• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu resim yarışması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de beğendiğiniz 2 resmi oylamanız için bekliyoruz...

Türkler Anadolu’nun ve Doğusunun En Kadim Halkıdır

wien06

V.I.P
V.I.P
Anadolu Türk izi ile dolu


Şekil 1: Erzurum - Karayazı Cunni Mağarası’nda bulunan mukayesesi.
Şekil 2: Erzurum urug remizleri ve mukayesesi.
Şekil 3: Erzurum Cunni Mağarası’nda Orkun tipi runik harfler.



Yukarıdaki işaretlerin ve karşılaştırmalı çizelgenin çok dikkatli bir şekilde incelenmesinde epey bir yarar bulunmaktadır.

Bu işaretler,1965 yılının sonbaharında Dr. Hermann Vary ve Prof. İsmail Yalçınlar tarafından Erzurum yöresindeki “Cunni mağarasında” bulunuyor.

Dr. Vary elindeki fotoğraf makinesi flaşlı olmadığı için resimleri iyi çekememiş, bu yüzden de kopyalarının sadece çizimlerini gerçekleştirmiş. Daha sonrada bu buluş, kendisi tarafından ilk defa Almanca olarak “Ural-Altaische Band 40, Heft 2”de yayınlanmış.

Niye bu kadar ayrıntıya giriyorum? Çünkü bu bilgileri, sömürgeci tetikçisi aydın müsveddelerinin ve işbirlikçi kalemşörlerin gözünün içine sokmak gerekiyor da ondan. Eğer böyle yapılmaz, bu tür yabancı menşeili kanıtlar yedekte tutulmazsa bunlar hemen; işte bu resmî tarih görüşüdür de, Türk ırkçılığını aklamaya çalışıyorlar da, bunların hepsi uydurmasyondur da, resimler neredeymiş de, resmî tarihin bilim adamlarına güvenilmezdir de, diyerek bilimsel gerçekleri karalamaktan zerre kadar çekinmeyeceklerdir.

Cunni mağarasında 24 Oğuz boyundan 12’sinin damgaları seçilebilmiştir. Bu Oğuz boyları; Kayı, Afşar, Bayat, Yazgır, Salur, Büğdüz, Eymür, İğdir, Ala Yuntlu, Çuvaldır, Peçenek ve Çepni’dir.

Buradaki “Büğdüz” boyuna çok dikkat ediniz! Kürt tarihi “Şerefname”de Büğdüz boyu, “Kürtlerin ata boyu” olarak gösterilir. Demek ki, “Büğdüz Aman” Türkmüş!.. Gerisini artık siz düşünün!..

İşin enteresan tarafı, 1900 yılında Belçika’nın Gent üniversitesi profesörlerinden Cumout da Sivas Suşehri’ne yakın Karataş mevkiinde de Cunni mağarasındakilere benzer işaretler bulmuş ve yayınlamış, fakat bunlara bir mânâ verememiş!

İşte yukarıdaki çizelge, Cunni mağarasındaki ve Sivas’ta bulunanları Divan-ı Lügat’üt Türk ve Cami’üt Tevarih’teki Oğuz boylarına denk düşen damgalarla karşılaştırıyor. İnanılmaz benzerlikler var. Yani, aksini ileri sürebilmek mümkün değil. Hele, Cunni mağarasındaki şekillerle, Turfan’dakilerin benzerlikleri daha da ilginç. İnsanın, “Erzurum niree, Turfan nireee!..” diyeceği geliyor. Düşünebiliyor musunuz, Uygur Türklerine ait remizlere Erzurum Cunni mağarasında rastlanılıyor. Türklerin Anadolu’daki özellikle de Doğu ve Güneydoğu’daki en eski varlıklarına bunlardan büyük kanıt olabilir mi?

Anadolu’nun esas yerlisi kim?

Kürtçü diyor ki, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yerlisi benim!”

Hadi oradan haddini bilmez! Esas yerlisi benim! Çünkü, benim kanıtlarım var! Hem de öyle böyle kanıtlar değil! Peki, senin kanıtların nerede? Varsa göster de, biz de görelim! Bak, benim damgalarım, senin yerlisi olduğunu ve benim işgalci olduğumu ileri sürdüğün, sözde “Kürdistan” ilân ettiğin bölgede bulunuyor. Üstüne üstlük “damgalar” ve “Uygur remizleri” şeklinde. Yani, Türklerin en eski yazı biçimleri hâlinde. Bu ne demek? Demek ki Türkler binlerce yıl önce oraları yurt edinmişler.

Yine bu noktada rahmetli Prof. Dr. Osman Nedim Tuna’nın bir çalışmasına değinmemiz şart oluyor. Kendisi, Türkçe ile Sümer dili arasındaki paralellikleri son derece bilimsel ve reddedilemez bir şekilde ortaya koyan saygın bir Lenguist ve bilim adamımızdır. Konuyla ilgilenmeye 1947 yılında öğrenciyken başlıyor ve 1982’de araştırmasını tamamlıyor. Tam otuz küsur yıl bu konu üzerinde kafa patlatıyor. Çalışması en saygın yabancı üniversitelerde ve bilim adamları arasında tartışmaya açılıyor ve kabul görüyor. Sonuçta da ortaya dört dörtlük bir bilimsel çalışma çıkıyor.

Osman Nedim Tuna Hoca; Sümerce içerisinde 168 Türkçe kelime belirliyor. Ve bunları belirlerken de bunun aksini iddia edilmesine olanak tanınmayacak dilbilimsel metodlar kullanıyor. Daha sonra yine bu metodlardan hareketle bu kelimelerin arasında kök+ek tipinde ve Sümerceden farklı yapıda olanların varlığını ortaya çıkarıyor. Daha sonra görüşlerini Sümerolog Landsberger’inkilerle birleştiriyor. Landsberger de; Sümercenin içinde ona yabancı “bir alt tabakaya” ait olan “alıntı” kelimelerin bulunduğunu, bu alt tabaka kavminin Sümercedeki birçok kültür kelimesinin sahibi olduğunu, örneğin bunlardan kıymetli taşlara ve madenlere ait kelimelerden hareketle bu kavmin dağlık bir bölgede yaşamış olması gerektiğini ileri sürmüştü. Yine Landsberger, bu alıntı kök+ek kelimelerin iki türde olmasına dayanarak onları Proto Fırat ve Proto Dicle olarak ikiye ayırmıştı. Yani böylelikle, Osman Nedim Tuna’nın tespit ettiği bu Türkçe olan kök+ek şeklindeki ve 168 Türkçe kelimenin içerisinde bulunan farklı yapıdaki alıntı kelimeler, Dicle ve Fırat havzasında MÖ 3500 yıllarında Sümerlerle iç içe oturan bir kavmin Sümerceye hediye ettiği kelimeler olmuş oluyor. Dolayısıyla, bu proto-Türkçe kelimeleri kullanan kavminde Türk olması gereğinden hareketle Osman Nedim Tuna şu sonuçlara varıyor;

1) Sümerlerle Türkler arasında Dil bakımından bir ilgi bulunduğu bu 168 kelime ve gerekli izahatlarla ispatlanmıştır.

2) Türklerin en az MÖ 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.

3) Türk dilinin zamanımızdan 5500 yıl (zamanımız 2000’li yıllar+3500) önce ve iki kollu müstakil dil olarak varlığı kanıtlanmıştır. İlk Türkçe veya ana Türkçenin doğuşundan itibaren yaşı ise en pinti hesaplama ile 8500’tür.

4) Böylelikle, bugün, yaşayan dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgelere sahip olan dil, Türk dilidir. Bunun kanıtı, çivi yazılı Sümerce tabletlerdeki alıntı Türkçe kelimelerdir.

O zaman Kürtçüye yeniden sormak lazım; “Bak, benim Türkiye’nin doğusundaki varlığım MÖ 3500’lere kadar gidiyor ve benim dilim o yıllardan itibaren oralarda kullanılıyor. Bu gerçek, aksi iddia edilemeyecek dilbilimsel kanıtlarla ortaya konuluyor. Peki, o takdirde sen hangi hakla o topraklardaki en eski halk olduğunu iddia edebiliyorsun?”

Geliyoruz Prof. Dr. Veli Sevin’in Hakkâri’de 1998’de hafriyat sırasında bulunan 13 taş stelin ve üzerlerindeki motifleri son derece bilimsel yöntemlerle inceleyerek elde ettiği sonuçlara.

Güneydoğu bile Türklerin en eski yurtlarındandır

Bunları şöyle özetleyebiliriz;

1) Bu uygarlık, MÖ 2000 yılının ortalarında parlamış, yaşamını çadırlarda sürdüren ve yalnızca hayvancılıkla geçinen göçebelerden ziyade, taş oyma ve işlemeciliğini çok iyi bilen, üstün zevk sahibi, madencilikte ve maden ticaretinde gelişmiş, aynı zamanda bu sevkiyatı hegemonyasında tutan bir kültürü ve gücü temsil etmektedir.

2) Bu taşlar, güneyin tarımcı anlayışından çok kuzeyin göçebe-bozkır dünya görüşünü yansıtmaktadır. Buna göre stellerde kahraman savaşçı-avcı ve ona duyulan saygı ön plandadır. Yani ata kültü egemendir ve bu kültürün ana kaynağı ise bilindiği gibi Orta-Asya’dır.

3) Stellerde bulunan çadır kabartmaları ise Yakın Doğu’nun mahrutî çadırlarından çok bozkırların “toprak ev” de denilen dairesel yurt tipi çadırlarını andırmaktadır.

4) Bu bölge, o zaman diliminde irili ufaklı aşiretler, hatta devletçikler halinde yaşayan Hurri kökenli halkların vatanıdır. Hurca ise tartışma götürmeyecek şekilde bitişgen bir dildir ve bu dilin merkezi Asya’dır. Yani, o stellerin sahibinin Hurri kökenli bir halk olması kuvvetle muhtemeldir ve onların orjini de Asya’dır.

Bu arada hemen bir saptama yapalım ve Hamit Zübeyir Koşay Subarlarla ilgili neler söylemiş ona bakalım; “Subar, Yukarı Mezopotamya’da yaşayan ve Hind-Avrupalı veya Sami dili konuşmayan, bitişgen bir dil kullanan kavme Sümer ve Babillilerin verdiği bir addır.”

Hamit Bey’i dinlemeye devam edelim; “daha sonra batıda bu kavim, Hititlerce Hurri diye adlandırılır. Van’da hükümet kuran Urartular da Hurrice veya Subarcanın bir şivesini kullanırlar.”

Demek ki, Subarlar, Urartular ve Hurriler akraba kavimler oluyorlar ve bitişgen bir dille konuşuyorlar. Yani, bitişgen dilin kaynağı olan Asya’dan geliyorlar ve Proto-Türkleri ifade ediyorlar!...

Zübeyir Koşay çok önemli bir konuya daha değiniyor ve Neolitikten itibaren Subarların cedlerinin Doğu Anadolu’nun esas kavmi olduğunu ve Hammurabi çağında da baş şehirleri olarak “Eluhut”u, yani Urfa Birecik’i kullandıklarını dile getiriyor.

Herhâlde, tüm bu söylenenlerden sonra Doğu Anadolu’nun Proto-Türk kavimlerinin en eski yurdu olduğu ortaya çıkmıştır artık.

Kürtçü ve sömürgeci yanlısı fanatiklere bunları iyi okuyun dedikten sonra, tekrar Prof. Dr. Ali Sevin’in tespitlerine dönüyoruz.

5) Hakkâri stellerinin en çarpıcı özelliği, göğüs üzerinde tutulan merkezî konumlu bir kaptır. Bu tipik poz, Güney Rusya ve Ukrayna’daki İskit yontu menhirleri ile Orta Asya taşlarının vazgeçilmez özelliğidir. Bu âdet, Göktürkler arasında da çok yaygın olduğu gibi Türk soylu Kıpçaklar aracılığıyla 13. yüzyıl ortalarına değin yaşatılmıştır. Şamanizm ile de ilişkisi çok muhtemel olan bu göğüste kap tutma geleneğinin belirleyici olduğu yontu menhirlere “Türk taşları” adı verilmektedir. Bu pozun en yakın örneğine İran Azerbaycanı’nda rastlanır. Burada ortaya çıkarılan göçebe aşiret mezarlarında sık sık bu şekildeki heykelcikler bulunur. Bunların mezarlara bırakılması yine öteki dünya inanışlarıyla ilgili bir ata kültünü yansıtmaktadır ki, bu da Orta Asya’yı işaret etmektedir.

6) Bu geleneğin Hakkâri-Azerbaycan, Güney Rusya-Ukrayna ve Orta Asya gibi birbirinden çok uzak bölgelerdeki varlığı rastlantıyla açıklanamaz. Çünkü bu, çok derin bir dünya görüşünün ve felsefenin yansımasıdır. Bu yüzden, geri plandaki ortak kültürün tesadüf yakıştırmalarıyla yok sayılması mümkün değildir. Zira, bu şaşırtıcı benzerlikler, söz konusu edilen birbirinden çok uzak bölgelerdeki yakın ilişkinin de bir göstergesidir. Ve bunun arkasındaki motor güç ise hiç tartışılmayacak şekilde Proto-Türklerdir.

Şimdi! Kürtçü sakın bana, “Hakkâri’deki o steller benim atalarıma aittir” demesin! Çünkü, yukarıda Veli Sevin Hoca’nın, ortaya çıkarılmış arkeolojik bulgulara yönelik kültür bilimleri çerçevesinde yaptığı yorumlar, bütün yolların Orta Asya bağlantılı olarak proto-Türklere çıktığının tartışılmaz kanıtlarıdır.

Yine, Hakkâri stelleriyle ilgili Yrd. Doç. Dr. Semih Güneri bakın ne diyor; “Kap tutma, Türklerde, özellikle Altay Bölgesi’nde kökleri MÖ 3000’li yıllara uzanan ve Şamanist geleneklerde yer alan ‘süt saçısı’ ile ilgilidir.” Yani, çok eski bir Türk âdetini yansıtmaktadır. Yine aynı bilim adamı, Pasinler Bulamaç höyüğünde bulunan seramik kapların yapım tekniklerinin, renklerinin, biçimlerinin ve kazıma stillerinin Orta Asyalı göçebe kültürlere ait izler taşıdığının tespit edildiğini de dile getiriyor.

Türkler en eski devirlerde bile Anadolu’da bulunuyordu

Şimdi ise sıra antropolojide.

1935 yılında Alacahöyük’te yapılan hafriyat neticesinde çok sayıda katmanı açığa çıkaran derinlikte MÖ 3000 yıllarını da içeren Proto-Hitit ve Hitit dönemlerini kapsayan belli sayıda iskeletler çıkarılıyor ve Şevket Aziz Kansu’nun incelemesine sunuluyor. Bunlardan üç tanesi kriterlere uygun görülüyor. Ve yapılan tetkikler sonucunda Şevket Aziz Kansu; “kesin olarak bu iskeletler Braki-Kafadır” dedikten sonra; “bu yeni tetkikler sonucunda Anadolu’nun paleontolojisinde yuvarlak kafalı unsurların hâkimiyeti teeyyüt etmiştir” söylemiyle son noktayı koyuyor.

Şevket Aziz Kansu, Çanakkale Kumtepe hafriyatında çıkarılan iskeletlerle ilgili olarak da aynı sonuçlara varıyor. Yani böylelikle, Truva savaşında Helenlere karşı savaşan halkın arasında Brakisefallerin de bulunduğunu göstermiş oluyor.

Peki biz, Braki-Kafaların o yıllarda, örneğin Hititler döneminde Anadolu’nun, “tek halkı”, ya da başka bir söylemle Hititlerin Türk olduğunu mu iddia ediyoruz? Hayır! Ancak, şu konuda ısrarlıyız; Proto-Türkler mîlattan çok önceki binli yıllarda, Hititler zamanı da dahil olmak üzere diğer halklarla birlikte (Akdenizli dolikesefaller gibi) Anadolu’yu yurt edinmişlerdir. Bu konuda aksi ileri sürülemeyecek katîlikte bilimsel kanıtlar bulunmaktadır.

1071 öncesi Anadolu’nun Türk soylular tarafından yurt edinilmesinin başka örnekleri de mevcuttur. Örneğin, 530’da Bizans ordusu tarafından Balkanlar’da bozguna uğratılan Bulgar Türklerinin bir kısmı Anadolu’ya geçirilerek Trabzon havalisi ve Çoruh ile yukarı Fırat bölgelerine yerleştiriliyor. Yine iki asır sonra 755’te Bizans, Bulgar Türklerinin başka bir bölümünü Araplarla savaşmak üzere Tohma ve Ceyhan havzalarında konuşlandırıyor. Enteresandır, o Arap ordularının içerisinde aşağıda açıklanacağı gibi, Horasan’dan getirilmiş çok sayıda Türk oymakları da bulunuyordu. Bir iki yüz yıl daha geçtikten sonra, 947’de Sayf al-Davla ile Bardas arasındaki savaşta Rum generalin yanında önemli miktarda ücretli Bulgar Türkü bulunuyor ve bunların Kapadokya’ya nakledilmiş Bulgar Türklerinden olduğu anlaşılıyor. Geldik Avarlara! 577’de İmparator Justin II, İranlılarla savaşmak üzere Avarlardan bir kısım halkı maiyetine alarak Anadolu’ya geçiriyor ve doğu bölgesine yerleştiriyor. Yine, 620 senesinde İmparator Heraclius İranlılar ile savaşmak üzere Avarların bir bölümünü İran sınırına gönderiyor.

Kumanlar ya da Kıpçaklar, Türk halkları arasındaki çok önemli bir kavimdir. Onların bir kısmı da Gürcistan üzerinden gelerek Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya akıyor. Örneğin kırk bin Kuman ailesi Gürcistan’a inerek burada Hıristiyan oluyor ve Gürcü kralının ordusunda yer alıyor. Diğer bir kısmı ise, Balkanlar üzerinden Bizans eliyle Anadolu’da iskân ediliyor. Nitekim, 1258’de bunların büyük bir kitlesi Menderes havzası ve Ankara’da yerleştiriliyor.

Peçenekler de, 1048’den itibaren Bizans’ta ücretli asker olarak Anadolu’ya aileleri ile birlikte gönderiliyorlar. Bu nüfus ve göç hareketi 12. yüzyıla kadar devam ediyor. Alexis Komnenos zamanında bunlardan bir bölümünün Anadolu’nun Batı bölgelerinde, bir bölümününde Haçlılarla savaşmak için Kilikya’da yerleşmesi gerçekleştiriliyor.

Bizans’ın ücretli askerleri arasında bulunan “Uzlar” da aynı yerleşim siyaseti çerçevesinde Anadolu’nun değişik bölgelerinde iskâna tâbi tutuluyorlar. Bilindiği gibi Malazgirt savaşında Bizans’ta ücretli askerlik yapan bu Türk soylu Hıristiyan kavimler saf değiştirip Alparslan’ın tarafına geçmişlerdi.

Abbasiler’den Alparslan’a Anadolu’da Türkler

1071 öncesinde Anadolu’nun Türk yerleşmesine açılmasının başka bir dönemi de Abbasiler devridir. Bu dönemdeki Türk yerleşmesi üzerinde pek durulmaz. Oysa bu zaman evresi, 1071’den çok uzun yıllar önce Türklerin Arap ordularının içerisinde Anadolu’ya yayılmaya başladıkları sürece tanıklık eder. Arap orduları Emeviler zamanından başlamak üzere Anadolu’yu ele geçirmek için sürekli Bizans ordularıyla karşı karşıya gelmişlerdir. O dönemlerde Arapların Bizans ile oluşturdukları sınır bölgelerine “Sugur” denilmekteydi. Abbasiler devrinde, Arapların elinde bulunan ve Sugur adı verilen bu Anadolu parçalarına Horasan ordusundan çok sayıda asker yerleştiriliyordu. Örneğin, Abbasi halifesi El-Mehdi (775-785) Fergana, Belh, Harizm, Herat ve Semerkand bölgesinden pek çok halkı Anadolu’ya göndermişti. Bunlar arasında asker ve sivil Türklerde vardı ve Tarsus, Misis, Anavarza, Adana, Maraş, Malatya, Diyarbekir, Silvan, Ahlat, Malazgirt ve Erzurum şehirlerinde iskân edilmişlerdi.

Daha sonraki halifeler zamanlarında bu Türklerin sayısı daha da arttı. Halife El-Mütevekkil (847-861) devrinde ise Abbasi ordusu sadece Türklerden ve Türk kumandanlardan ibaret olmaya başlamıştı. Bu kumandaların en meşhurları şunlardı; Vasif-et Türki, Ferec-et Türki, Bilgeçur, Ebu Sait-et Türki, Kayıoğlu Ahmet, Afşin, Boğa, Mengüçur vs. Bu başbuğlar, emirlerindeki çoğunluğu Türklerden oluşmuş Arap ordularıyla Anadolu içlerine seferler yapıyor, irili ufaklı birçok şehri geçici olarak ele geçiriyor, yağma ediyor ve dönüyorlardı. Bizans ile olan savaşların süregelmesi nedeniyle Horasan ve Türkistan’dan gelen Türklerin sayısı da artarak devam ediyordu. Fakat 200 yıl süren bu Arap-Bizans savaşları sırasında Eski Yunan ve Roma döneminde mamur ve kalabalık olan Anadolu şehirleri hem harap oldular hem de nüfus olarak azaldılar. Bu nüfussal seyreklik Malazgirt sonrası Anadolu’nun Türkler tarafından ele geçirilerek bir yurt haline getirilmesinde de başlıca etken oldu.

Yani, sömürgeci taşeronu aydın müsveddelerinin iddia ettiği gibi, Anadolu’daki Türk çoğunluğun nedeni; Türkler öncesi Anadolu’da var olan Rum veya diğer farklı kökenden olan halkların asimile edilerek Türkleştirilmesi değildir. Türkler geldiğinde Anadolu’nun nüfusu zaten Arap-Bizans savaşlarından dolayı epey azalmıştı. Demek ki, 8. yüzyılın sonlarından başlayan bu 200 yıllık savaş sürecinde Türkler Horasan’dan akın akın Anadolu’ya gelmeye ve daha sonraki yüzyıllardaki Türk yerleşiminin ilk adımlarını atmaya başlamışlardı. Her ne kadar sonlara doğru Anadolu tekrar Bizans’ın hakimiyetine girmişse de bu Türk nüfus, öbekler halinde ve ücra bölgelerde ya da sınır boylarında varlığını koruyarak Anadolu halkının bir parçası olma yolunda bir hayli avantajlı duruma geçmiş ve 1071 sonrası gerçekleşen büyük Oğuz göçlerine de zemin hazırlamıştı.

İşte bütün bu gerçekleri, her fırsatta, sömürgecilerin ve taşeronlarının, özellikle de Kürtçülerin yüzsüzlükten nasır tutmuş suratlarına çarpmak lazımdır. Bu yapılmalıdır ki, Anadolu ve doğusunun en kadim halkının kim olduğu, “üst kimliği” kimin temsil ettiği, “alt kimliğin” ise kimin payına düştüğü iyice anlaşılsın.

Yukarıdaki bilimsel gerçeklerin hepsi; Atatürk dönemi araştırmalarının sonuçları ve türevleridirler!...

Eser Özaltındere
 
Geri
Top