarına tabidir.

1974 krizinde Türk-Yunan münasebetleri bir savaş durumuna gelince, Türkiye ciddi bir mesele ile karşılaştı: 1952 FIR anlaşmasına göre, Ege üzerinden gelen uçaklar, ancak karasularımıza girerken, yani ancak bir-iki dakika önce İstanbula bilgi vereceklerdi. Bu ise, Türkiyeyi havadan gelebilecek sürpriz baskınlara karşı savunmasız bırakıyordu. Bunun için, Türk hükümeti 6 Ağustos 1974 günü yayınladığı 714 sayılı NOTAM (Notice To All Airmen Bütün Havacılara Tebliğ) ile, Ege hava sahasını kuzey-güney istikametindeki bir çizgi ile ortadan ikiye ayırdı ve bu çizgiye gelen uçakların uçuş bilgilerini İstanbula vermeleri gerektiğini bildirdi. Bu ise Türkiyeye, bir sürpriz baskın için 10-15 dakikalık zaman kazandırmaktaydı.

Ege Denizini kuzeyden güneye ortadan bir çizgi ile ikiye ayırma prensibinin, kıt'a sahanlığı meselesinde de Türkiye'nin görüşü olduğunu hatırlatalım.

Yunan hükümeti 7 Ağustosta yayınladığı 1018 sayılı NOTAM ile, bütün pilotlara, Türkiye'nin 714 sayılı NOTAM'ını gözönüne almamalarını bildirdi ise de, sonra bundan vazgeçti ve 13 Eylül 1974 günü yayınladığı 1157 NOTAM ile, Ege hava sahasının tehlikeli hale gelmesi dolayısıyla, Ege üzerindeki bütün uçuş koridorlarını kapadığını ilan etti. Böylece Ege Denizi üzerinde her türlü hava trafiği durmuş oldu.

1975 Mayısı sonunda Brüksel'de Türk ve Yunan başbakanlarının buluşmalarından sonra kıt'a sahanlığı konusunda iki taraf uzmanlarının buluşmalarında, hava kontrol sahası meselesi de ele alındı. Bu buluşmalar, 1975 Haziranında Ankara'da, 1975 Temmuzunda Atina'da, 1975 Aralık ayında İstanbul'da ve 1976 Ocak ayında da Atina'da yapılmış, fakat bir netice çıkmamıştır. Bu buluşmalarda Türk tarafı, Ege hava kontrol sahasının kuzey-güney istikametinde ortadan bölüşülmesi görüşünde idi.

1976 Ocak ayındaki toplantıdan sonra, 1976 Temmuz ve Kasım aylarında da görüşmeler devam etti. Lakin bir netice alınamadı. Çünkü, Türkiye'nin görüşlerini Yunanistan kabul etmedi. Halbuki, Yunanistan bu arada, Milletlerarası Sivil Havacılık Teşkilatı kurallarını çiğneyen bir tatbikat içine girmişti. Yunanistanın bu keyfi tutumu Türkiyeyi güvenlik bakımından endişelendirmiştir. Mesela, Yunanistan, ICAO kurallarına aykırı olarak, Limni adası etrafında ve üzerinde 3.000 mil karelik bir hava kontrol sahası tesis etti. Bu milletlerarası hukuk kurallarına da aykırı idi. Limni adasının 186 mil kare olduğu göz önüne alınırsa, Yunanistanın bu ada üzerinde 3.000 mil karelik hava kontrol sahası tesis etmesinin, milletlerarası hukuk kurallarına ne kadar aykırı düştüğü kolaylıkla anlaşılır.

Türkiye 1977 Martında, Ege hava sahasının Yunanistanla müşterek kontrolu hususunda bir teklif yaptı ise de, Yunanistan bunu da kabul etmedi ve görüşmeler kesildi.

1978 yılının ikinci yarısında, konu bir taraftan yine iki tarafın uzmanları, diğer taraftan iki taraf Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterleri tarafından ele alındı ise de, bir anlaşma ve uzlaşmaya varmak mümkün olmadı. Bir uzlaşma, 1980 yılında ancak NATO vasıtasiyle mümkün olabilmiştir ki, buna biraz aşağıda temas edeceğiz.

Karasuları Meselesi

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Lozan Antlaşmasının kabul ettiği 3 millik karasularını, Yunanistan 1936 da ve Türkiye de 1964 de 6 mile çıkarmıştır. 6 mil sistemine göre, Türkiye'nin karasuları Ege Denizinde, bütün Ege denizinin % 8.8'i iken, Yunan karasuları Ege Denizinin % 35.0'ini işgal ediyordu. Milletlearası sular ise, % 56.2 olup, bu sularda TPAO'ya verilen ruhsat sahası % 16.3 veya 28.126 Km. idi.

Yunanistan karasularını 12 mile çıkardığı takdirde, Ege Denizinin % 63.9'u Yunan karasuları, % 8.3'ü Türk karasuları ve % 26.1'i de milletlerarası sular, yani açık deniz olacaktı.

6 ve 12 mil farkının Yunanistana çok büyük avantaj sağlamasına rağmen, Türk karasuları nisbetinin çok az değişmesinin sebebi, Türk kıyılarına çok yakın şekilde pek çok Ege adasının bulunması ve bu adalar ile Türk kıyıları arasındaki sınırın orta-hat olmasındandır.

Diğer taraftan, Ege'de karasuları 12 mile çıkarıldığı takdirde, Ege'nin yarıdan fazlası ve bilhassa İkaria adası ile, Rodos-Girit çizgisi arasındaki kısım tamamen yunan karasularına dahil oluyordu. Bunun manası şuydu ki, İstanbul'dan kalkan bir Türk gemisi, Antalya veya İskenderun'a giderken, Ege Denizinin büyük kısmında yunan karasularından geçmek zorunda kalacaktı. Kısacası, 12 millik karasuları Ege Denizini bir yunan gölü haline getiriyor ve budenizde Türkiyeye yaşama hakkı tanımıyordu. Yunanistanın karasularını 12 mile çıkarması halinde, Türkiye'nin bunu bir savaş sebebi (casus belli) sayacağını, yani sırf bu sebepten Yunanistanla bir savaşı göze alacağını bildirmesinin sebebi budur.

Türkiye'nin bu sert tepkisi karşısında Yunanistan, milletlerarası hukuk kurallarına göre 12 mile çıkarma yetkisinin bulunduğunu söylemesine rağmen, bugüne kadar buna cesaret edememiştir. Şüphesiz bunda Türkiye'nin kararlı tutumunun büyük rolü vardır. Fakat şüphe yok ki, gerek Amerikanın ve gerek Sovyet Rusyanın da 12 mil prensibine karşı çıkması da Türkiye için bir destek olduğu kadar, Yunanistanı gerileten bir faktör olmuştur. Bilhassa Sovyet Rusya için, 12 millik karasuları demek, Sovyet donanmasının Ege Denizinden geçmesinin, Yunanistanın müsaade ve lütufkarlığına bağlı olması demektir. Dünya denizlerinde at oynatan Sovyetlerin böyle bir durumu kabul etmeleri elbetteki beklenemez.

Aynı şey Amerika için de söz konusudur. 1936 Monteux Anlaşması ile, belirli şartlar altında da olsa, Amerika Karadenize çıkma imkanına sahip bulunmaktadır. Amerikanın Karadenize çıkması için, Ege Denizinden geçmesi gerekmektedir. Yunanistanda her zaman Amerikaya dost bir hükümet bulunmayabilir. Bu demektir ki, 12 millik karasuları Amerikanın çok geniş bir bölgede hareket serbestisini, bir küçücük Yunanistan engelleyebilecektir. Amerikanın böyle bir şeyi kabulü tabiatiyle mümkün değildir.

Yani, 12 millik karasuları Ege'de iki süper-devletin menfaatlerine bugünkü şartlarda ters düşmektedir.

Kıt'a Sahanlığı Meselesi

Türkiye ile Yunanistan arasında kıt'a sahanlığı meselesi, Türk hükümeti tarafından, Ege'nin açık deniz sularında ve "Türkiye'nin kıt'a sahanlığında bulunan" sahalarda 27 bölgede petrol araması yapmak üzere, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına (TPAO) arama ruhsatı verilmesi ve bu ruhsatın da, haritası ile beraber, 1 Kasım 1973 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanması ile başlar. Söz konusu saha Ege denizinde, Semadirek, Limni, Midilli, Aghios, Sakız adaları arasına ve bu adaların karasularının dışına düşmekteydi.

Yunan hükümeti 7 Şubat 1974'de Türk hükümetine verdiği notada, söz konusu ruhsatın kapladığı sahaların yunan kıt'a sahanlığına girmesi dolayısıyla, bu arama ruhsatının geçersiz olduğunu bildirdi. Türk hükümeti 27 Şubatta verdiği cevapta, Anadolu kıyılarından itibaren denizaltında Batıya doğru uzanan toprakların, Anadolunun Tabi bir uzantısı olması dolayısıyla, Türkiye'nin kıt'a sahanlığını teşkil ettiğini ve dolayısıyla, Türk kıyılarına yakın adaların da Türk kıt'a sahanlığı içinde bulunmaları sebebiyle, bunların kıt'a sahanlığı olamıyacağını bildirdi. Kıt'a sahanlığı tartışması böyle başladı. Tartışmalarda Yunanistan kendi tezini, 27 Nisan 1958 de Cenevrede imzalanmış olan Kıt'a Sahanlığı Konvansiyonuna dayandırmakta idi. Türkiye bu Konvansiyonu imzalamadığı için, kendisini bununla bağlı saymıyor ve Ege kıt'a sahanlığı anlaşmazlığının, milletlearası hukuk kurallarına göre müzakere yoluyla çözümlenmesini, yani Ege Denizinde kıt'a sahanlığı sınırlarının uzlaşma yoluyla çizilmesini teklif etti.

Türkiye ile Yunanistan arasında bu karşılıklı nota teatisi yaz aylarında da devam etti. Fakat tarafların görüşlerinde hiç bir değişiklik olmadı. O kadar ki, Kıbrıs harekatından iki gün önce Türk hükümeti, 18 Temmuz 1974 de, TPAO'ya Ege'de yeni bir arama ruhsatı daha verdi.

Kıbrıs harekatı ise münasebetleri daha da gerginleştirdi. Türk-Yunan münasebetleri tam bir savaş havası içine girdi. Yunanistan, Türk kıyılarına yakın adalara iki tümenlik kuvvet yığdığı gibi, bazı adaların karasularını mayınladi. Rodostaki sivil havaalanı askeri uçakların inmesi için ıslah edildi. Yunan Ordusu alarma geçirildi. Tabi Türkiye de kendi açısından gerekli tedbirleri aldı. Türk kıyılarına yakın Ege adaları, Türkiye'ye yapılacak bir yunan saldırısı için bir atlama taşı olabilirdi.

Kıt'a sahanlığı konusundaki Türk-Yunan tartışması 1975 yılında da devam etti. Bu tartışmalarda, Yunanistan meseleyi Milletlerarası Adalet Divanı'na gotürmekte ısrar ederken, Türkiye ise anlaşmazlığı müzakere ve uzlaşma yoluyla halletmek istedi. Fakat 19 Mayıs 1975 de Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları arasında Roma'da, 31 Mayıs 1975'de Türkiye Başbakanı Demirel ile Yunanistan Başbakanı Karamanlis arasında Brüksel'de yapılan görüşmelerde, meselenin Milletlerarası Adalet Divanına gotürülmesi için prensip anlaşmasına varıldı. Fakat müracaatı hazırlamak için iki taraf hukukçularının yaptığı tek toplantıda bir netice alınamadı. Bunda, Türkiye'nin Divan'a gitmekten vazgeçmesinin de rolü vardır.

Milletlerarası Adalet Divanı hikayesi bu şekilde gelişirken, Türk-Yunan münasebetlerine yeni bir gerginlik unsuru girdi. Yunanistanın Türk kıyılarına yakın olan Ege adalarını silahlandırması üzerine Türkiye de, İzmir'de, 1975 Temmuzunda, Ege Ordusu denen IV'üncü Ordu'yu kurdu. Türkiye'nin bu yeni askeri kuvveti, tamamen NATO'nun dışında ve doğrudan doğruya Türkiye'nin kendi emrinde bir silahlı kuvvetti. Bundan sonra Ege Ordusu'nun varlığı, Yunanistanın korkulu rüyası ve aynı zamanda da devamlı şikayet konusu olacaktır.

1976 Şubatında, bir yeni gerginlik unsuru daha ortaya çıktı. Türkiye Ege'deki kıt'a sahanlığı haklarını korumada ne kadar kararlı olduğunu göstermek için, Hora adlı araştırma gemisini (sonradan adı Sismik-I olmuştur) hazırlamaya başladı. Bunun üzerine Yunanistan Hora'nın Ege'ye çıkışını önlemek için, Türkiye nezdinde çeşitli teşebbüslerde bulunarak, "Yunan kıt'a sahanlığına" girdiği takdirde Hora'nın "tehlikeli bir durum" yaratacağını bildirdi. Türkiye'nin cevabı ise, Yunanistan Hora'nın faaliyetine müdahale ettiği takdirde, sert bir karşılık göreceği idi.

Sismik-I, 6 Ağustos 1976 günü Çanakkale'den ayrılarak, Türkiye ile Yunanistan arasında kıt'a sahanlığı anlaşmazlığına konu olan sulara girdi. Her iki tarafta da hava tam bir gerginlik içindeydi. Bir savaş havası Ege denizi üzerinde dolaşmaktaydı. Fakat her iki taraf da, bir yerde durmasını bildiler. Yunan savaş gemileri Sismik-I'i adım adım takip ettiler. Fakat Sismik-I Türk savaş gemilerinin himayesinde idi. Sismik-I araştırmalarını yaptıktan sonra 10 Ağustos 1976 günü Çanakkaleye döndü.

Yunan hükümeti, Sismik-I Ege'ye çıkınca Türk hükümetini protesto etmekle beraber, Türkiye'den de gereken cevabı aldı. Türk hükümeti kararlılığında en küçük bir gerileme göstermedi.

Bunun üzerine Yunanistan iki yola başvurdu. Birincisi, B.M. Güvenlik Konseyine başvurarak, Türkiye'nin, Ege'deki yunan kıt'a sahanlığı üzerindeki haklarını ihlal etmek suretiyle, barış ve güvenliği tehlikeli şekilde tehdit ettiğini ileri sürdü. Güvenlik Konseyi 12 Ağustosta yaptığı müzakereler sonunda, kıt'a sahanlığı meselesinin esasına girmeksizin, tarafları, ikili müzakereleri kolaylaştırmak için, gerginliği arttırıcı hareketlerden kaçınmak hususunda her türlü gayreti harcamalarını ve ikili müzakerelere başlamalarını tavsiye eden bir karar aldı. Şüphesiz, bu karar Yunanistanın beklediği karar değildi.

Yunanistan, ikinci olarak, 10 Ağustos 1976'da da Milletlerarası Adalet Divanı'na başvurdu ve ilk önce, Sismik-I gemisinin yunan kıt'a sahanlığına girmesinin "tamiri mümkün olmayan zararlar"a sebep olması dolayısıyla, Türkiye'nin bu faaliyetinin önlenmesini istedi. Divan ise, hemen verdiği kararda, Sismik-I'in faaliyetinin "tamir edilmez bir zarar"a sebep olmadığı gerekçesi ile, Yunanistan'ın isteğini reddetti. Aradan iki buçuk yıl geçtikten sonra da Milletlerarası Adalet Divanı, 1979 Ocak ayında verdiği kararda, kendisini, Türk-Yunan kıt'a sahanlığı anlaşmazlığına bakmaya yetkili olmadığına karar vererek, Yunanistan'ın 10 Ağustos 1976 tarihli müracaatını reddetti.

Mamafih, Güvenlik Konseyinin kararından sonra her iki tarafa da bir yumuşama gelmiştir. Türkiye'nin 1974 Temmuz ve Ağustosundaki Kıbrıs harekatından sonra, 1976 Ağustosu başında Sismik-I'in Ege'ye açılması ile Türkiye ve Yunanistan ikinci defa savaşın eşiğine kadar gelmişlerdi. Bu sebeple, iki taraf uzmanlarının İsviçrenin başkenti Bern'de yaptıkları on günlük müzakerelerden sonra, 11 Kasım 1976 da, Bern Deklarasyonu denen 10 maddelik bir belge imzalandı. Bu belge 20 Kasımda Ankara ve Atina'da açıklandı.

Bern Deklarasyonu, kıt'a sahanlığının, iki taraf arasındaki sınırlarının çizilmesi müzakerelerinde, her iki tarafca da uyulacak esasları tesbit ediyordu. Buna göre, müzakereler samimiyet, iyi niyet ile ve ayrıntılı bir şekilde yürütülecekti. Keza, müzakereler gayet gizli tutulacak ve hiç bir şekilde basına açıklanmayacaktı. Taraflar, müzakereler boyunca, Ege'de kıt'a sahanlığı konusunda hiç bir faaliyette bulunmayacaklardı. Yine, taraflar, ikili münasebetlerinde, diğer tarafı küçültücü her türlü hareketten kaçınacaklardı.

Böylece, Türkiye ve Yunanistan, Ege'de kıt'a sahanlığı meselesine bir çözüm bulununcaya kadar, kıt'a sahanlığı konusundaki faaliyetlerine bir moratoryum getirmiş oluyorlardı ki, doğrusu bu moratoryum bugüne kadar devam etmiştir.

Kıt'a sahanlığı konusundaki müzakerelere gelince: Bundan da hiç bir şey çıkmamıştır. Mesele şu anda donmuş bir şekildedir.

Konuyu kapatmadan önce şunu belirtelim ki, Ege kıt'a sahanlığı bir bütün olarak Ege meselesinin can damarını teşkil etmektedir. Zira, taraflardan birinin görüşünün kabul edilmesi halinde, Ege'deki bütün meselelerin yapısı değişecektir. Mesela, yunan görüşü kabul edilir de, Türk kıyılarına yakın Ege adalarına da kıt'a sahanlığı verilecek olursa, Ege'nin çok büyük bir kısmı Yunanistanın kontrolu altına girecek demektir. Bu ise, aynı zamanda Ege hava sahasının da Yunanistan lehine genişlemesine kadar gidebilir. Keza, Yunanistanın Ege'deki kara sularının 12 mile çıkarılmasına da dayanak teşkil edebilir.

Buna karşılık, Türkiye'nin razı olduğu gibi, kıt'a sahanlığı açısından Ege Denizi, kuzey-güney istikametinde ortadan ikiye ayırılırsa, bu durumda Türkiye'nin Ege'nin yarısı üzerinde kontrol kuracağı ve bu bakımdan da Türkiye kıyılarına yakın Ege adalarınında farklı bir hava ve deniz statüsü içine gireceği açıktır.

Kaynak : Fahir ARMAOĞLU - 20.Yüzyılın Siyasi Tarihi
 
Geri
Top